25 Mart 2018 Pazar

MART 2018 – İÇİNDEKİLER





MART 2018 – İÇİNDEKİLER

Mart ayında bloga Türkiye’yle ve Afrin operasyonuyla ilgili 5, BAE merkezli bölgesel planlarla ilgili 3, Suriye’deki kaos ve Ortadoğu’da muhtemel bir İsrail-Hizbullah/İran çatışmasıyla ilgili 8, Suudi Arabistan’la ilgili 4, küresel gerginliklerle ilgili 4, ABD’de dışişleri bakanı ve milli güvenlik müsteşarının değişmesiyle ilgili 4 olmak üzere toplamda 28 tercüme yüklenmiştir.

Blogdaki yayınları https://twitter.com/ztkor Twitter hesabından takip edebilirsiniz.  

BU BLOGDA NELER VAR? (Blogda yer alan 750'yi aşkın içeriğin tamamını içermektedir)


Türkiye’yle ve Afrin operasyonuyla ilgili tercümeler

TÜRKİYE ORTADOĞU’DA KENDİ BAŞINA BUYRUK MU? (Geopolitical Futures, 13.3.2018)
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures analiz direktörü)

Xander Snyder (Geopolitical Futures jeopolitik analisti)

Christopher Phillips (Londra Üniversitesi Queen Mary’de uluslararası ilişkiler okutmanı ve Chatham House’un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Programı üyesi; “The Battle for Syria: International Rivalry in the New Middle East” kitabının yazarı)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

Eli Lake (Bloomberg View köşe yazarı; daha evvel the Daily Beast’in kıdemli milli güvenlik muhabiriydi ve the Washington Times, the New York Sun ve UPI için de milli güvenlik ve istihbarat haberleri yapıyordu)

BAE merkezli bölgesel planlarla ilgili tercümeler

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)

Andreas Krieg (Londra King’s College’ın Savunma Araştırmaları Bölümünde yardımcı doçent ve Ortadoğu’daki hükümetler ve ticari kuruluşlarla çalışan stratejik risk danışmanı; “Socio-Political Order and Security in the Arab World” kitabının yazarı)

Jakob Reimann (Almanya merkezli JusticeNow! adlı internet sitesinin editörü ve genel yayın yönetmeni)

Suriye’deki kaos ve Ortadoğu’da muhtemel bir İsrail-Hizbullah/İran çatışmasıyla ilgili tercümeler

Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)

SURİYE MÜCADELESİ: İKİNCİ BÖLÜM (Brookings Enstitüsü, 20.2.2018)
Itamar Rabinovich (Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu tarihi emekli profesörü ve eski rektörü; New York Üniversitesi ordinaryüs profesörü. İsrail’in eski ABD Büyükelçisi (1992-1996) ve 1990’larda Suriye-İsrail barış sürecinde baş müzakereciydi. Hâlihazırda Dan David Vakfı mütevelli heyet başkanı, Milli Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü (INSS) başkan yardımcısı, Wexner-İsrail Programı danışma kurulu başkanı, Üçlü Komisyonu (Trilateral Commission) üyesi, Brookings Enstitüsü uluslararası danışma kurulu üyesi)

SURİYE SAVAŞININ SİSİ ALTINDA RUSYA TÖKEZLİYOR (Brookings Enstitüsü, 21.2.2018)
Pavel K. Baev (Rusya uzmanı, Brookings Enstitüsü ABD ve Avrupa Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü (PRIO) araştırma profesörü)

İSRAİL’İN HİZBULLAH’LA YAKLAŞAN SAVAŞI (Brookings Enstitüsü ve Foreign Affairs, 21.2.2018)
Mara Karlin (Brookings Enstitüsü Dış Politika programında 21. Yüzyıl Güvenlik ve İstihbarat Merkezi kıdemli araştırmacısı. Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Araştırmalar Okulu (SAIS) doçenti ve Stratejik Araştırmalar Programı müdür muavini ve ayrıca Merrill Stratejik Araştırmalar Merkezi müdürü. 5 Amerikan savunma bakanına milli güvenlik konusunda danışmanlık hizmeti verdi. “Building Militaries in Fragile States: Challenges for the United States” kitabının yazarı)

Olivia Alabaster (Middle East Eye haber editörü ve yazar; daha evvel Lübnan’daki the Daily Star gazetesi dış haberler editörüydü)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

Suudi Arabistan’la ilgili tercümeler

SUUDİ ARABİSTAN KARŞIDAN İZLİYOR (Geopolitical Futures, 28.2.2018)
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)

Jamie Merrill (Siyaset ve güvenlik alanına odaklanan Middle East Eye diplomasi editörü; daha evvel the Independent gazetesi kıdemli muhabiriydi)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

Küresel gerginliklerle ilgili tercümeler

İMPARATORLUK TUZAĞI VE OTORİTERLİK (National Interest, 5.3.3018)
Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)

LİBERAL DÜNYA DÜZENİNİN RUHU ŞAD OLSUN (Project Syndicate, 21.3.2018)
Richard N. Haass (Dış İlişkiler Konseyi başkanı; daha evvel Amerikan dışişleri bakanlığı politika planlama direktörü (2001-2003), Amerikan Başkanı George W. Bush’un Kuzey İrlanda özel elçisi ve Afganistan’ın Geleceği koordinatörü idi)

ÇİN İLE JAPONYA ARASINDA YAKLAŞAN ÇATIŞMA (Geopolitical Futures, 6.12.2017)
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)

TRUMP, BİR WILE E. COYOTE (Washington Post, 8.3.2018)
David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

ABD’de dışişleri bakanı ve milli güvenlik müsteşarının değişmesiyle ilgili tercümeler

Jacob Heilbrunn (National Interest editörü)

Dominic Green (“The Double Life of Dr Lopez” ve “Three Empires on the Nile” kitaplarının yazarı)

Richard Silverstein (“İsrail milli güvenlik devletinin aşırılıklarını ifşa etme”yi görev edinen Tikun Olam bloğunun yazarı. Yazıları aynı zamanda Haaretz, the Forward, the Seattle Times ve the Los Angeles Times’ta yayınlanıyor)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)





R.N.HAASS: LİBERAL DÜNYA DÜZENİNİN RUHU ŞAD OLSUN





Richard N. Haass (Dış İlişkiler Konseyi başkanı; daha evvel Amerikan dışişleri bakanlığı politika planlama direktörü (2001-2003), Amerikan Başkanı George W. Bush’un Kuzey İrlanda özel elçisi ve Afganistan’ın Geleceği koordinatörü idi. “A World in Disarray: American Foreign Policy and the Crisis of the Old Order” kitabının yazarı)
Project Syndicate, 21.3.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

1000 yıla yakın hüküm sürdükten sonra son demlerini yaşayan Kutsal Roma İmparatorluğu -Fransız filozof ve yazar Voltaire’in alaycı deyimiyle- ne kutsaldı ne Romalıydı ne de bir imparatorluktu.  Yaklaşık 2,5 asır sonra bugünkü problem de, son demlerindeki liberal dünya düzeninin -Voltaire’in ifadelerinden ilhamla- ne liberal ne dünya çapında ne de düzen içinde olması.
ABD, İkinci Dünya Savaşı akabinde Birleşik Krallık ve diğerleriyle yakın işbirliği içinde liberal dünya düzenini kurdu. Hedef, otuz yıl içinde iki dünya savaşına yol açan şartların bir daha asla ortaya çıkmamasını temin etmekti.
Bu amaçla demokratik ülkeler, -hukuk devletine ve devletlerin egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygıya dayalı olma bağlamında- liberal bir uluslararası sistem kurmaya koyuldular. İnsan hakları korunacaktı. Bütün bunlar gezegenin her yerinde uygulanacaktı; aynı zamanda buna katılım herkese açık ve gönüllülük esasına dayalı olacaktı. Barışı temin (Birleşmiş Milletler), iktisadi kalkınma (Dünya Bankası) ve ticaret ve yatırım (Uluslararası Para Fonu ve yıllar sonra Dünya Ticaret Örgütüne dönüşecek yapının nüvesi) için kurumlar tesis edilecekti.
Bütün bunlar ve daha fazlası, -saldırganlığı caydırmak üzere- ABD’nin iktisadi ve askeri gücüyle, Avrupa’ya ve Asya’ya uzanan ittifaklar ağıyla ve nükleer silahlarla desteklendi. Yani liberal dünya düzeni sadece demokrasiyi kucaklayan ideallere değil, kaba kuvvete de dayanıyordu. Bunların hiçbiri, bütünüyle liberalizm aleyhtarı olan SSCB, Avrupa’da ve dünya çapında düzeni tesis için bambaşka düşünce ve eğilimlere sahip diye yitirilmedi.
Liberal dünya düzeni, Soğuk Savaş’ın sona erip SSCB’nin çökmesiyle birlikte çok daha güçlü ve sağlammış izlenimi verdi. Ancak yaklaşık çeyrek asır sonra bugün bu düzenin geleceği belirsiz. Gerçekten de bunun üç bileşeni -yani liberalizm, evrensellik ve düzenin kendisini muhafaza etmek- yetmiş yıllık tarihlerinde daha evvel hiç olmadığı şekilde meydan okumalarla yüz yüze.
Liberalizm geriliyor. Demokrasiler artan popülizmin etkilerini enselerinde hissediyor. Siyasi uçlarda yer alan partiler Avrupa’da zemin kazanıyor. İngiltere’de AB’den ayrılma yanlılarının kazandığı referandum, elit nüfuzunun yitirildiğinin bir kanıtı. ABD bile kendi başkanının Amerikan medyasına, mahkemelerine ve kanunları uygulayan kurumlarına yönelik daha evvel görülmemiş saldırılarıyla yüzleşiyor. Çin, Rusya ve Türkiye de dâhil otoriter sistemler çok daha gözde hale geldi. Macaristan ve Polonya gibi ülkeler kendi genç demokrasilerinin kaderini umursamıyorlar.
Dünyadan bir bütünmüş gibi bahsetmek artık giderek zorlaşıyor. Her biri nevi şahsına münhasır bölgesel düzenlerin -veya en açık şekliyle Ortadoğu’da görüldüğü üzere düzensizliklerin- ortaya çıkışına şahit oluyoruz. Küresel çerçeveler oluşturma çabaları başarısızlığa uğruyor. Korumacılık yükselişte; küresel ticaret müzakerelerinin son turu sonuç vermedi. Siber alanın kullanımını düzenleyen çok az kural var.
Aynı zamanda büyük güçlerin rekabeti geri dönüyor. Rusya, Avrupa’nın sınırlarını değiştirmek için silahlı gücünü kullanarak uluslararası ilişkilerin en temel normunu ihlal etti; keza 2016 başkanlık seçimlerini etkileme çabasıyla Amerikan egemenliğini de çiğnedi. Kuzey Kore nükleer silahların yayılmasını engellemeye dönük güçlü uluslararası uzlaşmayı deldi geçti. Suriye’de ve Yemen’de insani kâbuslar yaşanırken dünya seyirci kalmakta; Suriye yönetiminin kimyasal silah kullanmasına cevaben BM’de veya diğer platformlarda çok az şey yapılmakta. Venezüella batmakta olan bir devlet. Bugün dünyada her yüz kişiden biri ya mülteci ya da ülke içinde yerinde edilmiş durumda.
Bütün bunların neden meydana geldiği ve niçin şu anda yaşandığının birçok açıklaması var. Popülizmin yükselişi, -büyük ölçüde yeni teknolojilerden kaynaklanan, ama ithalata ve göçmenlere hamledilen- gelirlerin yerinde sayması ve iş kayıplarına kısmen bir tepki niteliğinde. Milliyetçilik, -özellikle iktisadi sıkıntıların ve siyasi şartların ortasında- liderlerin kendi otoritelerini takviye etmek için gittikçe daha fazla başvurdukları bir araç. Küresel kurumlar da yeni güç dengelerine ve teknolojilere ayak uydurmakta başarısız olmuş durumda.
Ancak liberal dünya düzeninin zayıflaması, diğer her şeyden çok daha fazla, ABD’nin tutum değişikliği yüzünden. Donald Trump’ın başkanlığı altında ABD, Trans-Pasifik Ortaklığına katılmaktan vazgeçti ve Paris İklim Anlaşması’ndan geri çekildi. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması ve İran’la nükleer anlaşmadan da geri çekilmekle tehdit ediyor. Başkalarının da kullanabileceği bir gerekçeye (milli güvenlik) dayanarak, çeliğe ve alüminyuma tek taraflı olarak gümrük vergileri getirdi ki bu durum süreç içinde dünyayı ticaret savaşları tehlikesiyle karşı karşıya getirecek. NATO ve diğer ittifak ilişkilerine yönelik taahhütlerine dair soru işaretleri belirmiş durumda. Ve [Başkan Trump] nadiren demokrasi veya insan haklarından bahsediyor. “Amerika Öncelik” [söylemi] ve liberal dünya düzeni birbiriyle bağdaşmaz görünüyor.
Amacım sadece ABD’yi seçip eleştiri topunun ağzına yerleştirmek değil. Bugün diğer büyük güçler (AB, Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya) de ne yaptıkları, ne yapmadıkları veya her ikisi için de eleştirilebilir. Ama ABD öyle herhangi bir ülke değil. Liberal dünya düzeninin baş mimarı ve temel destekçisiydi. Aynı zamanda bundan en çok nemalanan da oydu.
Dolayısıyla ABD’nin yetmiş yılı aşkın süredir oynadığı rolü bırakma kararı bir dönüm noktası. Liberal dünya düzeni kendi başına ayakta kalamaz; zira diğerleri ya bunu hayatta tutmak için gerekli araçlardan yoksunlar ya da düzenin devamını kendi çıkarlarına görmüyorlar. Sonuç, gerek ABD gerekse diğer herkes için daha az özgür, daha az müreffeh ve daha az barışçıl bir dünya olacak.

R.KAPLAN: İMPARATORLUK TUZAĞI VE OTORİTERLİK






Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)
National Interest, 5.3.3018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Giriş
Binlerce yıldır siyasetin trajedisi, imparatorluğun kaosa cevap üretebilmesiydi. Oxford Üniversitesinden tarihçi John Darwin’e göre emperyalizm, “tarihin büyük kısmı boyunca kusurlu bir siyasi örgütlenme biçimi oldu”; zira güçlü devletler inşa etmek için gerekli imkânlar ve kabiliyetler, –coğrafi şekiller yüzünden– hiçbir zaman dengeli bir şekilde dağıtılmadı ve bu nedenle bir etnik grup genellikle başkalarının topraklarını yönetmek üzere ortaya çıktı. Ancak fetih kibre, militarizme, aşırı yayılmaya ve bürokratik taşlaşmaya yol açtığından, Alman filozof Oswald Spengler’a göre, bir imparatorluk inşa etmenin bizatihi kendisi çöküşün ve kültürel gerilemenin göstergesidir. İmparatorluklar (özellikle de Büyük Britanya ve Fransa) çöküşleri öncesinde olduğu kadar gözle görünür hale hiç gelmemişti.
Ama eğer ki imparatorluklar, trajik şekilde sona ermelerine rağmen birer normsa, bunun ardından sürdürülebilir bir yapı olarak ne gelmeli? Spengler’in belirttiği illetlere eğilim göstermeden hangi sistem düzeni sağlayabilir? Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi, Rusya’nın Orta ve Doğu Avrupa’daki yıkıcı seferberliği, Avrupa Birliği projesi ve Amerikan öncülüğündeki liberal dünya düzeni hep bu sorunu çözmeye dönük girişimler. Politika üreten elitlerin zihinlerinde bir saplantıya dönüşen büyük strateji (grand strategy) aslında imparatorluk tuzağını önlemekle alakalı.

Çin: Coğrafyanın yönlendirdiği aydınlanmacı otoriterlik
Bu sorunla uğraşının bir hattını Çin ve Rusya, diğerini AB ve ABD oluşturuyor. Her iki modelin de kendince güçlü ve zayıf yönleri var.
Çin ve Rusya karaya bağımlı, demokratik olmayan emperyal geleneklerin mirasçıları. Yayılma girişimleri ideallere değil, coğrafyaya dayanıyor. Ama bu demek değil ki yaklaşımları, onları dişli rakipler kılarak incelikten/kurnazlıktan yoksun.
Çinli liderler, Ming ve Qing hanedanlarının hüküm sürdüğü erken modern dönem Asya’sının (14. yüzyılın ortalarından 19. yüzyıl ortalarına) –Avrupa’daki güçler dengesine vurgu yapan Vestfalyan devletler sistemine kıyasla– emperyal vergi/haraç sistemi altında çok daha ustaca yönetildiği bilgisine dayanıyorlar. Güney Kaliforniya Üniversitesinden siyaset bilimci David Kang, bu vergi/haraç sisteminin “Çin’in kendi otoritesini kabul eden tâbi devletleri sömürmemeye dair güvenilir taahhütler içerdiği”ni anlatıyor. Dolayısıyla Ming ve erken dönem Qing emperyal hegemonyası, sadece hâkimiyeti değil, aynı zamanda “meşruiyeti ve mutabakatı” da içeriyordu. Çin emperyalizmi yaygın kabul gören bir sistemle Asya’ya yüzyıllarca görece barışı getirdiğinden, bugün Çinli liderler bölgelerini bir kez daha yönetmeye kalkışmakta herhangi bir yanlış görmüyorlar; zira onlara göre bu, sadece ve sadece bölgesel uyumun yeni ve çok daha incelikli bir emperyal düzen altında yeniden canlandırılması anlamına geliyor.
Çin ne bir demokrasi ne de totaliter bir rejim. İşte bu, tam da onu cazip kılan yön. Rejimin otoriterliği –ki bu, düzenin sağlandığı ve politikanın öngörülebilir olduğu, tartışmaların bütünüyle liderlik, Pekin düşünce kuruluşları ve genel nüfus içinde ortaya çıktığı bir otoriterlik– Manişeist kavramlarla basitçe diktatörlük olarak niteleyebileceğimiz türden. Dahası, Çinli lider Şi Cinping’in bölgesel uyumu yeniden canlandırma fikri, geleneksel olarak başarılı imparatorlukları ve onların varyasyonlarını tanımlayan türden ulvi amaçlar sağlıyor. Ortaçağ Çin hanedanlarının yolunu izleyen –ve Pekin’i hem İran’a hem de Avrupa’ya bağlayan– Kuşak ve Yol İnisiyatifi, Çin’in Orta Asya’ya ve Ortadoğu’ya –coğrafi tecridi, fakirliği ve istikrarsızlığı hafifletebilecek– ümitvar bir vizyon sunmasına imkan veriyor. Biz [ABD olarak] Çin’i iktisadi bir meydan okuma olarak görüyoruz. Ama aslından bundan çok daha fazlası. O, aynı zamanda felsefi bir meydan okuma; zira onun benzersiz sistemi, en azından bu safhada, kendi halkına ve komşularına kalkınma için somut ve güvenilir politikalar sunuyor. Şi düpedüz bir diktatör değil: Anarşiyi önlerken halkına belli bir dozda bireysel özgürlük ve iktisadi büyüme de sunabilecek türden bir diktatör. Bu da içinde yaşadığımız otoriterliğin cazibesi aslında. İktidarını sınırlayan iki dönem şartını yürürlükten kaldırsa bile bu böyle devam edecek. Her şeye rağmen Çin –Rusya’nın aksine– güçlü bir kurumsal yapıya sahip ve Şi’nin iktidarı hala daha Irak’ın Saddam Hüseyin’inin veya Suriye’nin Esedlerinin mutlakiyetçiliğinden çok uzaklarda. 
Yine de Çin’in iktisadi dinamizmi, Batılı güçlerin elinde iki yüzyıl boyunca tecrübe ettiği anarşi ve çöküşten duyduğu muazzam nefretle birleştiğinde, onu kibre meyyal kılıyor ve bu, Yale Üniversitesinden tarihçi Paul Kennedy’nin tabiriyle “emperyal aşırı yayılma”ya yol açarak ölümcül hale gelebilir. Çin kendini alamayabilir. Bu on yıldaki dinamizmi, yavaşlayan Çin ekonomisinin bir sonraki on yılda Kuşak ve Yol sistemini ayakta tutamayacağı bir hızda büyümesine yol açabilir. [Bu durumda] Hayatta kalabilmek için Çin’in modeli geleneksel emperyal rejime son derece yakınlaşabilir. Bütün bunlar, giderek büyüyen Çin orta sınıfının –en zeki otoriterlerin daha karşılayamayacağı türden– kurumlar talep ettiği bir dönemde cereyan ediyor olabilir.

Rusya: Coğrafyanın yönlendirdiği aydınlanmamış otoriterlik
Ruslara gelince, Ukrayna’da kar maskeli silahlı eşkıyalarıyla henüz acemi olabilirler; ama demokratik yönetimleri çökertmek için siber alana bel bağlamaları hem ucuz hem de rahatlıkla inkâr edilebilir bir yöntem. Dahası, Orta ve Doğu Avrupa’da –geleneksel emperyalizmin her türlü kibrini ve diğer mahzurlarını bünyesinde taşımış– Varşova Paktı’nı yeniden diriltmek yerine sadece yıkıcı bir rol oynamaya çalışıyorlar. Suriye’de sahaya ciddi sayıda kara birliği getirmemeye dikkat ettiler. Yakın çevrelerinde agresif olsalar da aynı ölçüde tedbirli, dikkatliler. Sovyet coğrafyasını geri kazanmayı hedefliyorlar, ama imparatorluğun masrafı ve riski olmadan. Bütünüyle fethetmek değil, etki kurmaya çalışıyorlar. Bu, akıllıca bir post-emperyal strateji.
Ancak Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Orta ve Doğu Avrupa’daki post-emperyal yıkıcı projesi, sınırları aşmamakla birlikte, liberal demokrasileri çökertme saplantısının bir tezahürü; öyle ki bu saplantı onu kendi arka bahçesinde yükselen Çin tehdidini dahi göremez hale getirdi. Hatta siber savaş seferberliğinin ardındaki temel saik de büyük ölçüde Soğuk Savaş’ın bitişinden duyduğu kin, yoksa daha üst bir amaç taşımıyor. Ve kendisine yol gösterenici ulvi bir hedefi olmaksızın Putin’in düşük kalorili emperyalizmi nihai olarak duvara toslamaya mahkûm. Tarih bize emperyalizmin kalıcı olabilmesi için –en azından kendince– daha ulvi, medenileştirici bir hedefi olması gerektiğini tekrar tekrar göstermekte. Venedikliler ve İngilizler, ticaretle dünyayı daha iyi bir yere çevirdiklerini farz etmişlerdi; Roma da kurumlarının ve yollar ağının insanlığı geliştirici bir araç olduğuna inanmıştı. Gerek Habsburglar gerekse Osmanlılar, hükümdarlarına sadakatin ihtilaf içindeki etnik toplulukları birbirlerini katletmekten alıkoyduğuna inanmışlardı. Çin, tamamen bu gelenekten geliyor; Rusya ise öyle değil. Rusya, Çin gibi güçlü kurumlarla desteklenmiş değil ve Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi gibi iktisadi kalkınma ümidi de sunmuyor. İşte bu yüzden Çin, Rusya’nın yapamadığı kadar bize [yani Batı’ya] meydan okuyor. Bazen otoriterlik türleri arasındaki farklılık, otoriterlikle demokrasi arasındaki kadar muazzamdır.

Avrupa Birliği: Zahirî imparatorluk
AB, imparatorluğa en yaratıcı cevaptı. Yale Üniversitesinden tarihçi Timothy Snyder’a göre, hukukiliğe vurgusu ve küçük devletler[den oluşması] onu geleneksel emperyalizmden kurtarıyordu. Ancak yine onun vurguladığı gibi, Avrupa’nın geçmişi neredeyse tamamen imparatorluk ve dolayısıyla Avrupa’daki birçok devletin, özellikle de Doğu Avrupa’dakilerin –büyüklüğü ve çeşitliliği bakımından emperyal boyutlar taşıyan– AB şemsiyesi altına girmek dışında başka bir geleceği yok. Aslında AB; Habsburg ve Osmanlı imparatorluklarının kozmopolitliğinin gerçek varisi ve dolayısıyla kibre düşmeden imparatorluk işlevini kıta çapında gerçekleştirme potansiyeline sahip. Ancak AB, Rusya’nın post-emperyalizm çeşidiyle yüzleştiğinde, güvenliğini tamamen kendi başına sağlayamaz. Bu nihayetinde ABD’nin işi.
Ancak AB, popülist milliyetçi dalgaya yol açan Borç Krizi yüzünden belli bir tevazuyu öğrendi; bunu en iyi açığa vuran, Davos’ta “kozmopolit dijital elitin kibri” konusunda yoldaşı Avrupalıları uyaran İtalya Başbakanı Paolo Gentiloni oldu. Mevkidaşları Emmanuel Macron ve Angela Merkel, milliyetçiliği suçlamakla birlikte, Davos’taki konuşmalarında bu dalganın içine çekilenleri memnun etmeye çalışır şekilde konuştular. Sadece ve sadece Brüksel’i daha az uzak ve daha az bürokratik kılarak AB’nin yarı-emperyal üst yapısının hayatta kalabileceğinin artık farkına vardılar. Dolayısıyla AB, neredeyse bir çöküş deneyimi yaşadıktan sonra bundan böyle geleceğe hükmetmekte daha iyi bir konumda olabilir. Avrupalı liderler artık trajediyi önlemek için trajik düşünüyorlar ki bu, krizden evvel (en azından bugünkü ölçüde) yaptıkları bir şey değildi.
Rusya’nın otoriterliği eşkıyalıktan ayrışamazken ve bu nedenle gelecek için bir model teşkil edemezken Çin’in sistemi bireysel özgürlükleri siyasi baskıyla özgün bir şekilde harmanlaması sayesinde işliyor. AB ise ancak ve ancak elitist olmayan bir demokrasiye daha fazla dönüşerek ama güçlü bürokratik unsurunu da koruyarak hayatta kalabilir. Ölçülü düzenlemeler bu noktada hayati. İdeoloji yüzyılının [20. yüzyılı kastediyor] ardından gelen bu yeni jeopolitik yüzyılı [yani 21. yüzyıl], çeşitli rakip sistemler arasındaki farklılıkların İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’takine kıyasla daha ince/kolaylıkla fark edilemez türden olacağı anlamına gelir. Manişeist görüşün problemi, diktatörlükle demokrasi arasındaki savaşta sadece bir tarafın kazanabileceği sonucunu çıkarması. Ama her iki taraf da kazanamayabilir. Ve bir avantaj sağlayan taraf, her iki sistemin de unsurlarını yavaş yavaş [zihinlere] aşılayabilir.

Amerika: Yönetmesi mukadder [mi]?
Amerikan öncülüğündeki liberal dünya düzeni, en azından Donald Trump’ın Beyaz Saray’a gelişine kadar, evrensel değerleriyle kendisini güvence altında hissediyordu. Ama bu onu otomatikman post-emperyal kılmıyordu. Bunu uygulamaya dökenlerin zihninde emperyalizm, genellikle yüceltici, medenileştirici bir misyon olageldi. Her ne kadar bu misyon geçmişte özellikle Avrupa sömürgeciliği bağlamında ırkçı ve ikiyüzlü olabildiyse de, Harvard Profesörü Odd Arne Westad’ın dikkat çektiği gibi, aynı zamanda emperyalistlerin Amerikalı ve Sovyet Soğuk Savaşçılarıyla özünde paylaştıkları “sorumluluk ve fedakarlık hissi” bağlamında “cezbedici ve hatırlatıcı”ydı da. Gerçekten de Soğuk Savaş iki imparatorluğun mücadelesiydi, her ne kadar kendilerini başka şekilde isimlendirseler de... Ayrıca Amerikan düzeni, okyanusların ötesine uzandığı için muazzam askerî harcamaları da gerektiriyordu. Ve bu, birçok tarihçiye göre, emperyal çöküşü kışkırttı. Irak ve Afganistan istilaları ve Suriye’deki özel harekât operasyonları, –bir toprak parçasını istila etmek orayı yönetmek anlamına da geldiğinden– emperyal seferlerin her türlü alamet-i farikasına sahipti. Tabii ki ABD kendi değerlerini en uzak diyarlarda da savunmak zorunda; ama bunu kendi iç cephesini mali külfetlere ve ceset torbalarına boğmadan yapmalı. Bu zannedildiğinden daha zordur; zira ihtiyari savaşlar ilk bakışta zaruri savaşlar gibi görünebilir.
Başkan Trump, Washington’daki dış politika egemen çevrelerinin arzu ettiği doğrultuda Suriye diktatörü Beşşar Esed’i devirmeye kalkışmak yerine sadece IŞİD’i yenilgiye uğratmayı tercih ederek Ortadoğu’da emperyalvari savaşlara verilen önemi azalttı. Bununla birlikte o da korumacılık ve dar çerçevede tanımlı bir Amerikan çıkarları çağrısıyla Amerikan dış politikasını herhangi bir gerçek moral yükseltici hedeften mahrum bıraktı ki bu da çöküşün bir diğer kat’i işareti. Ayrıca Trump’ın orduyu idolleştirirken diplomatik kadrolarda büyük bir kıyıma gitmesi, –İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin kadim Asur Krallığı hakkında “zırhlı içindeki bir mevta” tanımlamasını akla getirerek– aslında bütün askerî imparatorlukların kaderini hatırlatıyor.
ABD bir dönemeçte. İngiliz coğrafyacı Halford Mackinder’in işaret ettiği gibi, Kuzey Amerika’nın ılıman bölgesi, Afro-Avrasya’nın ada uydularının en muazzamı: Eski Dünya’dan coğrafi olarak korunurken aynı zamanda ona etki edebilen bir bölge… Dolayısıyla eğer ki ABD, emperyalizme benzer modelini düzgün tutturabilirse hala daha [dünyayı] yönetmesi mukadderdir. Ancak 75 yıldır ilk kez ABD dünyayı harekete geçirici büyük bir fikirden mahrum. Ve işte bu, diğer her şeyden çok daha fazla ABD’yi tehlikeye atıyor. Post-emperyal bir dünya, liderliğin büyük fikirlere dayandığı, ama coğrafi fetihlere veya boyun eğdirmeye yönelmediği bir dünyadır.

Sonsöz
Liberal demokrasinin insanlığın siyasi gelişiminde son söz olduğunu varsaymamalıyız. Muzaffer çıkacak sistem, içeride vatandaşlarına çok daha fazla haysiyet/onur sunan ve dışarıda kendisine tâbi ve müttefik olanlara daha fazla ümit vaat eden sistem olacaktır. Aslında biz, Rusya’dan ziyade, iktisadi başarısı ve iyi organize edilmiş –imparatorluğu epeyce andıran– büyük stratejisi (grand strategy) genel oy hakkına dayanmayan Çin yüzünden otoriter bir çağda yaşıyoruz. Ama çok daha derin soru bizim kendi içimizde yatıyor. ABD matbaa ve daktilo çağında ilham verici bir demokrasiydi. Acaba Trump’ın otoriter tarzı bir sapma mı, yoksa farklılaşan söylemlere vurgusu bölünmeyi teşvik eden ve nesnel hakikati tahrif eden yeni ve pespaye dijital-video çağının bir ürünü mü? Eğer ikincisiyse, bu durumda Çin’in kendi halkını iyice zapturapt altına alan modelinin imparatorluk sisteminin yerine geçmesi çok daha mümkün. Yine de tüm çekiciliğine rağmen bu, hem liberal olmayan çağın hem de sadece ABD’nin değil genel olarak Batı’nın çöküşünün habercisi bir tuzaktır. Dolayısıyla biz aydınlanmacı otoriterliği bir kader değil, bir meydan okuma olarak görmeliyiz.

NOT: Robert Kaplan'ın bu konuyla ilgili birçok makalesini tercüme edip bu blogda yayınladım. Bunlardan özellikle iki tanesini okumanızı tavsiye ederim.

AVRASYA’DA YAKLAŞAN ANARŞİ (Foreign Affairs, Mart-Nisan 2016)




R.KAPLAN: IRAK VE SURİYE’DEKİ KAOSUN MÜSEBBİBİ BAASÇILIK





Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)
Foreign Policy, 7.3.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

ABD, bundan 15 sene evvel 2003’te tam bu ay Irak’a askerî müdahalede bulunmuş ve sonuç savaş ve kaos olmuştu. 2011’de Esed rejimine meydan okunduğunda ise Suriye’ye müdahale etmedi ama sonuç yine savaş ve kaos oldu. Her ne kadar medya geçtiğimiz 15 yılda Doğu Akdeniz bölgesinde yaşanan silahlı çatışmaları yalnızca Amerikan politikalarının başarısızlığı üzerinden okusa da, aslında Suriye’deki Amerikan politikasının Irak’takinden 180 derece farklı ama sonuçlarının aynı olması, her iki ülkede de gazetecilerin ve tarihçilerin kabul etmesi gereken çok daha derin ve çok daha temel güçlerin devrede olduğunun bir göstergesi.
Sözkonusu daha derin güç, Baasçılık mirası. 1960’lardan itibaren onlarca yıl boyunca iki ülkeye de hâkim olan seküler Arap milliyetçiliği ile Doğu Blogu tarzı sosyalizmin zehirli karışımı, Suriye’de Esed ailesi ve Irak’ta Saddam Hüseyin rejimlerini Arap dünyasında tamamen benzersiz kıldı. 21. yüzyılın başlarında Akdeniz ile İran platosu arasındaki toprakları yıkan kanlı Hobbes’çu kâbusun babası, George W. Bush veya Barack Obama’dan ziyade Baasçılıktır.
Genel kaide şudur: Bir ideoloji ne kadar soyut ve külli ise akabinde gelen de o kadar kanlı olur. Zira bu türden ideolojiler, lider devrildiğinde veya meydan okumayla yüzleştiğinde bir ülkeyi bir arada tutacak şekilde –en üstteki rejim ile en alttaki kabile ve geniş aile arasında– hiçbir sivil toplum ara katmanı sunmaz. 11 Eylül saldırılarından üç sene evvel 1998’de kamuoyuna mâl olmuş bir entelektüel olan İlyas Huri (Elias Khoury) ile bir röportaj yapmıştım. Bana Irak ve Suriye’yle ilgili “Bu rejimler sadece kendi toplumlarını tahrip etmekle kalmadı, kendilerine alternatif her ne varsa hepsini yok etti. [Baas’a karşı] Hiçbir alternatif ayakta kalamaz; tek tercih, ya tam tahakküm ya da topyekun kaos” dedi.
Huri’nin kehaneti, Hafız Esed ile Saddam Hüseyin’in onlarca yıllık iktidarlarını, kendilerini devletin ta kendisi gibi sunan girift güvenlik ve istihbarat aygıtları kurmak için kullandıkları bilgisine dayanıyordu. Halkları vatandaş değil tebaaydı; etnik ve mezhebî zıtlıklar, sağlıklı bir iktisadi ve siyasi gelişmeyle yatıştırılmak yerine, patlamaya hazır halde bastırılıp kontrol altında tutuldu. Tiranlığın üst kabuğunun altı tamamen boşluktu.
Suriye ve Irak’ta etnik ve mezhebî çizgileri aşan canlı seküler kimlikler yaratmakta tamamen başarısız olunmasının kökeninde, –Mısır, Tunus ve Arap dünyasının diğer yerlerindeki sıradan burjuva tiranlıklarındakine kıyasla– çok daha ölümcül ve boğucu olan Baas ideolojisi yatıyor. Mısır ve Tunus gibi coğrafyalar, kadim medeniyet havzaları olup antik dönemden bu yana sağlam kimliklere sahip, öyle veya böyle bir çeşit devlettiler. Irak ve Suriye ise devlet olarak tarihleri çok daha zayıf olan muğlak birer coğrafi ibareydi sadece; dolayısıyla bunları bir arada tutmak, zulmün çok daha aşırı çeşitlerini gerektiriyordu. Bu bağlamda Baasçılık ideolojik tutkal oldu.
Baasçılığa İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında şekil veren, Şam orta sınıfına mensup iki şahıstı: Hristiyan Mişel Eflak ve Müslüman Selahaddin Bitar. Onlar, 1930’ların başlarında Fransa’da öğrenciyken Avrupa’yı girdap gibi içine çeken sert ideolojilerin cazibesine kapıldılar. Ortaya çıkan şey Arap milliyetçiliği, –Eflak’ı da Bitar’ı da büyüleyen– Marksizm ve –o dönem Naziler arasında yaygın olan– kana ve toprağa dayalı kimliği idealleştiren Alman teorilerinin bir karışımıydı. Fransız akademisyen Olivier Roy’un bugünün yarı eğitimli İslamcı fundamentalistleri hakkında yazdıkları, seküler Baasçılara da teşmil edilebilir: Kendi toplumları, alt ve orta sınıfların kitap okumaya düşkün bu çocuklarını görmezden gelmiş; onlar da kendi statülerinden içerlenerek/kızarak Arap burjuvasını tamamen kökünden temizleyip yerine proleter bir zihniyetle seferber olmuş, aşırı merkezileşmiş devletleri geçirecek bir devrimin hayallerini kurmuşlardı. Ve 1960’ların başlarında yükselişteki ordu subaylarının ve Esed ile Saddam Hüseyin gibi aktivistlerin kulak verdikleri kesim, –Şam ve Bağdat’taki geleneksel tüccar sınıfların mensupları da, yumuşak bir yönetişim anlayışına sahip Osmanlı ve Avrupa manda çağının elitleri de değil– Eflak ve Bitar gibi insanlardı.
Doğu Akdeniz bölgesinin büyük ölçüde okuma-yazma bilmeyen geleneksel toplumlarıyla doğrudan karşılaştığında entelektüel manası buharlaşmaya başlayan Baasçılığın o buğulu ve soyut fikirlerinin sonucu, maalesef ki baskıya, biraz iktisadi kalkınmaya ve mezheplerin ve aşiretlerin manipülasyonuna dayanan verimsiz polis devletleri oldu. Irak’ta Sünni iktidarı altında Baasçılık sonunda Şii karşıtı bir felsefeye dönüşürken Suriye’de ise Esed iktidarı altında fiilen Sünni karşıtı bir nitelik kazandı; ayrıca her ikisi de –vurgulanan iddiaları her ne olursa olsun– Kürt karşıtıydı. Baasçılık, uygulamada Arap milliyetçiliğinin aşırı hastalıklı bir türü olup ileride İslamcı radikalizm güçleri tarafından alt edilecekti.
Hiç şüphesiz Baasçılığın içinde bölgesel farklılıklar her zaman sözkonusuydu. İnsanların kendi evlerinde dahi rejim hakkında fısıldamaya cesaret edemediği Saddam’ın Irak’ı, fikir ayrılıklarına/muhalefete aleni hale dökülmediği sürece izin verilen Esed’in Suriye’sine kıyasla, çok daha baskıcıydı. Bir gazeteci olarak 1970’lerden 1990’lara kadarki süreçte zaman zaman Suriye’ye gittim ve bir refakatçiye gerek duymadan ülkeyi otobüsle baştanbaşa gezerek her yerde insanlarla bir araya geldim. Ancak Irak’ta 1984 yılında başkent Bağdat’tan güneydeki Necef’e yaptığım günübirlik bir gezinin ardından buna bir daha asla kalkışmamam konusunda en sert ifadelerle uyarıldım. İki sene sonra Irak’ın kuzeyine gerçekleştirdiğim seyahatimi, pasaportumun rejim yetkilileri tarafından geçici bir süreliğine alıkonması suretiyle, bir refakatçi eşliğinde yapabildim. Irak’ta 1980’lerde yazdığım haberlerimin nüshasını teleks makinesiyle [ABD’deki] editörlerime yollaması için kalın bir camın ardındaki görevliye vermek zorundaydım. Suriye’de ise istediğim her postaneye girip denetimden geçmeden yazımı yollayabiliyordum.
Irak, yüksek wattlık lambalarla aydınlanan muazzam genişlikte bir hapishane gibiydi. Bu yüzden Saddam Hüseyin [bir arada tutabilmek için] Irak toplumunu her daim seferberlik halinde olmaya zorladı. 1980’lerde İran’la girdiği 8 yıllık bir savaşın ardından 1990’da Kuveyt’i işgal etti. Bu işgal, 60 yıl evvel Sorbonne’da icat edilen Baasçılığın patolojik bir şekilde kanlı sonunun da bir başlangıcı oldu.
Ve işte tam da bu nedenle ben, bundan 15 sene evvel bugünlerde Irak’ı işgal eden ABD eğer Saddam’ı iktidarda bıraksaydı Irak Baasçılarının 2011 Arap Baharı’nı zarar görmeden atlatabileceğinden hiç emin değilim. Zira Irak’ta Sünniler, Şiiler ve Kürtler arasındaki mezhebî ve etnik çizgiler –Suriye’ye kıyasla– hep çok daha keskin bir şekilde çizilmişti; ayrıca Saddam rejiminin yoğunluğu ve zalimliği nedeniyle iktidar cephesinde küçücük bir gedik bile (devam edegelen müeyyideler ve ekonominin daha da yıkıma uğraması karşısında) bütün devlet yapısını –Suriye’dekine kıyasla– çok daha hızlı bir şekilde paramparça ederdi.
“Direniş”in Baasçılık ideolojisinin merkezî bir kavramı olduğuna şüphe yok. Bu nedenle Saddam, ihtimaller her ne olursa olsun, mücadeleye devam ederdi ve sembolik de olsa bir şekilde ayakta kalabilirdi, ama muazzam bir can kaybı ve devletin görece zayıf düşmesi pahasına... Dolayısıyla ulema sınıfının kontrolündeki İran, Amerikan işgali olmasa dahi, her hâlükârda Mezopotamya’nın hâkim gücüne dönüşecekti. Bundan kurtulup rahat bir nefes alabilmek için İran’ın kendi içinde bir isyanı beklemek durumda kalacağız, yoksa ABD’nin kendi başına yapabileceği şeyler çok az.
Son 15 yıldır İran nüfuzunun Akdeniz’e kadar yayılması, Amerikan başkanlarının kararları kadar Baasçılığın çürütücü toplumsal etkisinin de bir sonucu. Amerikan işgalinden sonra Irak’ın tek ümidi, bir başka askeri diktatörün hızla ortaya çıkması veya yerleştirilmesiydi, ama bu defa Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i veya Pakistan’ın Pervez Müşerref’i çizgisinde: Yani Saddam’dan çok daha az zalim, Batılılaşmış pragmatistler çizgisi… Ancak Saddam’ın ve Baas ideolojisinin Irak toplumunu ne denli bozduğu dikkate alındığında bu dahi uzak bir ihtimal olacaktı.
Baasçı ideolojinin Suriye’de yaptığı hasar, her ne kadar Irak’takinden daha yumuşak olsa da, rejim kritik bir meydan okumayla karşılaştığında kaos doğuracak kadar ağırdı. Bağımsızlığın ilk 24 yılında yaşanan 21 hükümet değişikliğinin ardından gelen bir askerî darbe Esed’i 1970’te iktidara taşıdı. İşkence ve gözetleme taktikleriyle Sovyet blokunun güvenlik danışmanları ülkede istikrarın kazanılmasına yardımcı oldu; ancak Esed istikrarla murat edilen hiçbir şeyi yapmadı. Tebaasını vatandaşa dönüştürmek ve ülkedeki –Sünni, Şii, Kürt, Ermeni ve Arap Hristiyan– bütün farklı grupları birleştirme maksadıyla bir anavatan hissi inşa etmek yerine sadece fayda getirmeyen bir baskıya başvurdu (Saddam’ınkinden daha hafif de olsa).
O zamanlar Suriye’nin ihtiyaç duyduğu şey, Tunus’ta Habib Burgiba’nın ve Fas ile Ürdün’de de krallarının sunduğuna benzer bir aydınlanmacı diktatörlüktü. Ancak bir Alevi olarak Esed, kendi azınlık statüsü yüzünden, bunu yapmak için gerekli emniyet halinden/kendine güvenden oldukça uzaktı. Maalesef ki Baasçılık, ideolojik iddialarına rağmen, Arap krallıklarının özü itibarıyla sahip olduğuna inanılan meşruiyetten yoksundu. Bu meşruiyet hissi sayesinde sözkonusu yönetimler halklarına yeterli bir dozda özgürlük sağlayabildi ve bu özgürlük de –Baas rejimlerinde var olmayan– sivil toplumun belli bir ölçüde de olsa yeşermesine imkân verdi. Bu yüzden Suriye, Esed’in oğlunun rejimi ciddi protestolarla karşılaştığında parçalandı. Peki, acaba ABD 2011’den kısa bir süre sonra Suriye’ye müdahale etseydi yaşanan kıyımı durdurabilir miydi? Bunun cevabı bilinemez.
Bunların hiçbiri, benim de vakti zamanında destek verdiğim Irak işgalinin sonuçlarından bir kaçma girişimi değil. Irak Savaşı’nın, yaklaşık 4500 Amerikalının hayatını kaybetmesine ve on binlercesinin de ciddi bir şekilde yaralanmasına –ölenlerin ABD’deki yüz binlerce sevdiklerinin hayatlarının mahvolmasına– değecek bir şey olmadığı aşikâr; bundan çok çok daha fazla Iraklının hayatını kaybetmesi de cabası. Benim bu savaşa destek vermem, 1980’lerde Saddam’ın Irak’ında yaşanan baskıyı bizzat canlı canlı tecrübe edişimden kaynaklanıyordu, ki bunu ancak –1980’ler boyunca görev yaptığım ve yine rejimi sosyalizmle nasyonel faşizmin zehirli bir karışımı olan– Nikolay Çavuşesku’nun Romanya’sıyla karşılaştırabilirdim. Ben de öyle yaptım ve o dönemde eğer ki Romanya Çavuşesku’nun ardından toparlanabildiyse Irak da bir şekilde bunu başarabilir diye düşündüm. Ama 11 Eylül’den sonra Huri’nin bana söylediklerini daha iyi aklımda tutabilmeliymişim.
Huri, “Baas yönetimi o denli totaliter ki kendisine alternatif geriye hiçbir şey bırakmadı; işte bu yüzden Saddam devrildikten sonra Irak’ı yönetmek için Baasçılara en azından alt düzeylerde ihtiyaç var” diye vurgulamıştı. Bu, işgalci yönetimlerin farkına varması gereken bir şeydi; tıpkı Batılı ve Sovyet işgalcilerin Hitler devrildikten sonra Almanya’yı idare edebilmek için alt düzeydeki Nazileri affetmek gerektiğini idrak etmeleri gibi… Ama Almanya’dan alınan bu ders Irak’a gelinceye kadar unutulup gitmişti.
Ama yine de bu Suriye’de uygulanabilir; genç Esed uzak bir ihtimal de olsa cumhurbaşkanlığından alınsa dahi, Beşşar Esed rejiminde yerleştirilmiş görevliler işlerine devam etmeliler. Eğer ki Esed devrilirse, hala daha bir şekilde sükûnet içindeki Şam –tıpkı daha evvel Baas yönetiminin çöktüğü Halep, Musul ve Bağdat şehirleri gibi– sancılı ve kanlı bir cesetler diyarına dönüşebilir. Batı, Suriye’de her ne yaparsa yapsın ardından ne geleceğine dair ayrıntılı bir planımız önceden mutlaka var olmalı. Şunu unutmayın ki Romanya, Çavuşesku’nun devrilmesinin ardından sadece birkaç gün süren anarşinin ardından toparlanabildiyse bunun nedeni, gerçek demokrasi burada neşvünema bulmadan evvel yıllar süren geçiş sürecinde Komünist Parti içindeki daha ılımlı bir kanadın fiilen iktidarı ele almasıydı.
ABD’nin Irak’taki ve belki de Suriye’deki hataları sayısız; ama şunu da bilmeliyiz ki ABD –ister en iyi durumunda isterse de Irak’taki gibi en kötü konumunda olsun– kadir-i mutlak değil. Mesela, bölgenin hegemonu olan İran’ın içinde öyle hemen fark edilmeyen küçük bir siyasi dönüşümün dahi Ortadoğu üzerinde –ABD’nin yaptıkları veya yapacaklarına kıyasla– çok daha büyük bir etkisi olacaktır.
Aynı şekilde Irak’taki ve Suriye’deki anarşinin siyasi ve toplumsal zeminin sağlayan da her şeyden evvel Baasçılıktı, yoksa bizim hareketlerimiz veya hareketsizliğimiz değil. Saddam’ın tiranlığının aldatıcı görüntüsü altında Baasçılığın depderin bir boşluk/girdap bırakmasının sonuçları, tabii ki biz Irak’ı işgal etmeden evvel Amerikalıların öncelikle düşünmesi gereken bir konu olmalıydı.
2003’te Irak’taki kibrin/güç zehirlenmesinin kökeninde yatan şey, 20. yüzyılın diğer totaliter ideolojilerine karşı –yani 1945’te Nazizme ve 1989’da komünizme karşı– kazanılan Amerikan zaferleriydi. Amerikan müdahaleleri, eğer ki 1945’ten sonra Nazi Almanya’sını iyileştirebildiyse ve 1990’larda eski komünist Yugoslavya’nın durumunu çarpıcı bir şekilde düzeltebildiyse, başaramayacağı hiçbir şey yoktu veya en azından öyle görülüyordu. Dolayısıyla Irak’ın dağılması, hem Baas ideolojisinin bomboş olduğunu hem de ABD’nin başkaları üzerinde emperyalvari, tek kutuplu hâkimiyetinin sonuna gelindiğini ifşa etmiş oldu. Ve Irak Amerikan işgalinden sonra kanlı bir kargaşaya sürüklenirken 20. yüzyıl da gerçek tarihsel anlamıyla nihayet sona ermiş oldu.

NOT: Robert Kaplan'ın Suriye ve Baasçılık üzerine yazdığı daha eski makalelerinin tercümesini de okuyabilirsiniz:

SURİYE: KİMLİK KRİZİ (The Atlantic, Şubat 1993)
ABD’NİN ESED ÇIKMAZI (The National Interest, 17.10.2016)




23 Mart 2018 Cuma

X.SYNDER: TÜRKİYE’NİN AFRİN’İN ÖTESİNE GEÇEN ORTADOĞU’DAKİ ÜLKÜLERİ





Xander Snyder (Geopolitical Futures jeopolitik analisti)
Geopolitical Futures, 20.3.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Türkiye’nin Afrin istilasına ilişkin temel soru şu: Acaba bu, Suriye’nin kuzeybatısında duracak sınırlı bir operasyon mu, yoksa Türkiye’nin Ortadoğu’ya daha derin müdahilliğinin ilk adımı mı? Türkiye’nin sınırını tehditlerden temizleme niyeti ve Kürt birliklerin de Afrin’in çok ötesine uzandığı dikkate alındığında Ankara’nın Afrin’e boyun eğdirmekle yetineceğini düşünmek için ortada çok az neden var.
Ancak Türkiye’yi dışarıda askerî adım atmaya zorlayan bir tehdit daha var: İran. Türkiye’nin en büyük tarihsel hasmı olan İran, Suriye çatışmasından görece güçlü bir konumda çıktı. (…) Türkiye, sınırlarında İran yanlısı Esed liderliğinde bir Suriye’yi doğrudan tehdit olarak görüyor (…).
Tahran’ın Suriye’deki güçlü varlığına karşılık Türkiye, İran’ın sınırlarına çok daha yakın olan Irak’ta ona baskı yapmak istiyor. (…) Sincar’daki PKK varlığını Irak’a müdahaleyi meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıyor. Zira İran’ın geçtiğimiz dört yılda Irak’taki nüfuzunu ciddi şekilde artırması Ankara için endişe verici bir gidişat. (…) Soran köyüne Türk askerlerini paraşütle indirmek ve Sidakan’da varlığını güçlendirmek suretiyle Türkiye çoktandır Irak’ta daha büyük bir askerî kuvvet kurmakta.
Irak’taki Türk varlığı üç işlev görüyor. Birincisi, doğrudan bir çatışma riskine girmeksizin, İran’ı kendi topraklarına yakın bir noktada tehdit ediyor; tıpkı İran yanlısı bir Suriye’nin Türkiye’ye yönelttiği tehdit gibi. İkincisi, ilave ateş gücüyle Irak’ta İran yanlısı milislerin tehdidine karşı koymayı hedefliyor. Üçüncüsü, Suriye’nin Kürt kontrolündeki her iki tarafına da Türk birliklerini yerleştiriyor ki böylelikle Türkiye’nin güney sınırı boyunca YPG milislerinin elindeki topraklara karşı çift taraflı bir saldırı gerçekleştirebilsin.

Fırsat penceresinin daralması
(…) Türkiye eğer ki İran yanlısı güçlü bir Suriye’nin oluşmasını engelleyecekse harekete geçmesi lazım. Ancak Esed ülke çapında toprakları geri alırken Türkiye’nin fırsat penceresi kapanmakta.
İşte tam da Türkiye’nin zamanının giderek daralması nedeniyle, Erdoğan’ın -askerî harekâtın eli kulağında olduğuna dair durmadan tekrarladığı, çoğunlukla boş söylemlerine rağmen- (…) Menbic’e saldırı tehdidi ciddiye alınmalı. Kaçan YPG savaşçılarının göstermelik direnişine rağmen Afrin düştü ve şu anda Türkiye’nin elinde. (…) Afrin nüfusunun çoğu kaçtı ve bu da Türkiye’nin Suriye’yle olan sınır bölgelerini kendisine dost Sünni komşularla yeniden iskân etme stratejisinin önünü açıyor.
(…) Esed Türkiye’nin ilerleyişini engellemek için kuvvetlerini buraya konuşlandırabilir; ancak bu durum Şam ve Humus gibi kilit şehirlerde isyancılarla mücadeleye devam ederken kendi kuvvetlerini bölmek anlamına gelecektir.
Afrin’in alınmasıyla birlikte Türkiye’nin Menbic’i ve Suriye’yle sınır bölgelerini daha fazla kontrol altına almasına giden yolun önü neredeyse tamamen açıldı. Tabii ki tek bir büyük pürüz dışında: ABD’nin kuzey Suriye’deki varlığı ve Kürt milislerle ittifakı.

Amerikan-Türk ilişkilerinde çıkmaz
(…)
İki şeyden biri gerçekleşebilir: Ya Türkiye ve ABD, Menbic ve Kürtlerle ilgili bir anlaşmaya varacak ya da anlaşamayacak. Anlaşırlarsa Suriye Kürtlerinin topraklarından bir çeşit geri çekilme yaşanacak. Türkiye, daha evvel Amerikan birlikleri ve Kürt müttefiklerince işgal edişmiş bölgelere ABD’nin onayıyla girecek;  tabii İD’e karşı savaşında Washington’la işbirliği yapma sözü karşılığında. Diğer bir deyişle, bir Kürt grup daha eski müttefiki tarafından satılacak.
Bu türden bir anlaşma ABD’nin kendisine karşı da meydan okumalar içeriyor. Zira Kürtlerin aksine Türkiye, ABD’yle işbirliğine, kendi çıkarlarını etkilemediği sürece razı olacaktır. Kuzey Suriye kördüğümünün de gösterdiği üzere ABD ve Türkiye artık masanın aynı tarafında değiller. Türkiye ayrıca ABD için açıkça sindirilmesi zor müttefikler olacak cihatçılarla çalışma istekliliğini defaatle gösterdi. Dahası, kendisini hilafetin meşru varisi olarak tanımlamak amacıyla Osmanlı mirasından istifade eden Türkiye’nin, Suriye ve Irak’ta İran’ın konumuna meydan okumak için Suriye’deki haklarından mahrum edilen Sünni Arap çoğunlukla kaynaşmaya kalkışarak İD’le veya benzer başka gruplarla işbirliği yapma yolları bulabilmesi riski var.
Diğer bir muhtemel sonuç olan Türkiye ile ABD’nin bir anlaşmaya varamaması halinde Amerikan birliklerinin kuzey Suriye’den çekilmemesi Ankara’nın askerî seçeneklerini iyice kısıtlayacaktır. Türk ordusu Afrin’de Kürt milisleri mağlup edecek kadar güçlü olsa da ABD’yle gemileri yakma riski sözkonusu değildir. Bu durumda Türkiye -Rusya ve İran’la işbirliği yaparak- Suriye ve Irak’ın kuzeyini kapsayan Kürt koridorunun çevresini kuşatmasına imkân sunan kısa vadeli bir çözümü takip etmek zorunda kalacaktır; her ne kadar bu, doğrudan kuvvet kullanma yoluyla olmasa da. Vekâlet savaşı devam edecek, ancak Türkiye’nin hedefi aynı kalacak: (i) ABD’yi Suriyeli Kürtlerden koparmak, (ii) Türk -veya en azından Türk yanlısı- bir kontrol alanını dayatmak.
Türkiye böylesi bir sonuçtan son derece rahatsızlık duyacaktır; hele de İran Suriye’deki konumunu geliştirmeye devam ederse… Ama yine de ABD’yle ilişkileri hemen bozmayacaktır. Nihayetinde, Moskova’yla [işbirliği üzerinden] pragmatik taktik çözümlere ulaşma kapasitesine rağmen, Türk gücü tarihsel olarak Rusya’yı hep tehdit etmiştir ve gücünü artırdıkça Rusya’yı uzun vadeli bir hasım haline getirerek tehdide devam edecektir. Bu stratejik hesap, Soğuk Savaş’ta Amerikan-Türk işbirliğinin itici gücü olmuştu;  şu anda da Türkiye, Rus askerî gücüyle tek başına boy ölçüşecek kadar güçlenmiş gözükmüyor. Diğer bir deyişle, eğer ki Türkiye ABD’ye bel bağlayamazsa Rusya karşısında da dayanamaz; bu da Ankara’yı -şu an için- ABD’yle ilişkileri tamamen koparmak yerine, her iki güç arasında dikkatlice bir denge kurmaya zorlayacaktır. Böyle olsa bile Türkiye hafife alınmayı/küçük görülmeyi unutmayacaktır. İçeride silah sanayiini daha da fazla geliştirmeye devam edecek ve böylelikle Rusya’ya karşı Batı himayesine bel bağlamak zorunda kalmayacaktır.
Türkiye’nin Afrin’i istilası Suriye savaşı ve bu savaşın Ortadoğu’ya etkileri bakımından bir dönüm noktası. Türkiye’nin Afrin’i fethetmesiyle Amerikan-Türk ilişkileri kritik bir noktaya ulaştı. Türkiye ile ABD’nin kuzey Suriye’de bir işbirliği yolu bulup bulamaması bölgesel güç dengelerini büyük ölçüde değiştirecek; bu da çatışmaya müdahil olan büyük güçlerden Rusya, İran, Türkiye ve ABD’nin hem kendi Ortadoğu stratejilerini hem de birbirilerine karşı stratejilerini nasıl ustalıkla işleyeceklerini şekillendirecektir. Dolayısıyla Amerikan-Türk ilişkilerinin ve bunda kuzey Suriye’nin oynadığı rolün, bölgenin kendisini aşacak küresel sonuçları olacaktır.