MUHTEMEL AMERİKAN BAŞKANI CLINTON’IN DIŞ POLİTİKA PARADOKSU
David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe
yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan
casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 27.10.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Amerikan başkanlık seçimleri öncesinde yapılan tahminlerin büyük çoğunluğu Demokratların
adayı Hillary Clinton’ın zaferine işaret ederken, Clinton’ın başdanışmanları,
başkanlık seçimleriyle ve Amerikan gücünün son dönemde gerilemesiyle sarsıntı
geçiren dünyayı nasıl istikrara kavuşturacaklarını düşünüp taşınmaya başladılar
bile.
Demokratlar seçimi kazandığı takdirde Clinton ekibinin asıl paradoksu şu: Bir
yandan Rusya, Çin ve diğer problemlerle uğraşırken ABD’nin “köşeye sıkışmış”
gibi görünmesini engellemek için politikalarını sertleştirirken, diğer yandan
birçoğunun bizzat görev aldığı selef Obama yönetimiyle devamlılık sinyalini
nasıl verecekler? Clinton’ın danışmandan birinin de belirttiği gibi, dünyada
durumun “alışılmadık biçimde fazlaca değişken” olduğu bir ortamda yeni başkan Amerikan
üstünlüğünü tekrar tesis etmek zorunda.
Mevcut küresel belirsizlik ve meydan okuma ortamının geçmişteki benzerleri kendisine
sorulduğunda, bu danışman, Vietnam Savaşı ve SSCB’nin çöküşünün hemen ardındaki
dönemleri zikretti. Her iki dönemde de bu krizlerin yönetilmesinde kilit unsur,
ABD’nin “stratejik inisiyatifi” almasıydı diye ekledi. Dönemin dışişleri
bakanları Henry Kissinger ve James Baker, Amerikan diplomasisini aktif bir
şekilde yöneterek küresel istikrarsızlığın ortasında dahi olayların akışını
şekillendirebilmişti.
Rusya ve Çin ABD’yi test edeceği için müstakbel Amerikan yönetiminin ilk
senesi, dünyanın dört bir yanında çok sayıda ihtilafla boğuşarak geçebilir.
Clinton, müttefikleri ve hasımları tarafından ekibinin gayet iyi bilinmesinin
avantajlarını yaşayacak ve muhtemelen acemice hatalar yapmayacaktır. Henüz bitmemiş
İslam Devleti’ni yok etme ve terörle savaş görevlerini sürdürme sorumluluğu
omuzlarında olacaktır.
Clinton’ın başa geçmesi halinde ekibi, Amerikan iktisadi gücünü yeniden
inşa etmeyi ilk hayati adım addedecektir. Yavaş büyüyen Avrupa’yı ve diğer müttefiklerini
cesaretlendirici adımlar babından ilk 100 gün içinde altyapı inşası ve yatırımı
teşvik için büyük mali inisiyatifler alacaktır.
İlk danışman diyor ki “Dünya, idareyi ele alması ve ekonomik talebe ivme
katması için ABD’ye bakıyor.” Bu ekipten ikinci bir danışman da “Ülke içindeki
temellerimizi güçlendirmek, küresel ittifaklarımız bakımından yapabileceğimiz
en önemli şey” iddiasında.
Rusya’yla mücadele çoktan başladı. Clinton ile Rus Devlet Başkanı Vladimir
Putin arasında geçmişten gelen bir öfke sözkonusu ve bu, Rusya’nın Clinton’ın
seçim kampanyası e-postalarını gizli kapaklı heklemesinin bir nedeni olabilir.
Clinton ekibine göre, Putin’in bu entrikaları, Soğuk Savaş sonrasının bir
stratejisi olan Rusya’yı Batılı iktisadi, siyasi ve güvenlik kurumlarına
entegre etme çabalarının sonuna işaret ediyor. İlk danışman ısrarla diyor ki “Entegrasyon
Rusya’nın umurunda değil.”
Rusya’yı yeniden çevrelemenin ilk adımı, parçalanmış ve zayıf düşmüş
Avrupa’yı desteklemek. Clinton’ın yardımcıları Avrupalı diplomatlara diyorlar
ki, seçimi kazandığı takdirde yeni başkan NATO ittifakına desteğini yeniden
teyit için derhal bir NATO zirvesini toplamaya çalışacak. Benzer şekilde
Clinton, Suudi Arabistan gibi diğer geleneksel müttefiklerine ABD’nin bölgeye
geri döndüğü güvencesini vermeye çalışacak. İkinci danışmana göre Arap
müttefiklere mesaj şu olacak: “Biz, Ortadoğu’nun güvenliğinde net ve
öngörülebilir bir ortak olacağız.” Böylece Sünni devletler daha emin ve kendine
güvenir hale geldikçe ABD İran’la diplomasiyi daha rahatça sürdürebilecek.
Avrupa güvenlik siyaseti, kıtanın geleneksel olarak en Amerikan yanlısı
sesini susturan Brexit’le birlikte karmakarışık bir hale gelecek. Avrupalı bir
diplomat, Clinton ile Alman Şansölyesi Angela Merkel’in birbirlerine “çok derin
bir sempati” beslediklerini söylüyor. Bu sayede Clinton ekibinin daha sert bir
Rusya politikası gütme arzusu çok daha fazla kolaylaşacak; zira Moskova’ya yönelik
iktisadi yaptırımların süresinin Aralık ayındaki AB zirvesinde uzatılacağı
kesin.
Clinton’ın danışmanları, Suriye kâbusu ve İslam Devleti sonrası Irak’ın
nasıl yeniden inşa edileceği meselesi üzerinde çoktandır kafa yormaktalar.
Seçimi kazandığı takdirde geçiş dönemi ekibinin yeni seçenekler geliştirmek
için derhal “Suriye’yi Yeniden Gözden Geçirme Süreci”ni başlatmaları muhtemel.
En büyük meydan okuma, Clinton’ın seçim kampanyasında vaat ettiği Suriye
rejimince kontrol edilmeyen bölgelerde “güvenli alanlar” oluşturmayı nasıl
hayata geçirecekleri meselesi olacak.
Asya politikası en
alengirli sınav olabilir. Clinton’ın ekibi, Kuzey Kore’nin nükleer silahlar
edinme çabasını Amerikan politikasının bir başarısızlığı ve muhtemel en büyük
kriz olarak görüyor. Ekip, Kuzey Kore yönetimiyle nasıl baş edilebileceği
konusunda Japonya ve Güney Kore’yle hızlıca görüşmelere başlayacak. Hedeflerden
biri, tıpkı İran’ı felce uğratanlar kadar ağır bir dizi iktisadi yaptırımın
yürürlüğe konması.
Clinton’ın Amerikan başkanı seçilmesi tuhaf bir karma mesaj içerecektir:
Dünyaya daha sert bir yüz göstermek isterken Obama dönemiyle de bir süreklilik
sağlamaya çalışacaktır. Yani yeni yönetimin güftesi değişim, bestesi statüko
olacaktır. Muzaffer bir Clinton, ülkesini köşeye sıkışmış halden çıkarıp hamle
yapmaya çalışacak; ancak hasımlarının onu devirip geçmeye çalıştığı bir dönemde
bu hiç de kolay olmayacaktır.
***
SEÇİMLERİN ARDINDAN AMERİKA’YI NE BEKLİYOR?
Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış
İlişkiler Konseyi başkanı)
Project Syndicate, 25.10.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
(…) Seçim yarışı Amerikan toplumu içindeki derin fay hatlarını açığa
çıkardı ve ülkenin küresel itibarına zarar verdi. (…) Temel soru şu: Seçimler
bittikten sonra sırada ne var?
(…)
Bazı tahminler yürütülebilir. Hangi aday kazanırsa kazasın veya Kongre’nin
her iki kanadında da hangi parti çoğunluğu elde ederse etsin, ABD’nin
seçimlerden bölünmüş bir yönetimi olan parçalanmış bir ülke olarak çıkacağı
noktasında pek de bir şüphe yok. Diğer partililerden biraz olsun destek
almaksızın ne Demokratlar ne de Cumhuriyetçiler hedeflerini gerçekleştirebilirler.
Ancak kimse zannetmesin ki Amerikan siyasetindeki tek bölünmüşlük
Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında. Aslında bu iki büyük partinin kendi
içindeki bölünmüşlükler de son derece derin; öyle ki Demokratları sol ve
Cumhuriyetçileri sağ aşırı uçlara doğru çeken büyük ve yüksek motivasyonlu
fraksiyonlar var. İşte bu, merkezci pozisyonlarda uzlaşmayı çok daha fazla
zorlaştıracaktır.
Başkanlık siyasetinin hızlıca yeniden devreye girmesi taviz ve uzlaşmayı
daha da baltalayacaktır. Eğer Clinton kazanırsa, birçok Cumhuriyetçi bunun
sadece ve sadece Trump’ın kusurları yüzünden gerçekleştiğini varsayacak ve Clinton’ı
muhtemelen tek dönemlik başkan olarak değerlendirecekler. (…) Birçok
Cumhuriyetçi (özellikle de Clinton’ın zaferinin meşruiyetini inkâr edenler),
onun yönetimini sürekli kösteklemeye çalışacak ki 2020 seçimlerinde başarılı
bir başkan olarak yarışamasın.
Benzer şekilde eğer Trump kazanırsa, –seçim sonuçlarının sürprizini ve
dehşetini atlattıktan sonra- Demokratların çoğu (ve hatta bazı Cumhuriyetçiler)
onun ikinci dönem başkanlık için yarışmasını engellemeyi en temel öncelikleri
haline getirecekler. Trump’ın politika üreten çalışma arkadaşlarının onun seçim
vaatlerinin bir kısmını hayata geçirmeyi sakıncalı bulacakları dikkate
alındığında Trump başkanlığında ülkeyi yönetmek iyice zorlaşacaktır.
Her iki senaryoda da eskiyen altyapıyı modernleştirme, vergi yasası, sağlık
hizmetlerinde reform gibi birkaç alanda ilerleme kaydetmek mümkün olabilir. (…)
Ancak Kongre’yle Başkan arasında işbirliğini gerektiren göç reformu,
ticaret gibi diğer meselelere kısa zamanda el atmak pek de mümkün görünmüyor.
(…) Bu arada ABD’nin bütçe açığı ve borçları kesinlikle yükselecektir (…).
Seçimlerin dış politikaya etkisi daha farklı olacaktır; zira Amerikan
Anayasasına göre, Başkan Kongre’ye takılmadan epeyce serbest bir şekilde
hareket edebilmektedir. (…)
(…)
Amerikan başkanlık seçimlerinden sonra ABD’ye ne olacağı, cevabı hala
bilinmeyen bir soru. Bazı sonuçlara akıl yürütmek suretiyle varılabilir, ama
kesin olan tek şey şu: Dünya nüfusunun %96’sı Amerikan başkanlık seçimlerinde
oy kullanmasa da sonuçların olumlu veya olumsuz etkilerini en az Amerikalılar
kadar hissedecekler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder