12 Haziran 2023 Pazartesi

SADE SODA’NIN ZAHİDE TUBA KOR İLE SÖYLEŞİSİ

 

SADE SODA’NIN ZAHİDE TUBA KOR İLE SÖYLEŞİSİ

Söyleşi: Zahide Tuba Kor

Söyleşiyi yapanlar: Mediha Sümeyye Kara, İclâl Yılmaz, Rüveyda Korkut, Büşra Karayıl

Sade Soda dergisi, “Aynı Sırayı Paylaşanlar” bölümü, sayı 16, yıl 7/2023, s. 42-45


NOT: Sade Soda dergisinin bendenizle yaptığı bu söyleşi uzun olduğu için bir kısmı dergide yayınlanamadı; derginin internet sayfasında yayınlanacak o kısımları da ekleyerek blogumda paylaşıyorum. Aynı zamanda söyleşinin mümkün mertebe kısa olması için söyleyemediklerim /yazamadıklarımı da birkaç yere ekledim. Eklemelerin tamamı kırmızı renklidir.

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Sade Soda’nın bu sayısında “Aynı Sırayı Paylaşanlar” Zahide Tuba Kor’u ağırlıyor. Orta Doğu çalışmaları ile tanıdığımız konuğumuzun, bu alanla yolunun nasıl kesiştiğini, çalışmayı hayat tarzı hâline getiren düşünce sistemini, yazarlık serüvenini konuştuk ve yönü İslam dünyasına dönük duran bir hayatı daha yakından tanımaya çalıştık.

Zahide Tuba Kor kimdir? Sizi kendi dilinizden tanımak isteriz.

1991’de Kadıköy İmam Hatip’e başladım, İngilizce ağırlıklı Süper Lise kısmından 1999’da mezun oldum. 7. sınıftan itibaren tek hayalim matematik okuyup Kadıköy İmam Hatip’te öğretmenlik yapmaktı ama 28 Şubat sağ olsun, zorlu imtihanlar sonucunda beni çok daha güzel yerlere getirdi. 28 Şubat’ın İHL’lere katsayı engeli çıkartmasının ilk mağdurlarındanım ve bu nedenle yaşadığım savrulmanın hikâyesi uzun. Şöyle özetleyebilirim: Üniversite sınavına yıllar evvelinden sayısal olarak hazırlanmaya başladım ama son sene katsayı engeline karşı bir önlem olarak yabancı dilden sınava girdim. Deprem bölgesindeki Sakarya İlahiyat’ı kazandım. Eşit ağırlık puanımın yüksek olması sayesinde Kıbrıs’a Uluslararası İlişkiler okumaya gittim. Orada bir sene okuduktan sonra yatay geçiş için başvurduğum her iki üniversiteden de kabul aldım. Önce 15 gün İstanbul Bilgi Üniversitesine gittim, sonra Marmara Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde eğitimime devam ettim. Yani 13 ayda 4 üniversite değiştirdim.

Üniversiteden 2003’te mezun oldum. 2007’de Türkiye-Suriye ilişkileri üzerine yüksek lisansımı tamamladım. Üniversiteyi bitirdikten sonra ilk yaptığım iş, İHH’nın Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine Filistin kitabını güncellemek oldu. Daha sonra Anlayış dergisinde yazar ve editör olarak 6 sene çalıştım. Ardından BİSAV’ın Küresel Araştırmalar Merkezinde 4 sene koordinatör yardımcılığı yaptım. 2014’te Arapça dil eğitimimi tamamlayabilmek hedefiyle işi bıraktım. O zamandan beri serbest çalışıyorum. 7 kitabım, 100’den fazla yazım ve 700 çevirim var. Suriye konulu 2 kitabım daha çıkacak inşallah. Ortadoğu üzerine semineler veriyorum. 2016’dan bu yana gençlerle sürekli okuma grupları düzenliyorum. Bu sene 17. grubumu tamamladım. Kısaca hayatımı siz gençlere adadım.

Her söyleşide muhakkak sorduğumuz bir sorumuz var: İmam Hatip yıllarınıza dair unutamadığınız bir anınız var mıdır ve İmam Hatipli olmak hayatınızı nasıl etkiledi?

Çok şanslıydım çünkü Süper Lise kısmında okuduğum için hocalarımız seçilmişti. Hayatımda iz bırakan iki hocamı zikretmek isterim. 6. sınıfta Kur’an-ı Kerim dersime giren Hasan Uysal, aynı zamanda müdür muaviniydi. Derslere mecburen 5 dakika geç kalırdı. Her seferinde bize derse geç geldiği için çok üzüldüğünü, muavinliği idarenin zorlamasıyla yaptığını söylerdi. Ve derdi ki vaktinde gelebilsem o 5 dakikada ben size neler neler anlatırdım. Yine o yıllarda öğretmen maaşları düşüktü gerçekten. Kendisi mahallesindeki pazarda çorap satardı ve “Öğrencilerim görüp koskoca müdür muavini pazarda çorap satıyor diye şaşırıyor. Hâlbuki ailemin geçimini helal parayla sağlıyorum. Bu benim için şereftir.” derdi. 

Diğeri, 11. sınıfta Akaid dersime giren Mustafa Engin. Üniversite sınavına odaklandığımız için meslek derslerini önemsemeyip test çözmek için ısrar ederdik. Mustafa hocamız, biz dersi dinlemeyip test çözdüğümüz hâlde dönem boyunca düşük bir ses tonuyla kendi kendine akaid anlattı. O zamanlar bu duruma gülerdim. Yıllar sonra şunu fark ettim ki hocam mesleğinin gereğini yaptı, dersini öğrenci istiyor diye boşlamadı ve ailesinin boğazından helal lokma geçirdi. Bu, o kadar önemli ki. Belki arkadaşlar arasından anlattıklarını dinleyenler de olmuştur. Lise çağında insan önemli ile önemsizi, değerli ile değersizi ayırt edemiyor. Yıllar geçtikten sonra birçok hocamızın ne kadar haklı olduğunu gördük… 

Ben bu değerli hocalarımdan hem helal kazancın ne denli önemli olduğunu hem de boşa geçecek her dakikanın bir kul hakkı olduğunu öğrendim ki bunlar aynı zamanda kendi annem-babamdan öğrendiğim şeylerdi. Bu yüzden derslerimde ve seminerlerimde hiç boş vakit geçirmem ve boş kelam da etmem, her anın hakkını vermeye çalışırım.

Bir gününüz nasıl geçer? Rutinleriniz var mıdır?

Sabah 9.30 gibi çalışmaya başlarım. Günde 12 saat çalışırım. Aynı anda birkaç farklı iş yapamam. Birini bitirip öbürüne başlarım. Sadece çok yorulup zihnim çalışamaz hâle geldiğinde ailemle deniz kenarında kahvaltıya çıkarım, o kadar. Çok şükür ki çalışıp üretmekten başka bir rutinim yok. İnşirah Suresinde zaten “İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış ve yorul, Rabbine yönel.” buyuruluyor.

Kendi hikâyemizi yaşarken başkalarının hikâyelerinden etkileniriz, zaman zaman kendimize paylar çıkarırız. Şöyle bir baktığınızda hikâyenizde en çok kimin\kimlerin izlerini görüyorsunuz?

Ben hayatta her şeye ibret nazarıyla bakmayı öğrendim. Çünkü Müslüman’ın nazarı ibret nazarı olmalıdır. Dolayısıyla tabiatta bir dut ağacından tutun dünyada yaşanan herhangi bir olaya, her bir insanın hayat hikâyesine kadar her şey benim için son derece öğreticidir. Mesela üniversitede uluslararası siyaset dersinde Soğuk Savaş dönemi işlenirken Amerika’yla Sovyetler Birliği’nin rekabetinden ve çatışmasından kendime ve insan ilişkilerine dair nice paylar çıkardım. Depremden pandemiye kadar yeryüzünde yaşanan ve kâinatta var olan her şey insanın kendine pay çıkarması, çekidüzen vermesi içindir.

Yine de belli bir isim vermem gerekirse hayatımı en çok etkileyen kişiler annem ve babamdır. Yazarlık hayatımı etkileyen Mustafa Özel’dir. Düşünce hayatımda ise önemli bir mütefekkir ve tıp doktoru olan Tunus’un eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki’dir.

Orta Doğu üzerine kapsamlı çalışmalarınız olduğunu biliyoruz. Orta Doğu’ya ilginiz ne zamanlarda başlamıştı?

Ben Birinci İntifada çocuğuyum, ilgim 7-8 yaşlarında başladı. Akşamları haberlerde İsrail askerlerinin taş atan çocukların kollarını kırdığı görüntüleri izlerdik. Her seferinde Filistinlilere yardım edebilmek için Allah’a dua ederdim. Filistin hassasiyetim ve okumalarım hep devam etmekle birlikte bu dualarımı unuttum. Nasıl oldu bilmiyorum ama 31 yaşındayken Mavi Marmara yolcularıyla röportaj kitabımın mizanpajı sırasında bir anda çocukluktaki dualarımı hatırladım.

Geçmişime baktığımda hayretler içinde şunu fark ettim: 28 Şubat’ta yaşadığım imtihanlar, çocukluktaki dualarımın gerçeğe dönüşmesinde en önemli merhaleydi. O süreçte ben 180 derece değiştim. İmam Hatip yıllarımda biri bana ileride Orta Doğu uzmanı olup konuşmalar yapacağımı, yazılar yazacağımı söylese inanmazdım. Çünkü kompozisyon dahi yazamazdım, tarihi ezber bir alan zannederdim, kafamın sözele çalışmadığını düşünürdüm, sayısalcı kibri içindeydim. Dolayısıyla samimiyetle edilen dualar çok önemli.

Hayatta karar vermekte zorlananlara, ikilemde kalanlara neler söylemek isterdiniz?

Yapmayı ihmal ettiğimiz en önemli şeylerden biri Allah’a tevekkül. Bir arkadaşımın çok beğendiğim bir sözü vardır, “Allah ayarlasın.” der. Kul olarak kavli ve fiili duayı yapıp, yani çalışıp elimizden gelen bütün çabayı gösterip sonrasını Allah’ın takdirine bırakmak gerekir. Çünkü Rabbimiz bizi bizden daha iyi tanıyor. Bir diğer önemli nokta da imtihanı yaşarken nasıl bir duruş sergilediğimizdir. İsyan edip her şeyi berbat da edebiliriz, İslam’a yaraşır şekilde davranıp güzel bir sonuç da alabiliriz. 34 yaşıma geldiğimde şunu gördüm ki hayatım boyunca her neye üzüldüysem boşuna üzülmüşüm. Yaşadığım her imtihan, doğru bir duruş sergilemem sayesinde, bana hayalini dahi kuramayacağım çok güzel kapılar açtı.

Doktora yapmayı bilinçli olarak tercih etmediniz. Bizim için bu konuyu biraz açabilir misiniz? Sizi akademiden uzak tutan durum neydi? Hatta sorumuzu şöyle soralım: Türk akademisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yazarlık hayatımda beni en çok etkileyen kişi Mustafa Özel demiştim. Kendisi iktisatçıdır. Yazılarını öyle bir yazardı ki ilkokul mezununa da iktisat profesörüne de aynı anda hitap ederdi. Bu çok zor bir iş. Yazılarını okurken sadece akılla değil gönlü de katarak yazmak gerektiğini fark ettim. İyi bir yazı için dört organ çalışmalı: göz, kulak, akıl ve kalp. Göz, yazıda imla ve harf hatalarının olmasını engeller. Kulak, metni anlaşılır kılmaya, kelimelerin bir nehir gibi akmasına yardımcı olur. Akıl, yazının mantıklı olmasını ve argümanların çelişmemesini sağlar. Gönül, yazının kalıcı bir etki bırakmasını sağlar ve hatta okuyanın düşüncesini ve davranışını değiştirebilir. Bunu keşfettikten sonra uzun süre yazı yazamadım. Yazılarım başkaları tarafından beğenilse bile benim için değersizleşti. İstediğim üsluba ulaşana kadar çok sancı çektim ve sonunda başardım. Buna ulaştıktan sonra akademiye dönmedim.

Akademi belli bir kesime hitap ediyor ama ben ulaştığım üslupla her çeşit insana dokunabiliyorum. Akademik dil, soğuk ve mesafeli; bilgi vermesi bakımından değerli ama okuyucunun eylemlerinde bir değişime yol açmıyor. Ayrıca bize şöyle düşünmelisin diye dayatıyor; ben her türlü dayatmaya karşıyım. Üniversite öğrencilerinin birçoğunun hedefi dersi öğrenmek değil diploma almak, ama benim okuma gruplarıma yalnızca öğrenmek için geliyorlar. O kadar çok kişi “Hayatımı, düşünce dünyamı değiştirdiniz.” dedi ki akademide bunu yapamazdım. Benim hakkımda tek başına bir enstitü diyenler var. Çok şükür, kendi kendime bunu yapabiliyorum, bir yere bağlı olmak zorunda değilim. Ama bu konuda beni örnek almayın, sonra üzülürsünüz. Çünkü benim çok farklı bir hayat felsefem var.

Üniversitelerimize gelince birçoğu yüksek lise formatında maalesef. Öğrencilerin seviyesi de düşük. Daha ortaokul-liseden itibaren karne notları şişiriliyor gibi geliyor bana. Bu, öğrencilere çok büyük bir kötülük. Velhasıl kaliteli akademisyenler de karşılarına gelen öğrencilerin kapasitesi yüzünden çıtayı yükseltici fazla bir şey yapamıyorlar. Öte yandan akademiyi eleştirebiliriz de siz gençler kendinizi üniversiteye layık olacak şekilde yetiştirdiniz mi?

Dil becerisi nasıl geliştirilir? Yeni bir dil öğrenmek için yola koyulanlara tavsiyeniz ne olur?

Öncelikle ana dilin iyi öğrenilmesini tavsiye ediyorum. Bir dil sizin ana diliniz diye iyi bildiğiniz anlamına gelmiyor. Yabancı dile gelince, gramer ve kelime bilmek yetmez; o dilin ürettiği anlam, fikir ve değer dünyasını da bilmek gerekir. Bu arada okuma, dinleme, yazma ve konuşma becerisini geliştirmenin metotları farklıdır, her birine ayrı emek vermek lazımdır. Bu arada Türkçenin mantığıyla yabancı dilleri öğrenmeye çalışmayın, her dilin ayrı bir mantığı vardır.

Yabancı dili de ana dilinizi de iyi öğrenmek için o dili iyi kullanan insanların yazılarını okuyun. Bir kitabı veya yazıyı üç şekilde okuyabilirsiniz: muhtevaya odaklanarak, üslubu inceleyerek, metoda bakarak okuma. Genellikle kitapları muhtevayı öğrenmek için okuyup kapatırız ama diğer yönler de önemlidir. Ben hiç yapmadım ama şarkı ve çizgi film izlemek de tavsiye ediliyor.

Liseyi bitirmeden Türkçenizi, üniversiteyi bitirmeden de yabancı dilinizi tamamlamalısınız. Dil, bir alet ilmidir. Yani ilmin kendisi değildir, ilme ulaşma aracıdır. Eğer o araca sahip değilseniz ilmi de yerli yerinde anlayamazsınız. Bu durum hem ana dil hem yabancı dil için geçerlidir.

Acı tecrübeleri olan bölgelerde çalıştınız, mülakatlar yaptınız... Bize buralardan anlatabileceğiniz bir anınız var mıdır? Ve bu şahit olduklarınızdan hareketle herkesin bilmesinde yarar gördüğünüz bir hayat tecrübesi...

Çok etkili ve öğretici hikâyeler var. Beni en çok etkileyenlerden biri, Kilis’teki bir yaralı bakım evinde karşılaştığım kanser hastası kadındı. 5 yıldır Kilis’te tedavi görüyor, Türkiye’den Suriye’ye bir kere geri dönenin girişine tekrar izin verilmediği için Suriye’ye dönemiyordu. Eşi 3 sene evvel vefat etmişti. 9 ile 18 yaş arasındaki 7 çocuğu Azez’deki bir çadır kampta kalıyordu. Çocuklarını kime emanet ettiğini sordum. Dedi ki “Hiç kimsem yok, Allah’a emanetler.” Düşünün, çocuklarından 4 ila 13 yaşlarındayken ayrılmak zorunda kalmış. (Söyleşi yayınlandığında bu hanımın vefat haberini aldım.)

Savaş bölgelerindekilerin hikâyelerini dinledikçe bizim ne kadar yanlış çocuk yetiştirdiğimizi görüyorum. Türkiye’de ebeveynler çocuklarına karşı aşırı koruyucular ve sorumluluk vermiyorlar. Sanıyorlar ki kendileri bu dünyada ilelebet yaşayacaklar. Ebeveynlerin en önemli görevi, çocuklarını iki ayağı üzerinde, ele muhtaç kalmadan, şerefiyle yaşayacak şekilde yetiştirmektir.

Kilis’te tanıştığım Halep’teki bir ortaokulda müdire olarak çalışmış bir hanımın hikâyesi de çok çarpıcıydı. Öğrencilerinin hafızlık icazet töreni sırasında Rus uçakları okulu bombalamış. 70 öğrencisi ve yeni evlendiği eşi orada ölmüş, kendisi görme yetisini kaybetmiş ve felç olmuş. “Tepemize düşen bombayla bütün sıhhat ve afiyetim, işim, yuvam, eşim, emniyetim, huzurum, görme yetim... hiçbir şeyim kalmadı.” dedi. İnsanoğlu sahip olduğu her şeyi bir anda yitirebiliyor.

Savaşı yaşayanlarda ibretlik çok hikâyeler var. Savaş çalışırken Kur’an ayetlerini, mesela mülkün Allah’a ait olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Yıllardır öğrencilerime hep hayat tarzımızın çok şımarıkça olduğunu, dertlerimizin dert olmadığını söylüyorum. Bir insan karnı toksa, başını yastığın üstüne koyup tüm gece uykusu bölünmeden uyuyabiliyorsa çok şanslıdır. Çünkü Orta Doğu’da yıllardır milyonlarca insan gece yataklarında ve tok karna uyuyamıyor.

Kavgalarımız ve dertlerimiz boş, tatminsiziz, sürekli eksiklerimizi görmekten şükretmeyi bilmiyoruz diye yıllardır uyarıyordum. Suriye’nin 10 yılda savaş yüzünden yaşadığı yıkımın bir benzerini biz de 2 dakikada depremlerle alıverdik maalesef. Suriyelilerle yaptığım röportajlarda yıllardır ne duyduysam şimdi depremzedelerimiz benzerlerini söylüyor ve yaşıyorlar. Bu çok çarpıcı ve sarsıcı bir durum. Savaşlar da doğal afetler de son derece öğreticidir.

Bu arada zihnimizdeki bilgi kirliliği yüzünden gayet iyi niyetle baktığımızda da birçok şeyi göremiyoruz. O yüzden okumak çok önemli. Mesela okuma gruplarıma katılan 50 yaşlarında bir hanım vardı. Bütün ömrünün İslam davasıyla geçtiğini ama okuma grubum sayesinde İslam dünyasıyla ilgili hiçbir şey bilmediğini fark ettiğini söyledi. Hiçbir şey bilmeden yüklendiğimizi zannettiğimiz büyük davalar nasıl başarıya ulaşabilir ki? Bilmeden nasıl bilinç sahibi olunabilir mi?

Çevremizde savaşlar var ve bizler dünyanın Müslüman gençleri olarak bunlara ilaç olmak istiyoruz. Fakat ekonomi, savaş vb. yarınlara bakan gözlerimizin ışığını yitirmesine sebep oluyor... Bu coğrafyadaki birçok parametreyi bilen, civarı okumuş biri olarak bize neler söyleyebilirsiniz? Hatta şöyle desek olur mu? Bizleri nasıl teselli edersiniz, yoksa teselli mümkün değil mi?

İslam ile kapitalist sistem arasındaki en büyük fark şu: Kapitalist sistem sonuca bakar ve başaramayanı adam yerine koymaz ama İslam tam tersine sonuca değil sürece bakar ve zafer değil gayret bekler. Yine süreç boyunca atılan her adımın da hesabını sorar. Yani İslam’da amaca ulaşmak için her yol mubah değildir.

Her birimiz kendi kapasitemize göre bir binanın tuğlası, çimentosu, demiri veya kapısı, penceresi, çatısıyız. Tek başımıza bina olma hayaline kapılmamalıyız. Mesele, binadaki sorumluluğumuz olan boşluğu doldurabiliyor muyuz ve bunu doğru düzgün gerçekleştirebiliyor muyuz? Eğer misyonumuzu doğru düzgün yapmıyorsak depremde gördüğümüz gibi binanın yıkılmasına bile yol açabiliriz.

Bana “Filistin için ne yapabiliriz?” diye soruyorlar. Onlara “Sizin ne yapacağınıza ben karar veremem” diyorum. Çünkü Allah hepimize farklı yetenekler vermiş. Hem yeteneklerinize göre gayret gösterin hem de samimiyetle dua edin ki Allah sizi yönlendirsin.

Öte yandan gençler 150 yıldan fazladır tartışılan konularda bizden hap bilgiler ve hızlı çözüm reçeteleri istiyor. Derin meselelerin hızlı çözümü yoktur. Bu arada pek farkında değiliz ama 150 yıldır üretilmiş tüm fikri akımların kendini tükettiği bir dönemdeyiz. Bu, Türkiye, İslam dünyası ve Batı için de geçerli. Dolayısıyla siz yeni neslin görevi, geçmişin tecrübesini çok iyi bilip ve dünyanın gidişatını görüp hayalci değil ayağı yere basan yeni fikirler üretmek. Geçmişteki hatalarla ve yakıcı hakikatle yüzleşmeye cesaretiniz var mı?

Ayrıca biz hep devlet odaklı bakıyoruz. Oysa Kur’an-ı Kerim’de keşfettiğim en önemli şey insana odaklanmasıdır. Allah, devlete ve topluma değil bireye hitap ediyor, insanı yeni bir zihniyetle yeniden üretmeyi önceliyor. “Dünyayı ve başkalarını düzeltmeliyiz” diye kolları sıvamadan evvel “Ben düzelmezsem dünya düzelmez” mottosuyla hareket edin derim. Öğrencilerime hep şunu söylerim: Âleme nizam vermeden evvel kendinize ve ailenize nizam verin.

Şunu da bilmeliyiz ki tek bir nesille kurtuluş gelmez, her şey birikimseldir. Tarihten örnek vereyim. Hanefilik hiç yoktan İmam-ı Âzâm Ebu Hanife tarafından kurulmadı. O, sahabe Abdullah bin Mesud’dan başlayan fıkıh metodunu geliştiren zincirin 3. veya 4. halkasıdır. Yeniden bir Selahaddin çıksın ve İslam dünyasını kurtarsın diye bekliyoruz. Oysa Selahaddin-i Eyyubi tek başına ortaya çıkıp Kudüs’ü kurtarmış değil. Babası, dönemin önemli bir siyasetçisiydi. Ordu komutanı olan amcası, ileri derecede askerî bir dehaydı. Haçlıların elinden Suriye topraklarını geri almaya ilk başlayan, Eyyub ailesinin emri altında girdiği İmâdüddin Zengî ve oğlu Nûreddin Zengî idi. Selahaddin bu kişilerle birlikte Selahaddin olmuştur, tek başına değil. Benzer şekilde Theodor Herzl Siyonizm’in temellerini attıktan sonra fazla yaşamadı. Onun arkasından davasını yürüten çok önemli isimler vardı ve 50 yıllık mücadelenin sonunda İsrail devleti kuruldu. Öğrencilerime hep şunu soruyorum: Var mısınız 50 yıllık bir mücadeleye?

Mucizeler beklemeyin. Tarihte, Allah’ın Ebabil kuşlarıyla müdahale ettiği çok az olay vardır. Hz. Peygamber (sav)’in bile 23 yıl uğraştığını hiç unutmayın ki bu, dünya tarihinde alınmış en hızlı sonuçlardan biridir. Kısa zamanda kolay zaferleri Allah peygamberlerine bile nasip etmemiş, biz kimiz ki? Sizi uzun, hatta nesiller boyu sürecek bir çabaya davet ediyorum. Var mısınız?

“Algılar ve Gerçekler Arasında Suriye” seminerlerinizde bahsettiğiniz konular özelinde ülkemizde/dünyada mültecilik algıları/gerçekleri birbiriyle çatışmak zorunda mıdır?

Algılarla gerçekler eğer bilmiyorsanız ve öğrenmeye tenezzül etmiyorsanız yahut sosyal medyayı bir bilgi kaynağı zannediyorsanız çatışır. Hakikat arayışındaysanız -ki Müslüman öyle olmalıdır- ve araştırma yöntemlerini biliyorsanız, dünyaya ve insana önyargıyla bakmıyorsanız algılarınız gerçeklerle örtüşür. Bugüne kadar hiç komşunuz veya iş ya da okul arkadaşınız Suriyelilere “Ne yaşadınız da ülkenizi terk etmek zorunda kaldınız?” ve “Burada ne gibi sıkıntılar yaşıyorsunuz?” diye önyargısız, sadece öğrenmek kaygısıyla sordunuz mu?

Algı bozukluğumuzun temel sebebi Suriye’de 12 yıldır sahada neler yaşandığını hiç ama hiç bilmememiz. Bu da Suriye’yi ve dünyadaki diğer olayları hep kendi deneyimlerimiz, güvenlik kaygılarımız ve iç tartışmalarımız üzerinden okumamızdan kaynaklanıyor. Oysa her milletin kendi tarihi, siyasi, iktisadi ve toplumsal gerçekliğinden neşet eden kendi gerçekliği vardır. Neticede, kendimizi yaşamadığımız imtihanların galibi sanıyoruz ki bu çok tehlikeli. Kendimizi temel kıstas alarak dünyaya bakıyoruz ama kendimizi ne kadar bildiğimiz de koskoca bir soru işareti. Yani “Algılar ile Gerçekler Arasında Türkiye” başlıklı seminerlere de ihtiyaç var.


KISA KESELİM AYDIN HAVASI OLSUN

Yıkmak istediğiniz bir algı var mıdır?

Bütün önyargılar. Daha özelde de savaş algıları.

Şu röportajı ben yapsaydım dediğiniz röportaj?

Aslında yaptım. Tunus’un Eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki ile iki defa röportaj yaptım.

Son okuduğunuz kitap?

Salyangoz Suriye Zindanları, Mustafa Halife.

Son izlediğiniz YouTube videosu?

Talha Çiçek’in Osmanlı Modernleşmesine Çölden Bakmak Konuşması.

Sizde en çok iz bırakan kitap?

Arap Dünyasının Krizleri, Munsif Merzûkî.

Şu an ruhunuzun bulunmak istediği yer?

Özbekistan.

Şam deyince aklınıza gelen üç şey?

Tatlı (özellikle kuru baklava), Şam Emevi Camii, Şam’ın muhteşem eski evleri.

Kudüs deyince aklınıza gelen üç şey?

Harem-i Şerif, Peygamberler ve dinler tarihinin izini süreceğiniz ve insan tiplerini gözlemleyebileceğiniz yer, İslam dünyasının yıkıma uğramamış son tarihî beldelerinden biri.

Elinizde sizi dilediğiniz zamanda dilediğiniz yere ulaştıracak bir güç olsa hangi zamanda nereye gitmek isterdiniz?

“Allah bana burada ve bu dönemde bir misyon biçmiş.” diye düşünüyorum. Bu dönemde, burada yaşadığım için çok mutluyum.

Yaşlanınca nerede yaşanır?

Tabiatın sesini işiteceğim, kokusunu duyacağım yerde.

En sevdiğiniz şehir?

Dünyada Üsküp ve Hive, Türkiye’de Mardin.

Türkiye’de doğmasaydınız nerede doğmak isterdiniz?

İstanbul’da doğup büyümek Allah’ın en büyük nimetidir. Neden başka yer isteyeyim?

 

Z.T.KOR İLE SÖYLEŞİ: ALGILAR VE GERÇEKLER ARASINDA SURİYELİLERİN GENEL DURUMU


ALGILAR VE GERÇEKLER ARASINDA SURİYELİLERİN GENEL DURUMU

Söyleşi: Zahide Tuba Kor

Konuşan: Şehadet Özek

Genç dergi, Haziran 2023, http://m.gencdergisi.com/14955-algilar-ve-gercekler-arasinda-suriyelilerin-genel-durumu.html

 

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.

 


Şehadet Özek: Ortadoğu Uzmanı, Araştırmacı Yazar Zahide Tuba Kor Hocamız ile Suriyelilere yönelik varolan önyargıları ve gerçekleri konuştuğumuz röportajımız dileriz Suriyelilerle yeniden aramızda kardeşlik köprüleri kurmamıza vesile olur.

Hocam Suriyelilere karşı ülkemizde bir ön yargı var. Kimisi rahat olduklarından dem vuruyor kimisi de devlet hakkımızı onlara veriyor, işimizi elimizden alıyorlar gibi söylemlerde bulunuyorlar... Bu algıların doğruluk payı var mı sizin görüşünüz nedir?

Ülkemizde Suriye ve Suriyeliler ile ilgili söylentilerin yüzde 90-95 yanlış.

Türk devletinin verdiği parayla geçindikleri zannediliyor; oysa devlet hiçbir Suriyeliye tek kuruş para vermiyor, kira veya fatura yardımı da yapmıyor. Suriyeliler ya çalışarak ya da AB’nin finanse ettiği kişi başı 230 TL’lik Sosyal Uyum Yardımı ile geçiniyorlar (2017-2021 arası 120 TL idi). Kızılay Kart aracılığıyla dağıtılan bu AB yardımından Suriyelilerin yüzde 40’ı (1,4 milyonu) yararlanabiliyor. Bu arada AB, BMMYK, UNESCO, UNICEF, DSÖ gibi birçok uluslararası kuruluş eğitimden sağlığa farklı alanlarda proje bazlı destekler veriyor. Ayrıca Türklere veya Suriyelilere ait STK’ların da fakir sığınmacılara yardımları var; yurtdışındaki yabancı partner kuruluşların bu STK’lara maddi desteği hiç de az değil. Ama halkımız yardımların kendi vergileriyle karşılandığını zannediyor ki bu doğru değil.

Suriyelilerin yüzde 30-35’i (1 milyondan fazlası) alın teriyle çalışıp kendi ayakları üzerinde duruyor ve bunların arasında ilkokul çocukları da var. Kahir ekseriyeti, -işverenler yük altına girmek istemediği için- kaçak çalışmak zorunda kalıyor; yani sigortasız, düşük maaşla, uzun mesailerle ve izin hakkı olmadan... Zorlu çalışma koşulları yüzünden depresyona girenler bile var.

Suriyeliler bizim işimizi alıyor yaygarası çok. Oysa tarım, imalat ve inşaat sektöründe çalışan vasıfsız Türk işçiler dışında kimsenin işini almıyorlar; tam aksine onlar, Türk gençlerin yapmaya tenezzül etmediği (fabrika işçiliği, ziraat ve hayvancılık gibi) veya fazla becerikli olmadığı (el mahareti isteyen işler, tamircilik gibi) alanlarda çalışıyorlar. İki halk iktisaden birbirini tamamlayıcı özelliklere sahip. Yine şehirli Halepliler doğuştan tüccar ve girişimci olup Türkiye’de açtıkları birçok iş ve fabrika var. Suriyeli doktor, avukat, mimar gibi profesyonel meslek sahiplerinin ve iyi eğitimlilerin birçoğu burada kendilerine iş imkânı olmadığından Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. Arapça ve yabancı dil öğretmenliği yapanların sayısı da fazla.

Yıllardır görüştüklerimin çoğu, kirayı ve faturaları ödedikten sonra temel ihtiyaçlarını karşılayamamaktan yakınıyor. Ama tabii ki tüccar ve girişimci sınıftan iyi iş tutturup maddi bakımdan rahata kavuşanlar var. Öte yandan rejimin adamlarından olup Suriye’de halkın mallarını gasp etmiş veya kirli işlere bulaşmış burada gösterişli hayat sürenler de mevcut.

Üniversiteye imtihansız girip hakkımızı yiyorlar yaygarası var. Oysa yabancı öğrencilerin girdiği YÖS sınavıyla ve -Türklerin değil- yabancı öğrencilerin kontenjanından üniversiteye giriyorlar. Tam rakamı da vereyim: 2021-2022 döneminde Türkiye üniversitelerinde okuyan 260 bini yabancı toplam 8,3 milyon öğrenciden sadece 53 bini, yani oransal olarak binde 6’sı Suriyeliydi. Yabancı öğrenci sayıldıkları için yüksek harçlar ödemek zorunda olduklarından son yıllarda üniversite hayali suya düşen birçok genç var.

Vatandaşlık üzerinden fırtınalar kopuyor. Oysa “geçici misafir” statüsündeki Suriyelilerin vatandaşlık elde etme hakkı yok. Devlet yaptıklarıyla ülkemize faydası dokunacaklara ve bir de Türkmenlere davet usulüyle vatandaşlık veriyor. 11 yılda vatandaşlık elde eden Suriyeli sayısı 220 bin, yani bütün Suriyelilerin sadece yüzde 6’sı. 

Suriyeliler için rejim güçleri tarafından çıkan af kararları neticesinde ülkenize dönün çağrısı yapıldı. Bu çağrıdaki asıl amaç neydi? Giden Suriyeliler oldu mu?

Rejim 2011’den beri her sene bir veya birkaç af çıkartıyor zaten. Suriyelilerden aflara itibar edenler çok az. 2022’deki af kararının akabinde Suriye’nin kuzeyine gerçekleştirdiğim ziyarette bana şöyle dediler: “Bugüne kadar kaçıncı defa af çıktı, ama hepsi de koskoca bir yalandı. Rejimin geçmiş sicilini bildiğimizden burada kimse o af yalanını yutmaz.” “Geçmişte ilan edilen çatışmasızlık bölgelerinde (Dera’da, Guta’da vs.) rejimle anlaşıp boyun eğenler, yani ‘affedilenler’, sonradan ya hapsedildi ya da katledildi. Bir daha buna inanacak değiliz.”

Rejim sanki savaş bitmiş, halkıyla barışmış ve her şey normalleşmiş havası vererek uluslararası tecridi ve ekonomiyi felç eden yaptırımları kırmaya, kendine meşruiyet alanı açmaya çalışıyor. Geçmişte af vesilesiyle ülkeye dönenlerden veya hapisten çıkartılanlardan tekrar hapse atılanların veya kayıp olanlar var.

Öte yandan Suriye ekonomisi 2020’den beri çökük. Başkent Şam’da dahi -zenginlerin mahalleleri hariç- doğru düzgün elektrik, su, tüp, benzin ve yakacak yok. Suriye’de halkın yüzde 90’dan fazlası fakirlik, yarısı da açlık sınırı altında yaşıyor. Memur maaşı 20-25 dolar arasında; bu parayla aile geçindirmek imkânsız. İnsanlar yurtdışındaki akrabalarının yolladığı paralarla ayaktalar. Fakirlik yüzünden her türlü suç artmış durumda. Sokaklar dilenen dul ve yetimlerle dolu. Savaşta rejime sonuna kadar bağlı kalanlar bile artık yurtdışına çıkış yolu ararken af çıktı diye Suriyeliler döner mi?

Bu arada rejim ülke topraklarının üçte ikisine hâkim; ama nüfusun sadece üçte biri rejim bölgesinde yaşıyor. Bunların çoğu da kadınlar, çocuklar ve yaşlılar. İnsanlar dönmüyor, rejimin geri aldığı bölgeler boş. Çünkü güvenlik yok, çeteler cirit atıyor, rejim bombardımanında yıkılan binalar ve altyapı yeniden inşa edilmedi; birçok insanın geri döndüğünde başını sokabileceği bir evi, çocuğunu yollayacağı bir okul, hastalandığında gideceği bir hastane artık yok.

Rejimin geçmişte sokağa dökülmüş gençlerden intikam alma arzusu da zerrece dinmiş değil. Suriyeliler döndüklerinde başlarına ne geleceğini çok iyi biliyorlar. 

“İslam coğrafyasında gerçekten değişim-dönüşümü sağlayacak aktörler bireylerdir.” diye bir ifadeniz var. Bu düşüncenizi biraz açar mısınız? Zira İslam’da değişim-dönüşüm toplumsal bir zemin üzerinden dile getirilir genelde.

Aslında söylediğinizle fazla çelişmiyorum. Toplumu oluşturan da bireydir. Sizin işaret ettiğiniz zeminin temeline iniyorum.

Bu sözü, devlet mekanizmasına ve yönetici elite veya siyasi liderlere çok fazla anlam yüklediğimiz ve bir kahraman lider çıkacak sihirli değneğiyle her şeyi düzeltiverecek zannettiğimiz için söylüyorum. İlahi vahyin devleti veya toplumu değil, bireyi hedef alması bana çok anlamlı gelir. Tek tek bireyi yeniden inşa etmeden ve nitelikli bir hale getirip güçlendirmeden toplumda ve devlette hakiki bir değişim-dönüşümü sağlayamazsınız. Ben aşağıdan yukarı değişime inanlardanım, yukarıdan aşağıya değil.

İşin diğer bir boyutu, uzun süren savaşlarda nitelikli bireyler ya ülkelerini terk ederler ya hayatlarını kaybederler. Geride kalan gençler savaş yüzünden eğitim bile göremez ama eline silah alarak milisleşir ve zamanla silahın gücüyle yönetim kademelerine yükselirler. Sonuç tam bir felaket olur. Savaş bölgelerinde barış döneminde işte bunun sıkıntıları yaşanıyor. O yüzden diyorum ki tek tek bireyleri eğitmek ve güçlendirmek hayati bir mesele.

Yaşananların ardından sizin dikkatinizi çeken yeniden hayata tutunan, azmi ve umudu içerisinde barındıran bir hikâye oldu mu?

Birçok hikâye var.

2013’te ailesiyle Kayseri’ye sığınan bir genç kız, okula giden Türk çocukları gördüğünde hep ağladığını, komşuları sayesinde okula kabul edildiğini, tek bir kelime Türkçe bilmeden başladığı eğitim hayatında hem ortaokulu hem de liseyi birincilikle bitirdiğini anlatmıştı; şu an tıp fakültesinde.

Geçen sene İnönü Üniversitesi’nden yabancı öğrenci kategorisinde birincilikle mezun olan bir genç kız, 2015’te Türkiye’ye geldikten sonra hayata nasıl sıfırdan başladığını anlatmıştı. Dershanede, fırında, kafede düşük yevmiyelere çalışıp üniversite harcını biriktirmiş. Beyaz eşyası olmadığından bütün çamaşırını ve bulaşığını hep elinde yıkamış, kışın soğuktan donduğu olmuş. Bu şartlar altında tarih okuyup derece yapmıştı.

Kilis’e her gidişimde ziyaret ettiğim, şu an lisede okuyan bir genç var. Evleri bombalanıp üzerlerine yıkıldığı için bir bacağı kesik. Koltuk değnekli. Hem hafızlık yapıyor hem okuyor ve takdirle sınıfını geçiyor. 

Yakın zamanda bir kitabınız çıkacak, bize onunla ilgili ipuçları verebilir misiniz? Okuru nasıl bir kitap bekliyor?

Suriye ve Suriyelileri konu alan iki kitabım çıkacak. Algılar ile Gerçekler Arasında Suriye ve Suriyeliler başlıklı kitabımda konuları -yıllardır yaptığım saha araştırmalarına dayanarak- ben anlatıyorum. Henüz başlığını koymadığım, kapsamlı röportajlardan oluşan diğerinde ise hemen her meslekten, ideolojiden, etnik-dini gruptan, vilayetten ve yaştan otuz küsur Suriyeli ve Filistinli Suriyeliye devrim/isyan sürecinde, savaşta ve göçle birlikte neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini ve ülkelerinin bugünü ve geleceği hakkında neler düşündüklerini anlattırıyorum. Birbirini tamamlayıcı mahiyetteki bu iki kitap önemli bir boşluğu dolduracak.

 


Z.T.KOR: LÜBNAN’DA YAŞAYAN 4 SURİYELİ MÜLTECİ HANIMIN HİKÂYESİ

 

LÜBNAN’DA YAŞAYAN 4 SURİYELİ MÜLTECİ HANIMIN HİKÂYESİ

Zahide Tuba Kor

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


Lübnan ziyaretimde dullara, hastalara ve sakatlara gıda dağıtmanın yanı sıra onlarca Filistinli ve Suriyeli mülteciyle ve Lübnanlıyla röportaj yaptım. İlk olarak, Beyrut-Sayda arasındaki bir ilçede yaşayan 4 Suriyeli mülteci hanımla 19 Mayıs’ta yaptığım röportajları paylaşıyorum. 


2014’te Şam Kırsalı’ndaki Cobar’dan Lübnan’a sığınmış, 4 çocuklu dul bir hanım.

-        Niçin Lübnan’a sığındınız?

“Savaştan dolayı. İlçemiz havadan ve karadan sürekli bombalanıyordu. Ateş altında kaldık. Evimiz yıkıldı. 4 çocuğum vardı ve küçüklerdi. (2011’de en büyük çocuğu 8 yaşındaymış, en küçüğü ise yeni doğmuş.) Sürekli korku içindeydik.”

-        Sığınmak için neden Lübnan’ı tercih ettiniz?

“Çünkü o dönem iki ülke sınırları açıktı. Lübnan’da savaş yoktu ve her bakımdan Suriye’den daha iyiydi.”

-        Lübnan’daki hayatınız nasıldı, göçle birlikte hayatınızda neler değişti?

“İlk başta burada eşimin ailesiyle birlikte yaşıyorduk. Ama kayınpederim öldükten sonra boşandık. Aramızda ihtilaf ve geçimsizlik çoktu. Eşimin ahlakı da bozuktu… Burada çocuklarımla yalnız yaşıyorum, herhangi bir akrabam yok; kimisi Türkiye’ye, kimisi Mısır’a göçtü. Babam öldü; annem, erkek kardeşlerimle birlikte Türkiye’de yaşıyor. Onların da durumları kötü. Maddi destek alabileceğim bir akrabam ve yakınım yok. 20 yaşındaki en büyük oğlum evin geçimini sağlamaya çalışıyor.”

-        Oğlunun aylık geliri ne kadar?

“Oğlum 2 ayrı işte, sabah ve akşam çift mesai olarak çalışıyor ve aylık toplam geliri 40 dolar. Ev kiramız ise 50 dolar. Daha evvel kızım da çalışıyordu ama evlenip hamile kalınca işi bıraktı. Sonra bir çocukla o da boşanıp yanımıza geldi, halimizi daha da zorlaştı. 2. oğlum hem çalışıyor hem üniversite okuyor. Sayda Üniversitesi Business Computer bölümü 1. sınıf öğrencisi. Öğleden sonra saat 5’te okuldan çıkıyor ve gece 12’ye kadar bir işte çalışıyor. Ama aldığı maaş sadece üniversite harcını ve yol masrafını karşılamaya yetiyor, aile bütçesine katkı veremiyor. Hayır kuruluşlarının yardımlarıyla hayattayız. Ev kirasını borçla ödüyoruz. Bu arada çevredeki evlerin kirası asgari 70-100 dolar arasında olduğundan ev sahibi zam yapmak istiyor. Ne yapacağız bilmiyorum.”

-        (20 yaşındaki oğluna sordum) Kaçtan kaça ne işte çalışıyorsun?

“Sabah saat 6’da kalkıyorum. Saat 7-8 arasında Beyrut’taki işime gidiyorum. 4.30 gibi şirketteki işimden döndükten sonra ikinci işime gidiyorum. Gece 12’ye kadar da bir lokantada çalışıyorum.”

-        Yani sadece çalışıyor ve uyuyorsun…

“Evet. Haftada bir günüm sadece sabahtan boş, o kadar. O günün akşamında da lokantada çalışıyorum.”

-        Ailen için yaşıyorsun. Kendine vakit ayıramamaktan şikâyetçi misin? Kendini nasıl hissediyorsun?

 “Elhamdülillah, ailemin hayatta kalabilmesi için çalışıyorum. Kendimi mutlu da hissetmiyorum, durumumdan şikâyetçi de değilim.”

Anne: “Oğlum bizim için hayatını feda etti. Geleceği kalmadı. Ama sağlıklı ya, daha ne isteriz. Sağlık en önemli şey.”

-        (Boşanan 19 yaşındaki kızına sordum:) Senin hayatın nasıldı?

“16 yaşındayken Şamlı 29 yaşında biriyle evlendim, 2 sene sonra boşandım. Bu yaştaki insanın normalde aklı başında ve kişiliği oturmuş olması lazım. Ama öyle değildi. Ahlaksızdı; beni dövüyor, hakaret ediyordu.”

-        Savaşta yaşananlar da boşanmaları tetikleyen bir etken değil mi? Savaş insanların ahlakını bozar.

Anne: “Savaşla birlikte duygularda, bilinçte ve davranışlarda yaşanan değişim anlaşılabilir. Savaşla davranışları değişse bile Allah’a yakın olan kişiye tahammül edilebiliyor. Ama dinden uzaksa ve ahlakı bozuksa boşanmayla neticeleniyor.”

-        Lübnan hükümeti artık Suriyelileri istemiyor. Sizi geri dönmeye zorlarsa ne olacak?

“Asla geri dönmem. Memleketim Cobar yerle bir oldu; evimiz yok. Ben bir anne olarak kızımla geri dönebilirim; başka bir ilçede kiralık ev tutup kızımla çalışarak kendime yeni bir hayat kurabilirim. Ama askerlik çağındaki oğullarım ne olacak? Zorla askere alınacaklar. Suriye’de askerlik savaşla birlikte 10 yıla çıktı. Düşünün 20 yaşında ülkeye dönen gençler askere alınıyor, 30 yaşında terhis ediliyorlar. Ondan sonra geleceklerini kurmak için ne iş öğrenecekler? Oğullarımın geleceğini mahvedemem. İkinci oğlum üniversite okuyor; eğitimini yarım bıraktıramam. Suriye’ye geri dönmek geleceğimizin çalınması demektir. Zorla geri gönderilmek çözüm değil ki.”

-        Son olarak, Lübnanlıların ırkçı muameleyle hiç karşılaştınız mı?

Anne: “Irkçılığın türlü çeşidini yaşadık.”

Oğlu: “İş arkadaşlarımdan biri Suriyeli olduğum için bana çok kötü şeyler söyledi. Ama patronum iyi bir insandı, tarafımı tuttu. Suriyeli olduğumu hep gizliyorum. Lübnan aksanıyla konuştuğum için Suriyeli olduğumu anlayamıyorlar, o yüzden aşağılayıcı sözler sarf edemiyorlar. Eğer ki bir şekilde Suriyeli olduğumu anlarlarsa ‘Hayır, sen asla Suriyeli olamazsın’ diyorlar. O yüzden sadece bir kere ciddi bir ırkçılık yaşadım.”

Kızı: “Çalışmayı ırkçılık yüzünden bırakmak zorunda kaldım. Suriyeliyim diye patronum sürekli ama sürekli beni aşağılıyordu. Kendimi hep kötü hissettiriyordu, dayanamadım.”

Anne: “Alıştık artık. Komşular Suriyeliyiz diye bize doğru düzgün selam vermiyor. Çocuklar kendi aralarında bir atışmaya girdiğinde bütün Lübnanlı komşular ‘Yeter artık, burada çok kaldınız’, ‘Sırtımızda yüksünüz’, ‘Sizi kovacağız’ diyorlar… Küçük oğlum mahallede oynarken bizi aşağılayan bazı Lübnanlı komşular ‘Suriyeliler olarak çocuğunuzun sırtına bir tişört bile satın almaktan acizsiniz’ dediler. Çok üzüldüm. Para biriktirmeye başladım; Suriyeli bir komşumun da yardımıyla oğluma üzerinde gördüğünüz bu formayı aldım. (Üzerinde Ronaldo yazan bir formaydı.) Susup kaldılar; bir daha ağızlarını açıp da aynı lafı edemediler.”

(Yerel ağızla konuşulan Arapçayı anlayamadığım için söylenenleri İngilizceye tercüme eden Lübnanlı STK çalışanı genç, devreye girip kendi hikâyesini şöyle anlattı: “Ben Suriyelilerle kötü tecrübeler yaşadığım için 4-5 sene boyunca yeryüzündeki bütün Suriyelilerden nefret ettim. Ama son 2 yıldır fark ettim ki her memleketin iyisi de kötüsü de vardır. Herkesi aynı potaya sokmayı bıraktığımda siz Suriyelilere karşı düşüncem ve davranışlarım değişti. Şimdi nişanlım bir Suriyeli. O yüzden Lübnanlıların ırkçı davranışlarını anlayabiliyorum. Ben de bir zamanlar öyleydim; ama çok şükür bundan kurtuldum. Bu arada şunu unutmayın: Suriye rejimi Lübnan’ı 30 yıl ordusu ve istihbaratıyla yönetti; siz Suriyeliler rejiminizden neler çektiyseniz Lübnan halkı olarak bize de aynılarını çektirdi. Dolayısıyla Suriyelilere dair algımız geçmişten beri olumsuz.”)

***

2012’de İdlib’in Cisr eş-Şuğur ilçesinden Lübnan’a sığınmış 2 çocuklu dul bir genç hanım.

-        Neden Suriye’yi terk ettin? Ve İdlib ile Hatay komşu olduğu halde neden Türkiye’ye değil de Lübnan’a sığındın?

“Mahallemize yağan bombalar nedeniyle terk ettik. Açıkçası otobüse binerken Lübnan’a gideceğimizin ve burada yıllarımızın geçeceğinin farkında bile değildim. Ne söylendiyse onu yaptım ve kendimi Lübnan’da buldum. Bilinçli bir tercih değildi.”

-        Rejimin Cisr eş-Şuğur ilçesine ilk saldırısı Haziran 2011’deydi ve ilçe nüfusunun kahir ekseriyeti o dönem Türkiye’ye sığınmıştı. Siz ne yaptınız?

“Biz Halep’e akrabalarımızın yanına sığındık, ardından çatışmalar durulunca geri döndük. Ama sonra çatışmalar yeniden başladı. Mecburen Lübnan’a geldik.”

-        Lübnan’da hayatın nasıldı?

“Lübnan’a geldiğimizde hayatımız çok zordu; çünkü eşim tamamen sorumsuz bir adamdı. Yiyecek parası bile vermiyordu; kızım doğduğunda aç kaldığını, süte ihtiyacı olduğunu söylediğimde umursamadı bile. Çocuklarım hastalandığında tedavisi için uğraşmıyor, onları ölüme terk ediyordu. Kızımın bağışıklık sistemi çok zayıftı; en küçük bir virüsle veya mikropla hemen hastalanıyordu. Doktora götürüp tedavi ettirmiyordu. Dayanamadım ve 4 sene evvel boşandım.

Bu süreçte iş bulup birkaç sene çalıştım; ama aldığım ücret evin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyordu, önemli bir kısmı da hasta olan annemin tedavi masrafına gidiyordu. Annem benimle yaşadığından çocuklarımı ona bırakıp işe gittim. Ama 2 sene evvel vefat edince çocuklarıma bakabilmek için işi bıraktım. Artık hayır derneklerinin yardımıyla geçiniyorum.”

-        Lübnan hükümeti Suriyeli mültecileri geri göndermeyi planlıyor. Ne düşünüyorsun?

“Öncelikle Suriye’de ailem ve hiçbir yakınım kalmadı; bana yardım edecek kimsem yok. Evimiz de yıkıldı. İkincisi, bombardımandan çok korkuyorum; zaten babam Rus hava saldırısında hayatını kaybetti. Üçüncüsü, erkek kardeşlerim Suriye ordusu tarafından aranıyor. Suriye sınırına vardığım anda beni kardeşlerime şantaj yapmak için hapse atarlar. Ben yıllardır erkek kardeşlerimden haber alamıyorum, nerede olduklarını bilmiyorum. Benim için Suriye’ye geri dönmek, ölmek demektir.”

-        Kaç kardeşsin?

“4 kardeşiz. 2 erkek kardeşimin nerede bilmiyorum. Kız kardeşim Suudi Arabistan’da. Onun durumu benimkinden beter. Çünkü burada çocuklarımı BMMYK’nın açtığı okula gönderebiliyorum. Kardeşimin çocukları ise hiç okula gidemedi.”

-        En büyük hayalin ne?

“Elbet bir gün vatanıma döneceğim; ama bundan evvel çocuklarımın en iyi şekilde eğitim almasını istiyorum ki geri döndüğümüzde gelecekleri yitik olmasın. Kendime dair hayalim ise eğitimimi tamamlayabilmek ve avukat olarak çalışmak. Suriye’de liseyi bitirdim, üniversiteye kayıt yaptırdım. Ama çatışma ortamında kızları kaçırdıklarından ailem korktu ve beni evden dışarı salmayıp evlendirdi.”

-        Babanın Rus hava saldırısında hayatını kaybettiğini söyledin. Rus müdahalesi 2015’te başladığına göre baban ülkeden ayrılmadı demektir.

“Evet, babam bizimle gelmedi. ‘Mülteci olarak başka bir ülkeye sığınıp orada sürekli aşağılanmaktansa, kendimi zillete düşürmektense, şerefimle vatanımda ölürüm daha iyi’ dedi. Tek başına kaldı. Saldırılar yoğunlaştığında başka ilçelere gidiyor, hafiflediğinde geri dönüyordu. 2015’te Cisr eş-Şuğur’da Rus bombardımanında can verdi.”

-        Annen Suriye’den ne zaman ayrıldı?

“2014’te. Savaşta bekâr kızlar büyük bir tehlike altındaydı, tecavüze uğruyorlardı. (8 Nisan’da rejimin sistematik tecavüz politikasını Instagram hesabıma yazmıştım, tarihin üzerine tıklayarak okuyabilirsiniz.) Benden 5 yaş küçük kız kardeşimi tecavüzden ve savaştan koruyabilmek için hiç tanımadığımız biriyle, sadece fotoğrafını görerek evlendirdiler. Eşiyle ülkeyi hemen terk ederken annem de kız kardeşimin peşinden Lübnan’a geldi.”

-        Eski eşinden hiç haber alıyor musun?

“Beyrut’ta çalışıyor ama evlatlarını kabul etmiyor. 4 sene evvel kendisinden boşandım. Çocukların bakımı tamamen senin kontrolünde olacak, onları evlat olarak kabul etmiyorum, ne istersen onu yap, benden uzak dur diye bir kâğıt yazdı.”

-        (Lübnanlı STK yetkilisi şunu sordu:) Ayrıldığın eşin namaz kılıyor muydu?

“Hayır. Benimle evlenmeden evvel babama namaz kıldığını söyledi. Ama yalandı; namaz kılmadığı gibi içki de içiyordu. O derece sorumsuzdu ki eve tek kuruş harcamıyordu. Para buldu mu cebine indiriyordu. Ekmek parası bile bırakmıyordu.”

-        Eşin para bulduğunda ne yapıyordu?

“Bakaa’da yaşadığımız dönemde 20 günde bir eve birkaç saatliğine geliyordu, o kadar. Çocuklarım doğmadan evvel yapayalnızdım, geceleri çok korkuyordum; çünkü o bölge hiç güvenli değildi, etrafımız kötü insanlarla doluydu. Eşim kirayı ödemiyordu; Türkiye’den halimizi bilen akrabalar kira parasını yolluyordu. Daha sonra Beyrut’a taşındık ama davranışları değişmedi. Kirayı ödemediğinden ev sahibinin bizi sokağa attığı bile oldu.”

-        Arkadaşların var mı?

“Hayır, yok. Komşularla sadece selamlaşıyoruz. Zaten arkadaşlık kurmayı sevmiyorum.”

-        Lübnan’da ırkçı muameleyle karşılaştın mı?

“Hayır. Lübnanlıların bana muamelesi iyiydi. Eğer öyle olmasaydı ne ben ne de çocuklarım burada yaşayabilirdik. Bekaa’dayken bir mezhebin mensupları Ramazan’da iftarda bize hep yemek getirdi. Beyrut’ta dindar olmayan insanlar bile bize yardım etti.  İyi insanlar sayesinde ayakta kalabildik.”

(Röportajın sonunda ilkokul çağındaki çocuklarıyla sohbet ettim. Kızı sınıfının birincisi, oğlu da ikincisiymiş. Oğlunun arkadaşı yokmuş; nedenini sorduğumda oğlu “Arkadaşlık kurarsam onlar beni ders çalışmaktan alıkoyar” dedi. Annesi, “Çocuklarımın aklı derslerinde” dedi ve ekledi: “Belki de benim yüzümdendir. Onlara bu fikri ben aşılamış olabilirim. Arkadaş insanı kötü yola sürükler, çalışmasını engeller; doğru yola sevk edeni azdır derim hep.” Bunun yanlış bir fikir olduğunu söylediğimizde cevabı şu oldu: “Muhtemelen ben hayattan, insanlardan korkuyorum; çocuklarım da bu korkuyu yaşıyor. Onlara arkadaş edinmeyin demiyorum. Kızım arkadaş edinmeyi başardı. Ama oğlum, mahalledeki çocuklar kötü davranışlı olduğundan onlardan uzak duruyor. Ders çalışmaktan alıkoyuyorlar ve başıma dert açıyorlar, arkadaş edinmeyeceğim diyor... İnsanın milyonla arkadaşı olsun ama nerede duracağını bilsin; ilmi, ailesini ve evini sevsin; kendi değerleri ve prensipleri olsun. Öyle arkadaşlarına kapılıp gitmesin.”

Çocukların bakışında sürekli bir korku hali vardı. Bakışlarıyla beni de korkuttular. Röportajdan sonra başlarını okşamak ve fotoğraflarını çekmek istediğimde huzursuz oldular, annelerinin dizine sığındılar. Fotoğraflarını anneleriyle birlikte çekebildim.)

***

2013’te Lübnan’a sığınmış, baba tarafından soyu aslen Türkiye kökenli olan Şamlı bir dul hanım.

-        Ne zamandır Lübnan’dasınız?

“Ben 2013’ten beri, annem ve erkek kardeşlerim 2012’den beri buradalar.”

-        Niçin Lübnan’a göçtünüz?

“Emniyet en temel sebepti. Şam’ın merkezinde savaş yoktu; ama her gün güvenlik güçleri evlere baskın düzenleniyor, gençleri alıp gidiyordu. Ben evin tek kızıyım ve olaylar şiddetlenirken Cezayir’deydim. Ama 4 erkek kardeşim vardı. En büyük kardeşim askerliğini çoktan yapmıştı ve evliydi. İkincisi, olaylar başladığında askerliğini yapıyordu; bazı asker arkadaşlarıyla problem yaşamış, 6 aylığına hapse atıldı. Hapisten salındıktan sonra ailem onu hemen Lübnan’a kaçırdı. Üçüncü kardeşim 17 yaşındaydı; askerlik çağına girmek üzereydi. Onu da hemen buraya yolladılar. Kaçan kardeşlerime eşlik eden en büyük kardeşim askerliğini çoktan bitirdiği için bir süre Lübnan’da kaldıktan sonra Suriye’ye dönebilirim, hakkımda yakalama kararı da yok, kimse bana bir şey yapmaz diye düşünüp ailesine döndü. Ama bir gece aniden eve baskın düzenleyip tutukladılar; tam 7 yıl hapiste kaldı. 2 sene evvel saldılar ve Lübnan’a geldi.”

-        Kardeşleriniz hapiste neler yaşamış ve serbest kaldıktan sonra durumları nasıldı?

“6 ay hapiste kalan kardeşimi mezarlığa benzeyen bir odaya koymuşlar ve defalarca tavana asmışlar. Aşırı derecede tükendiğinden yürüyemez, hatta ayakta duramaz hale gelmiş. Öldüğünü zannedip başka bir odaya götürmüşler. 2 gün sonra ölmediğini anlamışlar. Bu süreçte askeri mahkemede yargılanıyordu. 6 ay sonunda -mahkeme sürdüğü halde- sağlığı iyice kötüleştiği için salmışlar. Suriye hapishanelerindeki berbat durumu havsalanız almaz. (25 Mart ve 27 Mart’ta Suriye hapishanelerinin nasıl bir yer olduğunu şahitlerin dilinden Instagram hesabıma yazmıştım, tarihlerin üzerine tıklayarak okuyabilirsiniz.) Allah kardeşime ömür vermiş, onca işkenceye rağmen sağ çıktı. Ama hakkındaki dava kapanmadığı için Suriye’ye geri döndüğü anda tutuklanacak.”

(Bu esnada söz karıştığı için 7 yıl hapiste yatan kardeşinin durumunu maalesef öğrenemedim.)

-        Babanız nerede, yaşıyor mu?

“Öldü. Annem ile kardeşlerim 2011-2012’de Lübnan’a geldi. Ama babam işleri nedeniyle Suriye’de kaldı. En büyük kardeşim tutuklandığında Suriye’de sadece babam vardı; 11 ay boyunca onu aradı, bir haber alabilmek için çırpındı. Sonunda ona ‘Oğlun çoktan öldü’ demişler. Bu sözü duyduktan kısa süre sonra 2014’te kalp krizi geçirip öldü. (Benzer şekilde üzüntüden ve kahırdan hayatını kaybeden çok Suriyeli var; ama bunların istatistiği tutulmuyor.)”

-        Allah rahmet eylesin. Peki, kardeşleriniz şu an ne yapıyor?

“2 sene evvel hapisten salınıp Lübnan’a sığınan en büyük kardeşimin 2 çocuğu var ve belediyede çalışıyor. İkincisi, gündelik işçi olarak ne bulursa onu yapıyor. Üçüncüsü, bir süpermarkette çalışıyor. Sonuncusu demircilikle meşgul.

-        Ne zaman ve niçin Cezayir’e gittiniz?

“Cezayirli biriyle evlenmiştim; 2012’de gittim ve 1 sene sonra boşanıp tek çocuğumla Lübnan’a döndüm. İçiyordu. Şiddete uğruyordum; dayak, küfür her şeyi yaşadım. Dayanamadım.”

-        Lübnan hükümeti Suriyelileri geri yollamayı planlıyor. Ne yapacaksınız?

“Allak bullak olmuş durumdayız. Erkek kardeşlerim için çok korkuyorum, hiçbiri Suriye’ye geri dönemez. Çünkü hakkında yakalama kararı olan kişinin bütün aile bireyleri tehlike altındadır. Kardeşim hakkında kapanmamış dava olduğundan ben de dahil ailemizden hiç kimse geri dönemez. En zayıf nokta ailedir. O yüzden yakalama emri olan kişiyi geri dönüp teslim olmaya zorlamak için ailesinden kimi bulurlarsa onu hapse atıyorlar. Geri dönüş biz mülteciler için bir çözüm değil.”

(Dernekte görevli Lübnanlı devreye girerek şunu söyledi: “Hristiyan ve Şii bazı siyasetçiler, Suriyeli mültecilerin ekseriyeti Sünni olduğundan ve ülkede siyasi dengeler mezheplere dayandığından onları istemiyorlar. Sünni Lübnanlılar ise Filistinli ve Suriyeli mültecilere kucak açıyor. Hristiyan olan Suriyeliler, Iraklılar ve Filistinliler vatandaşlığa kabul edildi. Ama Sünniler mülteci konumunda kaldı. Bu yüzden Lübnan Sünnileri olarak Türkiye’yi çok seviyor ve size büyük bir umut bağlıyoruz.”)

“Evet, Suriyeliler olarak biz de. Lübnan’da hepimiz Türkiye’deki seçim sonuçlarını büyük bir heyecanla bekledik ve takip ettik.”

-        Bizim seçimler sizin için neden önemli?

“Genel olarak biz Türkiye’yi ve Türkleri çok seviyoruz. Ben Erdoğancıyım. Onu ne gördüm ne de ondan bir destek aldım. Ama sonuna kadar onunlayım. Türkiye ile ilgili her şeyi yakından takip ediyorum, seçimlerinizi de. Bu arada annem aslen Şamlı, babam ise Türk kökenli. Baba tarafımın lakabı İzoli. Türkiye’deki İzol aşiretindenmişiz. Dedelerimiz aslen Erzurum’danmış. Erzurum-Şam arasında gidip geliyorlarmış. Şam’a yerleşmişler ve onların nesli Suriye vatandaşı olmuşlar. O yüzden Türkiye’ye muhabbetim çok.”

-        Göçle birlikte hayatınızda neler değişti?

“Biz burada 20 sene kalsak da hayatımızda hiçbir olumlu gelişme olmayacak. Sadece yaşlanacağız; bir de oğlum büyümüş olacak… Lübnan’da geçinmek çok zor. Elektrik doğru düzgün yok. Ev kiraları yüksek. 6 kişi 2 odalı bu küçücük evde yaşıyor ve 50 dolar ödüyoruz. Bazen kirayı ödeyebiliyoruz, bazen ödeyemiyoruz.”

-        Oğlunuz okula gidiyor mu?

“5. sınıfa gidiyor. Fransız okuluna yolladım. Çünkü baba tarafı Cezayirli, Frankofon. İleride Cezayir’e giderse onları anlayabilsin istiyorum. Biliyorsunuz Cezayirliler Fransızca-Arapça karışık konuşuyorlar.”

-        Irkçılıkla karşılaştınız mı?

“Ben karşılaşmıyorum. Suriyeli ve Lübnanlı bütün komşularla aramız iyi. Ama annem peçeli olduğu için ona selam vermeyen, tersleyen oluyor. Yine de çok ciddi bir şey yaşamadık.”

***

Lübnan sınırına yakın Kusayr bölgesinden göçmüş, 7 çocuklu, eşi engelli olan orta yaşlı bir hanım.

-        Niçin Lübnan’a sığındınız?

“Savaş nedeniyle memleketimizden ayrıldık, en küçük yavrum 7 günlüktü. Sürekli bombardıman vardı; çocuklarım hep korku içindeydi. 2012’de bir gece uyurken rejimin bombardımanında evimiz isabet aldı ve yıkıldı; enkazdan çıktık.”

-        Savaştan evvel Suriye’de hayatınız nasıldı?

“O kadar güzeldi ki... Evimiz ve arabamız vardı. Geçimimizi sağlıyorduk. Mutlu mesut yaşıyorduk. Eşimin kıyafet dükkânı vardı, sağlıklıydı. Hepsi bitti gitti. Şu an 2 odalı evde 10 kişi yaşıyoruz.”

-        Lübnan’da hayat çok zor. Siz ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?

“Kira, masraflar ve çocuklarımın eğitimi… her şey çok zor. Ulaşım çok pahalı hale geldiğinden son 2 yıldır çocuklarımı okula yollayamaz oldum.”

-        Evinizde çalışan var mı?

“Eşim kalp krizi geçirdi. Ayak bileğindeki rahatsızlık yüzünden yürüyemez oldu, engelli. Sadece 20 yaşındaki oğlum çalışıyor. Gündelik ne iş bulursa onu yapıyor, ama kazancı yetmiyor. 65 dolarlık kiramızı ödeyebilmek için harcamalarımızı en temel ihtiyaçlara göre sıraya soktuk. Oruç tutar gibi yaşıyoruz. Artık meyve falan yiyemiyoruz.”

-        Oğlunun aylık kazancı ne kadar?

“Günlük çalıştığı için belli olmuyor. İşe göre değişiyor. Bazen 3, bazen 6 dolar yevmiye alıyor. Asıl işi dekorasyon. Oğlumun kazancı yetmediğinden ben de ahududu ve asma yaprağı toplayıp paketleyip satıyorum. Günde 1-2 dolar kazanıyorum.”

-        Lübnan hükümeti Suriyelileri geri göndermek istiyor. Sizi de zorla göndermeye kalkışırsa ne yapacaksınız?

“Lübnan’a kaçak yollardan girdiğimiz için çok korkuyoruz. Her şey Allah’ın elinde;  O ne takdir etmişse onu yaşayacağız. Suriye’de başımızı sokabileceğimiz bir evimiz yok. Geri dönmek bir bilinmezliğe sürüklenmek demek. Şu an aile geçimini sağlayan oğlumu Suriye’ye döndüğümüzde hemen askere alacaklar. Savaştan bu yana askerlik 9-10 sene sürüyor. Biz bu süreçte ne yapacağız, ne yiyip ne içeceğiz? Dahası askerler kendi insanımızı öldürüyor. Suriye’de askerlik yapmak haram.”

-        Geri dönebilmeniz için ne gerekiyor?

“Savaşın bitmesi ve ülkenin istikrara kavuşması lazım. Bu gerçekleştiğinde kendi irademizle döneceğiz.”

-        Lübnan’da da Suriye’deki gibi sürekli korku içindesiniz…

“Evet, sürekli korku içindeyiz; ama Suriye’de yaşadığımız korku katbekat fazlaydı.”

-        Bir gelecek beklentin, hayalin var mı?

“Buradan ayrılıp çocuklarımın eğitim alabileceği her neresi varsa oraya gidebilmek. Çocuklarımın psikolojisi altüst oldu; başka çocuklar okula gidip her şeyi öğrenirken kendilerinin cahil kalmalarına çok üzülüyorlar. Ben de kahroluyorum.”

-        Suriye’de yaşayan akrabanız var mı? Onlar ne durumda?

“Var. Onların da hayatı çok zor. Ama bizimki onlarınkinden daha zor. Çünkü onların ekip dikmek için bir arazisi var. Bizim hiçbir şeyimiz yok. Allah’ın rahmeti ve merhameti sayesinde yaşıyoruz.”