13 Ağustos 2023 Pazar

XX: “BİZ TÜRKİYE’DE HAYATA SIFIRDAN DEĞİL, SIFIRIN ALTINDAN BAŞLADIK”

 

“BİZ TÜRKİYE’DE HAYATA SIFIRDAN DEĞİL, SIFIRIN ALTINDAN BAŞLADIK”

XX (Suriye’deyken babası albay ve annesi sınıf öğretmeni olan, 2014’te Halep’ten Türkiye’ye sığınan tıp fakültesi öğrencisi 20 yaşında bir genç kız)

10.8.2023, Türkiye

Röportajı yapan: Zahide Tuba Kor

NOT: Blogda yer alan 900’e yakın içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

 

Suriye’deyken babası albay ve annesi sınıf öğretmeni olan, 2014’te Halep’ten Türkiye’ye sığınan ve şu an İç Anadolu’daki bir şehrimizde yaşayan, tıp fakültesi öğrencisi 20 yaşında bir genç kızla geçen ay Suriye’yle ilgili yaptığım bir konuşmanın ardından bana attığı mesajla tanıştım. Suriye’de savaş altında ve Türkiye’de özellikle öğrencilik hayatında neler yaşadığını öğrenmek için kendisiyle bir röportaj yaptım. Anlattıkları, ülkemizdeki birçok Suriyeli çocuğun ve gencin yaşadıklarının ve hissettiklerinin bir numunesi…

“Savaş altında yaşamak çok zordur. Halep’te çocukluğum sürekli korku ve stres içinde geçti. Hep öleceğimi hissediyordum. İçimizde hala hep bir hüzün var. Savaşı yaşamayan bunu asla anlayamaz.”

“Hava almak için balkona çıktığımda üzerimizden roketler geçiyordu. Korkunç sesleri vardı. Artık çıkardığı sesten roketlerin hangi model olduğunu anlayabiliyorduk.”

“2013’te Halep’te kuşatıldığımız için yiyecek çok azaldı. İlk kez hayatımda açlık hissettim. Buzdolabını açıyordum ama içi bomboştu. Açlık çektiğimde oyun oynayarak gerçek dünyadan kopmaya, yaşadıklarımızı unutmaya çalışıyordum.”

“Temel ihtiyaçlarımızı alabilmek için Türkiye’de markete ilk gittiğimizde raflarda her türlü yiyeceği görünce gözlerimize inanamadık. Uzun zamandır bu kadar yiyeceği bir arada görememiştik.”

“Halep’ten çıkıp Türkiye’ye gelebilmek için önce ‘Ölüm Geçidi’ denen yerden geçmek zorundaydık. Askerler binaların tepesinde konuşlanmış, rastgele insanları vurup öldürüyorlardı.”

“Sınıfın en arkasında oturuyordum. Arkadaşsızdım. İçe dönüktüm. Dilim yetersiz olduğundan çevremle iletişim kuramıyordum. Konuştuğumda yanlış anlaşılmaktan ve işlerin daha kötüye gitmesinden korktuğum için susmayı tercih ediyordum. İnsanın kendisini anlatamaması ne kadar kötü bir his bilemezsiniz.”

“Türkiye’de dertlerimi, sıkıntılarımı kimseye söyleyemez, her şeyi içime atardım. Sadece ağlayarak ve Allah’a havale ederek dertlerden kurtulmaya çalışırdım. İçimdeki üzüntüler o kadar birikti ki bunları kelimelerle dile dökemediğimden en sonunda sesle çıkartmaya, keman çalmaya başladım.”

“Başlarda hiçbir şey anlayamadığımızdan bizim hakikaten okulda ilgiye ihtiyacımız vardı. Neyi nasıl çalışacağımı, ödevi nasıl yapmam gerektiğini, Türkçemi nasıl geliştireceğimi bilmiyordum. Maalesef bizi yönlendiren öğretmenimiz de olmadı.”

“Girdiğim YÖS sınavından tam puan alarak tıp fakültesini kazandım. Annem, ‘Türkiye’ye ilk geldiğimizde senin günün birinde tıp fakültesini kazanacağın söylense inanamazdım’ diyor. Çünkü burada hayata sıfırdan değil, sıfırın altından başlamıştık. Adeta yeni doğmuş bebek gibi kalakalmıştık.”

 

11 yaşında Suriye’den Türkiye’ye gelmişsin. Savaştan evvel hayatın nasıldı, savaşla birlikte neler değişti?

Savaştan evvel çok güzel bir hayatımız vardı. Ebeveynim sürekli bizimle ilgilenirdi. İyi bir eğitim verme çabası içinde bizi İngilizce, yüzme ve judo kursuna götürürlerdi. Ama savaşla birlikte her şey değişti, hayatımız düşüşe geçti. Ebeveynimin derdi artık o kadar büyüktü ki bizimle çok az ilgilenir hale geldiler. Çocuklarımızı nasıl geliştirebiliriz düşüncesinden nasıl koruyabiliriz, nasıl güvenli bir yere götürebiliriz derdine düştüler.

Bölüyorum ama İngilizce kursuna kaç yaşında başladınız?

Ben henüz küçük olduğumdan gitmedim, ama ablalarım 10 ve 12 yaşında İngilizce kursuna başlamışlardı. Suriye’deyken babamın bize üç dil -İngilizce, İspanyolca ve Fransızca- öğretme hedefi vardı. Fransızcayı zaten okulda öğreniyorduk. Ama savaş yüzünden bütün hayaller suya düştü.

Küçük olduğum halde ablalarımla yüzme kursuna gittim. Daha doğrusu tam ben kursa başlamıştım ki bir ay sonra savaş başladı. Bu arada büyük ablam çok iyi yüzücüdür. Kendimizi savunmak için başladığımız judo kursu da yarım kaldı.

1. ve 2. sınıftayken annem, ablalarım ve ben beraber okula giderdik. 3. sınıfa geçtiğimde evimize yakın olduğundan beni ve ikinci ablamı Hristiyan okuluna yolladılar. Normalde Müslümanları kesinlikle kabul etmiyorlardı; ama babam albay olduğu için aldılar. Okulun tamamı Hristiyan’dı, Müslüman olarak zorlandık. Hatta Hristiyanlar da Arap olduğu halde ırkçılık yaşadık. Küçücük çocuklar, Hristiyan olmamız için bize baskı yapıyordu. Savaş nedeniyle bu okulda sadece bir sene okudum. En büyük ablam ise şerî okuldaydı; sizdeki imam hatiplere benzerdi ama eğitimi çok daha ciddiydi.

2011’de Suriye’de olaylar başladığında 2. sınıftaydım. 3’te her şey normaldi [Halep’te savaş 2012 ortasında başlamıştır], ama 4. sınıfta savaş çok şiddetlendiğinden okulu bırakıp kursa gitmek zorunda kaldık. Çünkü savaşta evleri yıkılıp yerinden olanların sığınacağı tek yer okullardı ve bu yüzden devlet okullarda eğitim faaliyeti durdu. 5. sınıfta özel okula gitmek zorunda kaldık.

Yaşadığınız rejimin kontrolündeki Batı Halep’te hayat nasıldı?

Çok kötüydü. Evimiz, Harp Akademisi’ne çok yakın, son derece kritik bir bölgede olduğundan askerler evimize el koydu. Defalarca ev değiştirdik.

Savaş altında bir çocuk olarak yaşamak nasıl bir şeydir, bize anlatır mısın?

Savaş altında yaşamak çok zordur. Çocukluğum sürekli korku ve stres içinde geçti. Hep öleceğimi hissediyordum. Mesela askerî bölge olduğu için ilk yaşadığımız evin yakınında bir arabaya konan bombanın patlatılması sonucu deprem gibi evimiz sağa sola gitti geldi, bütün camlar kırılıp yere döküldü. Patlamadan en çok etkilenen evlerden biri bizimkiydi. Korkudan hemen annemin yanına koştuk. Okulda olduğumuz başka bir gün yine patlama oldu; bütün camlar kırıldı, bir öğrenci öldü. Hava almak için balkona çıktığımızda üzerimizden roketler geçiyordu. Çok korkunç sesleri vardı. Artık çıkardığı sesten roketlerin hangi tür olduğunu anlayabiliyorduk. Hatta bütün roket modellerini ezberlemiştik. En temel ihtiyaçlardan olan su ve elektrik gitti. Sular 15 günde bir geliyordu ve her 15 günü 1000 litre suyla idare etmek zorundaydık. [Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, günlük kişi başı su tüketimi en az 100 litre olmalıdır. Yani normalde 6 kişilik bu ailenin 15 günlük asgari su ihtiyacı 9000 litreydi.] Yaz mevsimiydi ve havalar çok sıcaktı. O günleri hep susuz geçirdik. Elektrikler ise tamamen kesildi. Nadiren geldiğinde de sadece yarım saatliğine elektriğimiz olurda ve o yarım saatlik kısıtlı sürede birikmiş bütün işleri halletmek mümkün değildi. 2013’te Halep’te kuşatıldığımız için yiyecek çok azaldı. İlk kez hayatımda açlık hissettim. Eğitim zaten çöktü. Ebeveynimin bize ilgisi iyice azaldı. Sürekli korku ve stres içinde yaşadıktan sonra 2014’te ülkeden ayrıldık.

O stres hayatınızda kalıcı etki bıraktı mı?

Fiziki sağlığımız çok şükür iyiydi, ama savaştan çıkan herkesin psikolojisi olumsuz etkilendi. Bizim halet-i ruhiyemiz sizinkinden farklı. İçimizde hala hep bir hüzün var. Savaşı yaşamayan bunu asla anlayamaz. Özellikle yakınlarını kaybedenler ciddi depresyona girdiler.

Açlık hissettim demiştin, o dönemi nasıl geçirdin?

Buzdolabını açıyordum ama içi bomboştu, yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Kızılay konserve veriyordu sadece, ama hiç sağlıklı değildi. Açlık çektiğimde sadece telefonla oynayarak vakit geçiriyor; oyun oynayarak gerçek dünyadan kopmaya, yaşadıklarımızı unutmaya çalışıyordum. Ben asıl hamile anneme üzülüyordum. O konserveleri yemek zorunda kalıyor, tansiyonu sürekli yükseliyordu. Aşeriyordu ama alamıyorduk. Her şey anormal pahalı hale gelmişti; paramız olsa bile kuşatma altında olduğumuzdan sebzesiz-meyvesiz kalmıştık.

Bu soruyu sormak istemezdim ama röportajı okuyan birçok Türk’ün aklına şu soru gelecektir: Savaş şartlarında annen neden çocuk doğurdu?

Annem hamile olduğunu anlayınca çok dertlendi. Düşürmek için gittiği doktora “Kendimi bile doyuramazken bu çocuğu nasıl doyurup büyüteceğim?” dedi. Doktor şöyle cevap verdi: “Rabbin için sabret. Çocuğuna rızkı verecek olan sen değilsin, Allah. Haram bir fiili işleyerek Allah’ın rızasını kaybedenlerden olma. Sabrın sonucu muhakkak güzel olacaktır.” Bu cevap başta anneme çok zor geldi. Ama doktorun dediği gibi Allah’ı rızasına aykırı bir şey yapmaktan kaçındı. O’nun takdirine razı geldi. Bu sabrı karşılığında Allah ebeveynime çok hayırlı bir evlat nasip etti. “İyi ki Allah bana bu evladı nasip etti” sözünü annemden sık sık duyuyorum. Kula nice şer gibi görünen şeylerin ardında büyük hayırlar vardır, nice hayır gibi görünen şeyler aslında şerdir. Zor durumlarda Allah’ın takdirine boyun eğerek O’na güvenmek gerek.

Halep’te kuşatma ne kadar sürdü?

Toplamda ne kadar bilmiyorum ama en şiddetli kuşatma bir ay sürdü. O kuşatma sırasında yiyecek alabilmek için rejim bölgesinden çıkıp muhaliflerin olduğu tarafa geçmek gerekiyordu. Babam rütbeli asker olduğu için muhaliflerin tarafına geçemezdi. Temel gıda maddelerini alabilmek ve yemek pişirebilmek için annem hayatını tehlikeye atıp karşı tarafa geçiyordu. Bize ölülerin muhaliflerin tarafındaki mezarlıklara gömülmesi için normalde sebze-meyve kasalarının taşındığı el arabalarında kefenlenmiş olarak nasıl götürüldüğünü anlatıyordu. Ölüm, Suriye’deyken istisnasız her gün duyduğumuz bir kelime haline gelmişti.

Peki, Türkiye’ye nasıl geldiniz?

Halep’ten çıkıp Türkiye’ye gelebilmek için önce ‘Ölüm Geçidi’ denen yerden geçmek zorundaydık. Askerler binaların tepesinde konuşlanmış, rastgele insanları vurup öldürüyorlardı.

Bu geçiş noktasının tam adı neydi?

Bostanu’l-Kasr idi.

O zaman burası, Halep’in rejimin kontrolündeki batısı ile ÖSO’nun kontrolündeki doğusunu birbirinden ayıran nokta. Burada çok fazla Suriyeli tutuklanmış ve kaybolmuş diye biliyordum. Hayatını kaybeden de çok olmalı.

Evet, hayatını kaybeden çoktu. O noktaya gelindiğinde herkes koşarak geçmeye çalışıyordu. Büyükler, keskin nişancıların hedefi olmaması için çocuklarını omuzlarından indirip sımsıkı kollarının içine alıp kucaklarında koşuyorlardı. Biz de çocuk olarak buradan geçmek zorunda kaldık. Annem 7 aylık hamileydi. ‘Ölüm Geçidi’ni geçtikten sonrası daha kolaydı. Çünkü o sıralarda rejim kontrolündeki bölgeler daha tehlikeliydi.

Albay baban da sizinle miydi?

Hayır, babam Türkiye’ye Lübnan üzerinden denizyoluyla geldi. Onunla burada buluştuk. Bizim güzergâh babam için çok tehlikeliydi; muhalifler arasından geçemezdi.

Türkiye günlerinize gelelim. Neler yaşadınız?

İlk yerleştiğimiz ev kötüydü. Ama en azından güvenli, bombalar patlamıyor diye kendimizi rahat hissettik. Babam iş bulamamanın sancısı içindeydi. Temel ihtiyaçlarımızı alabilmek için Türkiye’de markete ilk gittiğimizde raflarda her türlü yiyeceği görünce gözlerimize inanamadık. Uzun zamandır bu kadar yiyeceği bir arada görmemiştik biz.

Komşularımızla yavaş yavaş tanışmaya başladık. Onlarla ya işaret diliyle iletişime geçerdik ya da Google Translate’ten yardım alarak işlerimizi hallederdik. Birbirimizi tam olarak anlamasak da komşularla güzel vakit geçirirdik. Çok iyi insanlardı. Komşu çocukları bizi Kur’an kursuna kaydettirdi. Hoca da, öğrenciler de komşularımız gibi çok iyi insanlardı. Kursta ve etrafımdaki insanların konuşmalarından öğrendiğim Türkçe kelimeleri küçük defterime kaydeder, ezberlemek için sürekli tekrar ederdim. Komşumuzun kızı sayesinde okumayı öğrendim.

Türkiye’de soluduğumuz hava Halep’in havasından çok daha temizdi. Zannedersem savaş havayı çok kirletmişti. Yüksek tansiyondan şikâyetçi olan ve sürekli nefes darlığı yaşayan hamile annemin bütün rahatsızlıkları bu yerleştiğimiz yerde ortadan kalktı, sürekli kullandığı ilaçları bıraktı.

Türkiye’de toplamda 4 defa yer değiştirdik. İkinci taşındığımız ilçede yaklaşık 8 ay kaldık ve burada da insanlardan çok iyi muamele gördük. Bize hep “Siz bize emanetsiniz. Siz muhacirsiniz, biz de ensarız” derlerdi.

Tabii okula başlayınca çok zorlandık, her okulda ayrı sıkıntılarımız oldu.

Okula hemen mi başladınız?

Evet, ama o dönem Suriyelilerin okula kayıtlarıyla ilgili kurallar henüz yoktu. Okul müdürü okula kaydetmek istemedi. Bizim okul idaresiyle iletişim kurmamız da çok zor oldu; çünkü İngilizce bilen yok denecek kadar azdı. Ama sonunda babam uğraşıp kaydımızı yaptırabildi.

Okul hayatını anlatır mısın?

İlk başta Türkçe bilmediğim için hiçbir şey anlamıyordum, konuşamıyordum, sadece sınıfta oturuyordum. Suriye’de verilen dil eğitimi iyi olduğundan İngilizcem vardı. Konuşmaya, derdimi anlatmaya çalışsam da olmuyordu. İnsanın kendisini anlatamaması ne kadar kötü bir his bilemezsiniz. Okula gide gele zamanla Türkçe öğrenmeye başladık. İlk başlarda sınav notlarım 20-30’du. Ama ebeveynimin dertleri o kadar büyüktü ki bizim notlarımızla uğraşacak halde değillerdi.

Biliyor musunuz, çocuk olarak bizim dertlerimiz ve yükümüz de Türkiye’de büyüdü. Çünkü Suriye’deyken bir şeyi bilmediğimde, yapamadığımda bunu kendim dile getirebiliyordum ya da babam devreye girip hallediyordu. Babamın da, annemin de çevresi çok genişti. Akrabalarımız da Suriye’de hep önemli insanlardı. Sorunlarımız mutlaka çözülürdü. Türkiye’de bana yardım edecek hiç kimsem yoktu. Ebeveynim tabii ki yardım etmek isterdi, ama Türkçe bilmedikleri için çaresizdiler. Dili öğrenen biz üç kız kardeştik ve bütün yük üzerimizdeydi. Sorunlarımı kendim çözmek zorundaydım.

Peki, sorunlarını tek başına çözebiliyor muydun?

Hayır, çözemiyordum. Konuşamıyordum ki nasıl çözeyim. Her şeyi içime ata ata sonunda tamamen içe kapanık biri oldum.

6. sınıfta okul ve sınıf mevcudu az olduğundan iyiydi. İlk yıl ırkçılık yaşamadım. Matematik öğretmenim bana ve benden büyük ablama yardım etti, ilgi gösterdi, motive etti. Bu bana umut verdi. Hiçbir şey anlayamadığımızdan bizim hakikaten ilgiye ihtiyacımız vardı. Neyi nasıl çalışacağımı, ödevi nasıl yapmam gerektiğini, Türkçemi nasıl geliştireceğimi bilmiyordum. Maalesef bizi yönlendiren öğretmenlerimiz olmadı. Her şeyi kendim keşfetmem gerektiğini liseye geçtiğimde anladım.

Yani ilk üç senen ne yapman gerektiğini anlamadan geçti, öyle mi?

Evet, gerçekten öyle. Rüya -belki de kâbus- gibi geçti. Sınavlara girip çıkıyordum sadece.

Notların nasıldı?

6. sınıfta kötüydü. 7. ve 8. sınıfta takdirle geçtim.

Takdirle sınıflarını geçtiysen dili bir senede hallettin ve başardın demektir.

Türkiye’de takdir almak zor değil ki. Özellikle ortaokulda sürekli performans notu verip geçirirlerdi. Eğitimimiz kaliteli değildi. Takdirle geçsem de TEOG sınavından kötü aldım. Çünkü TEOG nedir, ne işe yarar bilmiyordum. Sınıfta herkes stresliydi; ben de aksine rahattım, neden bunlar stresli diye düşünüyordum. Sınava çalışmadan girdim. Sadece öğretmenlerin verdiği testleri çözmüştüm, o kadar.

Sana kimse söylemedi mi TEOG’a böyle çalışmalısın diye?

Hayır. Sınava gireceğiz diyorlardı ama niçin anlamıyordum. Benim için bu sınavın bir önemi yoktu. Bir de biz Suriyeli olduğumuz için sürekli yeni haberler çıkıyordu; “Suriyeliler TEOG’a giremez”, “yok girebilir”, “sadece imam hatibe gidebilir” falan diye. Bu kadar belirsizlik içinde umursamadım. Akıbetimiz ne olacak bilmeliyiz ki bir hedef koyabilelim.

Öğretmenler, Suriyeli olduğumu bilse de bana Türk öğrenci gibi muamele ettiler, yol göstermediler. Çok eksiğim olduğunu anlamıyorlardı.

Ablaların da aynı şeyi mi yaşadı?

Evet. Biz, yerleştiğimiz şehre ilk gelen Suriyelilerden olduğumuz için öğretmenler herhalde yabancı öğrenciler konusunda tecrübesizdi. Bize nasıl davranmaları gerektiğini bilmiyor olmalılar.

Sınavlarda soruyu anlamadığımı söylediğimde, öğretmenlerin çoğu “Anlamadıysan ben ne yapayım” diyordu. Nadiren yardım eden, ya soruyu kendisi açıklayan ya da yanındaki arkadaşın cevabı vermeden soruyu sana anlatsın diyen oluyordu.

6. sınıfta matematik öğretmenim bana çok yardım etti demiştim. Türkçe konuşamıyordum; ama sınıftaki varlığımı ispat edebilmek için gücümü son raddesine kadar kullanıyordum. İyi not almak için çok çabalıyordum. Matematik dersi olmasına rağmen soruları tek tek ezberliyordum. Öğretmen benim tembel olduğumu, bana ayırdığı vaktin boşa gittiğini zannetmesin istiyordum. Öğretmenimiz pi sayısının basamakları diye bir yarışma yapmıştı. Kim daha çok ezberlerse o kazanacaktı. Ben de 50 tane rakamı 3 günde ezberledim; meğer sınıfta en çok rakamı ben ezberlemişim, ama onların da hepsi yanlışmış. Öğretmen dedi ki “Bunları sana veriyorum, yarına kadar ne kadar ezberleyebiliyorsan ezberle. Kazanan yarın belli olsun.” İnanır mısınız, bir günde 200 rakamı ezberledim. Ertesi gün tek tek öğretmene saydığımda çok şaşırdı. Kendimi ispat edebilmek için bunu yapmak zorundaydım.

7. sınıf zorluklarla başladı. İlk önce yaşadığımız şehrin daha kalabalık bir ilçesindeki ortaokula 2 hafta gittim; sonra babamın işi nedeniyle komşu şehre taşındık. Yeni bir şehir, yeni bir ev, yeni bir okul ve yine yeni bir başlangıç… Kolay değildi. Okul daha büyük, öğrenci ve öğretmen sayısı daha fazlaydı. Suriyeliler hakkında daha fazla bilgisi vardı, tabii bir kısmı önyargılı bilgilerdi. Sınıfın en arkasında oturuyordum. Arkadaşsızdım. İçe dönüktüm. Dilim yetersiz olduğundan iletişim kuramıyordum. Konuştuğumda yanlış anlaşılmaktan ve işlerin daha kötüye gitmesinden korktuğum için susmayı tercih ediyordum.

Peki, hiç yanlış anlaşılıp başına kötü şeyler geldiği oldu mu?

Evet, oldu. Bir gün Türkçe dersinde yetiştirebilmek için deftere başka bir dersle ilgili şeyler yazıyordum. Farklı bir okuldan nakille gelmiştim. Meğer Türkçe öğretmeni dersinde başka bir şey yapılmasını istemezmiş. Nereden bileyim? Öğretmen yazdıklarımı görünce bağırmaya başladı. Bağırdı, bağırdı, bağırdı. Ben şok oldum. Kendimi tutamadım. Öğrencilik hayatımda en çok ağladığım gün oydu. Ağladım, çünkü kendimi ifade edemiyordum, bunu bilmeden yaptığımı söyleyemiyordum. Türkçe dersinden sonra fen sınavımız vardı. Moralim sıfırken ve ağlarken sınava nasıl odaklanabilirdim? Sadece kâğıda adımı yazıp kenara koydum ve sıraya kapandım. Başımızda müzik öğretmeni vardı. “Bu kıza ne oldu?” diye sordu. Sınıftakiler anlattı. Bana sordu, dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım; ama yanlış anlatmışım. Türkçe öğretmenine gidip sordu ve geri dönüp “Sen yalan söylüyorsun” diye bağırmaya başladı. Gözyaşlarına boğuldum. O zor anımda sınıftaki kimse bana yardım etmedi. Eve dönünce anneme anlattım, okulu bırakmak istediğimi söyledim. Anneme anlatmam daha kötü oldu. Çünkü Türkçesi olmadığından yardım edemiyor, kahroluyordu. Bundan sonra ebeveynimi üzmemek için yaşadıklarımı anlatmamaya başladım; anlattığımda onlara takatlerinden daha fazla yük yüklüyordum.

Dertlerini, sıkıntılarını kimseye söyleyemezdin, öyle mi?

Evet, her şeyi içime atardım. Sadece ağlayarak içimdeki dertlerden kurtulmaya çalışırdım. Hala daha öyle, biliyor musunuz? İçim acıyla dolduğunda ağlaya ağlaya sonunda o acıyı içimden atıyorum. Tabii bir de Allah’a havale ediyorum. Çünkü bizim acılarımız, dertlerimiz çözülemeyecek.

Türkçe öğretmeninden, sanki karşımda bir canavar varmışçasına çok korkuyordum. Onu gördüğümde ellerim titremeye başlıyor, dilim tutuluyordu. O kadar sessizdim ki sınıfta varlığım bile belli olmuyordu. Öğretmen benim halet-i ruhiyemi bilse belki de böyle davranmazdı, bilmiyorum.

Bir gün müzik dersinde melodikadan sınavımız vardı. Maddi durumumuz kötü olduğundan melodikam yoktu. Sıra bana geldiğinde “Hocam benim melodikam yok” dedim; “Sıfır aldın, hayırlı olsun” karşılığını verdi. “Neden yok, nasıl yardımcı olabiliriz?” diye sormadı bile. Belki de melodikam var da evde unuttum falan zannetti, bilmiyorum. Hâlbuki benim müzik kulağım vardı.

İçimdeki üzüntüler o kadar çok birikti ki bunları sözle, kelimelerle dile dökemediğimden en sonunda sesle çıkartmaya, kendi çabalarımla keman çalmaya başladım. Hala daha keman çalarak üzüntülerimi atıyorum. Size de bir videomu yollayacağım.

Sanatla uğraşmak insanların travmalarını, acılarını hafifleten en önemli araçlardandır. Bunu keşfetmişsin, tebrik ederim. Çünkü senin gibi acı çeken her Suriyeli çocuk bunu keşfedebilmiş değil. Bu arada zorluklarla dolu savaş ve göç tecrübesi, ileride dünya çapında birçok Suriyeli sanatçının doğuşuna vesile olacaktır. Hatta bu süreç çoktan başladı bile… Okulda yaşadıklarına devam edelim.

En çok ırkçılığı 8. sınıfta yaşadım. Zannedersem bu, ergenlik çağıyla bağlantılıydı. Ben ketum, kendi halinde, kimseye zararı dokunmayan, yardım isteyen herkese yardım eden biriydim. Sınıftaki bazı öğrenciler Arapça dersinde ödevde, çeviride sürekli benden yardım istiyordu; yardımcı oluyordum ama sonra arkalarını dönüp gidiyorlardı. Sadece kendi menfaatleri gereği benimle muhatap oluyorlardı. Bu çok üzücü bir durum.

Sana tam olarak ne yapıyorlardı?

Önümde oturan kız Suriyelilerden nefret ediyordu. Sürekli durduk yere “Ülkene defol git”, “Burada senin ne işin var?”, “Sen Arap’sın” diyordu; aşağılık bir insanmışım gibi davranıyor ve bakıyordu. Arap nefreti Türkiye’de gerçekten çok. Ben sınıfta sesi bile çıkmayan biriydim. Sürekli bana git diyordu. Onun davranışları ve hakaretleri beni daha fazla ketum yaptı, içimdeki acılar daha fazla birikti. Bahçede ağlıyor, ağlıyor, boşalıp sınıfa geri dönüyordum. Bu yaptıklarını görenler, üzülse de bana yardım etmiyor, hakkı söylemiyordu. Neden bilmiyorum ama öğretmenler bile öyleydi. Sonunda dayanamayıp okulun bitmesine birkaç ay kala başka bir sınıftaki Türk arkadaşıma olanları anlatıp içimi boşalttım, ne yapmam gerektiğini sordum. Bizim sınıftan birine söylesem her şey daha fena olacaktı. Bana “Bir öğretmene söyleyeceğim; o, kızın ailesiyle konuşup bu işi halleder” dedi. Ve gerçekten bunu yaptı, ondan sonra kız bir daha bana hiçbir şey demedi. Çözüm aslında bu kadar basitti, ama kimse yardımcı olmamıştı.

Benim çok çalıştığımı, müzikteki yeteneklerimi görmeye başladıklarında sınıftakilerin bir kısmı rahatsız oldu. Sen bir Suriyeli olarak neden bizden daha başarılısın diye düşünüp içten içe kin besliyorlardı. “Siz mültecisiniz. Neden Türkiye’ye geldiniz? Başka yer bulamadınız mı?” diyorlardı. Özellikle lisede bu hissiyat daha fazlaydı. Çünkü lisede çok çalışıp başarılı oldum, okulu ikincilikle bitirdim. Bazıları sürekli “Sen neden gidip de ülkeni kurtarmıyorsun?” diyordu; sonunda ben de kendi kendime aynı soruları sormaya başladım. Artık çevremdeki Türklerin dediklerine inanıyordum.

Annen-babanla konuşmuyor muydun? Suriye’de neler yaşandığını, neden göç etmek zorunda kaldığınızı sana anlatmıyorlar mıydı?

Konuşuyorduk, anlattıkları mantıklı gelse de bir türlü mutmain olmuyordum. Acaba Türkler Suriye’yi bizden daha mı iyi biliyor ki bu kadar emin konuşuyorlar diye düşünüyordum. Ben Suriye’nin gerçeklerini bir Türk’ün dilinden duymak istiyordum. Sonunda karşıma siz çıktınız. Geçen ay sizin konuşmanızı dinlerken o kadar şaşırdım, o kadar mutlu oldum ki… Konuşmanız bana ne kadar iyi geldi anlatamam; kafamdaki soruların bütün cevapları yerli yerine oturdu. Allah sizden razı olsun.

Ebeveynin sana ne kadar hakikati anlatırsa anlatsın çevrendeki Türklerin söylemleri yüzünden ikna olmaman, 20 yaşında benim konuşmamı dinleyene kadar kafanda hala soru işaretleri olması üzücü. Türk halkı Suriye’yi geçmişte de bilmiyordu, şimdi de bilmiyor maalesef. Ayrıca hayatında savaşı hiç tecrübe etmemiş; dahası Esed rejiminin tabiatından, hapishanelerinden, varil bombalarından, çetelerinden habersiz olanlar Suriye’yi ve Suriyelilerin yaşadıklarını sizden, hele de baban gibi rejimin içinden çıkıp yollarını ayırmış bir albaydan daha iyi bilemez ki… Peki, Türkiye’ye geldikten sonra ebeveynin sana yardım edemez olunca onlara karşı duygu ve davranışların değişti mi?

Suriye’deyken albay babam asker olsun, sivil olsun kim ne yardım istese hallederdi. Suriyeliler babama çok saygı gösterirdi. Annem de öyle. Suriye’nin eğitim sistemini geliştirmek için annem çırpınırdı. Babam dış dünyada gördüğü yenilikleri ülkemize taşımaya çalışırdı. Mesela Suriye’ye ilk projeksiyon cihazını babam getirmiş, annem bununla eğitim vermeye başlamıştı. Anneme eğitim başkanları tarafından sürekli çok yüksek performans puanı verilirdi. Tanınan, bilinen bir öğretmendi. Babam bilgisayarda çok iyiydi; Suriye’de kimsenin kullanmadığı programları öğrenip kullanır ve sürekli yeni fikirler üretirdi. Hal böyleyken Türkiye’ye gelince anne-babamın işsiz kalmasına inanamadık. Babam Suriye’de el üstündeyken Türkiye’de nasıl bu kadar dibe düşebildi aklım almadı. Kahroldum.

Suriyelilerin anne-babasına hürmeti çok çok büyüktür. Şükür ki biz Suriye’de böyle bir bilinçle yetiştirildik. Bize yardım edemeseler bile onlara hürmetimiz azalmaz. Normalde çocuk anne-babasına ihtiyaç duyar ve bu ilişki biçimi ancak ihtiyarladıktan sonra tersine döner. Ama bizde bu değişim çok erken oldu maalesef. Anne-babamız daha 30’larında-40’larında, biz de daha 10’lu yaşlarımızdaydık. Zaten biz, ebeveynimizin bundan dolayı çektiği üzüntüyü gördükçe daha çok üzülüyor, yüklerini hafifletmeye çalışıyorduk.

Baban ne kadar işsiz kaldı?

1 yıl.

O zaman baban Türkiye’ye gelmiş en şanslı Suriyelilerden. Çünkü orta yaş ve üzeri erkekler, aile reisleri çoğunlukla iş bulamıyor. Ülkemizde çoğunlukla kadınlara ve genç erkeklere iş imkânı var.

Gerçekten mi? Bunu ilk defa duyuyorum. Halimize çok şükür o zaman. Annem ilk geldiğimizde bir dernekte Arapça öğretti. Ama aldığı ücret çok düşüktü. Zaten bize hep düşük ücret veriliyor.

Ailende çalışanların maaşı iyi mi?

Hayır, değil. Mühendis olan ablam 4 aydır bir fabrikanın dış ticaret departmanında çalışıyor. Arapça ve İngilizcesi sayesinde ihracat için birçok müşteri bulduğu halde sigorta bile yapmıyorlar, asgari ücretten biraz fazla maaşla çalışıyor. Ablama diyorlar ki “Kimse size iş vermezken biz sana iyilik yapıp işe aldık, daha ne istiyorsun?” Bunu söyleyen namazında, orucunda dindar işveren. Çalışanına hakkını vermedikten, kul hakkına girdikten sonra bu ibadetler neye yarar ki?

Lise yıllarına gelelim mi?

Liseye geçtiğimde yeni bir planla yepyeni bir başlangıç yaptım. Artık sosyalleşme, insanlarla iyi ilişki kurma kararı aldım; çünkü tek başıma ayakta kalarak hayata devam edemezdim. Türkçeyi de iyi öğrenmiştim. Varlığımı ispat etme vaktim gelmişti. Bunun için çok başarılı olmak zorundaydım. Bu yolda takatim kalmayana kadar çok çalışıp yoruluyordum, ama sonuç çok güzel oluyordu. Lisedeki arkadaşlarım daha iyiydi ve ilk defa samimi arkadaşlıklar kurdum. Yakın Türk arkadaşlarım başardığımı gördükçe kendileri başarmışçasına seviniyorlar, beni cesaretlendiriyorlardı. Benim daha iyi bildiğimi gördükçe bize önyargılı bakan öğretmenler de, öğrenciler de susuyor, saygı duyuyorlardı. Mesela Araplardan rahatsızlık duyduğu için ablamlara davranışı iyi olmayan bir hocamız, dersinden tek ben 100 aldığımda sınıfta herkesin ortasında tebrik etti; bundan sonra ablanlara selam söyle demeye başladı. Yani başarılarımla hem bize husumet duyanları susturdum hem de çevremde beni koruyacak insanlar oluşturdum. Velhasıl 6. sınıfta hayata sıfırın altından başladım, 8. sınıfta süreli ırkçılık yaşadım, 9. sınıfa geldiğimde iyi bir çevre kurdum.

Ablaların ne durumdaydı?

En büyük ablam tartışmayı seven biriydi; biri bir şey söylediğinde susmaz, hemen cevap verirdi.

Çünkü en büyük ablan Suriye’de savaş başladığında senden daha büyüktü; sahada neler yaşandığını bildiğinden cevap verebilir durumdaydı. Sen ise henüz ilkokul çağında olduğun için yaşananları anlaman ve anlamlandırman mümkün değildi ki nasıl ikna edici cevap verebilesin.

Aynen öyleydi. En büyük ablam 10. sınıfta Türkiye’ye gelmişti, ama burada 9. sınıftan okula başladı. Ondan 2 yaş küçük 2. ablam, sınıf arkadaşlarının arasına hiç karışmadı, çizgilerini net çekti. Sadece resim çizerdi ve ders çalışırdı. Kendi kendine ressam oldu. Ben nasıl kemanla acılarımı atıyorsam o da resimle, çizgilere dökerek bunu yapıyordu.

Senin keman çalmaktan başka ne meziyetlerin var?

Fotoğraf çekiyor, üç dil biliyor, zekâ küplerinin hepsini yapıyorum. Çok çalıştığım için sonunda hızlı öğrenmeye başladım. Masa tenisini, voleybolu ve futbolu çok iyi oynuyorum. Yani tuttuğum her şeyi çabalayarak iyi yapıyorum. Arkadaşlarım sormaya başladı “Sen her şeyi iyi yapmayı nasıl başarıyorsun?” diye. Ben de onlara “Çalışıp öğrenerek yapıyorum” diyordum. Geçmişte susarak, davranışlarımdan insanların beni anlamasını bekliyordum; ama biraz konuşmam gerekiyormuş, lisede bunu anladım.

Çalışmadan, çabalamadan hayatta gerçek anlamda hiçbir başarı kazanılamaz. Gencecikken çektiğin zorluklar seni ileride büyük bir insan yapacaktır. Peki, küçük kardeşlerine gelelim. Onlar da sıkıntı çekti mi?

9 ve 12 yaşındaki erkek kardeşlerim, Türkçeyi aksansız konuşuyorlar, sıkıntı yaşamıyorlar. Onlar dil bilmedikleri için sadece anaokulunda sıkıntı çektiler, o kadar… Türkiye’de büyüyen Suriyeli çocuklar bizden farklılar. Nimetin kıymetini, yokluğu ve açlığı çekmiş bizim kadar bilmiyorlar. Gerçi savaşı, göçü ve mülteciliği hiç yaşamamış akranlarına kıyasla daha fazla kıymet biliyorlar tabii.

Üniversiteye gelelim.

12. sınıfta tek başıma çalışarak yabancı öğrenciler için yapılan YÖS sınavına girdim. İstanbul Üniversitesi’nin sınavından 86 aldım, psikoloji bölümüne gidebilecektim, ama tercih etmedim. Tekrar hazırlandım ve bir sene sonra tam puan alarak (…) Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım. Büyük bir çabanın sonunda tıp fakültesini kazanmak beni de, ebeveynimi de çok mutlu etti. Annem, “Türkiye’ye ilk geldiğimizde senin günün birinde tıp fakültesini kazanacağın söylense inanamazdım” diyor. Çünkü burada hayata sıfırdan değil, sıfırın altından başladık. Adeta yeni doğmuş bebek gibi ortada kalakaldık.

Geçen yıl üniversiteye başladım; yurda gittiğimde yıllar sonra ilk defa Suriyelilerle birlikte oldum. Yaşadığım küçük şehirde yakınlarımızda Suriyeli yoktu. O yüzden zannediyordum ki sadece biz sıkıntı içindeyiz. Bizimle aynı şeyleri yaşayan başkalarının da olduğunu gördüğümde inanamadım.

Daha evvel sorun benden kaynaklanıyor diye düşünüyordun, değil mi?

Evet, aynen öyle. Kendi kendime ben düzgün davranmayı, şükretmeyi bilmiyorum diyordum. Sıkıntı bende, ülkemden kaçan benim diyor, hatta kendimi vatan haini olarak görüyordum. Çünkü sürekli bu sözlere maruz kalıyordum. İlk 3 yılda Türkiye’de kendimi çok değersiz hissettim. Ben bu dünyada ne için varım, insanlığa hiçbir faydam olmayacak diyordum. Yıllar içinde bu düşünceler geçti çok şükür.

Geçen sene yurtta 32 Suriyeliyle beraber kaldım. Onlarla konuştukça o kadar mutlu oldum ki. Çünkü 9 yıl sonra ilk kez kendimi anlatmadan beni anlayan insanlar vardı karşımda. Ne kadar rahatladım, anlatamam. Benimle aynı şeyleri yaşamamışlarla konuşurken aynı noktada bir türlü buluşamıyorduk. Yaşadıklarımızı ne kadar anlatırsam anlatayım karşımdakinin beni asla anlamayacağını biliyordum. Diğer Suriyelilerin de benimle benzer şeyler yaşadığını öğrendiğimde tamam, demek ki bunları herkes yaşıyor dedim. Dayanma gücüm arttı.

Yurtta çok iyi Türk arkadaşlarım da oldu. Gayelerimiz ortak olunca daha iyi anlaşabildik. Ayrımcılık olmadığı gibi, rahatsızlandığımda hemen yardıma koşuyorlardı. Çok sevdiğim bir Türk sınıf arkadaşım sayesinde düzenli kitap okuma alışkanlığı kazandım. Her milletin, her ırkın iyisi de vardır kötüsü de. Hiçbir ırk diğerine üstün değildir. Üstünlüğün ancak takvada, yani Allah’tan korkmakta olduğunu buyuran bir Peygamber’in ümmetiyiz biz. 

Üniversitede hiç sıkıntı yaşıyor musun?

Sınıfımız 270 kişi. Sürekli Suriyeliler gitsin, onlar ülkelerini savunmuyorlar gibi sözler duyuyoruz. Ama benim Suriyeli olduğumu bilmiyorlar, eğer bir şekilde öğrenirlerse çok şaşırıyorlar.

Sen Suriyeli olamazsın demiyorlar mı?

Diyorlar tabii... Ağlayarak üzüntülerimi atmaya üniversitede de devam ediyorum. Çünkü bu hayatta beni en çok anlayan ailemdi ve onları bırakmak bana çok zor geldi.

Diğer zorluğumuz da harç sistemi. Geçen yıl harç 60.000 TL idi, her yıl zam yapılıyor. Şu an birçok Suriyeli sırf bu yüksek harçlar nedeniyle üniversite okuyamıyor. Burs bulamadım. Ödeyebildiğimiz kadar ödemeye çalışacağız. Eğer hiçbir çözüm bulamazsam yurtdışında okuma imkânı arayacağım.

Büyük ablam üniversiteden mezun oldu, o hiç harç ödememişti. İkinci ablam şu an matematik son sınıfta; eski öğrenci olduğu için onun harcı 6000 TL. Ama yeni öğrenciler için harçlar çok yüksek.

Harç 60.000 TL olduğu için ya sınıfta kalırsam fikri geçen sene beni o kadar çok strese soktu ki kalbimde ritim bozukluğu başladı ve kolesterolüm çok yükseldi. Hepsi stresten. Depremden sonra eve dönünce kalp ritimlerim normale döndü.

Ailende başka hastalıklar var mı? Çünkü yaşanan acılar ve stres birçok Suriyelide fiziksel veya ruhsal hastalıklara yol açtı.

Annemde FMF hastalığı [Ailevi Akdeniz Ateşi] çıktı. Kalıtsal bir hastalık, ama zannedersem çok şeye tahammül ede ede sonunda bu hastalıklar ortaya çıkıyor. Babamda da bel fıtığı, tansiyon ve hiperkolesterolemi var. Babamın çalıştığı iş de çok zahmetli.

Vatandaşlığınız var mı?

9 yıldır buradayız ama vatandaşlık nasip olmadı. Artık ümidimiz de yok. Sadece 2. ablama vatandaşlık verildi. Neden ona verildi de bize verilmedi bilmiyoruz.

Son dönemde geri gönderme merkezlerine yollanan birçok Suriyeli var. İstanbul’da kapı dışarı çıkamayanlar mevcut. Siz de korkuyor musunuz?

Bizim geçici koruma kimliğimiz olduğu için böyle bir endişemiz yok. Ama seçim dönemi korktuk tabii. Allah’a sığınıyoruz; Türkiye’den atılacaksak bunda da bir hayır vardır diyoruz. Allah’a havale ediyoruz. Çünkü bizim elimizden hiçbir şey gelmiyor ki.

Geri göndermeler hakkında ne düşünüyorsun?

Bu bir çözüm değil, hatta zulüm. Suriye berbat durumda. Türkiye’deki Suriyeliler alnının teriyle çalışıyor, dilencilik yapmıyor. İhtiyacından dolayı insanlar en kötü işlere bile razı oluyor, hem de az bir maaşa bile. Bizim razı olduğumuz işleri Türk vatandaşları yapmaz ki. Çünkü çok zor işler. Biz geri yollandığımızda Türk ekonomisinde bazı sektörlerde sizce çok sıkıntı çıkmayacak mı?

Çıkacak tabii ki. Birçok alanda ya üretim duracak ve fabrikalar kapanacak ya da ürünlerin fiyatları fırlayacak. Ayağımıza giydiğimiz ayakkabıdan üzerimizdeki kıyafete, elimizdeki çantadan midemiz giren gıdaya kadar hemen her alanda Suriyelilerin ve diğer göçmenlerin ucuz emeğini tüketiyoruz. Sizin yaptığınız bazı işleri, işverenler 10 kat fazla maaşla Türklere teklif etse bile eleman bulamazlar.

Anlattıkların, aslında Türkiye’deki birçok Suriyeli çocuğun ve gencin yaşadıklarının ve hissettiklerinin bir örneği ve özeti. Hatta sadece Türkiye’de değil, mülteci olarak gidilen dünyanın hemen her ülkesinde benzer şeyler yaşanıyor. Sana ve senin gibi gençlere tavsiyem, çevrenizde söylenen sözlere kulaklarınızı tıkayın, üzüntüye teslim olmayın ve hep geleceğe odaklanın. Hem Türkiye’de hem de dünyada alanında çığır açan, çok büyük işler başaranların birçoğu muhacirdir, savaşı ve göçü yaşayıp her şeyini yitiren ve hayata sıfırdan başlayanlardır. Nasıl ki medeniyetleri kuran ve geliştiren meydan okumalarsa, insanları da öyle. Rahatlık ve rehavet içinde toplumlar ilerleyemez. Bu ülkede kalsanız da, gitseniz de kendinizi en iyi şekilde yetiştirmeniz lazım.