ABD’NİN ESED ÇIKMAZI
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan
Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)
The National Interest, 17.10.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Z.T.K. Aşağıdaki yazıyı okumadan evvel
Robert Kaplan’ın 1993 yılında Suriye’yle ilgili The Atlantic dergisi için kaleme
aldığı, hem ülkenin geçmişine ışık tutan hem de bugünü öngören son derece
önemli bir makale olan “Suriye: Kimlik Krizi”ni mutlaka okumanızı tavsiye
ederiz. Türkçe tercümesine ulaşmak için TIKLAYINIZ.
Realizmin temel prensiplerinden biri, kaos adaletsizlikten beterdir
prensibidir; zira haksızlık ve adaletsizlik dünyanın sadece kusurlu olduğu,
kaos ise artık hiç kimse için artık adalet kalmadığı anlamına gelir. Suriye
Cumhurbaşkanı Beşşar Esed bu tezi tahammül edilmez derecede test etti. İşlediği
haksızlık ve adaletsizliklerin boyutu insanlığa karşı suçla eşdeğer
tutulabilir. Esed rejimi tarafından kıvılcımı çakılan ve sürdürülen 5 yıllık iç
savaşta yüz binlerce Suriyeli hayatını kaybetti. Esed yönetiminin Ortadoğu ve
Avrupa’da doğurduğu bölgesel kaos ve milyonlarca mülteci de cabası. Ancak büyük
acı veren bir gerçeklikle yüz yüzeyiz: Esed’in görevi bırakması ille de işlerin
düzeleceği anlamına gelmiyor, en azından bu aşamada. Suriye en hafif deyimiyle
çok büyük bir kaos içinde. Esed’in görevden çekilmesi, bu kaosu hem
derinleştirebilir hem de daha da genişletebilir.
İşler bundan daha da kötüleşemez ki diye düşünmeyin sakın. Esed,
birlikleriyle ve müttefik suç çeteleriyle Suriye’nin merkezî topraklarının
çoğunu hala daha elinde tutan, bir azınlık grubuna mensup seküler bir yönetici.
Bunlar, Suriye’nin yaşadığı anarşi düzeyi ve bu bölgedeki İslamcı radikal
grupların bolluğu dikkate alındığında, tümden olumsuz özellikler değil. Görevi
bırakması, doğrudan veya dolaylı olarak barışa yol açmak yerine, zaten üstünlük
için birbiriyle yarışanların rekabetini daha da artırması muhtemel. İsyancılar,
Esed görevinden el çeker çekmez silahlarını bırakacak değiller; hatta her bir
toprak parçası uğruna savaşı sürdürmek için ellerinde daha fazla sebepleri
olacak. Bu durumda birçok isyancı grup Suriye’den geriye kalan ürkütücü enkaz
üzerinde savaş verirken, başkent Şam –tıpkı Halep gibi– hızla insani bir
cehenneme yuvarlanacak. Esed görevini bırakırken geçiş sürecinde istikrarı
sağlaması için Alevi güç yapılanmasının ayakta kalması gerektiğine ilişkin
hayalperest açıklamalar şu noktayı tamamen gözden kaçırıyor: Alevi devlet
yapılanması bizzat Beşşar Esed’in şahsıyla eşanlamlıdır; zira babası Hafız Esed
tarafından inşa edilen rejimin farklı fraksiyonlarını birleştirip
bütünleştirebilecek tek kişi odur. Beşşar Esed’in Suriye devletinin veya
devletten geriye kalanın ta kendisi olması kuvvetle muhtemel. Her halükarda
Esed’i yerinden etmek için çalışan her dış güç bunun sonuçlarının ahlaki ve
siyasi sorumluluklarını da üstlenmek durumunda. Zira bu, bir dizi vahim
sonuçlara yol açabilir: Alevilere yönelik etnik temizliğe girişilmesi, daha
fazla Hristiyan’ın kıyıma uğraması ve ABD’nin iki müttefiki olan İsrail ile
Ürdün’e Esed’den çok daha fazla düşman bir Sünni cihatçı rejimin Şam’da kurulması.
***
Rusya ve İran’ın bu tür bir olaylar zincirini önlemeye çalışması gerçeği
aslında ironik olmakla birlikte daha evvel eşi benzeri görülmemiş bir gelişme
de değil. Bu, İsraillilerin müteşekkir olabileceği bir ironi: 1970’lerin
ortalarında Henry Kissenger’ın İsrail’le Hafız Esed rejimi arasında müzakere
ettirdiği ateşkes anlaşmaları, fiiliyatta bugünkü iç savaşa kadar tam 35 yıl
boyunca devam edecek bir barış anlaşması halini almıştı. İsraillilerin Esedleri
faydalı bulmadıklarını kim söyleyebilir ki? Hatta hala böyle görmeye devam
ediyor olabilirler.
Ayrıca müzakere yoluyla Esed’in sürgüne gitmesini sağlayacak iyi bir
çözümün ufukta belireceği inancı da Esed diktatörlüğünün doğasını tamamen
yanlış anlamak demektir. Esed, iktidarda kalmayı sürdürmek uğruna yüz binlerce
insanın öldürülmesi suçuna iştirak etmiş bir kişi. Geri adım atamaz. Kapana
kısılmış durumda. Çevresinde kendi hayatları Esed’in iktidarda kalmasına bağlı
olan katman katman insanlar grubu bulunması muhtemel. Diktatörler, ya hastalık
ya da yaşlılık yüzünden iktidarda kalma hırslarını bütünüyle kaybettiklerinde
düşerler. Gerek İran Şahı gerekse Romanya’nın Nikolay Çavuşesku’su
devrildikleri sırada fiziken zayıf düşmüş haldeydiler. (…) Mısır’ın Hüsnü
Mübarek’i yaşça 80’lerinde olup Arap Baharı’ndan sadece iki sene evvel
torununun ani ölümünden dolayı psikolojik bir yıkıma uğramış ve –yakınındaki
kişilerin söylediklerine göre– bir daha eski haline dönememişti.
Esed ise aksine daha 51’inde bir “delikanlı” ve dünyanın devrileceğini
zannetmesine rağmen yıllardır ayakta kalmış biri olarak adrenalin patlaması
yaşıyor olabilir. Rusya’nın savaşa dâhil olması Esed’in moralini sadece biraz
daha da artırmıştır, o kadar. İktidarda kalabilmek uğruna on binlerce sivili
katletmiş olan babasının bugünleri görse kendisiyle gurur duyacağını düşünüyor
olmalı. Beşşar Esed, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi bir kurumun olduğu bir
dönemde görevinden istifa edecek bir kişi değil. Tam aksine, bir Alevi devleti
uğruna savaşı sürdürmek daha iyi; onun bakış açısına göre bu yol daha şerefli.
Gerçek şu ki eli kanlı Suriye ve Irak Baas rejimlerinin yumuşak bir iniş
yapma ihtimali muhtemelen hiç yoktu; zira en tepedeki yönetici sınıf ile an
alttaki aşiretler ve büyük aileler arasında var olabilecek her tür sivil toplum
yapılanması tamamen temizlenip yok edilmişti. Dolayısıyla bu Baas rejimlerine
meydan okunduğunda veya düşürüldüğünde arkalarında toz dumandan başka bir şey
kalmadı. Başlangıçta iktidara gelişleri, yönetimi zorla gasptan ziyade, etnik,
bölgesel ve mezhepsel bölünmeler yüzünden 20. yüzyılın başlarında ve
ortalarında Şam’da ve Bağdat’ta demokrasi girişimlerinin açıkça başarısızlığa
uğraması nedeniyle oldu. Suriye’de demokrasinin hiç denenmediği fikri bir
efsane. 1947, 1949 ve 1954 seçimleri, ülkenin belirli yerlerinde toplaşmış
gruplar ve mezhepler temelinde işlemez hale geldi. Bağımsızlıktan (1946)
itibaren 1970’te Hafız Esed askeri darbeyle başa geçene kadarki 24 yılda toplam
21 hükümet değişimi [Z.T.K.
ayrıca 10’a yakın askeri darbe] yaşanmıştı. O başa geçene kadar hiç kimse
ülkeye istikrar getirememişti.
Arap-İsrail çatışmasının Soğuk Savaş aşamasında Suriye, Arap
milliyetçiliğinin çarpan kalbi olarak bilinirdi. Zira Suriye’nin iç
bölünmüşlüğünü bastırabilmenin tek yolu, moral verici bir pan-Arap dava
üretmekti: Yani Yahudi devletini yok etme. Gerçekten de o dönemde Arap
dünyasında en şiddetli şekilde İsrail karşıtı bir duruş sergileyen devletler,
Fas, Tunus ve Mısır gibi belirli bir tarihi geçmişi olanlar değil, coğrafi
anlamda muğlak olup sahici bir ülke olmaktan uzak yapılardı. Suriye, Irak ve
Libya o denli zayıf kimliklere sahiplerdi ki ayakta kalmak için aşırı
otoriterliğe ve dış nefrete bağımlı kaldılar. Suriye kimliğinin, Osmanlı
sonrası oluşan şekliyle bir [ulus-]devletten ziyade, geçmişteki gibi
Osmanlı İmparatorluğu içinde Türkiye’deki Toroslardan başlayıp Suudi
Arabistan’ın Nüfud Çölü’ne uzanan geniş Bilad-i Şam bölgesi olarak tanımlanması
çok daha uygundu. İşte temelde bu nedenden ötürü –tabii ki başka nedenler de
vardı– Şubat 1993’te the Atlantic dergisi için kaleme aldığım yazıda
Suriye’nin çöküşe mahkûm olduğu tahmininde bulunmuştum. “Suriye: Kimlik Krizi”
başlıklı makalemde “Hafız Esed’in ölümü, kaotik Ortadoğu’nun onlarca yıldır
şahit olduğu kaostan çok daha büyüğünün habercisi olabilir” demiştim.
Emin olun, Hafız Esed mükemmel bir taktik ustasıydı. Resmî bir barış
anlaşmasına yol açmadığı sürece İsrail’le bir barış sürecine müsamahakârdı;
zira bu, ABD’yle makul bir ilişki kurmasına imkan veriyordu, Varşova Paktı Esed
rejimine silah sağlasa ve baskı ve işkence tekniklerini öğretse dahi... Ama
gerçek barışın kaosa yol açacağının farkındaydı; zira barış, Baas rejimini tek
birleştirici milli hedefinden yoksun bırakırdı. Tıpkı İngiliz seyyah ve Arap
edebiyatçısı Freya Stark’ın 1928’de yazdığı ve daha sonra Suriye’den
Mektuplar başlığı altında yayınladığı gibi “Tek bir milli duygu
belirtisiyle dahi karşılaşmadım: Her şey mezheplerden, nefretten ve dinlerden
ibaretti”.
Manda döneminin sona ermesinden itibaren bağımsızlığı boyunca hiç istikrar
yüzü görmemiş toprakları istikrara kavuşturma gibi neredeyse imkânsız bir işi
başarmış olan Hafız Esed, Suriye’ye Stark’ın umutsuz ve determinist vizyonunun
önünü kesme fırsatı sundu. Suriyelileri tebaadan vatandaşa dönüştürebilirdi.
Nihayetinde tam 30 yıl başta kaldı. Ancak toplumu ve ekonomiyi geliştirmesi,
diğer bir deyişle aydınlanmacı despot olması, riskleri ve onun dar ve şüpheci
bakışının imkan verdiğinin ötesinde çok daha geniş vizyonlu çalışmaları
beraberinde getirecekti. (…) bir devlet adamı olmak yerine, geleceği sadece
öteleyen –ancak oğlunun yönetimi sırasında kanlı akıbetin Suriye’nin üzerine
çökeceği– Arap Brezhnev’ine dönüştü.
Baba Esed’in iktidarının gösterdiği üzere Arap dünyasının trajedisi hiçbir
zaman demokrasi eksikliği değil, aydınlanmacı despotluğun eksikliğiydi. İhtiyaç
duyulan şey, Václav Havel gibi biri değil, liberal öğretiye göre, Asya tipi bir
yönetim sergileyen mutlak bir diktatör olan Umman Sultanı Kabus bin Said
el-Said gibi liderlerdi. Bugün Suriye’nin liberal bir yönetime kavuşma şansı geçmişinde
yatmaktadır. Bugünkü kaosun gerçek babası Beşşar’ın babası olan Hafız Esed’dir.
Bu tamamen bir Hobbes’a Giriş dersi bilgisidir.
***
Tabii ki Irak’ın Saddam Hüseyin’iyle karşılaştırıldığında Hafız Esed
oldukça ılımlı sayılırdı. Esed on binlerce kişinin katiliyken, Saddam ise yüz
binlerce insanı öldüren tam bir canavardı. Buna İran-Irak Savaşı’nı dahil
etmiyoruz bile [Z.T.K. İran-Irak Savaşı’nda 1-1,5 milyon insan
hayatını kaybetmiştir]. Saddam Kuveyt’i işgal ettikten sonra Hafız Esed’in
şu espriyi yaptığı söylenir: “Saddam peş peşe sigara içen bir tiryaki gibidir,
bir savaşı bitirdiği anda diğerini başlatır.”
Bu iki ülkenin 1970’lerde ve 1980’lerdeki temel realitesi bunu kanıtlıyor.
Suriye’ye birçok ziyaret gerçekleştirmiş olmama rağmen Irak’a ilk ziyaretimde
şok olmuştum. Şam’da bir postanenin teleks odasına girebiliyor, denetimsiz
işimi görebiliyordum. Bağdat’ta ise teleks makinesiyle aramda bir cam vardı;
camın diğer tarafındaki bir Iraklı görevliye gönderilecek kopya veriliyor ve
bunun gönderilip gönderilemeyeceğine o karar veriyordu. Suriye’nin her yerini
kendi başıma gezmiştim, ama Irak’ta bu, hapsi boylamama yol açacaktı. Bir
Bağdat ziyaretimin ardından Washington’a dönüşümde 1985-1988 yılları arasında
Irak’ta büyükelçilik yapmış David Newton’la aramda geçen bir konuşmayı
hatırlıyorum. Zaman içinde ve ABD’nin teşvikiyle “Irak’taki baskının düzeyi
azalarak Suriye’deki düzeye çekilebilir” ümidindeydi. Acınası, hazin bir
hedeften ziyade Newton’ın ümidi –eğer gerçekleşebilmiş olsaydı– küçük bir insan
hakları mucizesi olacaktı. (…) Dışişlerinin diğer bir Arap uzmanı olan Peter
Bechtold, çeyrek yüzyıl evvel bana unutamadığım şu sözleri sarf etmişti:
“Seyahatlerle edinilen tecrübelere dayalı bir referans çerçevesine sadece
Amerikalıların çoğu değil, Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi yetkilileri dahi
sahip değil.”
(…) [Z.T.K. Robert Kaplan, uzun uzun Amerikan dışişlerinin ve Arap
uzmanlarının yetersizliğine ve bölge gerçekliğinden habersizliğine değinmiş ve
sonra şunları yazmış:]
Irak’ta Saddam Hüseyin devrildikten sonra tam anlamıyla bir kaos ortaya
çıktı. Suriye’de Baas rejimi ülkenin çoğunda hala sıkı sıkıya tutunmaya
çalıştığı için gerçekten korkunç olan o kaos hali bir süre daha devam edebilir.
IŞİD’in kaosun bir çocuğu olduğuna hiç şüphe yok. Bu yüzden düzenin tesisi
haksızlık ve adaletsizliğe karşı savaşa öncelenmeli. IŞİD’i mağlup etmek için
savaşırken Esed gitmeli demek politika tutarsızlığının bir tezahürüdür. Dış
politika ihtiyaçlar hiyerarşisiyle yönetilir, ahlaki arzular dizisiyle değil.
***
Bazı su götürmez gerçeklikler sözkonusu. Bir azınlık grubuna mensup laik
bir lider olan Esed, sözde uluslararası toplum tarafından görevden
uzaklaştırılmasına karşı çok fazla kan döktü. ABD’ye kıyasla Şam’daki rejimin
iç siyasetini çok daha iyi bilen ve hedefleri uğruna büyük risklere giren
İranlılar ve Ruslar, onu iktidarda tutmak için savaşmayı sürdüreceklerdir.
Ruslar bu çabalarında bataklığa saplanma riskiyle karşı karşıya değiller; zira
Irak’a giren Amerika’nın aksine onlar, mevcut düzeni devirmek ve ardından
yenisini kurmak için karada bir savaş vermiyorlar. Ve aslında Esed ve onunla
bağlantılı karmakarışık gruplar üzerinden sürdürmeye çalıştıkları bu düzen,
IŞİD’e karşı bir silah olabilir. Üstelik IŞİD, Rakka (ve Musul’u) ele
geçirmekle değil, bu şehirlerde yeni ve daha ılımlı idari düzen tesisiyle yok
edilebilir. Bunu hayata geçirmek ise aşırı derecede zor. Ve yine bunu Rusya ve
İran’la en azında bir tür işler bir ilişki kurmadan uygulamak neredeyse
imkânsız.
Ancak yukarıda zikrettiklerimin tamamı veya ekseriyeti bilindiği halde pek
de itiraf edilememesi yüzünden şimdiye kadar tutarlı bir politika
geliştirilemedi. Politika alenen fikirlerin dillendirilmesini gerektirmez, ama
resmi açıklamalarla fiili hedefler arasında biraz olsun uyum sağlanmalı. Uzunca
bir süredir bu, Suriye politikasında geçerli olmadı. Politika disiplini IŞİD’i
mağlup etme yolunun en azından bir ölçüde Moskova ve Tahran üzerinden gitmesini
gerektiriyor. Ve yine Esed’i devirmenin daha az değil, daha fazla anarşiyi
beraberinde getirebileceğini kabullenmeyi de gerekli kılıyor. Bir de Suriye
muhalefetine dair bilgilerin oldukça hatalı ve güvenilmez olduğunu itiraf
etmeyi gerektiriyor.
ABD asla Suriye’nin akıbetini kontrol edemeyecek. Tabii ki –gün gelip de
yüzüstü koyabileceği– vekil grupları silahlandırmak ve onlara danışmanlık
yapmak suretiyle bir bölgesel oyuncu olarak pozisyonunu güçlendirici kozlar
üretebilir. Washington, Ukrayna meselesinde Kremlin’den taviz koparabilirse
Suriye’de Moskova’yla daha yakın çalışabilir. Yine ABD, destek verdiği Kürt
gruplar ile Arap isyancılar arasındaki çatışmayı sonlanmak için çaba sarf
edebilir. Bu arada sahada IŞİD’e karşı bir ilerleme zaten kaydedilmekte. Durum
o kadar da ümitsiz değil, ama tabii ki Washington mükemmel ahlaki sonuçlar
koşulundan feragat ederse.
Esed kitlesel katliamlar yapan bir katil. Ahlaken iğrenç biri. Bununla
birlikte Suriye ile Yugoslavya arasında temel farklılıklar var. Yugoslavya’da
insani müdahale, Suriye’de olmayan özel bir jeopolitik durum sayesinde
gerçekleşmişti. 1990’lar, komünizmin yıkılmasının hemen akabinde kendi yaşadığı
kaotik şartlar yüzünden Rusya’nın Balkanlarda nüfuzunun azaldığı bir dönemdi.
Bu sayede ABD, fiilen çekinmeden iş yapabilmesine imkân veren sıradışı bir
pencereye sahipti. Ama bu pencere Vladimir Putin’le birlikte kapandı. Aslına
bakarsanız, Yugoslavya’da Washington’ın rekabet edeceği hiçbir büyük ve rakip
bölgesel aktör yoktu; iç savaşta çarpışan –ama aralarında hiçbir uluslararası
terörist bulunmayan– yarım düzine kadar etnik ve dini grup vardı, o kadar.
Suriye’de ise ABD’nin dikkate alması gereken sadece Rusya değil, aynı zamanda
Türkiye, İran ve Suudi Arabistan. Ve birkaç grup değil, onlarca çatışan grup
var. Açıkça söylemek gerekirse, Esed sonrası Suriye’yi, bu topraklara
konuşlanmaya hazır bekleyen barışı koruma güçleri olmaksızın istikrara
kavuşturmak imkânsız.
Peki, güvenli bölgeler kuramaz, açlığa mahkûm eden kuşatmaları kaldıramaz
mıyız? Hepsi mümkün. Çok daha fazlası yapılabilir. Ancak durum, Yugoslavya’ya
kıyasla, birçok düzeyde çok daha berbat şekilde karmaşık ve riskli. Nihayetinde
bu, etnik, dinî ve mezhebî çatlakları komünist tarzı bir ekonomi modeli ve
baskıyla hasıraltı etmeye çalışan içi boş ve kafası karışık bir ideoloji olan
Baasçılığın bir mirası. Hafız Esed ve Saddam Hüseyin’in sivil toplumlar inşa
etmek yerine önerdiği şey tam da buydu. Yakın Doğu’da post-kolonyal miras,
kolonyal döneme kıyasla çok daha ölümcül olageldi. Hiç kimse şimdiye kadar
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne bir çözüm bulabilmiş değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder