31 Ekim 2016 Pazartesi

EKİM 2016 - İÇİNDEKİLER




EKİM 2016 - İÇİNDEKİLER

Amerikan başkanlık seçimleriyle ilgili makaleler

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)

MİLLİ KİMLİK SİYASETİ: EVANJELİKLER NİÇİN TRUMP’A OY VERİYOR? (Social Sciences Research Council/SSCR, 4.10.2016)
Philip S. Gorski (Yale Üniversitesi sosyoloji profesörü)

Musul Harekâtıyla ve Irak’la ilgili tercümeler

Reva Goujon (Stratfor Küresel Analizler başkan yardımcısı)

Zalmay Khalilzad (ABD’nin eski Afganistan, Irak ve BM büyükelçisi)

James F. Jeffrey (ABD’nin eski Irak ve Türkiye büyükelçisi; şu anda Washington Enstitüsü kıdemli üyesi)

MUSUL HAREKÂTININ ERTESİ (The Cipher Brief, 16.10.2016)
Jack Keane (Emekli general ve Amerikan ordusunun eski genelkurmay başkan vekili; şu anda GSI Müşavirlik firmasının başkanı, Savaş Araştırmaları Enstitüsü başkanı, savunma şirketi General Dynamics’in müdürü ve Amerikan Savunma Bakanlığı Savunma Politikası Kurulu üyesi)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
2006 IRAK RAPORU YENİDEN OKUNMAYI HAK EDİYOR (Washington Post, 23.6.2015) 
ABD’NİN BÜYÜK İSTİHBARAT PROBLEMİ (Washington Post, 28.5.2015)

Suriye İç Savaşıyla ilgili tercümeler

SURİYE’NİN PARAMPARÇA MOZAİĞİ (Project Syndicate, 7.10.2016)
John Andrews (The Economist dergisinin eski editörü ve dış muhabiri; “The World in Conflict: Understanding the World’s Troublespots” kitabının yazarı)

ABD’NİN ESED ÇIKMAZI (The National Interest, 17.10.2016)
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)

ORTADOĞU’DA SAVAŞA BİR ŞANS VERİN (The Cipher Brief, 13.10.2016)
Edward Luttwak (Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CSIS) kıdemli ortağı; Amerikan Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Ulusal Güvenlik Konseyi, Ordu, Donanma ve Hava Kuvvetlerinde, aynı zamanda finansal kurumlar ve uluslararası şirketlerde danışmanlık görevlerinde bulundu; çeşitli üniversitelerde ve askeri okullarda dersler verdi; “Strategy: The Logic of War and Peace” kitabının yazarı)

SURİYE’DE EL-BAB’I IŞİD'DEN KİM ALACAK? TÜRKLER, KÜRTLER, ESED?(Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü 7.10.2016)
Fabrice Balanche (Lyon 2 Üniversitesi’nde doçent ve araştırma müdürü, Washington Enstitüsü misafir araştırmacı)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

Diğer önemli tercümeler

ARAP DÜNYASININ YOLSUZLUK SORUNU (El-Cezire Arapça, 30.9.2016)
Muhammed Hüneyd (Tunuslu araştırmacı ve akademisyen)

İSLAM DEVLETİ’NİN ACABA GERÇEKTEN SONU MU? (Geopolitical Futures, 12.10.2016)
George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)

Jacob Olidort (Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsünde Ortadoğu’da İslami gruplar ve Selefilik uzmanı; aynı zamanda George Washington Üniversitesi Elliott Uluslararası İlişkiler Bölümünde misafir öğretim üyesi)

İSLAM DEVLETİ’NE KARŞI SAVAŞTA KÜRTLER TOPRAKLARINI GENİŞLETİYOR (Reuters, 10.10.2016)

Isabel Coles (Reuters’ın Irak Kürt bölgesi muhabiri) ve Stephen Kalin (Reuters’ın Irak/Bağdat muhabiri)


Ariel Ben Solomon (Bar-Ilan Üniversitesi Ortadoğu Araştırmalarında doktora adayı ve Ortadoğu konusunda serbest yazar; the Jerusalem Post gazetesi eski Ortadoğu muhabiri ve yazarı)

Amos Harel (Haaretz gazetesi yazarı ve İsrail medyasındaki en önemli askeri ve savunma uzmanı)
  
CIA VE BİR TÜRK DARBESİ (War on the Rocks, 16.9.2016)
Egemen Bezci (Stockholm Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Enstitüsü’nde misafir araştırmacı) & Nicholas Borroz (Washington merkezli bir stratejik istihbarat danışmanı)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
RUS TAKIMI: DÜNYA POLİSİ (Washington Post, 20.10.2015)
KUZEY KORE HER ZAMANKİNDEN DAHA ÜRKÜTÜCÜ (Washington Post, 13.10.2016)



BU BLOGDANELER VAR? - tüm içerik



M.HÜNEYD: ARAP DÜNYASININ YOLSUZLUK SORUNU



ARAP DÜNYASININ YOLSUZLUK SORUNU

Muhammed Hüneyd (Tunuslu araştırmacı ve akademisyen)
El-Cezire Arapça, 30.9.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 31.10.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/arap-dunyasinin-yolsuzluk-sorunu


Yolsuzluk, istibdatla terörün en büyük arka bahçelerinden biri; geri kalmış her otoriter rejimin, özellikle de küreselleşen yeni sömürgeciliğin/emperyalizmin doğrudan etkisi altındaki rejimlerin üzerine inşa edildiği temel dayanak.
Ancak, Arapların en büyük kurtuluş savaşı haline gelen yolsuzlukla mücadelede problem, bu fenomenin sadece sosyolojik, ekonomik ve siyasi bir sorun olmaktan çıkıp kültürel ve davranışsal bir hale gelmesi.
Yolsuzluğun gelişimi ve bir fiile dönüşümü, bölgesel Arap siyasi yapılarının varlığını tehdit eden en büyük tehlike.

Yolsuzlukları sınıflandırma hatası
Para ekonomisi ve finans literatürü, yolsuzluğu iki ana kategoride tasnif ediyor: Büyük veya küçük yolsuzluk.
Büyük yolsuzluk, adından anlaşılabildiği gibi, milyonlarca dolar değerinde yerel, bölgesel ve uluslararası her türlü alışverişi, işlemi ve faaliyeti kapsar. Bunlar, ticari anlaşmalar, fahiş fiyatlardan komisyonculuk, gayrimenkul soygunları, sistematik kaçakçılık, milli servetin yağmalanması ve kara para aklama olabilir.
Bu büyüklükteki yolsuzluklar, genellikle devlet kurumları, bakanlıklar, büyükelçilikler ve büyük işadamlarının dahil olduğu devasa mekanizmalarda ve yine genellikle çok-uluslu şirketler, uluslararası bankalar, para fonları ile kıtalar, uluslar ve bankalar arası özel ağlarla bağlantı içinde gerçekleşir.
Küçük yolsuzluklar ise gruplardan ziyade bireylerle alakalı olduğundan ilkine kıyasla maddi değer bakımından çok daha küçük miktardadır; zira çoğu zaman mikro ölçekte bireysel olarak hareket edilir. Temel olarak vatandaşların resmi ve özel kurumlarla ilişkilerinde günlük işlemlerini etkileyen rüşvet, aracılık/torpil ve adam kayırmacılık şeklinde zuhur eder. Ancak her ne kadar bireysel düzeyde maddi değer bakımından küçük olsalar da, bu tür yolsuzluklar, bugün Arap ülkelerinde iyice yaygınlaşmış olmaları itibarıyla büyük yolsuzluklardan fiilen çok daha tehlikeli bir hale gelmiş durumda.
Bu bağlamda, literatürde yolsuzlukların büyük ve küçük şeklinde sınıflandırılması, aslında bu olgunun gerçek tehlikesini örten ciddi bir yanılgıyı su yüzüne çıkarıyor.
Zira küçük yolsuzluklar, büyük yolsuzluklara kıyasla çok daha sık, yaygın ve derin olup kökten temizliğe karşı daha dirençli. Yolsuzluğa bulaşmış işadamlarından hesap sormak, sağlık hizmetleri sektörünü rüşvet, adam kayırma, organ ticareti, ilaç kaçakçılığı, sahte tıp diploması gibi olgulardan temizlemekten çok daha kolay.

Yolsuzluk ve değerler sistemi
Mısır, Tunus ve Libya gibi Arap Baharı ülkeleri ve yine Cezayir ile diğer Arap ülkelerinin çoğunda yolsuzluğun – devletin bizatihi kendisi diyemesek de – devlet içinde devlete dönüştüğünü kim inkâr edebilir ki?
Durum o denli vahim ki vatandaşlar rüşvet vermeden, nüfuzlu bir tanıdığa uğramadan veya kanunun bir açığını yakalayıp hileye başvurmadan en basit hak ve hizmetlere dahi erişemiyorlar.
Yolsuzluk fiili, yolsuzluk olgusundan çok daha tehlikeli, zira yolsuzluk bir davranışa ve zamanla toplumun zımnen kabullendiği bir kültüre dönüştü. Başlangıçta ses çıkarılmayan, sonraları çirkin bulunsa da mecbur kalınan ve en nihayetinde yapılması alenen mubah sayılan bir fiil haline geldi.
Böylece hukukun olmadığı, daha doğrusu hukukun uygulanmasına izin verilmediği geri kalmış devletlerin siyasi, iktisadi ve mali sisteminin bir olgusu ve sonucu olan yolsuzluk fiili, zaman içinde yapısal bir karakter kazandı.
Özellikle despot Arap devletlerinde bir salgın gibi yayılan yolsuzluk kültürü, bireysel ve toplumsal yapının temel altyapı şebekesi niteliğindeki değerler sistemine yönelik en büyük tehdit.
Nasıl ki değerlere dayalı devlet inşası ancak ve ancak adalet şartına, yani hukukun tatbikine, zulüm ve adaletsizliğin ortadan kaldırılmasına, otoriterlik ve totaliterlikle mücadeleye bağlıysa, bunun çöküşü de tam aksi olan adaletsizlikle, yani hukuki sistemin çöküşü ve yolsuzluğun yürütme ve yargı erklerine sirayetiyle gerçekleşir.
Bu meselede asıl sarsıcı olan boyut, Arap coğrafyasının gerek teorik açıdan, gerekse dayandığı kaynaklar ve literatür bakımından arka plan olarak yoğun biçimde Doğulu değerlere dayalı sağlam bir İslam akidesiyle öne çıkması.
İslam dini, her şeyden evvel bireysel ve toplumsal değerleri değiştirmeye odaklanan, bireyin ya da grubun her iki dünyada da kurtuluşunu garantilemesi için ahlaka sarılması gerektiğini vurgulayan bir din. Kurtuluşla ahlak arasındaki bu bağ, şair Ahmed Şevki’nin beyitlerine de yansımıştır. Milletlerin bekasını ve egemenliğini ahlaka bağlayan, ahlak kaybını milletlerin yok olmasına vesile sayan meşhur şiiri bu bağlamda ortaya çıkmıştır.
Buradaki temel soru şu: Milletlerin hayatta kalıp gelişmelerinin bir şartı olarak değerlere, ahlaka, ilkelere ve erdemlere en fazla vurgu yapan Arap İslam ümmetinin beşiğinde milletlerin sonunu getiren şartlar nasıl gelişip de bu denli yayılabildi?

Yolsuzluk ve devrim dalgalarının tekrarlanması
Arap Baharı’nı ateşleyen kıvılcımın – devrim şehidi Muhammed Buazizi’nin bedenini yakmak suretiyle dışa vurduğu – zulme ve yolsuzluğa itirazın sembolik bir ilanı olduğunu kim inkâr edebilir? Tunus Devrimi’nde öne çıkan “İş bir haktır, ey hırsızlar çetesi!” sloganının yurtdışına kaçan Cumhurbaşkanı Bin Ali'nin liderlik ettiği rejimin yolsuzluğa batışını ortaya döken gayet net bir ifade olduğunu kim reddedebilir?
Yolsuzluk, baskıcı Arap devletlerinin en belirgin özelliği. Dahası, bu devletler emperyalist güçler tarafından bu şartla kuruldu. Böylelikle servetin yağmalanmasına bekçilik edip kalkınmanın, adalet ve hukuk devletinin tesisinin önünde engel teşkil edecek bir düzen kurulacak ve küresel emperyalizmin hedeflerini tehdit edecek bir kalkınma olmayacaktı.
Ancak dikey yönlü büyük yolsuzluğun yatay bireysel yolsuzluğa doğru gelişmesi, aslında devletin servetini yiyip bitirmekten bireylerin hayatta kalma gücünü paramparça etmeye doğru bir değişimin işareti. Yolsuzluk doğrudan bireyin gündelik hayatında sıradanlaştığında, devletin varlığı içeriden aşınarak kanserli bir hale dönüşür – tıpkı bedenin hücrelerini yiyip bitirerek kendi kendini yıkması gibi…
İşte bu noktada devrimler ve devrimsel sallantılar, bu çapta bir aşınma durumuna ulaşıldığının ve hastalığın bedenin artık kaldıramayacağı kadar ileri aşamaya vardığının bir habercisi ve göstergesi. Devrimler, bedenin hücrelerinin artık hayati işlevlerini sürdüremediğinin ve cerrahi müdahalenin bir zorunluluk olduğunun ilanı. Dolayısıyla devrimler bir nevi iyi bir acı. Artık bir tedavinin, bir ilacın gerektiğini hatırlatan olumlu bir işaret.
Arap Devrimleri ve Büyük Halkların Baharı, ümmetin hastalığının rejimin ve görevlerinin yeniden şekillendirilmesini gerektirecek denli ileri aşamalara ulaştığının kanlı bir ilanı. Dolayısıyla karşı-devrimler ve Arap derin devletinin despot rejimleri geri getirmek için gösterdiği hummalı çaba, ümmetin varlığını tehdit eden öz yıkım mekanizmasını konsolide etmekten başka bir şey değil.

Devrimler ve hayalkırıklığı
Mesela Mısır’daki darbe, eğer ki birinci devrim dalgasının kazanımlarını geri getirecek ikinci devrim ortaya çıkmazsa, Mısırlıların varlığına yönelik bir yıkım, devletin kurtuluşunu engelleme ve devlet yapısını geri dönüşü olmayacak bir şekilde paramparça etmek demek.
Örneğin bugün doların değeri ve dış ticaret açığı astronomik bir seviyede.
Uluslararası arenada Mısır, vatandaşların susuzlukla, çocukların açlıkla karşı karşıya olduğu, zengin sınıfın vahşileştiği, cari açığın astronomik düzeye çıktığı, yolsuzluğun adeta devleti yöneten bir devlet haline geldiği, darbeci askerlerin devleti ellerinde tuttuğu gülünç bir ülkeye dönüşecek.
Tunus’ta devlet, 2014 sonunda seçim yoluyla yapılan darbeden ve eski rejimin dünkü düşmanı İslamcılarla ittifak kurarak yeni bir devrimci kılıfla geri dönmesinden sonra çökmenin eşiğine geldi.
İslamcılar burada sahte ulusal uzlaşı gerekçesiyle devrime ve tabanlarına sırt çevirdiler. Yolsuzluk yapanların bir tanesi bile yargılanmadı. Tam aksine, ‘imkanlar ancak bu kadarına el veriyor’ bahanesiyle yolsuzluk aklandı.
Tunus ve Mısır, devrim dalgalarının esasında yolsuzlukla alakalı olduğunu ortaya koyan en açık örnekler. Zira hem Bin Ali hem de Mübarek rejimi, yolsuzluğun ve toplumsal adaletsizliğin yüksek seviyelere ulaştığı ve bunun da toplumsal öfkeye yol açtığı zorba askeri devletlere birer örnekti. Ve yine her ikisi de devrimsel dalganın bugün veya yarın ama elbet birgün tekrar kabaracağının en kesin delili.
Devrim hareketlerinin tekrarlanmaması, ümmetin geleceğindeki en tehlikeli eğilim olabilir. Zira bu, ümmetin parçalanma ve dağılma akımına geri dönülmez bir şekilde entegre olduğu anlamına geliyor. Çünkü yolsuzluk alışkanlığı, adaletin yokluğu ve hukukun sonu her türlü medeniyetin harap olmasının habercisi.
Arap halklarından yükselen özgürlük talebi, sosyal adalet arzusunun ve – yolsuzluğun adresi ve bekçisi olan – istibdadı reddin diğer bir yönü aslında.
Küresel emperyalizmin barışçıl halk devrimlerine karşı cevap olarak ürettiği kaos, yolsuzluğu korumak için dışarıdan verilen desteğin silahlı versiyonu.
Bu bağlamda aralarında IŞİD’in de bulunduğu gerek suni gerekse doğal yollarla ortaya çıkmış kanlı terör örgütleri, despot rejimlerin yolsuzluklarının doğrudan bir ürünü ve aynı zamanda Arap istibdat yapısının en öncelikli hamisi.
Terör, Arap halklarının bir ürünü asla olamaz. Tam aksine, baskıcı rejimlerin ve hem onları hem de yolsuzluklarını koruyup kollayan uluslararası güçlerin ürününden başka bir şey değildir.
İstibdat-yolsuzluk-terör üçgeni, bugün vücudunu yaralar saran Arap dünyasındaki en tehlikeli fonksiyonel ittifaklardan biri. Piramit şeklini alan bu ittifakta siyasi istibdat piramidin sivri tepesini oluşturuyor. Yolsuzluk ise, dikey ve yatay şekilleriyle piramidin sağlam tabanı ve dayanıklı ekseni konumunda.
Mısır, Tunus ve Libya’da piramidin görünen tepesi hızlı bir şekilde uçtu ve zalim liderlerin tahtları çöktü. Ancak piramidin çelik tabanı, yani yolsuzluk şebekesi ve yolsuzluğa yol açan kültür, yeni bir baş çıkarmayı/filizlenmeyi başardı. Bu baş eskisinden daha sert ve dayanıklı. Bu da Arap dünyasındaki özgürlük savaşının ya tabanda yatay bir düzlemde olacağını ya da hiç olmayacağını ortaya koyuyor.

Adaletin tesisi, hukukun güçlendirilmesi, cezaların uygulanması, yolsuzluk alışkanlığı ve kültürüyle mücadele, siyasi istibdadın dayandığı sağlam tabanı kökünden temizleyebilmenin tek çıkış yolu. Arap coğrafyasının istibdat hastalığından, dış müdahalelerden ve eli kulağındaki patlamalardan – ki bunların öncekiler gibi sessiz olacağının da bir garantisi yok – kurtulmasını sağlayacak olan da işte bu.

D.IGNATIUS: MUHTEMEL BAŞKAN CLINTON’IN DIŞ POLİTİKA PARADOKSU



MUHTEMEL AMERİKAN BAŞKANI CLINTON’IN DIŞ POLİTİKA PARADOKSU

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 27.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Amerikan başkanlık seçimleri öncesinde yapılan tahminlerin büyük çoğunluğu Demokratların adayı Hillary Clinton’ın zaferine işaret ederken, Clinton’ın başdanışmanları, başkanlık seçimleriyle ve Amerikan gücünün son dönemde gerilemesiyle sarsıntı geçiren dünyayı nasıl istikrara kavuşturacaklarını düşünüp taşınmaya başladılar bile.  
Demokratlar seçimi kazandığı takdirde Clinton ekibinin asıl paradoksu şu: Bir yandan Rusya, Çin ve diğer problemlerle uğraşırken ABD’nin “köşeye sıkışmış” gibi görünmesini engellemek için politikalarını sertleştirirken, diğer yandan birçoğunun bizzat görev aldığı selef Obama yönetimiyle devamlılık sinyalini nasıl verecekler? Clinton’ın danışmandan birinin de belirttiği gibi, dünyada durumun “alışılmadık biçimde fazlaca değişken” olduğu bir ortamda yeni başkan Amerikan üstünlüğünü tekrar tesis etmek zorunda.
Mevcut küresel belirsizlik ve meydan okuma ortamının geçmişteki benzerleri kendisine sorulduğunda, bu danışman, Vietnam Savaşı ve SSCB’nin çöküşünün hemen ardındaki dönemleri zikretti. Her iki dönemde de bu krizlerin yönetilmesinde kilit unsur, ABD’nin “stratejik inisiyatifi” almasıydı diye ekledi. Dönemin dışişleri bakanları Henry Kissinger ve James Baker, Amerikan diplomasisini aktif bir şekilde yöneterek küresel istikrarsızlığın ortasında dahi olayların akışını şekillendirebilmişti.
Rusya ve Çin ABD’yi test edeceği için müstakbel Amerikan yönetiminin ilk senesi, dünyanın dört bir yanında çok sayıda ihtilafla boğuşarak geçebilir. Clinton, müttefikleri ve hasımları tarafından ekibinin gayet iyi bilinmesinin avantajlarını yaşayacak ve muhtemelen acemice hatalar yapmayacaktır. Henüz bitmemiş İslam Devleti’ni yok etme ve terörle savaş görevlerini sürdürme sorumluluğu omuzlarında olacaktır.
Clinton’ın başa geçmesi halinde ekibi, Amerikan iktisadi gücünü yeniden inşa etmeyi ilk hayati adım addedecektir. Yavaş büyüyen Avrupa’yı ve diğer müttefiklerini cesaretlendirici adımlar babından ilk 100 gün içinde altyapı inşası ve yatırımı teşvik için büyük mali inisiyatifler alacaktır.
İlk danışman diyor ki “Dünya, idareyi ele alması ve ekonomik talebe ivme katması için ABD’ye bakıyor.” Bu ekipten ikinci bir danışman da “Ülke içindeki temellerimizi güçlendirmek, küresel ittifaklarımız bakımından yapabileceğimiz en önemli şey” iddiasında.
Rusya’yla mücadele çoktan başladı. Clinton ile Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında geçmişten gelen bir öfke sözkonusu ve bu, Rusya’nın Clinton’ın seçim kampanyası e-postalarını gizli kapaklı heklemesinin bir nedeni olabilir. Clinton ekibine göre, Putin’in bu entrikaları, Soğuk Savaş sonrasının bir stratejisi olan Rusya’yı Batılı iktisadi, siyasi ve güvenlik kurumlarına entegre etme çabalarının sonuna işaret ediyor. İlk danışman ısrarla diyor ki “Entegrasyon Rusya’nın umurunda değil.”
Rusya’yı yeniden çevrelemenin ilk adımı, parçalanmış ve zayıf düşmüş Avrupa’yı desteklemek. Clinton’ın yardımcıları Avrupalı diplomatlara diyorlar ki, seçimi kazandığı takdirde yeni başkan NATO ittifakına desteğini yeniden teyit için derhal bir NATO zirvesini toplamaya çalışacak. Benzer şekilde Clinton, Suudi Arabistan gibi diğer geleneksel müttefiklerine ABD’nin bölgeye geri döndüğü güvencesini vermeye çalışacak. İkinci danışmana göre Arap müttefiklere mesaj şu olacak: “Biz, Ortadoğu’nun güvenliğinde net ve öngörülebilir bir ortak olacağız.” Böylece Sünni devletler daha emin ve kendine güvenir hale geldikçe ABD İran’la diplomasiyi daha rahatça sürdürebilecek.
Avrupa güvenlik siyaseti, kıtanın geleneksel olarak en Amerikan yanlısı sesini susturan Brexit’le birlikte karmakarışık bir hale gelecek. Avrupalı bir diplomat, Clinton ile Alman Şansölyesi Angela Merkel’in birbirlerine “çok derin bir sempati” beslediklerini söylüyor. Bu sayede Clinton ekibinin daha sert bir Rusya politikası gütme arzusu çok daha fazla kolaylaşacak; zira Moskova’ya yönelik iktisadi yaptırımların süresinin Aralık ayındaki AB zirvesinde uzatılacağı kesin.
Clinton’ın danışmanları, Suriye kâbusu ve İslam Devleti sonrası Irak’ın nasıl yeniden inşa edileceği meselesi üzerinde çoktandır kafa yormaktalar. Seçimi kazandığı takdirde geçiş dönemi ekibinin yeni seçenekler geliştirmek için derhal “Suriye’yi Yeniden Gözden Geçirme Süreci”ni başlatmaları muhtemel. En büyük meydan okuma, Clinton’ın seçim kampanyasında vaat ettiği Suriye rejimince kontrol edilmeyen bölgelerde “güvenli alanlar” oluşturmayı nasıl hayata geçirecekleri meselesi olacak.
Asya politikası en alengirli sınav olabilir. Clinton’ın ekibi, Kuzey Kore’nin nükleer silahlar edinme çabasını Amerikan politikasının bir başarısızlığı ve muhtemel en büyük kriz olarak görüyor. Ekip, Kuzey Kore yönetimiyle nasıl baş edilebileceği konusunda Japonya ve Güney Kore’yle hızlıca görüşmelere başlayacak. Hedeflerden biri, tıpkı İran’ı felce uğratanlar kadar ağır bir dizi iktisadi yaptırımın yürürlüğe konması.

Clinton’ın Amerikan başkanı seçilmesi tuhaf bir karma mesaj içerecektir: Dünyaya daha sert bir yüz göstermek isterken Obama dönemiyle de bir süreklilik sağlamaya çalışacaktır. Yani yeni yönetimin güftesi değişim, bestesi statüko olacaktır. Muzaffer bir Clinton, ülkesini köşeye sıkışmış halden çıkarıp hamle yapmaya çalışacak; ancak hasımlarının onu devirip geçmeye çalıştığı bir dönemde bu hiç de kolay olmayacaktır. 


***

SEÇİMLERİN ARDINDAN AMERİKA’YI NE BEKLİYOR?

Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)
Project Syndicate, 25.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…) Seçim yarışı Amerikan toplumu içindeki derin fay hatlarını açığa çıkardı ve ülkenin küresel itibarına zarar verdi. (…) Temel soru şu: Seçimler bittikten sonra sırada ne var?
(…)
Bazı tahminler yürütülebilir. Hangi aday kazanırsa kazasın veya Kongre’nin her iki kanadında da hangi parti çoğunluğu elde ederse etsin, ABD’nin seçimlerden bölünmüş bir yönetimi olan parçalanmış bir ülke olarak çıkacağı noktasında pek de bir şüphe yok. Diğer partililerden biraz olsun destek almaksızın ne Demokratlar ne de Cumhuriyetçiler hedeflerini gerçekleştirebilirler.
Ancak kimse zannetmesin ki Amerikan siyasetindeki tek bölünmüşlük Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında. Aslında bu iki büyük partinin kendi içindeki bölünmüşlükler de son derece derin; öyle ki Demokratları sol ve Cumhuriyetçileri sağ aşırı uçlara doğru çeken büyük ve yüksek motivasyonlu fraksiyonlar var. İşte bu, merkezci pozisyonlarda uzlaşmayı çok daha fazla zorlaştıracaktır.
Başkanlık siyasetinin hızlıca yeniden devreye girmesi taviz ve uzlaşmayı daha da baltalayacaktır. Eğer Clinton kazanırsa, birçok Cumhuriyetçi bunun sadece ve sadece Trump’ın kusurları yüzünden gerçekleştiğini varsayacak ve Clinton’ı muhtemelen tek dönemlik başkan olarak değerlendirecekler. (…) Birçok Cumhuriyetçi (özellikle de Clinton’ın zaferinin meşruiyetini inkâr edenler), onun yönetimini sürekli kösteklemeye çalışacak ki 2020 seçimlerinde başarılı bir başkan olarak yarışamasın.
Benzer şekilde eğer Trump kazanırsa, –seçim sonuçlarının sürprizini ve dehşetini atlattıktan sonra- Demokratların çoğu (ve hatta bazı Cumhuriyetçiler) onun ikinci dönem başkanlık için yarışmasını engellemeyi en temel öncelikleri haline getirecekler. Trump’ın politika üreten çalışma arkadaşlarının onun seçim vaatlerinin bir kısmını hayata geçirmeyi sakıncalı bulacakları dikkate alındığında Trump başkanlığında ülkeyi yönetmek iyice zorlaşacaktır.
Her iki senaryoda da eskiyen altyapıyı modernleştirme, vergi yasası, sağlık hizmetlerinde reform gibi birkaç alanda ilerleme kaydetmek mümkün olabilir. (…)
Ancak Kongre’yle Başkan arasında işbirliğini gerektiren göç reformu, ticaret gibi diğer meselelere kısa zamanda el atmak pek de mümkün görünmüyor. (…) Bu arada ABD’nin bütçe açığı ve borçları kesinlikle yükselecektir (…).
Seçimlerin dış politikaya etkisi daha farklı olacaktır; zira Amerikan Anayasasına göre, Başkan Kongre’ye takılmadan epeyce serbest bir şekilde hareket edebilmektedir. (…)
(…)
Amerikan başkanlık seçimlerinden sonra ABD’ye ne olacağı, cevabı hala bilinmeyen bir soru. Bazı sonuçlara akıl yürütmek suretiyle varılabilir, ama kesin olan tek şey şu: Dünya nüfusunun %96’sı Amerikan başkanlık seçimlerinde oy kullanmasa da sonuçların olumlu veya olumsuz etkilerini en az Amerikalılar kadar hissedecekler. 



30 Ekim 2016 Pazar

D.IGNATIUS: ORTADOĞU ABD’YE GÜVENMİYOR



ORTADOĞU ABD’YE NİÇİN GÜVENMEMESİ GEREKTİĞİNİ BİLİYOR

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 25.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Ortadoğu’da savaş verirken ABD’nin önce yerel güçleri kendi vekilleri olarak silahaltına alma, ardından gidişat zorlaştığında veya bölge politikaları devreye girdiğinde sırtından atma gibi bir çirkin alışkanlığı var.

“Önce ayart, sonra terk et” modeli bizim en itici özelliklerimizden biri. Ortadoğu’da ABD’ye güven duyulmamasının da bir sebebi. Irak’ta, Mısır’da, Lübnan’da ve diğer yerlerde bizim adımıza risk alanların arkasında durmuyoruz. Aynı sendromun şu anda Suriye’de tekrarlanmasından korkuyorum; zira İslam Devleti (İD)’yle savaşta ABD’nin en iyi müttefiki olan Kürt milis grubu YPG, Türk ordusu tarafından vuruluyor.

YPG benim için çok özel; zira mayıs ayında Suriye’nin kuzeyindeki Amerikan Özel Harekât Birliklerine ait gizli bir eğitim kampında YPG’den bazı savaşçılarla bir araya gelme fırsatı yakalamıştım. İD’i müstahkem alanlarından çıkarırken YPG savaşçıları, son adamlarına –ve bazen de son kadınlarına– kadar çarpışmanın bir örneğini ortaya koydular. YPG’nin içine yerleştirilen Özel Harekâtçı Amerikan subayları, YPG’lilerin savaş alanı kahramanlıklarını çok derin bir saygıyla naklettiler, hatta biri “göğüs göğse çarpışmanın kardeşliği” ifadesini kullandı.

ABD’yle müttefiklik maalesef Ortadoğu’da tehlikeli bir ifade olabilir. Geçen perşembe Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde YPG kontrolündeki bölgelerde 18 hedefi savaş uçaklarıyla vurduğunu duyurdu. Türkler, YPG’nin Afrin bölgesini doğudaki kantonlarla birleştirmesini ve ayrıca İD’in başkenti niteliğindeki Rakka’nın kurtarılmasında YPG’nin öncü bir rol oynamasını engellemek istiyor.

Pentagon’dan bir yetkili Türk saldırısıyla ilgili olarak şunu söyledi: “Eğer bu durdurulmazsa Rakka’yla ilgili tüm planların önünü alabilir/kesebilir”. Kürt kaynaklar da bana dedi ki, ABD Afrin’le ilgili taleplere karşılık vermediği için YPG Rusya’ya başvuruyor.

ABD’nin YPG’yle ittifakı 2014 sonunda Kobani’nin İD’den kurtarılması esnasında şekillendi. Amerikan Özel Harekât birlikleri müdahale ederken Kürt savaşçıların sayısı sadece birkaç yüz kadardı. Kürtlere yardımın aracılığını yapan Irak KYB’sinin istihbarat şefi Lahur Talabani idi. KYB’nin Irak’ın Süleymaniye şehrindeki karargâhında bulunan bir harekât merkezi üzerinden ABD’yle iletişim kurup ondan yakın hava desteği almak için GPS araçlarıyla birlikte birçok ajanını Kobani’ye yolladı.

Salı günü Washington’da gerçekleştirdiğim röportajda Talabani bana “Bu, yapılması gereken doğru bir şeydi” dedi ve ekledi: “YPG’nin İD’e karşı savaşta gösterdiği başarı, Suriye’deki Kürtlerin hayatlarını kurtardı ve şu anda Musul’u radikallerden kurtarmak için savaş veren Irak’taki Kürt birlikleri üzerindeki baskıyı azalttı.”

Kobani zaferi İD’e karşı ilk büyük başarı olduğundan Obama yönetimi YPG’ye kucak açtı. ABD en azından birlikte savaşabileceği bir ortak edindi. Ancak bu ittifak bir etnik fay hattı üzerine inşa edilmiş durumda. Bu fay hattı, YPG’nin baskın olduğu bir kuvvetin Türk sınırının hemen güneyindeki Menbic’i ele geçirdiği ağustos ayında kırıldı. Birkaç hafta sonra Türkler Suriye’yi işgal etti ve YPG hedeflerine karşı yoğun yaylım ateşi başlattı.

ABD başarısız bir şekilde Türk-Kürt düşmanlığını idare etmeye çalıştı. Mayıs ayında Menbic saldırısı başlamadan evvel ABD, Türkiye’deki İncirlik Hava Üssü’ne –YPG’yi görünüşte yöneten bir koalisyon olan– Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nden bir heyeti getirdi. Ancak Türk-Kürt ihtilaflarını geçici olarak çözme çabası temmuz ayındaki darbe teşebbüsünün ardından çöktü. SDG’yle buluşan Türk generallerden bazılarının şu anda darbe zanlısı olarak hapse atıldığı söyleniyor.

Darbe teşebbüsünün ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gücünü konsolide etmesiyle birlikte Türkiye’nin bölgesel ihtirasları kabardı. Öyle ki Türk birlikleri bir yandan YPG’yi taciz ederken ve Suriye’de bir sınır şeridini konsolide ederken, öte yandan Irak ve ABD’nin dışarıda kalması yönündeki uyarılarına rağmen Musul operasyonunda rol almak maksadıyla Irak’ta ilerliyorlar. Erdoğan, Halep’ten ve Musul’dan eski Osmanlı bölgesel başkentleri olarak bahsediyor.

Üst düzey bir Amerikalı yetkili “Joker kartı, Suriye ve Irak’ta Türkiye’nin rolünün nasıl idare edileceği” diyor.

Belki de Kürtler ABD’yle ittifakın veya Türkiye’nin dışarıda kalmasına bel bağlamanın ne anlama geldiğini daha iyi biliyordur. Ne de olsa Kürt tarihi bir ihanetler tarihidir. Çok şükür ki, 1991 Körfez Savaşı’nın ardından ABD’nin Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge uygulamasını ve böylelikle Irak’ta başarılı bir Kürt bölgesel yönetimi oluşmasını sağlayan “Huzur Operasyonu” sayesinde ABD’ye yönelik iyi niyet biraz da olsa devam ediyor.

Ancak Ortadoğu halkları Amerikan vaatlerine karşı temkinli olmayı öğrendi. Kısa süre evvel Iraklı Hristiyan liderlerden biri İD sonrası yeni Amerikan yardımı teklifini geri çevirdi. Rahip dedi ki, “Başınızı alıp gideceksiniz, bu sizin hep yaptığınız iş”.




R.GOUJON: MUSUL’DA SON, BAŞLANGICA DÖNMEK DEMEKTİR



MUSUL’DA SON, BAŞLANGICA DÖNMEK DEMEKTİR

Reva Goujon (Stratfor Küresel Analizler Başkan Yardımcısı)
Stratfor, 18.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
(…) Ortadoğu’nun mevcut haritasını Musul savaşının ötesine uzanarak anlamak için yaklaşık yüzyıl geriye, Lozan’daki o destansı diplomatik restleşmeye gitmemiz gerekir.
(…)
Türkler İngilizlerden genişçe bir toprağın kendilerine geri verilmesini istedi. (…)
Kendi demografik ve entografik çalışmalarını yaptırmış olan Lord Curzon, her defasında Türk iddialarını devirdi geçti. Londra, Türkiye’nin yayılmacı tehdidinin, İngiltere’nin Mezopotamya’da stratejik bir zemin elde etme ve bölgenin enerji kaynaklarını tekeline alma hedefini başarısızlığa uğratmasına izin veremezdi. (…)
(…)
(…) Ancak Türkiye’nin Musul ve çevresine yönelik saplantısı hiçbir zaman bitmedi.

Türk-İran Rekabeti Yeniden Doğuyor
Onlarca sene sonra Türkiye bir kez daha bölgede hak talebinde bulundu. (…)1990’larda PKK tehdidini kontrol altında tutmak için Türk askeri birlikleri, Kuzey Irak’ın farklı yerlerinde bir dizi küçük ileri harekât üsleri ve istihbarat noktaları kurdu. Ardından iktisadi istila başladı. Son 10 yılda Türk müteahhitleri, enerji yatırımcıları ve işadamları Irak Kürdistan’ına aktılar (…). Musul’un herkese açık hale gelmesiyle ve kuzey Suriye’nin karmakarışık olmasıyla birlikte Türkiye’nin askerî ayak izleri, artık eski Osmanlı vilayetlerinde ciddi bir şekilde genişlemeye başladı. Suriye’nin kuzeyinde Türk birlikleri, Rus birlikleriyle çarpışmadan İslam Devleti’nin kontrolündeki bölgeyi Suriye rejim ordusu ve Kürt YPG’den evvel ele geçirme ümidiyle Halep vilayeti içinde güneye doğru hızla ilerliyor. Bu arada Türkiye, sınır boyunca sözde güvenli bölge kurma planını hayata geçirmek için hızlı davranırken Türk müteahhitler de Suriyeli mültecilere ev inşa etmekle meşguller. Ankara bu planların uluslararası kabul görmesi için eli kolu bağlı beklemiyor. Türkiye, bir yandan sınırlarından Avrupa’ya mülteci akışını kontrol altına aldığı için ileride Batı’nın kendisine müteşekkir olacağı beklentisiyle ve öte yandan Suriyeli Kürtlerin devletleşme arzularını dizginlemek için Suriye’nin kuzeyinde güçlü bir askeri savunma noktası geliştirmeye odaklanacak.

Türkiye, Irak’taki eski vilayetinde himayesi altına alacağı Sünni bir yapı kurmak için bölgedeki demografik mühendislik tehlikesini kullanacak. Musul Sünni Arap çoğunluklu bir şehir ve İslam Devleti şehri ele geçirdiğinde Kürt, Şii Arap, Türkmen, Yezidi ve Şabak azınlıkların ekseriyetini dışarı sürdü. Amerikan destekli Irak güvenlik güçleri, Kürt peşmergeler, İran destekli Şii milisler ve Türkiye destekli Sünni milisler karışımı bölgeyi ele geçirdiklerinde, buradaki gayrimenkuller üzerinde hak iddialarının ve Sünni Araplara karşı –azıcık da olsa İslam Devleti’ne yataklık suçu atfedilen herkese karşı– intikam cinayetlerinin kapısı açılacak. Belirli bir bölgeyi doğrudan geri alan ve koruyan her grup, bu toprakların kendine ait olduğunu iddia edip buraları kendi etnik grubundan ve mezhebinden insanlarla doldurmaya kalkışacak. Ankara’ya göre, Kürtler ve Şiiler bu şekilde Musul’a yayılırlarsa Sincar-Musul-Erbil-Kerkük hattı boyunca Türkiye’nin yeniden kurmaya çalıştığı nüfuz kuşağını tehdit edebilirler. Bunu engellemek için Türkiye, –bölgedeki İran nüfuzuna karşı koymak üzere (şimdilik) tekyürek olan Suudi Arabistan ile diğer Körfez İşbirliği Konseyi üyelerinin sessiz desteğiyle– kendisini Sünni Arapların hamisi olarak konumlandıracak. 

İranlılar doğal olarak, Ankara’nın temelleri sağlam olmayan zayıf ittifaklar ağına baskı uygulamak için Şiilerin hakim olduğu Bağdat’taki nüfuzunu ve kolayca boyun eğen yerel valiler ile rakip Kürt grupları kullanarak [Türklerin planını] püskürtecek. Güçlü İngiliz imparatorluğu Musul vilayetini Türkiye’nin pençesinden alabilmişse de Türkler, stratejik derinliklerini ikiye katlama tarihi hedeflerini Irak gibi parçalanmış mezhepçi bir uyduruk devletin yok saymasına izin vermezler. Ankara için bu topraklar, ya Türkiye’nin elinde bir tampon bölge ya da düşmanlarının elinde bir tehdit olacak. Tahran, Şam, Moskova, PKK ve İslam Devleti arasında Türkiye’nin düşmanları hiç de eksik değil; dahası, bunların her birinin ellerinde Türkiye devletini zayıflatmak için birçok da vekilleri (proxy) var.

Değişken bir savaş alanı
Aslına bakarsanız, Türk ve Fars nüfuz alanları Musul vilayeti üzerinden yüzyıllardır birbiriyle çakışageldi. Türkiye, İran’ın Şii hilalini parçalayarak buradaki varlığını derinleştirdikçe bu rekabet daha da yoğunlaşmaya mahkûm. Türkler ve İranlılar günümüz haritasının siyasi sınırlarına uymuyorlar. Öte yandan her ikisi de devletlerin etnik-mezhebi çizgilerde düzgünce yeniden bölündüğü Sykes-Picot sonrası düzenin yeni haritasını çizmeye niyetli değiller; zira sıra özellikle Kürtlere geldiğinde bu onların da toprak bütünlüğünü tehdit edecektir. Bu değişken savaş alanında, en güçlü bölgesel oyuncular arasındaki rekabetin gidişatını vinçler, tanklar ve para şekillendirecekken, eski imparatorlukların zayıf ve huysuz kalıntılarına düşen ise kendilerini savunmak adına kendi milliyetçi korlarını doldurarak ateşi harlamaya çalışmakta.

Bu sahada iş tutan daha uzaktaki güçlerin hedefleri, mezhepçi bir nüfuz savaşıyla tarihi yeniden yazmaktan çok daha mütevazı. ABD ve Avrupa, IŞİD’i (…) kullandığı son derece sembolik olan topraklardan çıkarmaya odaklanmış durumda. Ancak onların hedefi [bölgesel güçlerinkine kıyasla] sınırlı olmakla birlikte daha az zorlu değil. Musul ve Rakka’daki çifte taarruz ve daha sıkı sınır kontrolleri altında Irak ve Suriye’de topraklar el değiştirirken, birçok savaşçı İslam Devleti merkezinin ötesinde çok daha zekice saldırılar gerçekleştirmek üzere yeraltına inecekler. İslam Devleti tehdidi azaldığında, bu defa da ortak düşmanın ortadan kalkmasıyla, toprak ve mezhep ihtilafları yeniden ateşlenecek ve rakip cihatçı gruplar kendilerini gösterme/otoritelerini kabul ettirme fırsatı yakalayacaklar. El-Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi veya yeni ismiyle Fethu’ş-Şam Cephesi, Suriye’deki savaş alanında ciddi bir varlık gösteriyor. Bu arada Yemen’de Arap Yarımadası el-Kaidesi, eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih ve Husi isyancılara karşı Suudi öncülüğündeki askeri harekâtı, kabile bağlarını daha da genişletmek ve toprak kazanımları için bir avantaj olarak kullanmayı başardı. Böyle bir ortamda Haremeyn-i Şerifeyn’in muhafızı olarak Suudi Arabistan ise ekonomisini [petrole bağımlılıktan kurtarıp] çeşitlendirme, gençleri istihdam etme, siyasi ve toplumsal reformları Vehhabi dinî kurumun talepleriyle dengeleme ve militanların derinden bölünmüş haldeki Yemen’den kendi toprağına doğru taşmasını kontrol altına alma gibi bir yığın mücadele yürütürken sonunda Arap Yarımadası’nda kalıcı bir cihatçı tehditle yüzleşecek.

Cihatçılığın marka ismi her ne olursa olsun, Osmanlı, Safevi ve Batılı işgalcilere karşı savaş naraları potansiyel yeni acemi savaşçılar üzerinde güçlü bir toparlanma etkisi yaratacaktır. ABD gibi uzaktaki güçler, mezhepçiliğin etkisini azaltmak amacıyla milliyetçiliği kışkırtmayı, rakip nüfuzlara karşı bir siper oluşturmayı ve devlet kurumları üzerinden yerel güç dengelerini kontrol etmeyi tercih ederek Türkiye’nin ve İran’ın değişken harita yorumlarına karşı direneceklerdir. [Z.T.K. Bu cümle son derece hayati. “Arap Baharı”yla birlikte tamamen tükenen Arap milliyetçiliğinin yeniden canlandırılıp etkili bir akıma dönüştürülmesi, hele de bölgede bunun üzerinden bir sistem kurulması veya statükonun korunması pek mümkün görünmüyor. Ancak Arap milliyetçiliğini köpürterek Türkiye’nin ve İran’ın politikalarına darbe vurulabilir. Zaten mevcut olan Arapları Osmanlı’yla/Türklerle korkutma ve “işgalci Türkler/Osmanlılar” propagandasının bundan böyle iyice artıp sistematikleşmesi beklenebilir. Suriye ve Irak’a ilişkin söylemlerimize çekidüzen vererek ve Lozan yerine milli menfaat ve bölge barışı vurgusunu artırarak dışarıda tezgâhlanacak kışkırtmalara ve sistematik propagandalara kendi dilimizden dökülenlerle bizzat malzeme vermekten ve uygulayacağımız bölge politikalarına kendi kendimize darbe vurmaktan kaçınmamız gerekir kanaatindeyim.] Bölgesel rekabetlerin alevlendirdiği mezhepçi şiddetin, yerel halkları –zayıf ve parçalı kurumlardansa– kendini koruma gayesiyle rezil diktatörlerin kucaklarına doğru itmesi çok daha muhtemel görünüyor. Bu durum, kendi patronaj ağlarını zenginleştirmek ve güçlendirmek için bir yandan çevrelerindeki kurumları zayıflatırken ve sömürürken diğer yandan mezhepçi döngüyü körükleyen Esedleri ve Malikileri yerinden oynatmayı son derece zorlaştıracaktır.


ABD, diğer coğrafyalarda gelişmekte olan krizlerle baş etmek için Ortadoğu’ya daha fazla saplanmaktan kaçınmaya çalışırken; Rusya, Akdeniz’deki askeri zeminini iyice derinleştirerek Batı’yla pazarlık fırsatları aramayı sürdürecektir. Ancak uzaktaki güçlerin sahada ustalıkla kullanacakları etkileri/güçleri sınırlı ve bu da çatışma bölgelerinde Rusya’yı çözüm üretenden ziyade yıkıcı bir rol oynamakta daha iyi bir pozisyona sokmakta. Bu durum Moskova’nın Batı’dan taviz koparmak için savaş alanını bir koz olarak kullanmasını zorlaştıracaktır. ABD, İslam Devleti’ni geriletme konusunda daha fazla ilerleme kaydettikçe, uzaktaki güçler savaşan tarafların yeterince tükendikleri takdirde ciddi bir şekilde müzakereye hazır hale gelecekleri ümidiyle bir kez daha desteklerini geri çekme fırsatı elde edeceklerdir. Ancak bunun için de ABD’yle Rusya arasında Ortadoğu’nun çok ötesinde bir uzlaşma olması gerekiyor ve [maalesef iş bununla da bitmiyor; zira] mezhepçi rekabet içindeki bölgesel güçler de her şeye rağmen vekâlet savaşlarını sürdürme araçlarını ellerinde tutacaklardır. Birçok bakımdan bu çatışma başladığı şekilde bitecektir: etno-mezhepçi fırında pişen ve büyük güç entrikasıyla kaplanmış bir tarihî kurtarılma kalıbıyla…


Z.KHALİLZAD: TÜRKİYE VE IRAK MUSUL’DA SAVAŞA MI SÜRÜKLENİYOR?



TÜRKİYE VE IRAK MUSUL’DA SAVAŞA MI SÜRÜKLENİYOR?

Zalmay Khalilzad (ABD’nin eski Afganistan, Irak ve BM Büyükelçisi)
The National Interest, 20.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Musul’u kurtarma operasyonu başladı (…). Birçok meydan okumayla yüzleşilebilir. Bunların en önemlilerinden biri, Başika Üssündeki Türk birliklerinin varlığıyla ilgili Ankara-Bağdat arasında yaşanan anlaşmazlık. Eğer ki çabucak çözülmezse Musul’u geri alma ve istikrara kavuşturma beklentilerine zarar verebilecek şekilde bir savaş içinde savaş tehlikesi var.

Bağdat’la Ankara IŞİD’den kurtulma hedefinde mutabıklar, ama diğer konuların çoğunda değiller. Geçen haftaki Türkiye ve Kürdistan ziyaretlerimde yapığım görüşmelere dayanarak ihtilafların beş kilit unsuru olduğunu söyleyebilirim.

Birincisi, Suriye ve Irak’taki birbiriyle bağlantılı iç savaşlar, aslında komşularının etnik ve mezhebî fay hatlarını istismar eden kilit oyuncular olan Türkiye ile İran’ın bölgesel jeopolitik mücadelesinin bir ürünü. Suriye’deki Kürt rolü de dâhil çeşitli konularda ve Türkiye-İran ikili ilişkilerinde gelişen bir işbirliği sözkonusu olsa da Irak’ta ve Suriye’de nüfuz rekabeti içindeler. Ankara’ya göre, Başika’daki Türk varlığına ilişkin ihtilaf, aslında Türkiye-Irak değil, Türkiye ile Şii hâkimiyetindeki İran’a meyyal Bağdat yönetimi arasında bir ihtilaf. Ayrıca Ankara, Irak hükümetinin meşruiyetinin zaten yıllardır süren iç savaşla ve Iraklı Sünnilere ve Sünni Türkmenlere zulmedip Kürtleri yabancılaştıran mezhepçi politikalarla aşınmış olduğu kanaatinde.

İkincisi, Ankara sadece Musul’dan değil, aynı zamanda –İran’ın Irak, Suriye ve Türkiye’nin Kürt bölgelerinin kesişim noktasına bir ileri karakol kurmak istediği– Musul’un çevre bölgelerinden de endişe içinde. İran’ın bu bölgenin kontrolünü ele geçirmesi, Tahran yönetiminin Suriye’deki Esed rejimi adına –doğrudan veya vekilleri üzerinden– gücünü daha da yaymasına imkân verecektir. Ayrıca bu, İran’a Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi’ni taciz etme imkânı da sunacaktır. Türkler, İran’ın Suriye’nin Akdeniz sahillerine ve Lübnan’a uzanan bir kara koridoru arayışında olduğuna ve en kestirme güzergâhın Musul üzerinden geçeceğine inanıyor ve bunu engellemeye çalışıyorlar.

Üçüncüsü, Türkiye’nin Musul’la ve buradaki Sünni Arap ve Sünni Türkmen nüfuslarla tarihi ve kültürel bağları var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başdanışmanı İlnur Çevik’in ifade ettiği üzere, Suriye’nin kuzeyine kadar uzanan bu bölge Birinci Dünya Savaşı’nın ardından asla bırakılmamalıydı kanaati Türk liderler arasında yaygın. Musul’daki önemli Arap liderler de ortak tarihe ilişkin benzer bir değerlendirmeye sahipler ve Türkiye’yle güçlü ilişkileri, Şii milislerin ve İran’ın tehdidiyle baş etmede kritik bir denge unsuru olarak görüyorlar. Türkiye, bölgedeki Sünni Türkmen nüfusun özellikle saldırılara açık ve zayıf bir pozisyonda olduğuna inanıyor ve İran ile mezhepçi milislerin Musul çevresindeki Telafer gibi bölgelerden Sünni Türkmen nüfusu çıkararak demografiyi değiştirme planı olabileceği endişesini taşıyor.

Dördüncüsü, Ankara Barzani’nin KDP’siyle stratejik ilişkiler geliştirdi ve bu bağlamda Erbil’e tehditlere karşı savunmasına yardımcı olma taahhüdünden bulundu, buna Bağdat’tan yükselecek tehditler de dâhil. Ankara’nın zaten yıllardır Kürt bölgesinde askeri bir varlığı sözkonusu.

Beşincisi, Türkiye (…) PKK’nın Kuzey Irak’taki yayılmasını durdurmak istiyor. PKK geçen sonbaharda IŞİD’den geri alınmasına yardımcı olduğu Sincar’a yerleşmişti ve dolayısıyla Türkiye Musul operasyonuna PKK’nın katılmasına karşı çıkıyor.

ABD bu karmaşık mücadelenin ortasında kalakaldı. Washington, IŞİD’e karşı savaşta Bağdat yönetiminin kritik önemini dikkate alarak ve Başbakan Haydar el-İbadi’ye yardımcı olma ve böylelikle İran’a olan bağımlılığını azaltma arzusuyla Bağdat’ın pozisyonuna yakın duruyor. Washington ayrıca Türkiye’nin diklenmesini faydasız ve muhtemel adımlarını da beklenmedik durum olarak değerlendiriyor. ABD, Türklerin birliklerini Başika’dan çekmesini istemesi için Irak Kürt liderliğine baskı dahi yaptı. Ancak beklendiği üzere bunu başaramadı.

Ancak Washington, Türkiye’nin İran’ın büyük arzularından ve Şii milislerin de (…) Musul’da mezhepçi katliamlar yapması tehlikesinden duyduğu endişeleri paylaşıyor.

ABD’nin Bağdat-Ankara kavgasında taraf tutmaktan ziyade Musul’da IŞİD’e karşı operasyonu kolaylaştıracak, İran’ın buradaki hedeflerini mat edecek, İbadi’yi sıkıntıya düşürmeyecek veya İran’a bağımlılığını artırmayacak ve Irak’la Türk birlikleri arasında muhtemel bir çatışmanın önüne geçecek bir uzlaşmaya varılması için diplomasiyi kullanması gerekir. 

Üst düzey Irak ve Türk milli güvenlik yetkilileri birkaç hafta evvel İstanbul’da bir araya geldi ve Başika Üssünün (…) bir Koalisyon üssü olarak kullanımı konusunda prensipte bir anlaşmaya vardı. ABD, bu fikrin hayata geçmesi için, yani Türk birliklerinin ve Iraklı Sünni Arap gönüllülerin yanısıra diğer Koalisyon üyelerinin de birliklerini buraya yerleştirebileceği şekilde bir inisiyatif alması gerekir. Bu, birçok olumlu sonuç da doğuracaktır: Şii milislere ve Musul çevresindeki hareketliliklerine karşı ABD’nin eline bir koz verecek, Bağdat’la Ankara ilişkilerinin daha da bozulmasını önleyecek ve Musul harekâtı esnasında bir savaş içinde savaşın patlak vermesinin önüne geçecektir.

Askerî birliklerinin Başika’da kalmasını sağlamak için Türklerin başvurduğu sert taktikler işleri daha da karmaşıklaştırıyor. İbadi’nin şahsına yönelik saldırılar ve Bağdat meclisiyle ilgili diplomatik olmayan yorumlar Irak Başbakanını zayıf ve kırılgan bir görüntüye sokuyor. Ve bu, amaca zarar veren ters bir etki doğuruyor. Şii milislerin Bağdat hükümetinin zayıf olduğu ve Irak topraklarını yabancıların müdahalesine karşı savunmak için Musul’da bulunmaları gerektiği yönündeki argümanını güçlendiriyor. Türkiye’nin bu buyurgan tavrı, İyad Allavi gibi İran karşıtı ve geleneksel Türk dostu olan siyasetçilerin dahi önünde Türk birliklerinin geri çekilmesini istemekten başka bir seçenek bırakmıyor. Bazı Türkmen temsilciler dahi Türkiye’nin yaklaşımını eleştiriyor ve bunun yol açacağı karşı-tepkiye yine Türkmenlerin katlanmak durumundan kalacağını söylüyor.

Başika’daki Türk birliklerini bir an evvel Koalisyon şemsiyesi altına sokmak, gerginliklerin kontrol altına alınmasına yardımcı olacak ve Musul’u kurtarma operasyonunun olumsuz yönde etkilemesinin önüne geçecektir.