15 Şubat 2019 Cuma

Z.T.KOR: KÜRESEL GÜÇ KAYMASI, ABD’Yİ ORTADOĞU’DAN ÇEKİLMEYE ZORLUYOR




KÜRESEL GÜÇ KAYMASI, ABD’Yİ ORTADOĞU’DAN ÇEKİLMEYE ZORLUYOR
Zahide Tuba Kor
Anadolu Ajansı, 15.2.2019

NOT: 1 Şubat tarihinde yine AA tarafından yayınlanan “ABD’nin Kaotik Ortadoğu Siyaseti” başlıklı yazımda, ABD’nin Ortadoğu’daki stratejisizliğini bireysel ve bürokratik temelde, yani Amerikan yönetiminin iç işleyişine odaklanarak analiz etmiştim. Bu yazıda meselenin bölgesel ve uluslararası sistemsel boyutunu ele alıyorum. İki yazı birbirinin devamı niteliğindedir.
NOT: Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
  


ABD’nin kaotik Ortadoğu siyasetinin ve bölgede tutarlı bir strateji izlemeyişinin Washington yönetiminin iç işleyişiyle doğrudan bağlantılı veçheleri var. Bununla beraber meselenin bölgesel ve uluslararası sistemi ilgilendiren yönlerini de dikkate almak gerekiyor. Zira ABD’nin Ortadoğu’da hâkim ve hegemon aktörlüğünü sarsan ve bölgeden geri çekilip başka alanlara odaklanmasını zorunlu kılan jeopolitik, ekonomik ve teknolojik bir dizi gelişme yaşanıyor.
Bu gelişmelerin başında son yıllarda küresel güç kaymasını tetikleyen iki temayül geliyor: Bir yanda Rusya’nın Avrupa ve Ortadoğu’da, Çin’in ise Asya-Pasifik başta olmak üzere dünya genelinde çok daha iddialı ve etkin birer aktöre dönüşmesi; diğer yanda Batı’nın, bilhassa ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan –ittifaklara, çok-taraflı kurumlara, güvenlik garantilerine, uluslararası anlaşmalara ve ortak değerlere dayalı– dünya düzenini sürdürme irade, güç ve kapasitesini giderek yitirmesi. Her ne kadar ABD, jeopolitik avantajını ve muazzam iktisadi ve askeri gücünü korusa da yükselen rakipleri Çin ve Rusya karşısında nispî gücü zayıfladığından dünyayı tek başına idare etmesi imkânsızlaşıyor. Bu güç kayması süreci son derece tehlikeli olup jeopolitik rekabet, şu an için fiilî bir büyük savaşın kıvılcımını ateşlemese de başka her türlü araçla, yani ticari, mali, istihbari, siber, propaganda vb. mücadelelerle devam ediyor.
Peki ABD küresel aktörlüğünü rakipleriyle paylaşmaya, yani çok-kutuplu bir dünyaya hazır mı? Tabii ki hayır. Tam da bu yüzden Amerikan menfaatlerini seleflerine kıyasla çok daha dar bir çerçevede tanımlayan Obama ve Trump yönetimleri, Ortadoğu’dan geri çekilerek bölgedeki müttefiklerini öne çıkarmaya, dünyadaki taahhütlerinde, masraflarında ve asker sayısında kısıntıya gitmeye ve stratejik çıkarlar bakımından Çin’le mücadele edeceği Asya-Pasifik bölgesine odaklanmaya çalışıyor.
Amerikan hegemonyasında sonunun başlangıcı, –tarihte birçok büyük gücün tuzağına düştüğü– emperyal kibre eşlik eden, –11 Eylül saldırıları sonrası giriştiği– Ortadoğu’daki askeri maceraları ve dünyanın farklı yerlerinde askeri varlığını muazzam şekilde artırarak aşırı yayılması oldu. 2000’lerdeki bu başarısız askerî maceralar trilyonlarca dolara patladı; şu an ABD dünyanın en borçlu ekonomisi. Tam da bu süreçte ABD’de orta ve alt sınıf Amerikalıların hayatını altüst eden 2008 Finans Krizi’yle başlayıp dünyaya yayılan iktisadi durgunluk ve kriz de önce toplumsal, sonra siyasal ve nihayetinde sistemsel altüst oluşu tetikledi. Yine aynı süreçte iletişim teknolojileri ve uzay-atom-genetik alanlarında kaydedilen muazzam ilerlemelerle hayatın hemen her alanında köklü değişimler yaşanırken, siyasi alandaki donukluk ve 20. yüzyıldan kalma yönetişim modeliyle yola devam etme ısrarı sistemsel krizi daha da derinleştirdi.

Büyük stratejiler de tıpkı büyük fikirler ve ideolojiler gibi tükendi
Öte yandan dünyanın tarihte hiç görülmedik bir hızda değişip dönüştüğü, küresel sistemin belirsizliklerle ve çok bilinmeyenli denklemlerle dolu olduğu günümüzde, geleceğe matuf sağlam stratejiler geliştirebilmek ve uygulamaya dökebilmek de neredeyse imkânsız. Hâlihazırda Çin’in “Yeni İpekyolu” da denilen “Yol ve Kuşak” projesi dışında dünyada hiçbir güç, büyük stratejiler çerçevesinde kapsamlı ve uzun vadeli politikalar üretemiyor. Tıpkı dünyada 19. ve 20. yüzyılda yaygın olan büyük fikirlerin ve ideolojilerin çoktandır tükenmesi gibi, artık büyük stratejiler de yok.
ABD’nin Ortadoğu politikası da bundan nasibini alıyor. Son on yıldır Washington yönetimleri, hızla değişen bölgede, konjonktürün kıskacında, taktik politikalarla temel hedeflerine ulaşamaya çalışıyor. Hatta zaman zaman hasar kontrolüyle bölge politikasını şekillendirmek durumunda kalıyor.

Ortadoğu’da düzen kurucu bir küresel güç artık yok
Konu Ortadoğu olduğunda sık sık yapılan 1916 Sykes-Picot benzetmeleri, yani Amerikan-Rus gizli görüşmeleri ve paylaşımlarıyla Ortadoğu’da kolayca yeni bir düzenin kurulabileceği vehmi, aslında günümüz dünyasını ve güç dengelerini anlamaktan uzak bir anlayışın ürünü. Zira şu an dünyada çatışmaları durdurucu ve –tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD ve SSCB gibi– düzen kurucu/dayatıcı hegemon bir küresel güç bulunmuyor. Dahası Türkiye, İran, Suudi Arabistan-BAE ikilisi ve İsrail gibi bölgesel güçler bir yüzyıl evveline kıyasla çok daha muktedir, çok daha cüretkâr, farklı çıkar algılarıyla birbirleriyle kıyasıya rekabet eder ve dolayısıyla bölgenin kaderini etkiler durumda. Buna bir de teknolojinin geldiği aşama itibarıyla tarihte ilk defa bireylerin birer aktöre dönüşmesini ve bunun da anarşiyi tetiklemesini eklersek, yerelde meşruiyet ve rıza olmadan salt dışarıdan dayatmalarla bölgede düzenin ve istikrarın tesis edilemeyeceği görülür.
Öte yandan ABD’nin müttefiklerine politikalarını dayattığı günler de bir bakıma geride kaldı. Zira Obama yönetiminin, önce Arap Devrimleri sürecinde başta Hüsnü Mübarek olmak üzere sadık müttefiklerini yarı yolda bırakması, ardından İran’la nükleer anlaşmaya imza atması ve nihayetinde Türkiye’deki 15 Temmuz Kalkışmasını el altından desteklemesi müttefikleri nezdinde ihanet duygusunu perçinledi. Ayrıca bölgede yaşanan altüst oluşlara çoğunlukla seyirci kalması veya düşük düzeyli müdahalesi ABD’nin bölgeden çekilmekte olduğu algısını pekiştirdi. Dolayısıyla şimdilerde müttefikler, Washington’ı fazla dikkate almadan, kendi milli ve iktisadi menfaatleri çerçevesinde daha serbestçe ve zaman zaman meydan okuyucu tarzda hareket edebiliyorlar. ABD’nin güvenlik taahhütlerine güven duymuyorlar. Güvenliklerini, (tıpkı Suudi Arabistan’ın Yemen’de, Türkiye’nin de Suriye’de yaptığı gibi) gerektiğinde ordularıyla bizzat çatışmalara girerek sağlamaya ve silah sistemlerinde ABD’ye olan bağımlılıklarını Rusya üzerinden aşmaya çalışıyorlar. Bu da ABD’nin geleneksel müttefikleri üzerinde etki ve baskı kurma kabiliyetini sınırlıyor.

Müttefikleri öne çıkarmanın sınırları ve sıkıntıları
Aslında bu, Irak ve Afganistan’da bataklığa saplanmaktan gerekli dersleri çıkaran mevcut Amerikan yönetiminin de kısmen bir tercihi. Zira “Ben dünyanın başkanı olmayacağım”, “ABD’yi yeniden büyük ve güçlü bir ülke yapacağım” vaadiyle başa geçen Başkan Trump’a göre, “baş belası” bir bölge olan Ortadoğu’da ne kadar Amerikan kanı veya parası akıtılırsa akıtılsın kalıcı barışı ve güvenliği sağlamak imkânsız. Dolayısıyla bölgedeki müttefiklerine danışmanlık ve eğitimle geriden destek çıkmak, onlara alabildiğine silah satmak ve böylelikle onları daha muktedir kılıp “baş belası” bölgenin yükünü kendi kendilerine çekmelerini ve güvenliklerini kendi başlarına sağlamalarını temin etmek temel politikası olarak beliriyor. Yani artık müttefiklerin ellerini taşın altına koyması, sahada işi sahiplenmesi gerekiyor. Bu bağlamda Suudi Arabistan, BAE ve İsrail’i merkeze alarak bölge politikasını inşa etmeye çalışıyor. Terörle ve radikallikle savaşı, Müslüman ülkelerin kendi sorumluluğu olarak görüyor ve işin sadece DEAŞ ve el-Kaide’yle mücadele kısmına odaklanmakla yetiniyor. Bu haliyle Trump’ın Ortadoğu politikası aslında Obama’nın bölge politikasına genel hatlarıyla benziyor. En temel fark İran politikasında ortaya çıkıyor. Ayrıca iktisaden zor durumdaki müttefiklerine bile mali yardımları kesmek ve Körfez’in paralarını mümkün olduğunca Amerikan ekonomisine kazandırmak da Trump’a özgü politikalardan.
ABD’nin düşük maliyetli bu yeni politikasının başarısı, bölgedeki müttefiklerinin yeterli güce ve kapasiteye sahip olmasına, daha da önemlisi kendisiyle aynı hedeflere ve çıkarlara bağlı kalmasına bağımlı. Oysa şu an müttefikler, kendi bölgesel nüfuzlarını artırmak ve karşı karşıya oldukları tehditleri ve meydan okumaları asgariye indirmek için mücadele ederken ABD’nin bölgedeki çıkarlarını ve politikalarını pek de gözetmiyorlar. Hatta zaman zaman (Başkan Trump’ın her daim arkalarında duracağından aldıkları cesaretle) Kaşıkçı cinayeti, Katar’a abluka ve işgal planı, Lübnan Başbakanını istifaya zorlama gibi skandal adımlarla hem Trump’ın Evanjelik ekibinin hem de Amerikan müesses nizamının bölge politikalarını zora sokabiliyorlar. Ayrıca sahada önü sürdüğü Arap müttefiklerinin kapasitesi sınırlı ve yetersiz. Bu bağlamda Arap dünyasının kadim medeniyet merkezlerinde siyasi otoritelerin iflası ve yaşanan çok-boyutlu krizlerle birlikte nüfusu az, stratejik akıldan yoksun ve dostunu-düşmanını parayla satın alarak dış politikasını yürütmeye alışmış Körfez’e bel bağlaması bir handikap. Bunun fakında olduğundan İran’ın yayılmacılığına, siyasal İslam’a, radikalizme, terörizme ve kısmen de Türkiye’nin yükselişine karşı –kendisinin ve İsrail’in geriden desteğiyle– Mısır, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Ürdün ve Fas’tan müteşekkil “ılımlı Sünni Arap ittifakı” yeniden canlandırma projesi Trump’ın Mayıs 2017’deki Riyad zirvesinden beri devrede. Şimdiye kadar İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki gayiresmi ilişkileri güçlendirmek ve aleniyete dökmek dışında somut bir meyvesi alınamayan bu projenin bugünlerde (13-14 Şubat’ta) Varşova’da gerçekleştirilen İran karşıtı Ortadoğu Zirvesiyle ne denli işlerlik kazanacağı bir soru işareti. İlgili ülkelerin ortak tehdit algılamalarına rağmen aralarındaki çıkar farklılıkları bu projenin başarı şansını düşürüyor.

Rusya, ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurabilir mi?
ABD’nin taahhüt altına girmekte isteksizliği, Ortadoğu’da kriz yönetimlerinde ve barış süreçlerinde diplomatik öncülüğünü ve etkinliğini yitirmesine de yol açıyor. Bunun en çarpıcı yansıması, tamamı Amerikan müttefiki olan Körfez İşbirliği Konseyi içindeki ihtilafları çözememesi. Suriye çatışmasının diplomatik müzakere masasında etkili bir aktör olamaması. Keza Filistin yönetimine baskı ve şantajla dayatmaya çalıştığı, dünyaya “Yüzyılın Anlaşması” diye pazarladığı Ortadoğu Barış Planını bir yıldır açıklayamaması. Hal böyleyken geleneksel müttefikleri de ya Washington’dan umudu keserek Moskova’ya doğru kayıyor ya da iki güç arasında bir denge siyaseti gütmeye çalışıyor.
Bununla birlikte Rusya pragmatik bir şekilde ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmak ve çoktan çökmüş olan eski düzenin hamiliğini üstlenmek dışında sağlam ve vizyoner bir bölge stratejisine sahip değil. Bölgede birbirine rakip, hatta hasım bütün taraflarla muhatap olabilen tek aktör olma avantajıyla krizlerde güvenilir bir arabulucu olarak diplomatik bir rol kapmaya çalışıyor. Tabii bu o kadar da kolay değil. Siyaseten arabuluculuk yapsa bile gerek tarafları büyük tavizlere ikna gerekse yaşanan büyük yıkımın yaralarını sarmak, normalleşmeyi sağlamak ve kalıcı barışı tesis etmek için gerekli iktisadi kaynaklara sahip değil. Son yıllarda bölgesel güçlerle ilişkilerini derinleştirse de başta İran-İsrail ve Suudi Arabistan-İran olmak üzere sözkonusu güçler arasında (şu an vekâlet savaşları şeklinde cereyan eden ama) her an yeni bir çatışma potansiyeli taşıyan derin rekabeti idare etmesi hiç kolay değil. Öte yandan her ne kadar –tıpkı Türkiye, İsrail ve Mısır gibi– Körfez ülkeleri de Rusya’yla işbirliklerini artırsalar da Moskova, önce İngiltere, ardından ABD’nin yüzyıldır üstlendiği şekilde büyük askeri üslerle Körfez’in güvenliğini sağlayıcı bir rol oynayamaz.

ABD’nin Ortadoğu’daki stratejisizliği sistemsel krizlerin bir uzantısı
Hâlihazırda Lübnan ve İran dışında bütün bölge ülkelerinde Amerikan askeri kuvvetlerinin var olduğunu ve Washington’ın gerek müttefikleri gerekse hasımlarına karşı elindeki caydırıcı iktisadi ve istihbari kartları halen koruduğunu düşünürsek, ABD’nin Ortadoğu’dan çekildiği iddiası abartı olur. Ancak gerek Ortadoğu’da gerekse dünya genelinde Amerikan nüfuzunun azaldığı, hegemon bir güç olmaktan çıktığı bir gerçek. Trump yönetimi altında ABD’nin sadece Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail ve Mısır’la değil, dünyada Kanada ve Batı Avrupa gibi geleneksel müttefikleriyle de çıkar ve tehdit algılarının farklılaştığı, diğer bölgelerdeki müttefiklerinin de ABD’yle güvenlik ilişkilerini yeniden gözden geçirdikleri bir dönemdeyiz. Dünyada muazzam değişiklikler yaşanırken ve ikinci soğuk savaş acaba üçüncü bir dünya savaşına evirilir mi sorusu zihinleri meşgul ederken ABD’nin Ortadoğu’daki stratejisizliğinin ve çelişkili politikalarının aslında sistemsel krizlerin bir uzantısı olduğunu unutmamak gerekir.




5 Şubat 2019 Salı

Z.T.KOR: ABD’NİN KAOTİK ORTADOĞU SİYASETİ




ABD’NİN KAOTİK ORTADOĞU SİYASETİ
Anadolu Ajansı, 01.02.2019

NOT: 15 Şubat tarihinde yine AA tarafından yayınlanan “Küresel Güç Kayması, ABD’yi Ortadoğu’dan Çekilmeye Zorluyor” başlıklı yazımda, ABD’nin Ortadoğu’daki stratejisizliğini bölgesel ve uluslararası sistemsel temelde analiz etmiştim. Bu yazıda meseleyi bireysel ve bürokratik temelde, yani Amerikan yönetiminin iç işleyişine odaklanarak ele alıyorum. İki yazı birbirinin devamı niteliğindedir.
NOT: Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
  


Aralık ayında ABD Başkanı Donald Trump’ın ani bir kararla Suriye ve Afganistan’dan askerleri çekeceğini duyurması, Washington’da deprem etkisi yaparken, “ABD’nin oturmuş bir Ortadoğu politikası var mı?” sorusunu da gündeme getirdi. “ABD ve Ortadoğu” denildiğinde aklımıza “Büyük Ortadoğu Projesi” gelmesine ve bölgede yaşanan her gelişmeyi “büyük planların” bir parçası sayma alışkanlığımıza rağmen, aslında Oğul Bush’un ardından, Amerikan yönetimlerinin uzun vadeli büyük stratejileri hiç olmadı. Trump’la birlikte artık iyice görünür hale gelen ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik yönelimsizliğini -birbirinden keskin çizgilerle ayırmak mümkün olmasa da- bireysel (başkanın karakteri), bürokratik ve sistemsel (bölgesel ve uluslararası) temellere dayandırmak mümkün. Bürokratik ve bireysel boyut bu yazıda ele alınırken, sistemsel boyut ayrı bir yazının konusu olacak.
Dış politikanın istikametini, yürütmenin başı belirlese dahi şekillenmesi ve uygulanmasında asıl mekanizma bürokrasidir. Yıllardır Amerikalı dış politika yazarlarının birçoğu, -bilhassa terörle mücadele çerçevesinde DEAŞ’ı ortadan kaldırmak dışında net bir stratejinin olmadığı Suriye ve Irak politikasından hareketle- Amerikan bürokrasisinin strateji geliştirme ve uygulamada yavaş davranmasını, beceriksizliğini ve uzmanlıktan yoksun oluşunu eleştiriyor. Onlara göre Ortadoğu’yu iyi bilen ve stratejik düşünme becerisine sahip uzmanlar, çoktandır yönetimden uzaklaştırılmış durumda. Bunun zirve noktası ise Trump yönetimi.
Trump’ın ilk icraatı, selefi Obama tarafından atanmış bütün büyükelçileri (ayrıca üst düzey yargı ve bürokrasi mensuplarını) görevden almak oldu. Ardından birçok nitelikli diplomatın yeni politikalar karşısında birbiri ardına istifasıyla Amerikan dışişlerinde derin bir kriz baş gösterdi. Trump görevde ikinci yılını tamamlamış olsa da, Dışişleri Bakanlığı’nda birçok kilit makama hâlâ atama yapılmadı; dahası Ortadoğu’nun hemen hemen hiçbir kilit ülkesinde Amerikan büyükelçisi yok. Bu aslında Trump’ın kasıtlı bir politikası. Amerikan kurumlarının altını oymayı temel görevi addettiğinden ve küreselleşmiş elit ve müesses nizama savaş açtığından, boş kadrolara atama yapmayı gereksiz görüyor.
Aslında temel mesele, Trump’ın atayabileceği, kendisiyle hemfikir, güvenilir ve elde hazır bir kadronun bulunmaması. Yeni Amerika adlı düşünce kuruluşunun kıdemli uzmanlarından Michael Lind, Trump’ın seçilmesinin ardından kaleme aldığı bir makalesinde -son derece yerinde bir tespitle- “Donald Trump’ın karşı karşıya olduğu en büyük meydan okuma, [...] Trumpçılığı uygulayabilecek üst düzey Trumpçıların yokluğu” [1] diyerek yetişmiş kadro eksikliğine ve entelektüel zeminsizliğe işaret etmişti. Tam da bu yüzden Trump üst kademeleri, kendisi gibi işadamları, (kızı Ivanka ve damadı Jared Kushner gibi) aile bireyleri ve en çok da emekli veya muvazzaf generaller veyahut bir dönem orduda görev yapmış asker kökenlilerle doldurdu. Öyle ki ABD’yi askeri bir cuntanın yönettiği, bir savaş kabinesi kurulduğu uzun süre yazılıp çizildi.
Trumpçılık, tıpkı Avrupa’daki aşırı sağcı partiler gibi, herhangi bir fikri-felsefi zemine oturmayan, salt mevcut sisteme öfkenin ve küreselleşmeye karşı popülist milliyetçi tepkinin bir ifadesi. Yani “Amerika’yı yeniden büyük ve güçlü yapmak” gibi halkın kulağına hoş gelen boş vaatler dışında kendi içinde tutarlı ve üzerinde kafa yorulmuş herhangi bir politika içermiyor. İçe kapanmacı ve Obama karşıtı bir çizgiyi benimsiyor. Ne Amerikan nüfuzunu dünyaya dayatmak ne de müttefiklerini korumak için küresel jandarma rolü oynamaya razı.
Trump’ın Ortadoğu politikasına damgasını vuran özellik, çok başlılık. Bunu Beyaz Saray’ın (yani Trump ve damadı Kushner’in) Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ekseninde, dışişleri ile savunma bakanlıklarının ise Katar’ın yanında zıt pozisyonlar aldığı Katar-Körfez krizinde alenen gördük. İşadamı kökenli ilk bakan Rex Tillerson döneminde Dışişleri etkisizleştirilirken, Trump’ın (kendisi gibi siyasi ve diplomatik tecrübesi olmayan) dış politika başdanışmanı Kushner, “Yüzyılın Anlaşması” diye pazarlanan Filistin-İsrail “barış” süreci ve Körfez’le ilişkilerin yönlendirilmesi gibi Ortadoğu’nun kritik dosyalarını üstlendi. Kushner, Suudi Arabistan ve BAE veliaht prensleriyle çok yakın bir ilişki kurdu; hatta -kendisi gibi tecrübesiz- Suudi prense politikalarını şekillendirirken akıl hocalığı yaptı. Mesele sadece Tillerson-Kushner çekişmesi de değildi. Zira Tillerson, Kushner’in yanı sıra, dönemin BM Büyükelçisi Haley ve Milli Güvenlik Müsteşarı McMaster’ın da dış politikada kendi sahasını ihlallerinden defalarca yakınacak ve “Dört dışişleri bakanı olamaz” diyecekti. [2] Dolayısıyla karar alma ve uygulamada hayati olan, kurumlar arası süreç de ortada yoktu. Dahası, yönetim içinde farklı ekiplerin adeta bir savaş hali vardı ki istifalara rağmen bu hâlâ aşılabilmiş değil.
Aslına bakılırsa, gerek farklı kliklere ayrılmış bürokratik kadrolar içinde gerekse atanmışlar ile seçilmişler arasındaki gerginlikler her ülkede ve her yönetimde yaşanır; bu doğaldır. Bu defa farklı olan, nevi şahsına münhasır bir kişiliğe sahip başkanın mevcut sistemi yıkmaktaki kararlılığı ve Twitter’ı aktif kullanması nedeniyle, daha evvel kapalı kapılar ardında ve daha düşük düzeyde süregiden gerginliklerin artık bir “reality show” tadında gözümüzün önünde cereyan etmesi. Buna “Trump farkı” diyebiliriz.
Trump’ın Beyaz Saray’daki ilk yılını anlatan Ateş ve Öfke: Trump’ın Beyaz Sarayı’nın İçinde kitabının yazarı Michael Wolff’un şu satırları durumun iyi bir özeti: “Dış politikada ne bir sistem vardı, ne de bir politika üretme veya tartışma süreci... İçeride ve dışarıda birbiriyle rekabet eden taraflar, uzmanlığı kötüleyen ve kendi içgüdülerinin herhangi bir profesyonel tavsiyeden daha üstte olduğuna inanan, olgulara dirençli bir adamın dikkatini çekmek için itişip kapışıyorlardı.” [3]
Bireysel boyuta inildiğinde, karşımıza egosu ve duygusal ihtiyaçlarının iç ve dış politikasını belirlediği bir başkan çıkıyor: Siyasette tecrübesiz ve bilgisiz, ucuz popülizmle taraftar toplayan, iç ve dış politikayı Twitter üzerinden (zaman zaman Fox News izleyerek) yönlendiren, akıbetini hesaplamadan ani kararlar alabilen, hatalarını asla kabullenmeyen, sert ve kararlı bir imaj vermeye çalışan, sürekli övgü ve pohpohlanma bekleyen, kelime dağarcığı sadece birkaç yüz kelimeyle sınırlı, kendisine verilen günlük brifingleri dinlemeyecek kadar sıkılgan ve umursamaz, önemli dünya liderleriyle görüşmesi öncesinde hazırlanan belgeleri okumaya tenezzül etmeyen sıra dışı ve skandal bir başkan. [AA’da yayınlanan bu analizde akademik seviyeyi bozmamak için yazmadığım bir hususu, şahsi blogum olması hasebiyle burada eklemek istiyorum. Tamamen içgüdüleriyle ve fevri şekilde eden Trump’ın başkanlıkta sergilediği politikalar ve tutum-davranışlar, aslında burçlarının karakter özelliklerine bakılarak da incelenebilir. Normal burcu İkizler ve yükselen burcu Aslan olan Trump, her ikisinin de hiçbir terbiyeden geçmemiş en uç özellikleriyle hareket ediyor; bu konuda bolca malzeme var. Dolayısıyla “üst aklı” bırakıp “Trump’ın iç aklı” çerçevesinde Amerikan iç ve dış politikası ele alınırsa ortaya enteresan bir yazı çıkacaktır.]
Hal böyle olunca, Trump yönetimi, kadroların en hızlı değiştiği yönetim unvanını daha şimdiden almış durumda. Güvenlik ve dış politika bürokrasisindeki neredeyse tüm kilit kadrolar iki sene içinde en az bir defa değişti. Üst kademenin sıkça el değiştirdiği, daha alt kademelerin ise boş olduğu bir yönetimde, uzun vadeli stratejik kararlar alıp uygulamak imkânsızdır. Zaten mevcut yönetim de taktik adımlarla işi yürütüyor. Kısmen var olan stratejiler de gerek Trump’ın fevri ve “narsist” kişiliği gerekse Twitter’dan iç ve dış politikayı şekillendirme garabeti yüzünden altüst oluyor. Trump’ın işadamı alışkanlığıyla kısa sürede bol kazanma ve ucuz maliyetli zafer arayışı da taktik politikalara mahkûm kılıyor.
Trump’ın kafa karıştırıcı politikalarının ardında, birbiriyle çelişen iki ayrı düşünce var: Birincisi, bir tüccar mantığıyla “Bu işten çıkarımız ne?” sorusuyla özdeşleşen, Ortadoğu’ya müdahil olup başkaları uğruna ağır bedeller ödememe ve önceliği Amerika’ya verme isteği. İkincisi, baskın bir duygu olan, hiçbir zaman zayıf görünmeme arzusu. İşte Trump bu sarkaçta, -duygusal durumu ve çevresinin ikna kabiliyeti dâhilinde- sürekli bir o yana bir bu yana salınıyor; çelişen politikalar arasında gidip geliyor.
Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi, gerilimi tırmandırma politikasına ve kuvvet kullanma tehdidiyle desteklenen zorlayıcı diplomasiye zaman zaman başvursa da, hasımlarına karşı askeri harekâta girişmek yerine, elindeki iktisadi ve ticari araçları ana koz olarak kullanıyor. Bu bağlamda yaptırımlar ve dolar silahıyla iktisadi ve siyasi baskı politikası uyguluyor. Yine sözde müttefiklerini hizaya sokmak ve belirli politikalara zorlamak için mali yardımları kesiyor. Benzer şekilde, ucuz maliyetli bir yöntem olan örtülü operasyonlarla halkları rejimlerine karşı kışkırtıyor. Yeni Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun CIA başkanlığından gelmesi bu taktiğe çok daha fazla başvurulmasını sağlayacak.
Öte yandan Trump ekibinin bir diğer baskın karakteri, Evanjelik Hristiyan sağından yabancı düşmanlarını, azılı İslam karşıtlarını, İsrail’e kayıtsız şartsız destek çıkanları ve medeniyetler çatışması çıkartabilecek zihniyettekileri barındırması. Kendisi dindar bir Hristiyan olmasa da Trump Evanjelik çevrelerin etkisi ve kuşatması altında. Bu da Ortadoğu politikasına, özellikle Filistin, İsrail ve İran ayağına doğrudan yansıyor. Trump’ın diplomasiye inanan ve onu dizginlemeye çalışan ilk ekibi istifalar ve tasfiyelerle saf dışı kalırken yerine, Ortadoğu’da yeni kaos ve çatışmalar çıkarma ihtimali bulunan, özellikle İran nefretiyle tanınan John Bolton, Mike Pompeo gibi şahin Evanjelikler gelmiş durumda. Asıl tehlikeli olan ise içe kapanmacı Trump azledilirse, yerine sıkı Evanjelik Başkan Yardımcısı Mike Pence’in geçecek olması.
İlk iki yılında Trump’ın başı yargı ve medyayla dertteyken, ara seçimlerde Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu Demokratların ele geçirmesiyle yeni bir süreç başlıyor. Bundan böyle yasama ile yürütme erkleri arasında yaşanacak kıyasıya mücadele, Ortadoğu politikasını derinden etkileyecek ve hem yönetimin kendi içinde tutarlı politikalar izlemesini engelleyecek hem de Evanjeliklerin şahin damarını baltalayacak. Keza 2000’li yıllarda başarısız Afganistan ve Irak maceralarından ve 2008 finansal krizinden beri, Amerikan halkının hem dış müdahaleleri hem de denizaşırı askeri varlığı sorgulaması da Evanjelik projeyi akamete uğratacak.
Dolayısıyla “Pax-Amerikana”yı hedefleyen Bush dönemi neoconları tarzı bir yeni Amerikan müdahaleciliği ve bölgesel dizayn girişimi ihtimali yok. Ama ABD bölgedeki müttefiklerinin ihtiraslarını ve korkularını dizginlemeye kalkışmayacak. Mesela İsrail’in saldırganca hareketleri önümüzdeki dönemde daha da artacak. ABD artık Ortadoğu’da başat aktör değil; ellerini taşın altına koyan müttefiklerini destekleyici bir role doğru kayıyor. Müttefikleri desteklemenin derecesini de “Parayı veren düdüğü çalar” mantığı belirleyecek; en azından Trump yönetimde kaldığı müddetçe...
Velhasıl, Afganistan’dan Suriye’ye ve Irak’a, Filistin-İsrail “barışı”ından İran’a birçok konuda kamuoyuna çeşitli planlar açıklansa veya sızdırılsa da, bunları ne Washington’da sağlam adımlarla uygulayacak bir bürokratik kadro var ne de bölgede öyle kolayca ve maliyetsiz şekilde hayata geçirme imkânı. Trump etkisi de cabası.

[1] Michael Lind, “Trump Needs His Own Army of Experts”, National Interest, 21.12.2016 (tercümesi http://ortadogugunlugu.blogspot.com/2017/01/mlind-trumpin-kendi-uzmanlar-ordusuna.html)
[2] Jamie Merrill, “Situation vacant: Trump leaves Saudi embassy empty ahead of bin Salman visit”, Middle East Eye, 28.2.2018 (tercümesi http://ortadogugunlugu.blogspot.com/2018/03/jmerrill-eleman-araniyor-trump-bin.html)
[3] Chris Doyle, “The Middle East could do without Trump’s vision”, Middle East Eye, 11.1.2017 (tercümesi http://ortadogugunlugu.blogspot.com/2018/01/cdoyle-ortadogu-trumpin-vizyonu-olmadan.html)