29 Aralık 2019 Pazar

Z.T.KOR: ORTADOĞU’DA TOPLUMSAL HAREKETLER



ORTADOĞU’DA TOPLUMSAL HAREKETLER
Bilim ve Sanat Vakfı, 2019 Güz Seminerleri (12 Ekim-16 Kasım 2019)
Zahide Tuba Kor

Bilim ve Sanat Vakfı’nda verdiğim 6 haftalık Ortadoğu’da Toplumsal Hareketler seminerlerimin tamamı BİSAV TV’ye yüklendi. İzlemek isteyenler için linkler aşağıdadır.

1. Oturum: Toplumsal hareketlerin son yüzyılda ortaya çıkışının tarihi ve siyasi arka planı

2. Oturum: Arap milliyetçiliği akımı ve Baas

3. Oturum: İslamcılık ve Müslüman Kardeşler

4. Oturum: Geleneksel Selefi hareketler ve Vehhabilik

5. Oturum: Cihatçı Selefi hareketler ve IŞİD ile el-Kaide
(İlk yarıda son 30 yılda Selefi hareketlerin niçin özellikle gençler arasında hızla yayıldığı konusunu ele alıyor, ardından IŞİD ile el-Kaide’ye geçiyorum.)

6. Oturum: Şii hareketler ve Hizbullah


Ayrıca 2017 Güz döneminde yine Bilim ve Sanat Vakfı’nda verdiğim 7 haftalık MODERN ORTADOĞU’NUN SİYASİ DÖNÜŞÜMÜ başlıklı seminer dizisine BİSAV TV’den ulaşabilir veya aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz. Seminerde, Arap coğrafyasının Osmanlı’dan kopuşundan 2017 yılına kadarki yüzyıllık süreçte dönüm noktası niteliğindeki savaşlar ve kritik olaylarla yaşadığı siyasi dönüşümleri anlatıyorum.





A.GRESH & J.SERENI: TARİHSEL PERSPEKTİFTEN ARAP DEVRİMLERİ




TARİHSEL PERSPEKTİFTEN ARAP DEVRİMLERİ

Alain Gresh (Orient XXI adlı online derginin kurucusu ve yayın müdürü, Ortadoğu Uzmanı Fransız Gazeteciler Derneği Başkanı) ve Jean-Pierre Sereni (L’Express dergisi sorumlu yazı işleri müdürü)
Orient XXI, 22.11.2019

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 12.12.2019 tarihinde yayınlanmıştır. 

İngilizcesi “The Arab Revolutions in Historical Perspective” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: İktisadi neoliberal politikalar belki de en çok Arap ülkelerine zarar verdi. Bu ülkelerde başlayan ikinci dalga Arap halk hareketleri yeni bir sosyoekonomik model ortaya koyabilecek mi? Deneyimli Ortadoğu uzmanı iki gazeteci bu sorunun yanıtını tarihsel perspektiften ele alıyor.

Anlık ve sığ okumalarla dünyaya ve Ortadoğu’ya bakanlar, 2013’te Mısır’da Sisi darbesi ve Suriye iç savaşıyla Arap dünyasındaki devrim dalgasının ilanihaye bastırıldığını ve karşı-devrimlerle sözde “otoriter istikrar”ın yeniden tesis edileceğini zannetmişlerdi. Oysa dünya tarihini bilenler ve sahaya odaklanarak Ortadoğu’nun iç siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısına vâkıf olanlar, ne kadar bastırılmaya çalışılırsa çalışılsın, statükonun sürdürülemezliğinin ve sosyoekonomik krizlerle malul bölgenin tekrar tekrar patlayacağının farkındaydılar. Nitekim 2019’a gelindiğinde ilk dalgayı sağ salim atlatabilmiş Sudan, Cezayir, Irak ve Lübnan ikinci isyan dalgasının merkez üssü oldular. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda küresel ve bölgesel sistemsel krizlerin ağırlaşmasıyla bunlara yenilerinin ekleneceği de aşikâr.
Arap halk hareketlerinin tekrar yaşanacağını düşünen bölge uzmanları arasında iki Fransız gazeteci Alain Gresh ve Jean-Pierre Sereni de vardı. Kasım ayı sonunda yayınladıkları “Tarihsel Perspektiften Arap Devrimleri” başlıklı yazılarında konuyu ele alıp geleceğe yönelik tahminlerde bulundular.
Arap Devrimlerinin muhtelif nedenleri olsa da deneyimli yazarlar, neoliberal iktisadi politikaların iflası ve yeni bir iktisadi ve toplumsal düzen tahayyülsüzlüğü üzerinden meseleyi ele aldılar.
Geçmişte Le Monde Diplomatique gazetesinin baş editörlüğünü yapmış, halihazırda dört dilde yayın yapan Orient XXI adlı online derginin kurucusu ve yayın müdürü, ayrıca Ortadoğu Uzmanı Fransız Gazeteciler Derneği Başkanı Alain Gresh ve Kuzey Afrika, Körfez ülkeleri, enerji ve işletme alanlarında uzman gazeteci, L’Express dergisi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Jean-Pierre Sereni makalelerinde, öncelikle Aralık 2010’da başlayan ilk Arap halk ayaklanmaları dalgasının akabinde 2013’te gelen karşı-devrimlerin nedenlerini şöyle açıklıyorlar:
“O dönemde hem baskı hem de (Körfez ülkelerinden veya petrol gelirinden) sıcak para akışıyla ve az çok da şeklî tavizlerle eski düzenin dirençliliği teyit edilirken, iç savaş tehdidi her kesimden protestocu için bir caydırıcı unsur olmuştu.”

Protestocuların geçmişten aldığı ders ne?
Yazarlar, 2019’a gelindiğinde bölgede devrimin kıvılcımının yeniden alevlenmesiyle başta Batı olmak üzere ‘istikrar’ın geri geldiği yanılsamasını besleyenlerin ağız değiştirmek zorunda kaldığına dikkat çekiyorlar.
Yazarlara göre, ikinci dalgayı tetikleyen saikler ilkiyle aynı:
“Otoriter güç yapılanmalarının halk üzerinde hâkimiyet kurması, böylelikle her an herkesin -illa siyasi nedenler olması gerekmez- tutuklanabilmesi, hapse atılması, merhametsizce muamele ve işkence görmesi; özellikle gençler arasında iyice artan işsizlikle ve gün geçtikçe derinleşen muazzam eşitsizliklerle katlanılamayacak hale gelen toplumsal şartlar.”
Öte yandan “Ortadoğu dünyadaki en eşitsiz bölge! Toplumsal adaletsizlik, 2011’dekinden çok daha fazla bu dalganın tam merkezinde,” diyerek durumun vahametine de dikkat çekiyor ve protestocuların geçmişten ders aldığını da ekliyorlar:
“Irak ve Sudan’da, uygulanan baskının gaddarlığına rağmen silahlı mücadele reddediliyor, protestocuları mezhepsel temelde bölme girişimleri boşa çıkarılıyor ve ‘yabancı komplolar’ heyulasının maskesi düşürülüyor. Yine protestocular hakiki cepheleşmenin sözde laik gruplar ile sözüm ona İslamcılar arasında olmadığının da artık farkına varmış durumdalar.”

Yeni bir iktisadi ve toplumsal düzen mümkün mü?
Ancak yazarlara göre protestocular “Bir büyük zorlukla, 2011-2012’de etrafından dolandıkları bir engelle yüzleşiyorlar: Yeni bir iktisadi ve toplumsal düzen tahayyülü.” İşte Arap Devrimlerinin baştan beri karşı karşıya olduğu, ancak gerek entelektüel gerekse siyasal çevrelerde bir türlü hakkıyla gündeme gelmeyen ve tartışılmayan en kritik mesele de bu.
Gresh ve Sereni, yazının devamında bu kritik meselenin geçmişine şöyle ışık tutuyor:
“Bu işin zorluğunu kavramak için İkinci Dünya Savaşı sonuna, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşması ve -Batı’nın askeri üslerinden kurtuluş ve Batı nüfuzunun sona ermesi talebinin eşlik ettiği- hakiki siyasi bağımsızlık mücadelelerine geri gitmek lazım.
Eski sömürgeler veya ‘himaye altındakiler’ kendi doğal kaynaklarını ellerine almaya, güçlü bir kamu sektörü kurmaya ve tarım reformunu hayata geçirmeye kararlıydılar. Bu proje, Mısır’dan Irak’a, Cezayir’den Suriye’ye kadar fiilen uygulandı. Okullaşma ve sağlık sisteminin yayılması, nüfusun en fakir kesiminin hayat şartlarını ciddi şekilde iyileştirdi. Bu seçenekler dönemin iki süper gücünden bağlantısızlığı hedefleyen bağımsız bir dış politikayla da desteklendi. Sıklıkla -her yerde hazır ve nazır olan polis aygıtı ve sivil hürriyetlerin sertçe kısıtlanması şeklinde- ödenen ağır bedele rağmen, 1960’lar ve 1970’lerde -ister iktidar isterse muhalefet olsun- epeyce bir siyasi aktör bu programı benimsedi.”
Yazarların sözünü ettiği bu dönemde, yani 1950’lerden 1970’lere kadar -çoğunlukla askeri bürokratlar eliyle- Arap milliyetçiliği ile sosyalizmin karışımı politikalar uygulanmış; bu politikalar, bağımsızlığını yeni kazanan Arap ülkelerinde bir kısım meseleleri çözse de hızla yaşanan iç göç ve kentleşme, siyasal temsil sorunu, baskı politikaları, gelir eşitsizliği gibi yeni birtakım problemler doğurmuştu. Orta ve uzun vadeli sonuçları düşünülmeden popülistçe uygulanan politikalarla sorunların katlanarak büyümesi de sonunda sistemin tıkanmasına yol açmıştı. Bu tıkanıklığı aşma adına 1980’lerde uygulamaya konan ekonomik neoliberal reçetelerse sorunları iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmişti.
Yazarlar, bu tıkanma ve geçiş sürecinde dönüm noktalarından biri olarak Haziran 1967’de Arap ülkelerinin İsrail’le savaşta aldığı mağlubiyeti zikrediyorlar. Onlara göre, diğer dönüm noktaları, Arap milliyetçiliğinin güçlü ismi Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın 1970’te ve ülkesini hızla kalkındıran ama kurduğu tek adam rejimiyle de siyasal tıkanıklığa yol açan Cezayir Cumhurbaşkanı Huari Bumedyen’in 1978’de ölümü ve SSCB’nin temsil ettiği ‘sosyalist sistem’in derinleşen krizi. 1973’te petrol kriziyle Körfez monarşilerinin bölgede nüfuzlarının artmaya başlaması da önemli bir köşe taşıydı.
Gresh ve Sereni, özellikle 1980’lerden itibaren Batı’nın bütün dünyaya dayattığı neoliberal iktisadi düzene de değiniyor:
“Uluslararası alanda iktisadi küreselleşme ve neoliberalizmin zaferi, [ABD’nin desteğiyle IMF ve Dünya Bankası arasında zımni bir anlaşma olan ve gelişmekte olan ülkelere ancak belirli şartlarda mali yardım yapılmasını içeren] ‘Washington Uzlaşması’nı dünyanın geri kalanına yutturdu ve böylelikle IMF’nin kavramları kalkınmanın tek yolu haline geldi. Dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ‘Başka alternatif yok’ diyordu. IMF’nin hazırladığı, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin desteklediği planlar toplumsal sonuçları dikkate alınmaksızın uygulandı.”

Uygulanan ekonomik model ve felakete dönen hayatlar
1970’li yıllardan itibaren Mısır başta olmak üzere, Ortadoğu’ya da yavaş yavaş giren bu iktisadi liberalleşme dalgası, 1990’lı ve 2000’li yıllarda sosyoekonomik hayatı derinden sarstı.
Gresh ve Sereni, bu modelin sonuçlarını ve sıradan insanlar için nasıl bir felakete dönüştüğünü şu şekilde anlatıyorlar:
İnfitah adı verilen iktisadi açılım politikasıyla Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, ülkesini kısa süre sonra diğerlerinin de takip edeceği bir yola soktu. Kamu sektörünün faaliyetleri askıya alındı, bazen de özel çıkarlara satıldı. O andan itibaren seçkinler yüzlerini Washington’a, sırtlarını ise Filistinlilere ve ‘eski’ milliyetçi taleplere döndüler. Sivil hürriyetler bakımından bu dönüşümden hiçbir kazanım sağlanamadı; zira muhtelif kolluk kuvvetleri her türlü siyasi faaliyeti bastırıyordu.”
“Serbest ticarete dayalı bu neoliberal model sıradan insanlar için bir felakete dönüştü. Özel sektör, kamunun görevlerini üstlenmediği gibi yağmalarının tüm meyvelerini vergi cennetlerine yatırdı. Milyonlarca iyi eğitimli genç ülkelerinde doğru düzgün işler bulamadı ve birçoğu, hayatlarını riske atma pahasına yurtdışına göçtü. 2008’de piyasanın çöküşü, -salt Arap dünyasıyla sınırlı olmayıp Yunanistan veya Şili’de de görülen- krizin doğasını teyit etti. Dahası, bütün bu sürece küresel ısınmanın kimi bölgeleri yaşanmaz kılma tehdidi eşlik etti.”

Ortaya çıkan yeni demokratik siyasi kültür
Hâlihazırda sistemsel krizlerle boğuşan Ortadoğu’da ve dünyada hem siyasal hem sosyoekonomik yeni bir düzene acilen ihtiyaç olsa da ortada uygulanabilecek doğru düzgün bir model yok. Yazarlar da makalelerinde şu noktaların altını çiziyor:
“Bugün yeni bir demokratik siyasi kültür ortaya çıkmaya başladı; ama ‘borçlarını öde’ ve ‘piyasanı aç’ şeklinde özetlenmeyecek iktisadi programlar gerekli. Ancak artık Çin tarzı devlet kapitalizmi dışında elde mevcut başka bir model yok. Çin modeli de dış kaynak kullanımı (outsourcing) ve yerel işgücünün acımasızca sömürülmesi gibi gayriinsani taktikleri içerdiğinden, -piyasaların kapanması ve göçün her geçen gün daha tehlikeli hale gelmesi nedeniyle dış kaynak kullanımının artık demode olduğu- günümüz dünyasında öyle kolayca uygulamaya geçemez.”
Yazarlar, “Peki, ne yapılmalı?” sorusu altında önemli tespitlerde bulunuyorlar: 
“Birçok Batılı liderin düşündüğünün aksine, istikrar, derinlemesine siyasi dönüşümler olmadan yeniden tesis edilemez. Mevcut seçkinleri iktidarda tutmak, kaosun ağırlaşması anlamına gelir ki bu da doğrudan el-Kaide, IŞİD ve henüz daha doğmamış benzer başka hareketlerin ekmeğine yağ sürer. Dar, dik ve engellerle dolu diğer yol ise yeni filizlenen çoğulcu kültürü ve insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya dayalı milli ekonomilerin gelişmesini içeriyor. Ve bu da neoliberal mantıktan ve dizginlenmeyen serbest ticaretten kopuşu zorunlu kılıyor.”
Bu tespitlerin ardında Gresh ve Sereni, Fransa ve Avrupa Birliği için şu kritik soruyla yazıyı tamamlıyorlar: “Bu seçeneklerin yanında olacak mıyız, yoksa -bizim de ağır bir bedel ödemek zorunda kalacağımız bir istikrarsızlığı sadece ve sadece daha da derinleştirecek- modası geçmiş dogmalara yapışıp kalacak mıyız?”

29 Kasım 2019 Cuma

J.STIGLITZ: NEOLİBERALİZMİN SONU VE TARİHİN YENİDEN DOĞUŞU




NEOLİBERALİZMİN SONU VE TARİHİN YENİDEN DOĞUŞU


Joseph E. Stiglitz (Columbia Üniversitesi öğretim üyesi Nobel ödüllü iktisatçı; Amerikan Başkanı Bill Clinton’ın Ekonomi Danışmanları Konseyi başkanı ve Dünya Bankası eski başkan yardımcısı ve baş ekonomisti)
Project Syndicate, 4.11.2019

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 26.11.2019 tarihinde yayınlanmıştır. 

İngilizcesi “The End of Neoliberalism and the Rebirth of History” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Nobel ödüllü iktisatçı Joseph E. Stiglitz, Project Syndicate için yazdığı makalede, neoliberalizmin demokrasinin altını nasıl oyduğunu, piyasa ekonomisinin dünyanın kaderi olduğunu savunan ‘tarihin sonu’ tezinin alternatifine ihtiyaç duyulduğunu anlattı.

2008’de ABD’de ipotekli konut alanında patlak veren ve giderek dünyaya yayılan finansal kriz hâlâ atlatılabilmiş değil. Dahası, öngörüleri güvenilir olan iktisatçılar yeni ve çok daha derin bir küresel krizin kapıda olduğu uyarısında bulunuyorlar.
2008 krizi aslında -1980’lerle birlikte kendisini adeta yegâne iktisadi model gibi dayatan- neoliberalizmin bir kriziydi. Ancak çoktandır fikri açmazların olduğu ve “neo”ların şekillendirdiği dünyamızda yaşanan krizden kurtuluş için anlamlı reçeteler ve modeller üretilemediğinden pansuman tedbirlerle yetinildi. Hal böyleyken, ikinci krizin arifesinde ufukta hâlâ yeni bir iktisadi açılım yok, adeta “neo’nun neo’su”na mahkûm durumdayız. Bu da bize iktisadi, siyasi ve toplumsal alanda sistemik krizlerin daha da derinleşeceğini gösteriyor.
Öte yandan neoliberalizmin krizini yıllardır dillendiren önemli iktisatçılar da var. Bunlardan biri, 2001’de Nobel İktisat Ödülü’ne layık görülen ve eşitsizlik üzerine çalışmalarıyla da tanınan Columbia Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Joseph E. Stiglitz.
Stiglitz, Amerikan Başkanı Bill Clinton’ın Ekonomi Danışmanları Konseyi Başkanlığı (1995-1997) ve Dünya Bankası başkan yardımcılığı ve baş ekonomistliği (1997-2000) görevlerinde bulunmuş biri. Ancak küreselleşmeye ve IMF’nin borçlu ülkelere dayattığı politikalara yönelik eleştirel bakışıyla tanınıyor.
Bugüne kadar telif ve edisyon sayısız kitap kaleme alan Stiglitz’in sekiz eseri Türkçeye kazandırıldı. Bunlardan biri olan “Eşitsizliğin Bedeli: Bugünün Bölünmüş Toplumu Geleceğimizi Nasıl Tehlikeye Atıyor?” (İletişim Yayınları) kitabında gelir eşitsizliği ve 2008 Krizi’ni ele alıyor. Stiglitz, kitabında %1’lik kesimin devleti, yargıyı ve demokratik süreci ele geçirerek nasıl %99’un üzerinde egemenlik kurduğunu kapsamlı şekilde anlatıyor.
Project Syndicate web sitesinde 4 Kasım 2019’da yayınlanan “Neoliberalizmin Sonu ve Tarihin Yeniden Doğuşu” başlıklı makalesinde Joseph E. Stiglitz, neoliberalizm eleştirisini tekrarlarken yol açtığı tahribatı da gözler önüne seriyor.

Dünyanın kaderi neoliberalizm miydi?
Stiglitz, Soğuk Savaş’ın sonunda siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın adeta zafer çığlıkları atan ve geniş kabul gören “Tarihin Sonu” makalesini hatırlatarak yazısına başlıyor. Bu makalede Fukuyama, komünizmin çöküşüyle birlikte bütün dünyayı liberal demokrasi ve piyasa ekonomisinden ayıran son engelin de ortadan kalktığını vurgulamıştı. Fukuyama’ya göre, piyasa ekonomisi üzerinde yükselen liberal demokrasi zaten dünyanın kaderiydi.
Beklentilerin aksine, dünya nüfusunun yarıdan fazlasının otokrat yöneticiler ve demagogların hâkimiyetinde olduğunu hatırlatan Stiglitz, liberal küresel düzenden kaçış aradığımız bugünlerde Fukuyama’nın fikirlerinin naif kaldığını hatırlatıyor.
 “Serbest piyasalar, ortak refahın en emin yoludur” inancı üzerine yükselen neoliberalizmin bu anlayışının bugünlerde “yaşam destek ünitesine bağlı” olduğunu vurgulayan yazara göre, neoliberalizm ve demokrasiye güvenin eşzamanlı azalması bir tesadüf değil. Zira neoliberalizm tam 40 yıldır demokrasinin altını oyuyor.
“Neoliberalizmin belirlediği küreselleşme şekli, gerek bireyleri gerekse toplumları kendi kaderlerini önemli ölçüde kontrol edemez hale getirdi,” diyen Stiglitz meselenin bu boyutunu şu satırlarıyla açıklıyor:
“Sermaye piyasası liberalleşmesi özellikle tiksindirici; zira gelişmekte olan bir ülkede başa güreşen herhangi bir başkan adayı Wall Street’in desteğini kaybederse, bankalar o ülkeden paraları çekiyor ve böylece, o ülkenin seçmenleri zorlu bir tercihle karşı karşıya kalıyor: Wall Street’e boyun eğmek ya da şiddetli bir mali krizle yüzleşmek.”
Yazara göre, kendi kaderini belirleyemeyenler yalnızca gelişmekte olan ülkeler değil. Zengin ülkeler de bundan kaçamıyor:
“Zengin ülkelerin vatandaşlarına da söylenen şu: Öyle istediğiniz politikayı uygulamaya çalışamazsınız; hele ki konu sosyal koruma, uygun ücret, kademeli vergilendirmeyse. Çünkü bu gibi konular söz konusu olduğunda ülke rekabetçiliğini kaybeder, istihdam ortadan kalkar ve ceremesini siz çekersiniz.”
“Hem zengin hem de fakir ülkelerin iktisadi ve siyasi seçkinleri, neoliberal politikaların daha hızlı iktisadi büyümeye yol açacağına ve bunun en fakirler de dâhil herkesin daha iyi duruma gelmesini sağlayacağına söz vermişti. Fakat bunun için işçiler daha düşük ücretleri, tüm vatandaşlar da önemli sosyal devlet programlarındaki kesintileri kabullenmeliydi.
Seçkinler sözlerinin bilimsel iktisadi modellere ve ‘kanıta dayalı araştırmalar’a dayandığı iddiasındaydı. Oysa kırk yıl sonra rakamlar ortada: Büyüme yavaşlıyor ve büyümenin meyveleri ezici çoğunlukla en yukarıdaki çok dar bir çevreye gidiyor.”
Yazar bu noktada önemli bir soru soruyor: Rekabetçiliği sürdürme uğruna ücretleri kısıtlamak ve sosyal devlet programlarını azaltmak nasıl daha yüksek hayat standartları anlamına gelebilir ki?
Stiglitz, sıradan vatandaşların kandırıldıklarını hissettikleri ve bunda haklı olduklarını vurgulayarak şöyle devam ediyor:
“Şu an bu büyük aldatılmanın siyasi sonuçlarını yaşıyoruz: Seçkinlere, neoliberalizmin dayandığı iktisat ‘bilim’ine ve bütün bunları mümkün kılan paranın yozlaştırdığı siyasi sisteme güvensizlik.”
“Aslında, isminin aksine, neoliberalizm çağı liberal olmaktan çok uzaktı. Bu çağ, farklı görüşlere karşı tamamen hoşgörüsüz yaklaşan entelektüel tutuculuğu dayattı. Aykırı görüşlere sahip iktisatçılar, uzak durulması gereken kâfirler gibi muamele gördüler veya en iyi ihtimalle, makas değiştirerek birkaç istisnai kurumda kendilerine iş bulabildiler.
Bu hoşgörüsüzlük, hiçbir yerde makroekonomi alanındaki kadar büyük olmadı. Bu alandaki hâkim görüşler, 2008’de yaşadığımız türden bir krizi imkansız görüyordu ama imkânsız olan gerçekleştiğinde kriz adeta 500 yılda bir yaşanan tufan muamelesi gördü.”
Yazar, krize rağmen bu teorilerin savunucularının iktisadi inançlarında bir değişime gitmediğine dikkat çekerek “Bir kere yerleşti mi kötü fikirlerin dahi yavaş öldüğü gerçeğini doğrular şekilde, bu teori hâlâ ayakta,” diyor ve yazısını şu çarpıcı tespitlerle bitiriyor:
“Eğer ki 2008 finansal krizi serbest piyasaların işlemediğinin farkına varmamızı sağlamadıysa iklim krizi bunu başaracaktır: Neoliberalizm, kelimenin tam anlamıyla, medeniyetimizin sonunu getirecek. Ancak aşikâr ki bilime ve hoşgörüye sırtımızı döndürten demagoglar işleri sadece daha da kötüleştirecek.
Gezegenimizi ve medeniyetimizi kurtarmanın tek yolu, tarihin yeniden doğuşudur. Aydınlanma’yı yeniden canlandırmalıyız ve özgürlük, bilgiye saygı ve demokrasi değerlerine yeniden itibar etmeliyiz.”

13 Kasım 2019 Çarşamba

J.COOK: İSRAİL’İN CASUS TEKNOLOJİSİ NASIL HAYATIMIZIN DERİNLİKLERİNE ULAŞTI?





Jonathan Cook (2001’den beri Nasıra'da yaşayan ve Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgili üç kitabı bulunan İngiliz gazeteci)
Middle East Eye, 11.11.2019

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


İsrail’in Filistinlileri bastırmak üzere geliştirdiği dijital çağ silahları, -uzunca bir süredir özgürlüklerini çantada keklik gören Batılı nüfusa karşı- çok daha yaygın aplikasyonlarda kullanılmak üzere hızla değişimden geçiyor.
İsrail bir “startup ulus” statüsüne on yıllar önce geldi. Ancak onun yüksek teknoloji yenilikçisi namının -giderek göz ardı edilmesi zorlaşan- karanlık bir yüzü hep vardı.
Birkaç sene evvel İsrailli analist Jeff Halper, ülkesinin yeni dijital teknolojileri iç güvenlik endüstrisiyle birleştirerek küresel alanda merkezi bir role ulaştığı uyarısında bulunmuştu. Tehlike, yavaş yavaş hepimizin Filistinlilere dönüşecek olmasıydı.
İsrail’in, hesap sorulmayan askeri yönetimi altında yaşayan milyonlarca Filistinliye, açık hava laboratuvarlarında kobay muamelesi yaptığını belirtmişti. Sadece yeni konvansiyonel silah sistemleri değil, aynı zamanda kitlesel izleme/gözetleme ve kontrol araçlarını geliştirmek için de bir deneme tahtasıydılar.
Haaretz gazetesinde kısa süre evvel yayımlanan bir haberde ileri sürüldüğü üzere, İsrail’in Filistinlilere yönelik izleme/gözetleme operasyonu “dünyada kendi türünün en büyüğüydü. Medya, sosyal medya ve nüfusu bir bütün olarak izlemeyi içeriyordu.”

Büyük Birader Ticareti
Ancak işgal altındaki topraklarda başlayan şey asla Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’yle sınırlı kalmayacaktı. Zira bu yeni ofansif dijital teknolojinin hibrid formlarının ticaretinden kazanılacak çok fazla para ve nüfuz vardı.
Yüzölçümü bakımından küçücük olmakla birlikte İsrail, -dünyanın dört bir yanındaki otoriter rejimlere, Filistinliler üzerinde kullanarak “savaş meydanında test ettiği” silah sistemlerini satmak suretiyle- uzun yıllardır aşırı kârlı silah ticaretinde dünya liderliğini elinde tuttu. Ama bu askeri teçhizat ticareti, şimdilerde saldırgan yazılım piyasasının, yani siber savaş araçlarının gittikçe daha fazla gölgesinde kalıyor.
Bu türden yeni çağ silahları, sadece dış düşmana değil, aynı zamanda vatandaşlarından tutun insan hakları gözlemcilerine kadar içerideki muhaliflere karşı da kullanılmak üzere devletlerin yoğun talebiyle karşılaşıyor.
İsrail kendi yönetimi altındaki nüfusu kontrol ederek ve bastırarak bir dünya otoritesi olduğunu hakkıyla iddia edebilir. Ama bu siber araçların geliştirilmesini kendi bednam güvenlik ve askeri istihbarat birliklerinde yetişmiş olanlara havale etmek suretiyle Büyük Birader teknolojilerinin çoğundan parmak izlerini uzaklaştırmaya çalışıyor.
Ancak İsrail, bu firmalara ihracat lisansı vermek suretiyle üstü kapalı bir şekilde bu tür faaliyetlere izin veriyor ve ülkenin en kıdemli güvenlik yetkilileri çoğunlukla bu çalışmaların içine yakinen dahil oluyor.

Silikon Vadisi’yle gerginlikler
Üniformayı çıkardıktan sonra İsrailliler, Filistinliler üzerinde casusluk yaparak kazandıkları yılların tecrübesini, daha genel aplikasyonlar için benzer yazılımlar geliştiren firmalar kurarak paraya tahvil edebiliyor.
Sofistike izleme teknolojisi kullanan İsrail kaynaklı aplikasyonlar dijital hayatlarımızda giderek yaygınlaşıyor. Kimisi nispeten yararlı, tehlikesiz kullanıma dayanıyor. Trafik sıkışıklığını izleyen Waze aplikasyonu şoförlerin gidecekleri noktaya daha hızlı ulaşmasına, Gett ise müşterilerin telefonla yakındaki taksilere erişimine imkan sağlıyor.
Ancak İsraillilerin geliştirip ürettiği bazı daha gizli kapaklı teknolojiler, orijinal askeri formatına daha sadık.
Ofansif yazılım, hem kendi vatandaşlarına veya rakip devletlere karşı casusluk yapmak isteyen hükümetlere, hem de rakiplerine karşı elini güçlendirmeye veyahut ticari olarak müşterilerini daha iyi istismar ve manipüle etmeye heveslenen özel şirketlere satılıyor.
Bu türden bir yazılım, -milyarlarca kullanıcıyla sosyal medya platformlarına dahil olduğunda- devlet güvenlik kurumlarına potansiyel olarak neredeyse küresel bir erişim sunuyor. Bu da İsrailli teknoloji şirketleri ile Silikon Vadisi arasındaki zaman zaman rahatsız edici ilişkiyi açıklıyor. Yakın dönemde iki çelişen örneğin ortaya koyduğu üzere, Silikon Vadisi bu kötü yazılımı kontrolüne almak için mücadele ediyor.

Cep telefonu “casus yazılımı”
Facebook’un sahip olduğu sosyal medya platformu WhatsApp’ın İsrail’in en büyük izleme/gözetleme yazılımcı şirketi NSO’ya karşı geçen hafta Kaliforniya’da türünün ilk örneği olan bir dava açması gerginliğin göstergesi.
WhatsApp, NSO’yu siber saldırılarla suçluyor. WhatsApp’ın incelediği, sadece Mayıs ayının son iki haftasında NSO, 20 ülkede 1400’ü aşkın kullanıcının cep telefonlarını hedef almış.
NSO’nun casus yazılımı Pegasus, insan hakları aktivistlerine, avukatlara, dini liderlere, gazetecilere ve yardım kuruluşu çalışanlarına karşı kullanılıyor. Reuters, Amerikan müttefiklerinin üst düzey yetkililerinin de yine NSO tarafından hedef alındığını geçen hafta ifşa etti.
Bilgileri olmadan kullanıcıların telefonlarına girdikten sonra Pegasus yazılımı, verileri kopyalıyor ve izlemek için mikrofonu açıyor. Forbes dergisi bunu “dünyanın en mütecaviz mobil casus yazılımı” olarak niteledi. 
NSO Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE, Kazakistan, Meksika ve Fas gibi insan haklarını en çok ihlal eden rejimlerin de aralarında olduğu onlarca hükümete lisanslı yazılımları verdi.
Uluslararası Af Örgütü, çalışanlarının da NSO casus yazılımıyla hedef alındığından şikayetçi oldu. Şu an şirkete ihracat lisansı verdiği için İsrail hükümetine karşı dava açılmasını destekliyor.

İsrail’in güvenlik servisleriyle bağlantılar
NSO, -her ikisi de İsrail’in yere göğe sığdırılamayan askeri istihbaratı 8200 Birimi’nin tedrisatından geçmiş- Omri Lavie ve Shaley Hulio tarafından 2010’da kuruldu.
2014’te içeriden bilgi sızdıran muhbirler, sözkonusu birimin cep telefonları ve bilgisayarlarına sızarak Filistinlileri rutin olarak izlediğini ifşa ettiler. Amaç cinsel uygunsuzlukları, sağlık problemleri veya mali zorluklarına dair kanıtlar bularak bunları, Filistinlileri İsrail askeri otoriteleriyle işbirliği yapmaya zorlamak için kullanmaktı.
Askerler şöyle yazdı: Filistinliler “tamamen İsrail istihbaratının casusluk ve izlemesine maruz bırakıldı. Hem siyasi eziyet için, hem de içeriden işbirlikçiler devşirerek ve Filistinlilerin bir kısmını diğerine karşı kırdırarak Filistin toplumu içinde ihtilaflar yaratmak için kullanıldı.”
Her ne kadar İsrailli yetkililer NSO’ya ihracat lisansını verse de bakan Zeev Elkin, WhatsApp’ın heklenmesine “İsrail hükümetinin karıştığı” iddialarını geçen hafta yalanladı. İsrail radyosuna “Herkes bunun İsrail devletiyle alakalı olmadığının farkında” dedi.

Kameralarla izlenme
WhatsApp’ın NSO’ya dava açtığı hafta içinde Amerikan televizyonu NBC, Silikon Vadisi’nin işgalle bağlantılı ihlallere derinden bulaşmış İsrailli startuplarla temasa istekli olduğunu ifşa etti.
Microsoft, karmaşık yüz tanıma teknolojisini daha da geliştirmek için -İsrail ordusunun Filistinlilere baskı uygulamasına yardım eden- AnyVision’a aşırı derecede yatırım yaptı.
AnyVision ile İsrail güvenlik birimleri arasındaki bağ saklanabilir değil. Danışma kurulunda Mossad’ın eski başkanı Tamir Pardo yer alıyor. Şirketin başındaki Amir Kain, geçmişte savunma bakanlığının güvenlik departmanı Malmab’ın başkanı olarak görev yapmış.
AnyVision’ın ana yazılımı olan Better Tomorrow’un takma adı “Google İşgali”. Zira şirket, işgal altındaki topraklarda İsrail ordusunun yaygın gözetleme kameraları ağından kamera görüntülerini araştırıp herhangi bir Filistinliyi hemen teşhis edip izleyebileceği iddiasında.
Etik açıdan apaçık problemli olsa da, Microsoft’un yatırımı, yazılımı kendi programlarına katmayı hedefleyebilir izlenimi uyandırıyor. Bu durum insan hakları örgütlerini oldukça endişelendiriyor.
Amerikan Sivil Haklar Birliği’nden Shankar Narayan, İsrail yönetimi altında yaşayan Filistinlilere oldukça benzer bir geleceğin bizi beklediği konusunda uyardı. NBC’ye verdiği röportajda “Yüz tanıma teknolojisinin yaygın kullanımı özgürlük önermesini alaşağı eder ve ne yaparsa yapsın, herkesin, her an izlendiği bir topluma dönüşmeye başlarsınız” dedi. “Yüz tanıma, kamusal alanlarda tam hükümet kontrolü için muhtemelen en kusursuz araç” diye ekledi.
Harvard Üniversitesi’nde araştırmacı olan Yael Berda’ya göre İsrail, gece gündüz izlemek istediği Batı Şeria’da 200.000 kişilik bir Filistinli listesine sahip. AnyVision tarzı teknolojiler bu muazzam genişlikteki grubu sürekli izlemek için hayati görülüyor.
Eski bir AnyVision çalışanı NBC’ye dedi ki Filistinliler bir deneme tahtası olarak kullanılıyor: “Bu teknoloji dünyanın en zorlayıcı güvenlik çevrelerinden birinde sahada denendi ve biz onu piyasanın kalanına açıyoruz.”

Seçimlere karışmak
İsrail hükümetinin bizzat kendisi, bu casus teknolojileri ABD ve Avrupa’da kullanmaya giderek daha fazla ilgi duyuyor. Zira İsrail işgali, Batı’da ana-akım siyasi söylemde tartışmaların gittikçe daah fazla odağına oturuyor.
İngiltere’de siyasi iklimdeki değişim, eski bir Filistin hakları aktivisti olan Jeremy Corbyn’in muhalefetteki İşçi Partisi’nin genel başkanlığına seçilmesiyle dikkatleri çekti. ABD’de Filistin davasını görünür şekilde destekleyen, Filistin asıllı Rashida Tlaib’in de aralarında olduğu küçük bir grup son dönemde Kongre’ye girdi.
Daha genel olarak İsrail, giderek gelişen ve Filistinlilere zulmetmeyi bırakana kadar -tıpkı ırkçı ayrımcı Güney Afrika modelinde olduğu gibi- İsrail’e boykot çağrısı yapan uluslararası dayanışma hareketi BDS’ten (boykot, tecrit, yaptırım) korkuyor. BDS hareketi birçok Amerikan kampüsünde güçlü bir şekilde büyüyor.
Bu yüzden İsrailli siber şirketler, İsrail hakkında umumi söylemi manipüle etme çabalarına çok daha derinden dalmış durumda; buna yabancı ülkelerin seçimlerine karışmak da dahil.
Manşetlere çıkan iki kötü örnek var. Kendisini “ücret karşılığı çalışan özel Mossad” olarak pazarlayan Psy-Group, geçen sene -FBI’ın 2016 Amerikan başkanlık seçimlerine müdahale soruşturmasını başlatmasının ardından- kapatıldı. The New Yorker’ın haberine göre, şirketin “Kelebek Projesi”, “İsrail karşıtı hareketleri içeriden istikrarsızlaştırıp parçalama”yı hedefliyordu.
Diğer örnek olan Black Cube şirketinin de Barack Obama yönetiminin önde gelen yetkililerini düşmanca izlediği ortaya çıktı. Şirketin İsrail güvenlik servisleriyle yakından bağlantılı olduğu ve bir ara bir İsrail askeri üssüne yerleştiği görülüyor.

Apple tarafından yasaklı
Özel ile kamusal alan ayrımını bulandırmaya çalışan başka İsrail şirketleri de var.
8200 Birimi’nden iki emekli asker tarafından kurulan bir İsrailli veri toplama şirketi olan Onavo, 2013’te Facebook tarafından satın alınmıştı. Apple, kullanıcılarının verilerine sınırsız erişim sağladığının ortaya çıkması üzerine Onavo’nun VPN uygulamasını geçen yıl yasakladı.
Yurtdışındaki BDS aktivistlerini şeytanlaştırmak üzere yürütülen gizli bir kampanyaya başkanlık eden İsrail’in stratejik işler bakanı Gilad Erdan, Haaretz’in haberine göre, bir başka şirket olan Concert’la geçen yıl düzenli olarak toplandı. İsrail’in Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunu’ndan muaf tutulan bu gizli grup, İsrail hükümetinden 36 milyon dolar para aldı. Yöneticileri ve hissedarları İsrail güvenlik ve istihbarat elitiyle sıkı fıkı.
Diğer bir önemli İsrail şirketi Candiru ise adını, insan bedenini gizlice istila edip ardından bir parazite dönüşen küçük Amazon balığından alıyor. Şirket, operasyonlarını gizlilik içinde yürütse de, hekleme araçlarını çoğunlukla Batı’daki yönetimlere satıyor.
Çalışanları neredeyse tamamen 8200 Birimi’nden. İsrail şirketlerinin geliştirdiği umumi ve örtülü teknolojilerin aslında birbiriyle ne denli bağlantılı olduğunun bir işareti, Candiru’nun başkanı Eitan Achlow’un daha evvel taksi hizmeti uygulaması Gett’in başındaki kişi olması.
İsrail’in güvenlik eliti, -tıpkı konvansiyonel silah ticaretinde yaptığı gibi- teknolojilerini ellerinde tutsak Filistinli nüfus üzerinde deneyerek bu yeni siber savaş piyasasından kazanç sağlıyor.
İsrail’in -Filistinlilerin uzunca bir süredir aşina olduğu- mütecaviz ve baskıcı teknolojilerini Batı ülkelerinde yavaş yavaş normalleştirmesi hiç şaşırtıcı değil.
Yüz tanıma yazılımı çok daha sofistike bir ırki ve siyasi fişlemeye/profil çıkarmaya imkan veriyor. Örtülü veri toplama ve izleme, özel ile kamusal alan arasındaki geleneksel sınırları tarumar ediyor. Ve sonuç olarak sanal ortamda kişisel bilgiye ulaşma yarışı, muhalifleri veya -insan hakları grupları gibi- güçlülere hesap verdirmeye çalışanları korkutmayı, tehdit etmeyi ve altını oymayı kolaylaştırıyor.
Bu distopya yayılmaya devam ederse New York, Londra, Berlin ve Paris giderek daha fazla Nablus, el-Halil, Doğu Kudüs ve Gazze’ye benzeyecek. Ve hepimiz, hükmettiklerine karşı siber savaşa girişen bir gözetim devleti içinde yaşamanın ne demek olduğunu anlamaya başlayacağız.



M.MUAŞİR: ARAP BAHARI 2.0 MI?



ARAP BAHARI 2.0 MI?

Mervan Muaşir (Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nda Ortadoğu araştırmaları başkan yardımcısı; Ürdün’ün eski dışişleri bakanı ve reformlardan sorumlu başbakan yardımcısı)
Carnegie Endowment, 30.10.2019

Tercüme: Zahide Tuba Kor
Editoryal katkı: Fikir Turu

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 13.11.2019 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/2019/11/13/arap-bahari-2-0-mi/
İngilizcesi "Is This Arab Spring 2.0" başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Arap dünyasını sarsan yeni dalga protestoları, 2010’daki Arap Baharı’ndan farklı kılan üç unsur ne? Göstericiler, bu kez hangi yöntemleri kullanıyor? İlk Arap Baharı hangi iki nedenle bitmişti? Yeni bir Ortadoğu mümkün mü?

Arap halk isyanlarının üzerinden dokuz yıl geçti. Karşı-devrimcilerin “otoriter istikrarı” geri getirme çabalarına rağmen yeni bir isyan dalgası Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da hızla yayılıyor. Lübnan’da, Irak’ta sistemin değişmesini isteyen kitlesel gösteriler durulmuyor. Arap Baharı’ndaki sloganların benzerleri yine sokaklarda çınlamaya başladı.
Bu seferki isyanda öne çıkan unsur, ekonomik koşullar. Lübnanlılar, hükümetlerinin getirmek istediği yeni vergilere karşı çıkmak için sokağa döküldüler. Onlara göre, bu vergilerin getirilmek istenmesinin asıl nedeni, ülkedeki yozlaşmış siyasal sisteme kaynak bulma arayışı. İşte bu yüzden de sistemin değişmesini istiyorlar.
Bağdat’ta başlayan isyanın bel kemiğini de üniversite mezunu işsiz gençler oluşturuyor. Petrol zengini ülkede hâlâ elektrik sıkıntısı yaşanması da, o gençlere göre, siyasal sistemin bir sonucu.
Dinmeyen bu protestoların akıllara getirdiği soruysa, yoksa bu yaşananlar Arap Baharı 2.0 mı?
Hâlihazırda Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nda Ortadoğu Araştırmaları Başkan Yardımcılığını yürüten Mervan Muaşir, bu sorunun yanıtını arayan bir makale yazdı. Makalenin başlığı da soruyla aynı. 30 Ekim’de yayınlanan yazı, ikinci dalgada, ilk dalgaya göre nelerin farklı olduğunu ve protestocuların taleplerine erişip erişemeyeceğini ele alıyor.
Ürdün’ün eski dışişleri bakanı (2002-2004) ve reformlardan sorumlu başbakan yardımcısı (2004-2005) olan Mervan Muaşir, aslında bugünkü isyanların geleceği uyarısını iki sene önce Project Syndicate web sitesi için kaleme aldığı “Arap Dünyası İçin İktisadi Ültimatom”[1] başlıklı yazısında yapmıştı. Dünya Bankası’nda dış ilişkiler kıdemli başkan yardımcılığı görevini de yapmış yazar, Aralık 2010’da başlayan ilk Arap isyan dalgasının, aslında eski toplumsal sözleşmenin çöküşünün bir yansıması olduğunu hatırlatmıştı.
Yazara göre, o eski toplumsal sözleşmelerin bitmesi aynı zamanda rant ekonomisinden çıkar sağlamaya dayalı sistemin de bitmesi anlamına geliyordu ama tam da bu rantçı sistemden beslenen yönetimler bunu anlamaya direniyordu. Yazarın o dönemdeki öngörüsüne göre, bu durum yeni bir isyan dalgasını tetikleyebilirdi, Muaşir uyarısını da eklemişti:
“Ortadoğu ülkeleri temel siyasi ve iktisadi reformlarda gerçek bir ilerleme kaydetmeye başlamazlarsa bölgesel kargaşanın daha da büyümesi kaçınılmaz olur.”

Arap Baharı’nı bitiren iki neden
Carnegie Endowment’ta yayınlanan son yazısında ise Muaşir, ilk Arap Baharı dalgasının 2013’te şu iki nedenle sona erdiğini vurguluyor: Arap yönetimlerinin protestoları kuvvet veya para veyahut her ikisiyle birlikte bastırmasından ya da Arap kamuoyunun Libya, Suriye ve Yemen’de yaşananları görüp ülkelerinin iç savaşa sürüklenmesini istememesinden… Ancak yazara göre, o günden bugüne değişmeyen bir şey de var: İlk dalga protestolara zemin hazırlayan problemler.
“Arap dünyasındaki birçok hükümet, petrol fiyatlarının 2014’te düşmesiyle birlikte vatandaşlarının iktisadi sıkıntılarını dindirmekte etkili bir aracı kaybetti. Neredeyse devrilecek duruma geldikleri halde, yüksek petrol fiyatları ve himaye etme karşılığı aldıkları sadakate dayalı rantiye sisteminin artık sürdürülemeyeceğini bir türlü özümseyemediler.”
Muaşir’e göre, iktidara yapışan Arap yönetimleri ilk dalgayı atlatınca badireyi de atlattıklarını ve artık güvende olduklarını düşünmüş olabilirler. Ancak mevcut protestolar, cezanın tecilini iyi değerlendirmediklerini gösteriyor.
Sistemlerini daha katılımcı kılmaya dönük siyasi reformları da, yolsuzluğun üstesinden gelmeye, yönetişimi iyileştirmeye ve istihdam yaratmaya yönelik iktisadi reformları da yapmadılar. Şimdi ise daha tecrübeli ve ferasetli protestocular sokaklara inmiş durumda.
“Yeni dalga, yani Arap Baharı 2.0 geçmiştekiyle aynı meselelere odaklanıyor. Ancak göstericiler hatalarından ders çıkardılar ve gerçek, kalıcı ve bölgesel değişimi başarmak için yeni hedefler peşinde koşuyor ve yeni araçlar kullanıyorlar” diyen Muaşir, yazısının devamında da şu soruya cevap veriyor: Peki ama bu defa farklı olan ne?

Birinci ve ikinci dalga arasındaki üç önemli fark
Muaşir iki dalga arasında üç önemli farklılığa değiniyor:
“Birincisi, bütün bu gösterilerde ortak olan temel özellik, güven uçurumu. Arap Baharı da dâhil daha önceki gösterilerde insanlar, rejimlerinin yapısal değişimlere gitmeleri için bastırmış; bunda başarısız olunca muhalefet liderlerine başvurmuşlardı. Ama bu dalgada tüm siyasi liderlere güvensizlik geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaştı. Arap dünyasının halkları, hükümetlerinin de muhalefet güçlerinin de vaat ettikleri siyasi ve iktisadi reform sözünde durmadıklarını gördüler. Dahası, artık hiçbirinin bunu başaramayacağına inanıyorlar; dolayısıyla tamamen yeni siyasetçiler ve siyasi partilerle sıfırdan yeniden başlama arayışındalar. Lübnan hükümetinin göstericileri sakinleştirmek için önerdiği reform planına tepkide bu çok net görüldü. Lübnanlıların cevabı ‘İletilen mesajı beğenebiliriz ama ileten elçiye güvenmiyoruz’ oldu.”
“İkincisi, karşı karşıya geldikleri rejimlerin gücüne ve kendilerine karşı süratle şiddet kullanma istekliliğine rağmen göstericiler barışçıl kaldı. Özellikle Cezayir ve Sudan’da ordu on yıllardır baskıcı ve kanlı taktikler kullanageldi, ama göstericiler şimdiye kadar herhangi bir şekilde şiddete başvurmayı reddetti. Böylelikle içeriden ve dışarıdan geniş bir destek sağlamayı başardılar ve sonunda ordu onları dinlemek zorunda kaldı.”
“Üçüncüsü, göstericiler -fiiliyatta antidemokratik yönetimi teminat altına alan- siyasette mezhepçi bölünmeleri reddediyorlar. Dini veya etnik kimliklerin siyasetin temeli olduğu Lübnan’da derinden kök salmış mezhepçi siyasi sistem, demokratik reformlar için elzem olan milli birlik ve bütünlüğü aşındıran bölücü ve acı şartlar yaratıyor. Beklenmedik şekilde Lübnanlı göstericiler, sadece şiddet içermeyen barışçıl bir stratejiyle yetinmeyip aynı zamanda ilk defa tamamen mezhepçi olmayan bir mesajı benimsediler.”

Yeni bir Ortadoğu mümkün mü?
Peki, bu ikinci dalgadaki farklılıklar neticeyi değiştirebilecek, yeni bir Ortadoğu’ya kapı açacak mı? Yazarın bu soruya verdiği yanıt şöyle: “Bugün Arap dünyasındaki meydan okuma, petrol destekli himaye ağı ve kaba kuvvete dayanan eski Arap düzeninin sona ermesi. Ancak iyi yönetişim, liyakat ve verimliliğe dayalı yeni bir Arap düzeninin doğumunda sıkıntı çekiliyor…
Arap yönetimlerinin uzunca bir süredir kapsayıcı, demokratik ve etkili kurumların gelişmesini bastırması, hem rejim hem de muhalefet güçleri arasında benzer şekilde bir liderlik boşluğu yarattı. Bu boşluk şu an çok ciddi şekilde hissediliyor.”
Muaşir yazısının sonunda belirsizliğe işaret ediyor:
“Bu yeni Arap Baharı, 22 Arap ülkesinin 12’sini vurdu. Ancak halkların daha etkili yönetim yolunda haklı taleplerini uygulayabilecek bölgede hiçbir güvenilir kurumun olmaması yüzünden oyunun sonu belirsiz. İç savaş ve kan dökülmesiyle sonuçlanabilir veya bir kez daha iktidara tutunan baskıcı rejimleri daha da zayıflatabilir. Her ne kadar etkili bir devlet inşasının yolu uzun ve zorlu olsa da daha olgun gösterilerin daha iyi sonuçlar vermesi beklenebilir.”


A.JLASSI: TUNUS, DEVRİM EVRESİNDE Mİ, BELİRSİZLİK SÜRECİNDE Mİ?




UZUN SEÇİM MEVSİMİ AKABİNDE TUNUS YA YENİ BİR DEVRİM EVRESİNDE YA DA BİR BELİRSİZLİK SÜRECİ ARİFESİNDE

Abdelhamid Jlassi (Tunuslu bir siyasetçi ve araştırmacıdır)

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Makalenin Türkçe PDF’sine, Arapça orijinaline ve İngilizce tercümesine yine Al Sharq Forum’dan ulaşabilirsiniz.

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

Özet
Tunus, Ağustos ayı sonlarında başlayıp Ekim ayı ortasında nihayete eren uzun bir seçim mevsimi yaşadı. Bu seçimler sadece devlet kurumlarını yenilemekle kalmadı, aynı zamanda ülkeyi bambaşka bir aşamaya sokan bir deprem etkisi de yaptı. Bu makale, birçok unsuru tartışarak Tunus’ta demokratik dönüşüm tecrübesinin geleceğine ışık tutmayı amaçlıyor. Bu unsurlardan en önemlileri şunlar: yeni meclis haritası, seçim sürecinin en önemli mesajları, gelecek aşamanın meydan okumaları ve muhtemel senaryolar. Makale, Tunus’un şu an başarı şansı ile başarısızlık ihtimalinin eşit olduğu, zorluklara rağmen başarı ihtimalinin ağır bastığı bir eşikte bulunduğu sonucuna varıyor.

Meclis Haritası: Muhtemel Oluşumlar ve İddialar

Genel görünüm
Önceki meclisin etkili güçleri, özellikle de Nida Tunus ve Halk Cephesi mevcut mecliste yok. Seçimin ana bloklarının (yani muhafazakârlığın ve modernizmin) ağırlığını ve aralarındaki dengeyi koruduğunu; zira hâlihazırda Nahda Partisi, Onur Koalisyonu, Rahmet Partisi ve bazı bağımsızların çıkardığı toplam milletvekili sayısının 2011’de Nahda Hareketi’ninkiyle aşağı yukarı aynı olduğunu, benzer şekilde Tunus’un Kalbi, Özgür Anayasa Partisi, Yaşasın Tunus, Tunus Projesi, Alternatif Parti ve Nida Tunus’un aldığı sandalye sayısının da 2014’te Nida Tunus’unkiyle neredeyse eşit olduğunu söylemek riskli olabilir.
Halk Cephesi ve Gidişat Partisi’nin aldığı sonuç, ülkedeki büyük değişimlere ayak uyduramayan Sol modelin –çok büyük ihtimalle– sonuna gelindiğini gösteriyor. Sonuç, seçim barajını içeren bir seçim kanununun kabul edilmesiyle daha da zorlaşacaktı, ki ülke buna doğru gidiyor. Geleneksel Sol seçmen, bu seçimlerde Demokratik Akım’a ve Halk Hareketi’ne yönelmiş olabilir.
Bu açıdan bakıldığında, yaşanan, –daha geniş ve kapsamlı hareket içinde bir alt hareketliliği işaret eden– her aile içinde bir tür yeniden konumlanma olup bu ayrı bir analiz konusu.
Ancak daha önemlisi, artık şu veya bu partinin tekeline aldığı sadık bir seçim bölgesi yok. Muhafazakâr veyahut modernist sınıfın tek meşru temsilcisi söylemi de sona erdi; hatta her aile içinde en büyük ağabey söylemi de bitmek üzere. Şu temel soruyu sormak gerekebilir: Acaba aile kavramı hâlâ sahada olan biteni açıklama gücüne sahip mi?
Sayı ve etki bakımından ise meclisi, yedi siyasi güç (Nahda, Tunus’un Kalbi, Demokratik Akım, Onur Koalisyonu, Özgür Anayasa, Halk Hareketi ve Yaşasın Tunus Hareketi) ve diğerlerinden müteşekkil bir mozaik olarak görebiliriz.

Siyasi sahnenin detayları
1.     Nahda Hareketi (217 sandalyeli mecliste 52 sandalye kazandı ve bunlardan 23’ü bakiye sistemi[1] sayesinde elde edildi.)
Yöneticileri ve direnişçileriyle 2011 öncesi sistemden geriye kalan tek siyasi parti ve yine devrim sonrası partiler arasında en az hasar alanı. Bu da hem gücünün ana kaynakları olan –ortak mücadele tecrübesinin, fikri zeminin, örgütsel kapasitenin, parti tüzüğündense cemaat kültürüne daha yakın olan dinamizm kültürünün desteklediği– toplumsal gerçekliğin siyasi bir ifadesi olması hem de alışma ve uyum sağlama kabiliyeti sayesinde.
Ancak bu özellikler şu an iktidar imtihanından geçiyor. Nahda ya nevi şahsına münhasır ya da tipik bir siyasi parti olmak arasında bir kimlik imtihanıyla yüz yüze. Dahası, Nahda’nın seçmen tabanı sekiz yıldır mütemadiyen daralıyor.
Demokrasilerde partilerin seçmen tabanının daralması şaşılacak bir şey değildir. Seçmenlerin çoğu, doğal olarak değişimi arzular; kriterleri de vaatlerin yerine getirilmesi ve belirli bir imajın korunmasıdır. Siyasette algı gerçekliktir. Bu nedenle demokrasilerde seçmen tabanı, tıpkı akordiyon körüklerinin genişleyip daralması gibi değişim gösterir. Ancak Nahda’nın son yıllarda maruz kaldığı imtihan, performans ve sonuca ulaşma kriterinin ötesine geçip hareketin imajı veya kimliğine uzandı. Devrimden bu yana Nahda’nın karşısına çıkan en büyük ikilem, bütün direniş hareketlerinin direniş ve protesto alanından inşa alanına geçişte yaşadığıydı: Entegrasyon politikası ile değişim vazifesi, devlet ile devrim nasıl birbiriyle uyuşacak; hareketin devrimciliği, devlet ve iktidarla nasıl bağdaşacak? Hareket payı pek olmayan bir ülkede, kriz içindeki bir bölgesel ve –İslami referanslara bağlılığın ürküttüğü– uluslararası bağlamda her türlü kısıtlama karşısında kendi karakterini, ilkelerini ve seçmen tabanına bağlılığını nasıl koruyacak?
Seçmen tabanının daralmasından daha tehlikelisi, seçim sonuçlarının, Nahda’yı iktidara devleti değiştirmesi veyahut devletle değişmesi için “yollayan” seçmenin vardığı yargıyı göstermesi: Devletin etkisine boyun eğdi ve değişim eğilimini ve halkıyla bağını yitirdi. Tabanın ve liderliğin Nahda’sı arasında oluşan boşlukla birlikte krizin bizzat hareketin kendi içinde yaşanma ihtimaline hiç girmiyoruz bile.
Bu bağlamda seçim sonuçları mayınlı bir hediye olarak yorumlanıyor; ama aynı zamanda Nahda’nın durumu telafi etmesi, hâlini düzeltmesi, beklentilerini açıklığa kavuşturması ve –önünde fazla bir hareket payı olmadan– performansını iyileştirmesi için doğan yeni bir fırsat. Ayrıca tekdüzeliğin zararının, ülke ve insanlarının kötü şartlarının farkına varmak ve farklı bir yoldan düşünmek için de bir fırsat.
2.               Tunus’un Kalbi (20’si bakiye sistemiyle olmak üzere 38 sandalye)
Tunus’un özellikle 2014 seçimlerinden sonra ilgi duyduğu yeni siyasi yüzlerden biri. Ancak bu parti, iç birlikteliğin asgari gereklerinden bile yoksun ve –parti başkanının fiziki varlığını sürdürmesi dışında– istikrar ve süreklilik dinamiklerine sahip değil. Bu nedenle –genel başkanı Nebil el-Karuvi’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetmesinden sonra ve muhtemel sonu gelmez adli kovuşturmalar karşısında– parti kan kaybedecek ve milletvekillerinin ekseriyeti, kendisine Yaşasın Tunus ve Anayasal Parti’ye geçmek veya bağımsız kalmak gibi yeni limanlar arayacak. Yaşasın Tunus tercih edilen istikamet olacak, özellikle de Genel Başkan Yusuf eş-Şahid yeni hükümetin kuruluş pazarlıklarında konumunu güçlendirmeye çalışırken…
3.               Demokratik Akım (20’si bakiye sistemiyle olmak üzere 22 sandalye)
Yıllardan beri ilk gençlik partisi olma imajına yatırım yapmış bir oluşum. Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki’nin hatalarından, Nahda’nıın tereddütlerinden ve Halk Cephesi’nin donukluğundan istifade ederek Mayıs 2018’deki yerel seçimler sırasında akıllıca bir sonuç elde etmeyi başardı. Ancak Mirasta Eşitlik Kanunu ile konumunu tehlikeye attı ve muhafazakâr tabanının bir kısmını kaybetti. Buna mukabil ilkeli olmayı destekleyen ve seçim nedeniyle taviz vermeyi reddeden seçmen tabanının bir kısmını kazandı. Keza seçim kanunundan da istifade etti.
Ancak hükümete katılımı savunan bir grup ile –muhtemel bir erken seçime hazırlık mahiyetinde– “sistem”in bir parçası gördüğü Nahda’dan daha fazla ayrışmaya çalışan diğer grup arasındaki uyuşmazlıklarla bölündü. Parti liderliği, muhalefet olmayı seçmek veyahut hükümete katılmak için içişleri, adalet ve idari reform bakanlıklarını şart koşmak gibi çeşitli teklifler sundu. Bu, daha azını elde edebilmek için azaminin istendiği pazarlık stratejisinin bir parçası olabilir. Veya hükümete katılmamanın sorumluluğunu Nahda’ya yüklemek için bezdirmek veyahut –partinin alametifarikası ve varlık nedeni saydığı– yolsuzlukla mücadele dosyasında başarı garantisini elde etmek çerçevesinde de değerlendirilebilir. Bu yüzden Demokratik Akım’ın konumu, hem bu iç çatışmanın sonucuna ve Nahda’nın onunla muamele biçimine, hem de koalisyonun taraflarına, başbakanın şahsiyeti ve aidiyetine ve hükümetteki isimlere göre belirlenecek.
4.               Onur Koalisyonu (20’si bakiye sistemiyle olmak üzere 21 sandalye)
Seçimlerden önce kurulan yeni bir koalisyon olup henüz kazanımını sağlamlaştırmış değil. Bu oluşumun yönetim ve kurumsallaşma biçimiyle ilgili kuruluş ihtilaflarıyla bölünmüş durumda. Ayrıca koalisyon unsurlarından bir kısmının medya, sendika ve etkili uluslararası çevrelere yönelik eski tutumları nedeniyle koalisyon hükümeti için bir sıkıntı olabilir.
5.               Özgür Anayasa Partisi (14’ü bakiye sistemiyle olmak üzere 17 sandalye)
Devrimden önce iktidardaki Anayasal Demokratik Birlik partisinin bağnazlarından kalanları içine alan bir birliktelik olup varlığı ve yayılması Nahda Hareketi’ne muhalefet temeline dayanıyor. Ayrıca seçim kampanyası sırasında Tunus’un Kalbi ve parti genel başkanı hakkında şüpheler ortaya çıkması üzerine bazı seçmenlerin tercihlerini değiştirmesinden de istifade etti. Bu parti, Nahda Hareketi’nin yöneteceği veyahut içinde yer alacağı bir hükümete katılmayı reddediyor. Benzer şekilde Özgür Anayasa Partisi’yle ortaklığa, sadece Nahda değil, muhtemel tüm koalisyon ortakları karşı çıkıyor.
6.               Halk Hareketi (15’i bakiye sistemiyle olmak üzere 16 sandalye)
Nasırcı eğilimi ağır basan Arap milliyetçisi bir hareket olup seçim sisteminden çok iyi bir şekilde istifade etti. Hem İslamcılar ile Arap milliyetçileri arasındaki tarihi ihtilaflar hem de kurucularından ve liderlerinden biri olan Muhammed el-Brahimi’nin, troyka hükümeti sırasında [2013 yılında] suikasta kurban gitmesi nedeniyle Nahda Hareketi’yle koalisyon konusundaki tavrı belirsiz. Bu nedenle Nahda’yla koalisyon imkânı, hem hareketin bu dosyayı ele alma biçiminden hem de başbakanın aidiyeti ve şahsiyetinden ve verilecek bakanlıklardan etkilenecek.
7.               Yaşasın Tunus (tamamı bakiye sistemiyle olmak üzere 14 sandalye)
Başbakan Yusuf eş-Şahid’in partisi olup geçtiğimiz Mart ayında kuruldu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde alınan sonuç, devlet kaynaklarından istifade etmeye ve medyayı kendi yararına çekmeye çalışan parti yönetimini şok etti. Parlamento seçimlerinin sonucu ise, cumhurbaşkanlığı seçimleri hezimetinden sonra beklenen bir durumdu. Parti, Tunus’un Kalbi bloğunun bir kısmını kendi saflarına çekmeye bel bağlayacak. Erken seçimlere hazırlık olarak kendisini yeni bir temelde inşa etmeye veya sıradan kazanımlara da yönelebilir. Eski düzende yolsuzluklara karışmış yüzlerden kurtulmaya ve (Mehdi Cuma ve Afak Tunus gibi) liberal demokratik veya (Ettekettül ve Cumhuriyetçi Parti gibi) toplumcu çevreden yeni yüzleri kendisine çekmeye çalışabilir.
8.               Meclisin Geri Kalanı (tamamı bakiye sistemiyle seçilen 37 sandalye)
9.               Parti Listeleri (26 sandalye): Bu küçük partilerin bir kısmının Nahda Hareketi ve onunla koalisyona karşı marjinal bir duruşu varken; bazıları yakınlaşabilir, hatta Yaşasın Tunus’la birleşebilir; bazıları da Nahda’nın başkanlığında bir hükümete destek verebilir.
10.            Bağımsız Listeler (11 sandalye): Konumları, kişilikleri ve bağlantıları bakımından çeşitlilik gösteriyorlar. Bir kısmının Nahda Hareketi’nin başkanlığındaki bir hükümete destek vermesi muhtemel görünüyor.

Seçimlerin Gidişatıyla İlgili Dersler ve Mesajlar

Dönemeç
2019 sonbaharındaki seçimlerin, öncesi ve sonrası diye atıfta bulunulacak dönemeçlerden biri olduğu aşikâr. Öyle ki bu seçimler, sınıfların ve bölgelerin bir isyanı, inisiyatifin geri alınması ve Tunus devriminin bir yalan veya kapanan bir parantez olmadığının tasdiki. Tunus pusulası, 2010 sonbaharından bu yana hürriyet, onur, adalet ve iyi yönetişim hedeflerinden ve değerlerinden sapmadı. Yapılan tüm seçimler, bu ümit ve taleplere erişmek için siyasi kaldıraç arayışından başka bir şey değildi. Her defasında seçmen; partileri, örgütleri, medya kuruluşları, yöneticileri ve muhalifleriyle yönetici elitin bütününe uyarı ve ihtar mesajları yöneltti. Bunu sokaklarda protestolarıyla ve seçim sürecini boykot ederek veya –tıpkı 6 Mayıs 2018 yerel seçimlerinde olduğu gibi– iktidar ve muhalefet partileri dışından alternatifler arayarak yaptı.
İstibdat devletinin rejimi gayesini 2010 Aralık’ında tüketmişti ve toplumsal protesto ve siyasi direniş yoluyla tüm sessiz reform girişimlerini köstekledi. Artık çözüm sokakların devrimindeydi. Devrimden sonra sokaklar –özellikle de gençler ve dezavantajlı gruplar– kâh meydanlarda gösterilerle kâh siyasi süreci ve sandığı boykot ederek rejime uyarı üzerine uyarıda bulunmaya devam etti. Ancak yeni sistemin bu uyarılara kulak verip gerekli değişiklikleri yapmak için ne aklı ne becerisi ne de iradesi vardı. Seçim sandıkları halkın cevap bekleyişi bakımından 2010 Aralık’ının sokakları yerine geçerken, 2019 sonbaharı, belki de sandıkların değerini ve güvenilirliğini kanıtlaması için son bir fırsat.
Dikkat çekici husus, Tunus bağlamında “sistem”in manasının değişmesi. Mayıs 2018 seçimleri öncesinde sistem, Ocak 2011 öncesindeki şartlarla bağlantılı mali, idari ve siyasi çıkarlar ağı ve güçleri anlamına geliyordu. Şimdi ise devrimden evvel veya sonra etkili olan, ister hükümette isterse muhalefette olsun, partili, sivil, medyatik, akademik ve kültürel yansımalarıyla bütün yönetici elit anlamına geliyor. İşte böylelikle karşımızda birleşik ve katmanlı bir eski sistem duruyor.

Çözülme veya yeniden dağılım
Ancak acaba seçim sonuçları bu sistemin –öncesi ve sonrasıyla– çöktüğü veya sendelediği manasına mı geliyor? Kesin hükümler vermekten sakınmalıyız. Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin her üç aşamasında da seçmenlerin pusulası netti ve bunda –dikkate alınmayan ve gereği yapılmayan beklentilerin geri dönüşü şeklinde– bir rasyonellik bulmak mümkün. Gözlemciler Kays Said’in imajını çözmekte büyük bir zorluk çekmezler. Bu imaj, her türlü finansal ve medya ehlileştirmesine karşı bir isyanı, sıradışılığı ve devrimi sembolize ediyor; keza siyasi yapıda alışıldık hiyerarşik eğilim ve davranışlara karşı da bir devrimi ifade ediyor. Burada –Kays Said’in nazarında– siyaset, en aşağıdan yukarıya doğru ve yatay, katılımcı şekilde inşa ediliyor. Bu, sembolik “hor ve hakir görülme”ye karşı bir devrim; tıpkı bu imaj, değer pusulasını siyasete geri getirerek Filistin’i ve özgürleşme meselesini sembolize ettiği gibi… Devrim, 2011 kışındaki ilk raundunda, toplumsal “hor ve hakir görülme”ye karşı bir devrimdi; şimdi ise manevi ve sembolik “hor ve hakir görülme”ye karşı bir devrim.
Buna mukabil, Nebil el-Karuvi’nin imajını çözmek çok daha zor görünüyor. Yüzeysel yorum, bu imaj ile açlığı ve dilenciliği çözme arasında bir bağ kuruyor ve –bilinçli veya bilinçsiz şekilde– seçmenler ile bölgeler arasında aşağılayıcı şekilde kıyas yapıyor. Kimse bir milyon seçmenin (seçmenlerin dörtte birinden fazlasının) bir hırsız veya mafya seçtiğini düşünemez. Tablo görünenden çok daha karmaşık. Nebil el-Karuvi –insanların tahayyülünde– devletin bıraktığı boşluğu doldurdu ve vatandaşların acil meselelerinden uzak mücadelelere dalmış siyasetçilerin ilgilerinde ve söylemlerinde bulunmayan sosyal hak ve kazanımlara işaret etti.
Bununla birlikte iki aday arasında ortak bir payda var. Her ikisi de –insanların tahayyülünde– müesses nizamın dışından geliyor ve toplumsal oluş ve devrim boyutlarını sembolize ediyor. Bu zaviyeden, Karuvi ve Said’in cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalması sistemin bir yenilgisi olarak görüldü; tıpkı Said’in ikinci turda – (bir hafta evvelki) meclis seçimlerine katılmamış ilave bir milyon seçmeni sandığa çekip bu denli büyük bir farkla– kazanması, ona biat ve sistemin kötü bir yenilgisi olarak görüldüğü gibi… Ancak sistem, siyasi yüzeyden daha derindir; bu bakımdan seçimle yeniden dağılım sürecine tâbi değildir ve sistemin işleyişini değiştirmek uzun bir zaman alır. Direncini, her zaman olduğu gibi yine örgütleyecek ve yeni bir siyasi yeniden yayılma süreci arayışına girecektir.
Bugünkü genel ruh hâli, Mart 2011’dekine benziyor ve devletin yeniden inşası sorusunu bir kez daha gündeme getiriyor. Ancak bu defa parti veya kurumsal desteği bulunmayan ve fazla yetkisi olmayan bir cumhurbaşkanına ve mecliste net bir çoğunluk elde edememiş bir birinci partiye, istikrar arayan ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda mesajının radikalliğini değiştiren bir seçmen ruh hâli eşlik ediyor. Zira o dönemde Tunus, -parlamento seçimlerinde son derece bölünmüş ve omurgası olmayan bir meclis ortaya çıkararak- rejime karşı isyan dalgasını sürdürmek ile ülkeyi yönetilebilir kılacak bir nebze istikrar sağlayıcı bir meclis çıkarabilmek için cezayı dengelemek arasında kaldı. Meclis seçimlerinde ikinci ihtimal tercih edildi: Cezalandırma yaklaşımı devam etti ve bu bağlamda (Nida Tunus, Halk Cephesi gibi) partiler ve siyasi bloklar ortadan kalktı, (Alternatif Parti ve Afak Tunus gibi) diğer bazı partiler dramatik bir düşüş yaşadı; ama –teorik olarak– istikrarlı bir hükümet çıkarmanın mümkün olduğu bir haritayla… En büyük yetki, adeta mümkün olan güvenliğin alametini temsil ediyormuşçasına Nahda Hareketi’ne verildi.

Nahda Hareketi ve entegrasyon ve değişim denklemi
Nahda Hareketi’nin ikilemi, direniş hareketiyken iktidar partisine dönüşen, devrim sonrası liderlik boşluğunu doldurmak için öne çıkan en büyük direnişçi parti olması. Yönetimle çatışmaktan farklı alanlarda ülke liderliğine katkı vermeye doğru giden yolculuğunda Nahda, mücadeleci imajını kaybetmeden hareket kültüründe, devletle ve toplumla ilişkilerinin içeriği ve niteliğinde derin bir dizi revizyona gitmek ve yine –tarihi mesajının ve devrim sonrası aşamanın tabiatı gereği– değişimci özelliğini terk etmeden büyük bir normalleşme sürecine girmek zorundaydı. Bu seçimlerde halk, –seçmenlerin tahayyülünde– Nahda’nın değişim hareketi olmadığına, devlet kurumlarının onu kontrolüne alıp uyumlulaştırdığına ve uygulamada (sisteme) dahil olma gerekçesinin değişim görevine galebe çaldığına hükmetti.
Son dört yıldır Nahda’nın içinde, gerek koalisyon ortaklarıyla ve cumhurbaşkanıyla siyasi ilişkileri idare etme, gerek toplumsal ve kültürel konumlanma ve bununla bağlantılı yasama, yürütme ve yerel faaliyetler(i), gerekse iç ilişkiler ve açılım, cemaatsel yayılma, gençlik vb. bir dizi dosyayı yönetme şekli konusunda geniş tartışmalar yaşandı. Ancak tartışmalardan galip çıkan taraf sistemin partisi imajını yerleştirdi. Bir zamanlar gençlik ayağı ilerlemesinin lokomotiflerinden biri olarak görülen Nahda, gençlerinden bir kısmını melez bir kültüre oturttu. Mücadele, adanma ve çalışma kültürü ve eğitimi, -ahlaki bedeller ödeme pahasına- yeni olan “devlet adamı” kültürüyle ve mevki edinme ihtirasıyla çekişti. Bu arada üniversite gençliği ve genç işsizler direniş kültürüne yoğunlaşırken, Nahda içinde bu grubun çıkarlarına yakınlık kültürü ile fırsatçılık kültürü ve etki merkezlerinin gölgesinde kalma çekişmesi yaşandı. Nahda, özünde doğru ama muhtevasında yanıltıcı ve çıkarımlarında yanlış başlıklarda karakterini yitirmeye başladı ve çoğunlukla örgütsel mücadele konularına (uzmanlaşma, Tunuslulaşma ve devletle normalleşme) boyun eğdi.
Nahda içindeki gençler örneklik ve model sıkıntısı çekiyordu. Bu örneklik, “direnişçi” modelinden pragmatik modele doğru kaydı ki bu da görünüş ve yüceltilme bakımından “devlet adamı” modeliydi. Gençler, örgüt içi çatışmalara daldıkça ve (doğal bir şekilde merdiven basamaklarını tırmanmak yerine asansöre atlayarak alelacele) iktidara yükselme akıllarını çeldikçe, maddi ve duygusal olarak üniversitelerdeki ve sokaklardaki gençlerden koptular. Bu gençler, artık Nahda Hareketi’ne benziyordu, kendi akranlarına değil. Maalesef ki partiler çoğunlukla birbirinin tecrübesini tekrarlarlar. 1960’lar ve 1970’lerdeki gençliğin de dönemin en büyük partisiyle benzer bir hikâyesi vardı. Korkunç bir kavramsal kargaşa ve çarpıtma ortamında siyasetin bir hedef olarak devletle münhasır ve partinin de yükselmenin tek aracı hâline getirildiği bir dönemde Nahda, toplumu asıl ve devleti onun hukuki ve kurumsal ifadesi olarak gören bir hareketten tamamen devlete oynayan bir yapıya dönüştü, tıpkı burjuva versiyonu hem teorik olarak hem de meydanlarda kıyasıya eleştirilen ve karşı konan Fransız Jakoben modeli gibi. Devrimciler çoğunlukla kendisine karşı isyan ettiklerinin tecrübelerini tekrarlarlar. Diğer partilerdeki ve büyük örgütlerdeki gençlerin hâli de Nahda’nın gençlerinin hâlinden daha parlak değil. Ama kıyıda kalmış gençler fark yaratırlar. Ayaklanmanın sadece nesilsel olduğunu ve gençlere dayandığını zannedenler yanılıyorlar. Ayaklanmanın başlangıç yüzü bir genç değil, Kays Said’dir. Ayaklanma, belli bir ahlak ve ilişkiler modeline karşı olup farklı nesiller ve ekoller içine nüfuz etmiş durumdadır.
Neyse ki halk, Nahda’ya hatalarını telafi etmesi için bir şans daha sundu. Halk, [Nahda’ya] açık olduğu, ancak onun köklerine ve tarihine vefa duyduğu, devlet-tanrı ve elit-tanrı karşıtlığının artık bittiği mesajını verdi. Ve yine halk dedi ki, tanınma ve kabullenilmenin ardından ihtiras zararlıdır; demokraside en üst değerler, üstünlük veya standartlaştırma değil hoşgörü, birlikte yaşama, diyalog ve en aşağıdan inşadır. Kurumlar içinde veya kenarlarda gizlice iş tutan elitist azınlıkların diktatörlüğü bitti; halk, milli öncelikleri toplumsal olanlar ve değerler doğrultusunda yeniden sıraladı. Acaba Nahda, içeride derin reform savaşına girebilecek ve gerekli adımları atabilecek mi? Acaba kazanan partiler fırsatı değerlendirebilecek mi? Kaybeden partiler hatalarını telafi edebilecek mi? Manevra yapmak için herkesin önünde fazla vakit ve geniş bir alan olmayacak.

Rastgele bir kabarma mı, yoksa yeni bir dalga mı?
Devrimin başında, çıtayı yükselten ve taktik akılla dolu sivil ve parti elitlerini rahatsız eden, kendiliğinden hareketlenen sokaklardı, ta ki Mart 2011’den sonra kurumların devrimi devreye girene kadar. Ardından aynı yılın Ekim ayındaki seçimlerin ertesinde kendiliğinden hareketlenen sokaklar olgusu tamamen öldü ve kurumlar içinde partisel güç dengelerinin çözemediği çatışmaların bir uzantısı hâline gelen fonksiyonel sokaklara geri dönüldü. Cumhurbaşkanı Munsif el-Merzuki, mizacı ve vizyonu itibarıyla sokakların kendiliğindenliğine en yakın kişiydi; ancak o da kendisini cumhurbaşkanlığına getiren troyka hükümetindeki güçler dengesiyle kısıtlanmıştı, ondan kopamazdı. 2014 seçimleri sonrasının şampiyonu ise merhum Baci Kaid es-Sibsi idi. Sokakları tanımadığı gibi belki de küçümseyen, manevracı bir siyasi uygulama zihniyetine sahipti. Bu manevracı taktiksel akıl karşısında, ikinci ortak [Nahda’yı kastediyor], ülke için çokça kazanımlar sağlayan, ama siyasi sürecin canlılığını ve rekabetçiliğini yitirten ve sokakları öldüren bu süreçte kendisini aynı köşeye şıkıştırttı.
2019 seçimlerinden sonraki yeni aşamada siyasetçiler, mücadeleci sokakları “Allah emeklerinizi zayi etmesin” diyerek yeniden hizaya sokamayacak. Zira bu defa sokakların cumhurbaşkanlığı makamında bir destekçisi var; cumhurbaşkanı, gücünü düşmanlarının zayıf noktası olarak gördüğü şeye dayandırıyor, yani mecliste kendisine destekçi bir bloğun bulunmamasına. Cumhurbaşkanı meclisi ve partileri mevcut baskıya maruz bırakacak; bu nedenle siyasetin sokakları sakinleştirmesi onun çıkarına da vizyonuna da uymuyor. Sokaklar fazla beklemeyecek, partileri izleyecek ve eski manevraları bırakmaya sevk edecek. Bu çerçevede cumhurbaşkanı hükümetin kurulmasını hızlandırıcı bir katalizör olabilir ve erken seçim bekleyenlerin heveslerini kursaklarında bırakabilir. Keza parti sistemini, özellikle de klasik partileri –eğer ayakta kalmak istiyorlarsa– yenilenmeye sevk edebilir. Köklü yenilenmenin ve dalgaya ayak uydurmanın –yok olmak dışında– hiçbir alternatifi yok.

Seçmenlerin Talepleri ve Müteakip Aşamadaki Meydan Okumalar

Tunus’ta yaşananlar büyük değişimler kategorisinde olup onu, köklü değişimi gerekli ve acil kılmak için taleplerin ve beklentilerin patlaması takip etti. Adeta sabır küpü çatladı. Başlangıçta devrimin sloganı olan şeyleri hâlâ “halk istiyor” ve bu aynı zamanda yeni cumhurbaşkanı seçilen Prof. Dr. Kays Said’in de sloganı.
O halde halk, köklü ve hızlı bir değişim istiyor. İstihdam, yolsuzluğun ortadan kaldırılması, kamu işlerinin yönetimine daha fazla katılım, farklı bölgeler ve toplumsal kesimler arasındaki uçurumların kapatılmasını talep ediyor. Halk bunları istiyor; çünkü bu, devrimin ödenmemiş borcuydu. Çünkü bu aynı zamanda adaylardan Kays Said’in “radikal kopuş programı”ydı. Nahda Hareketi de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda tökezlemesinin ardından kendisi çıtayı ve vaatleri bu doğrultuda yükseltmişti. Ancak bu talep ve beklentileri gerçekleştirmenin önünde kimisi kurumsal, kimisi iktisadi ve toplumsal zorlukların büyüklüğüyle bağlantılı, kimisi de beklenen siyasi ortamla alakalı çokça engel var.

Kurumsal Zorluklar: Cumhurbaşkanının fazla bir yetkisi de dengeli bir meclis dayanağı da yok; bunu elde etmek için bir çaba da sarf etmeyebilir. Zira onun siyasi vizyonu sokaklara ve en aşağıdan inşaya dayanıyor. Kitlelerin seferberliğine başvurarak muhafazakâr bir siyasi zihniyetle yönetilen meclisle çalışacak ki bu mekanizmanın da yapıcı baskı ile kaosa sürükleme arasında olgusal sınırları var. Eğer aleni bir kurumsal krizden kaçınma iradesi varsa yapılması gereken iki zihniyetin ortasında buluşmak.
Meclis sayısal bölünmeden, hasmane eğilimden, etkili bazı oluşumlar arasında anlaşmazlıktan yakınıyor. Öne çıkan parti, hükümeti kuracak çoğunluğa sahip değil, güçlü bir hükümete liderlik edecek istikrarlı bir koalisyon oluşturmak için önünde fazla bir seçenek de yok. Muhtemel koalisyonun tarafları fazlaca olacak ve bu da bir hükümet programı üzerinde uzlaşmayı, makamların paylaşımını ve ardından istikrar sağlamayı zorlaştıracak. Yerel yönetim meclisleri zaten çok zorluklar çekiyor ve cumhurbaşkanının bazı girişimleri onların sıkıntılarını arttırabilir.

İktisadi Meydan Okumalar: Yaklaşık 47,2 milyar dinarlık bütçesinin 19 milyar dinarının maaşlara ayrılması ve kamu borç servisinin yaklaşık 11,7 milyar dinarı bulması nedeniyle imkânlarını aşarak yaşayan bir ülkede, para biriminin büyük değer kaybı, dış ticaret açığının iyice artması, iç ve dış borç seviyesinin yükselmesi ve enflasyon nedeniyle başa geçecek hükümetle rahmete kavuşulmayacak. Böyle bir bütçede kalkınmaya 6,9 milyar dinardan fazlası ayrılmayacak. Borçluluğa gelince, kamu borcunun –reformlara hızlıca başlanması hâlinde düşme eğilimine girmesinden evvel– 2020’de GSYH’nin %89’uyla zirveye ulaşması bekleniyor. Önümüzdeki ilkbaharda IMF ile müzakereler, siyasi istikrar ve reformlara başlama sinyalleri gelmeden kolay geçmeyecek. Asıl paradoks şu ki bütçe, görevi bırakacak hükümet tarafından hazırlanmış, reformist bir ruhu olmayan bir hesaplar dengesi taslağı; yani seçim öncesinin zihniyetiyle formüle edilmiş bir bütçe. Yeni meclis, anayasal süreye binaen bu bütçeyi onaylamak ve –yeni koalisyon hükümetini kuracak partiler, programlarıyla uyumlu bir bütçe hazırlamayı beklerken– anayasanın garanti altına aldığı alternatif seçenekleri aramak zorunda kalacak.

Toplumsal Meydan Okumalar: Kırmızı alarm veren toplumsal göstergeleri dizginleyebilmek zor. Genel işsizlik oranı %15,3’e (yani 635 bin işsiz), gençlerde işsizlik %34’e ve diplomalılarda işsizlik %28’e ulaştı. Gerek bölgeler gerekse kadın-erkek arasında işsizlik oranı dikkat çekici bir şekilde farklılaşıyor. Hâl böyleyken genel mali göstergelerin bozulması nasıl dizginlenebilir ve içeriden dengelenebilir?
Ana sistemlerdeki (vergi toplama, sosyal fonlar ve destekler, kamu sektöründe) reformlara start vermek toplumsal barışla başlar ve barış da hükümetin gücü, sorunun tarafları veya destekçileri ve Tunus Genel Çalışma Birliği (UGTT) ile bağlantılı. Uluslararası güçlerin, yeni cumhurbaşkanından endişe duysalar ve meclisteki bazı siyasi blokların söylemlerinden rahatsız olsalar da Tunus tecrübesini desteklemeye devam etmeleri çok daha muhtemel. Bu da Nahda Hareketi’ne yatıştırıcı ve dengeleyici güç olarak ayrıcalıklı bir konum verebilir.
Bölgesel şartlar, ancak ve ancak reformların tıkanması ve asgari başarıların gecikmesi hâlinde Tunus tecrübesi üzerinde bir baskı oluşturacaktır. Bu durumda toplumsal tıkanıklık artacak ve malum bölgesel çevreler durumdan vazife çıkaracaktır. Yakın çevredeki komşuların durumunun, Tunus’u etkileme bakımından, şimdikinden pek farklı olmaması bekleniyor. Durum kötüleşmeyeceği gibi, Libya pazarının hâlen kapalı olması ve Cezayir pazarının da siyasi belirsizlik nedeniyle açılmaması yüzünden yeni bir fırsat da sunmayacaktır.
Özetle, çıtası yüksek beklentiler açıklık, irade ve samimiyet ve daha öncesinde ise uygun bir ortamı ve kurumsal bir gücü gerektirir. Ancak meclisin kırılganlığı, hükümetin zayıflığı ve cumhurbaşkanının alışılmadık bir tip oluşuyla belirginleşen kurumsal durum, yükselen beklentilere hızlı cevap niteliğinde bir çözüme izin vermeyebilir.

Muhtemel Senaryolar

Çözülmesi gereken ikilem, aşağıdaki veriler ışığında, insanların kalkınma ve yolsuzlukla mücadele taleplerine cevap vermek:
·        Çalışmaya hemen başlamayı ve işlerin değişeceğine dair hızlı ve net işaretler vermeyi gerektiren, beklentilerin ve vaatlerin çıtasının yükselişi.
·        Seçmenlerinden ve diğerlerinden iktidar talep ederken meclisteki sandalyelerin dörtte birinden azını elde edebilen, baskı altındaki birinci parti. Kendi çocukları onu mütereddit olmakla, destekçileri ise başkalarının arkasına saklanarak sorumluluktan kurtulmaya alışmakla suçluyor; doğal müttefikleri aynı taban için yarışıyor ve yerine geçmek için onu köşeye kıstırmayı planlıyorlar.
·        Sokakların hareketliliğine bel bağlayan ve buna uzun süre güç yetirebilen, –Nahda Hareketi’ni rahatsız edecek şekilde bir dizi milletvekili bloku onun yanında yer alsa da– meclisin ve milletvekili dağılımının tutsağı olmayı reddeden, sıra dışı bir vizyona sahip ve şahsiyeti güçlü bir cumhurbaşkanı.
·        Reform konusunda özel vizyonu olan bir sendikanın yanı sıra, siyasi bir destek ve toplumsal bir uzlaşı gerektiren büyük reformlar ve kamu maliyesi üzerinde büyük yükler.
Bu veriler ışında mümkün olan ulusal senaryolar neler?
Senaryoların tasnifi iki faktöre bağlı:
·        Devlet kurumlarının, özellikle de üç başkanın (yani cumhurbaşkanı, başbakan ve meclis başkanının) –içine düşülmesi hiç de imkânsız olmayan bir kurumsal krizden kaçınacak şekilde– uyumlu ve verimli bir şekilde çalışabilme becerisi.
·        Hükümetin başarılı olma ve ümidi ve güveni yeniden tesis edebilme becerisi. Bu ise büyük örgütlerle iş birliğine dayalı bir ilişki kurabilen güçlü bir hükümet olmadan gerçekleşemez.

İyimser Senaryo: Cumhurbaşkanının görev vermesinin ardından bir ay içinde Nahda’nın, –meclisten ya doğrudan katılımla ya da sadece dışarıdan destekle ve halkın taleplerine cevap veren bir programla– mümkün olan en geniş tabanlı hükümeti kurmayı başarması ve başbakan ile meclis başkanını, makamını doldurabilecek ve diğer iki başkanla etkileşim kurabilecek güçlü ve esnek kişilerden seçmesi.
Bu seçeneğin başarılı olma şartları:
·        Demokratik Akım, Halk Hareketi, Yaşasın Tunus ve Tunus’un Kalbi’nden bir miktar milletvekili ile küçük partiler ve bağımsız milletvekillerinin esnek ve sorumlu etkileşimi.
·        Cumhurbaşkanının cesaretlendirici ve bir araya toplayıcı rolü; işçi sendikasının ve özellikle de Tunus Sanayi, Ticaret ve El Sanatları Konfederasyonu’nun (UTICA) anlayışı; seçmenlerin iktidar için verdiği mesajlara bağlılık ile yönetim sistemine bütüncül bakışı bağdaştıran Nahda Hareketi’nin uzlaşmacı esnekliği.
Bu seçeneğin formülasyonları:
·        Nahda’nın meclis başkanlığını alıp başbakanlığı bağımsız bir şahsa teklif etmesi.
·        Nahda’nın başbakanlığı alıp kendisi dışından bir meclis başkanlığında anlaşması.
·        Nahda’nın hem başbakanlığı hem de meclis başkanlığını alma imkânı olmadığı gibi, bu makamların her ikisini de başkalarına bırakması seçmen iradesine aykırı olup hareketin kendi içinde kabullenilmez ve süreç de başarılı olmaz.

Makbul Senaryo: Nahda’nın gerekli asgari sayıya ulaşamayarak hükümeti kuramayıp görevi iade etmesi; cumhurbaşkanının –anayasal yetkisine dayanarak– görev verdiği bir kişinin –Nahda’nın da katılımıyla veyahut muhalefette kalmayı tercih etmesiyle– hükümeti kurmayı başarması.
Bu seçeneğin başarı şartları şunlar:
·        Önerilen şahsın ismi ve nitelikleri
·        Nahda Hareketi’nin hükümete katılmak veya itiraz etmemek suretiyle esnek bir reaksiyon göstermesi.

Kötümser Senaryo: Nahda’nın da ardından görev verilecek kişinin de hükümeti kurmayı başaramaması; Tunus erken seçime doğru giderken Yusuf eş-Şahid hükümetinin ülkenin işlerini yürütmeye devam etmesi ve –şikayetlere ve protestolara rağmen– halkın bunu kabul etmesi. Bu durumda geçtiğimiz Temmuz ayında meclisten geçen, ancak merhum Cumhurbaşkanı Baci Kaid es-Sibsi’nin imzalamayı reddettiği Seçim Kanunu’ndaki değişiklikleri yeni cumhurbaşkanının imzalamasının ardından yeniden seçim sandıklarına gidilecek. Zira seçimlere mevcut kanunla gidilirse sonuçlarda ciddi bir değişiklik olmayacak. Eğer seçim kararı alınırsa yaz başından evvel yapılmayacak.

En Kötü Senaryo: Bir önceki ihtimale, toplumsal protestonun şiddetlenmesi ve oy kullanmaya gitmenin reddedilmesi eşlik eder; bu durumda Tunus’un gidişatı belirsizleşir. Bu nedenle ağır basan senaryo birincisi veya ikincisi; zira hiç kimse ülkeyi bir meçhule sürüklemenin maliyetini yüklenemez ve erken seçim macerasının sonuç vereceğinin bir garantisi olmadığını herkes idrak etmiş durumda.


[1] Bakiye sistemi, bir seçim çevresinde değerlendirilmeyen artık oyların milli seçim çevresinde birleştirilerek partiler arasında dağıtılmasıdır. Oy oranına göre meclisteki sandalye dağılımının en adil olduğu seçim sistemidir. Türkiye’de sadece 1965 seçimlerinde uygulanmıştır. (Çevirmenin notu)

Abdelhamid Jlassi, Tunuslu bir siyasetçi ve araştırmacıdır. Nahda Partisi’nin örgütsel inşa, müzakere, seçim kampanyası ve stratejik planlamadan sorumlu yöneticisidir. Araştırma konuları demokratik dönüşüm ve geçiş dönemi adaletidir. 2018’de yayımlanan devrim öncesi kitaplar serisi içinde Korku Devleti kitabını kaleme almıştır. 2016’da Şehitler Anayasayı Yazar ve Küçük Eller Yalan Sözlemez ile 2017’de Tadına Doyulmayan Hırsızlık kitaplarının yayımlandığı “Yokluğun Hasadı” başlıklı bir seri çerçevesinde, hâlihazırda Tunus’ta diktatörlüğe karşı direniş hafızasını korumaya odaklanan bir araştırma projesi üzerinde çalışmaktadır.