26 Aralık 2023 Salı

Z.T.KOR: 7 EKİM’DEN BU YANA FİLİSTİN’LE İLGİLİ YAYINLANAN KONUŞMALARIM

 

7 EKİM’DEN BU YANA FİLİSTİN’LE İLGİLİ YAYINLANAN KONUŞMALARIM

7 Ekim’den bu yana Filistin ve İsrail’le ilgili yaptığım/katıldığım 100 konuşmadan/programdan 27’si YouTube ve Instagram’a yüklendi. Aşağıda bu konuşmalarımı paylaşıyorum. Önümüzdeki süreçte yayınlanacak diğer programları da bu listeye eklemeye devam edeceğim. Geçmişte yayınlanan 90 küsur saatlik Ortadoğu ve Filistin’le ilgili konuşmalarımı dinlemek için TIKLAYINIZ.

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


SEBEPLERİ VE SONUÇLARIYLA GAZZE VE FİLİSTİN’DE YAŞANAN GELİŞMELER

İlahiyat-İhtisas Makale Müzakereleri, 17.12.2023


SERBEST KÜRSÜ: TUBA KOR İLE FİLİSTİN MESELESİ VE GAZZE

Fatma Bayram ile Sohbetler YouTube kanalı, 26.3.3024


DİRİLTEN ÖLÜM GAZZE 

Nida dergisi, 8.3.2024

(Konuyla ilgili yazım: Gazze Öğretmeninin İnsanlığa Öğrettiği Dersler)


1948’DEN BU YANA FİLİSTİNLİLER

24 TV, Belkıs Kılıçkaya ile “Bu Ülke” programı, 18.11.2023


FİLİSTİN’DE YÜKSELEN İNSANİ VE SİYASİ KRİZ SEMİNERİ

Zahide Tuba Kor, Kadriye Sınmaz, Ahmet Uysal

Kudüs Çalışma Grubu, 14.10.2023 (ilk 2,5 saat benim konuşmamdır)


ALGILAR VE GERÇEKLER ARASINDA FİLİSTİN’DE YAŞANANLAR

Aile Çatısı (117. Bölüm), VAV TV, 29.11.2023 (ilk 50 dakika benim konuşmamdır)

 

GEÇMİŞİ VE BUGÜNÜ İLE GAZZE

Prof. Dr. Cevat Akşit Hocaefendi YouTube kanalı, 14.12.2023


SURİYE’DEN GAZZE’YE SAVAŞ BÖLGESİNDE YAŞAYANLARIN HİKÂYELERİ

Taksim Camii Kültür Sanat Merkezi, 17.12.2023


DÜNDEN BUGÜNE: “FİLİSTİN’E DAİR”

EDEP Youtube Channel, 3 bölüm

Filistinliler Topraklarını Sattılar mı?”, 31.10.2023

Araplar bizi arkadan vurdu mu?”, 5.11.2023

Filistin İçin Ne Yapabiliriz?”, 12.11.2023


BOYKOT NEDEN ÖNEMLİDİR

@kadriyekirdok, 19.1.2024


FİLİSTİN MESELESİNİ ÖĞRETMENLER NASIL ANLATMALI?

ÖNDER İmam Hatipliler YouTube kanalı, 9.11.2023

 

FİLİSTİN TARİHİ - 1. Bölüm 

FİLİSTİN TARİHİ - 2. Bölüm 

Filistin Bölge Masası YouTube kanalı, 10.3.2024


GAZZE’DE İŞGAL ALTINDA BİR GÜN

@meridyen.genc Instagram hesabı, 20.10.2023


ORTADOĞU, İSRAİL, FİLİSTİN VE 100. YILINDA TÜRKİYE

@nimetkeseliustabasi Instagram hesabı, 29.10.2023


FİLİSTİN’DE NELER OLUYOR?

@ihhkadinaltindag Instagram hesabı, 15.10.2023


FİLİSTİN SABAHI

Mavera TV, 14.12.2023


İSRAİL TERÖR DEVLETİ NASIL KURULDU?

TRT Radyo 1, Vesair Programı, 12.11.2023


AKSA TUFANI VE İSRAİL’İN GAZZE’DEKİ SOYKIRIMI

TRT Radyo 1, Vesair Programı, 19.11.2023


LÜBNAN’DAKİ FİLİSTİNLİ MÜLTECİLER

LübnanPod, 44. Bölüm, 2.12.2023


LÜBNAN’DAKİ FİLİSTİN MÜLTECİ KAMPLARINDA SOSYAL YAŞAM VE HUKUKİ HAKLAR

LübnanPod, 46. Bölüm, 16.12.2023


ANADOLU MEKTEBİ FİLİSTİN PANELİ: FİLİSTİN VE SİYONİZM

Konuşmacılar: Muhittin Ataman, Ebubekir Ceylan, M. Hüseyin Mercan, Zahide Tuba Kor

Anadolu Mektebi, 15.12.2023 (Son konuşmacı olduğumdan konuşmam ilk 1 saatten sonra başlıyor)


BELKIS KILIÇKAYA İLE “SORU-YORUM” / İSRAİL’İN ASIL HEDEFİ NE?

Serhan Afacan, Zahide Tuba Kor, Mehmet Rakipoğlu

24 TV, 24.10.2023

 

GAZZE SALDIRISI VE BÖLGESEL DENKLEM

Zahide Tuba Kor, Hakkı Uygur, Tuba Yıldız

Al Sharq Strategic Research, 1.11.2023


20.-21. YÜZYIL FİLİSTİN TARİHİ

Kudüs’ün Kandilleri Eğitim Programı, 10.3.2024


GAZZE’DE HAYAT

Sakarya TDV Genç, 27.2.2024


İŞGAL ALTINDAKİ GAZZE’DE GÜNLÜK HAYAT

Bolu İl Müftülüğü, 28.10.2023


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE FİLİSTİN MESELESİ VE AKSA TUFANI

Hayat Vakfı, 9.12.2023




Z.T.KOR: GAZZELİLERİN GÜNDELİK HAYATI: YIKIM DA, YAŞAMA ARZUSU DA GAZZE’NİN BİR GERÇEĞİ

 

GAZZELİLERİN GÜNDELİK HAYATI: YIKIM DA, YAŞAMA ARZUSU DA GAZZE’NİN BİR GERÇEĞİ

Zahide Tuba Kor

Derin Tarih, sayı 141, Aralık 2023, sf.75-83


NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Blogdaki şahsıma ait bütün yazı, tercüme, röportaj, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.


NOT: Bu yazıdaki bilgilerin tamamı Gazze’de 7 Ekim 2023’ten evvelki hayatı anlatmaktadır. Son savaşla birlikte her şey Gazzeliler için ya kötüleşmiştir ya da tamamen değiştirmiştir.

365 kilometrekarelik yüzölçümüyle Türkiye’nin en küçük şehri Yalova’nın yarısı kadar olan Gazze Şeridi, 1948 öncesi Filistin topraklarının sadece %1,3’üne tekabül eder. Akdeniz kıyısındaki bu küçücük şerit, 2 milyonu aşkın nüfusuyla dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek 5. bölgesidir. Çok genç bir nüfusa sahiptir. Öyle ki yaş ortalaması 18’dir; 30 yaş ve altı nüfus toplam nüfusun %70’idir. Çünkü Filistinlilerin İsrail’e karşı en büyük silahı ve direniş yöntemi, çok çocuk sahibi olmaları ve çocuklarına iyi bir eğitim vermeye çalışmalarıdır. 65 yaş ve üstü nüfusun dünya ortalaması %10 (İsrail’de %12) iken, Gazze’de %3’tür. 17 yıldır devam eden abluka ve yıkıcı savaşlar yüzünden bölgede hayat şartları ve kalitesi ile sağlık hizmetlerinin giderek kötüleşmesinin de bunda payı büyüktür.

Gazze’deki her üç Filistinliden ikisi (1,5 milyon) mülteci statüsündedir. Çünkü dedeleri, 1948’de Siyonist çetelerin etnik temizlik politikasıyla İsrail egemenliğine geçen topraklardan Mısır kontrolünde güvenli bir bölgeye dönüşen Gazze’ye sığınmışlardır. (1948-67 arasında Gazze Mısır’ın egemenliği altında kalmıştır.) İlk başta çadırlarda, daha sonra barakalarda ve derme çatma evlerde sefil bir hayata mahkûm kalan mültecilerin kampları zaman içinde dar alanda çok katlı binalara dönüşmüştür. BM’nin Filistinli mültecilerle ilgili teşkilatı UNRWA’ya bağlı 58 kamptan 8 tanesi Gazze’de olup -7 Ekim’den sonra İsrail bombardımanıyla birçoğu yerle bir edilene kadar- 600 bin kişiye ev sahipliği yapmaktaydı. On yıllar içinde maddi durumu iyileşenlerin ayrıldığı kamplarda yaşayanlar, çoğunlukla Gazze’nin en fakir kesimidir. Mülteci kampları aşırı kalabalık ve dip dibe evlerden müteşekkil devasa mahallelerdir. Evler oldukça eskidir. Kimi yerinde iki kişinin yan yana zor yürüdüğü daracık sokakları, pencereden içeri doğru düzgün güneş girmeyen rutubetli ve küçük evleri ile buralarda hayat zordur. Filistinliler kamplarda adeta tek bir aile gibi, dayanışma ruhu içinde yaşasalar da özel hayatın mahremiyetini koruyabilmek neredeyse imkânsızdır. Direnişçi gençlerin çoğunun mülteci kamplarından çıkması tesadüf değildir. Şunu da belirtelim: 7 Ekim’de Gazze sınırını aşan direnişçilerin İsrail’e girdiği söylense de aslında bu, 75 yıl sonra dedelerinin topraklarına dönüştü.

İsrail Gazze Şeridi’ni açık hava hapishanesine çevirdi

1948’de 80 bin olan Gazze nüfusu bugün 2 milyonu aşmıştır ve hızlı nüfus artışı nedeniyle İsraillilerce “saatli bomba” ve “demografik tehdit” olarak görülmektedir. Tam da bu nedenle her türlü toprak tavizine karşı çıkan revizyonist Siyonizm ekolünden Başbakan Ariel Şaron, İsrail’in Yahudi karakterini koruyabilmek adına 2005 Eylül’ünde bu dar şeritten işgalci askerlerini ve 8000 yerleşimciyi çekmiştir. Bundan sonra Gazzeliler, -Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilerin aksine- günlük hayatlarında İsraillilerle hiç muhatap olmadan yaşama imkânına kavuşsalar da ve askerî kontrol noktalarıyla içeride dolaşımı kâbusa çeviren engellerden kurtulsalar da İsrail, Gazze’yi karadan, havadan ve denizden kuşatmış ve dışarıdan tamamen kontrolü altına alarak adeta bir açık hava hapishanesine dönüştürmüştür.

Oslo Anlaşması çerçevesinde 1994’te Gazze ve Eriha merkezli Filistin Özerk Yönetimi kurulurken İsrail, Gazze’yle arasına dikenli tellerle sınır çekmeye başlamıştır. 2005’te tek taraflı olarak geri çekilirken duvarlarla, gözetleme kuleleriyle ve 2 kilometreye varan tampon bölgeyle çevreleyerek sınıra yaklaşılmasını dahi yasaklamıştır. Böylece Gazzelilerin hem dış dünyayla hem de diğer Filistin bölgeleriyle fiziki bağlantısını koparmıştır. Akdeniz’de uyguladığı ablukayla Gazzelilerin dışarıya açılmasını yasakladığı gibi, karasularının %85’ine erişmelerini de engellemiştir. Dahası, 24 saat gökyüzünde uçurduğu İHA’larla ve kameralı balonlarla Gazze halkının yer üstündeki her hareketini izlemeye başlamış; -içeriden bütün İsrail vatandaşlarını çıkardığı bir ortamda- gerekli gördüğü anda havadan bombardıman yapması kolaylaşmıştır. Tam da bu yüzden direniş örgütleri, yerin altında tünellerle birbirine bağlanan ayrı bir şehir kurmak zorunda kalmışlardır.

Bu kuşatmanın bir neticesi olarak, 1994’ten bu yana Gazzelilerin Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya gidebilmesi -aralarında sadece bir saatlik mesafe olmasına rağmen- imkânsızdır. Keza Kudüs’ün yanı başındaki Batı Şeria ile Gazze arasında da bağlantı yoktur; birinden diğerine gitmek isteyen Filistinliler, ülke dışına çıkıp Ürdün’den ve Mısır’dan geçerek içeri -çoğunlukla- kaçak girmek zorundadır. Gazzeli erkeklerle evlenen Batı Şerialı hanımların kimliği iptal edilip Batı Şeria’ya dönüşleri yasaklanmaktadır. Kısaca birbirinden kopuk Filistin toprakları arasında hareket serbestisi yoktur.

Gazze’ye ablukayı İsrail ve Mısır el ele uygulamakta olup insan giriş-çıkışı Mısır sınırındaki Refah kapısından, mal giriş-çıkışı ise İsrail üzerindendir. Refah üzerinden Gazze’ye giriş-çıkış çok zor, pahalı, çileli ve belirsiz bir süreçtir. Hastalar, yurtdışında okuyan öğrenciler, işadamları ve uluslararası yardım kuruluşlarının çalışanları dışarı çıkabilen şanslı azınlıktandır. Ama bunların da hepsine izin verilmez. Kapının ne zaman açılacağı ise belirsizdir; Gazzeliler aylar boyunca çileli bir bekleyiş içine girerler. Sınırda Mısır polisinin kötü muamelesi yaygındır; hatta bazıları İsraillilerden beter davranır. Rüşvet yaygın olup Gazzeliler rüşvet parası bulmak zorundadır. Normalde yedi saatlik Refah-Kahire arası, Mısır’ın İsrail’den beter uygulamaları yüzünden dört gün ila bir hafta sürmektedir. Kapıların ne zaman açılıp kapanacağı belirsiz olduğundan yurtdışına okumak için giden öğrenciler eğitim hayatı bitene kadar Gazze’ye dönemezler; keza yurtdışında çalışanlar da...

2006-2007’den itibaren siyasi tercihleri (seçimlerde HAMAS’a oy vermeleri) yüzünden ablukayla toplu cezalandırmaya maruz bırakılan Gazzeliler İsrail, Mısır ve Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin üçlü kıskacıyla boğuşmaktadır. Üçünün de ortak hedefleri, düşman saydıkları HAMAS yönetimine diz çöktürmek ve devirmektir. Ablukanın bahanesi bugün HAMAS olsa da aslında Gazzeliler I. ve II. İntifada yıllarını da abluka altında geçirmişlerdir. Çünkü İsrail’in geçmişten beri temel hedefi, ya hayatlarını dayanılmaz kılarak Gazzelileri terke zorlamak ya da boyun eğdirip kendisine bağımlı kılmaktır. Daha 1967’deki işgalin akabinde dönemin Başbakanı Levi Eşkol, Filistinlileri göçe zorlamak için bir birim kurmuş ve bakanlar kurulunda şöyle demiştir: “Tam da oradaki boğulma ve mahpusluk hali nedeniyle Araplar Gazze’den taşınacaklar… Belki biz onlara yeterince su vermezsek başkaca şansları kalmaz; çünkü meyve bahçeleri sararıp çürüyecek.” 56 yıldır gündemde olan bu hedef doğrultusunda Gazzelilerin hayatı sık sık cendere altında tutulmuştur.

Abluka demek, yavaş yavaş gelen ölüm demek…

Gazze’ye ‘yasal’ mal giriş-çıkışı sadece İsrail üzerinden gerçekleşir, yani Gazze ekonomisi ve istihdam politikası İsrail’in kontrolündedir. Gazze’de kıtlık ve açlık yoktur. Ama 2006-2007’de abluka başlarken dönemin başbakanlık müsteşarı Dov Weisglass’ın şu sözü, ablukanın niteliğini ortaya koymaktadır: “Düşüncemiz Filistinlilere diyet yaptırmak, yoksa açlıktan öldürmek değil.” Gazzelileri aç bırakma ama açlıktan öldürmeme stratejisi bağlamında minimum kalori hesabıyla içeri gıda girişi yapılmaktadır. Buna mukabil Gazze’nin hayat damarı, kaçak yollarla Mısır’dan her türlü mal, gıda, para, silah ve insan geçişinin devam ettiği yeraltı tünelleri olmuştur. Bu şekilde İsrail’in ablukası dolaylı yoldan aşılmıştır. Ancak 2013’teki Sisi darbesi, sadece Mısır’ı değil, Gazze’yi de derinden sarsmıştır. Sisi yönetimi, -Müslüman Kardeşler bağlantısı nedeniyle hem iç hem de dış tehdit olarak gördüğü HAMAS’a karşı- Gazze’nin hayat damarını kurutmak amacıyla tünellere deniz suyu bastığı gibi, yeni tünel inşasını engellemek için Mısır-Gazze arasında 2 kilometre derinliğinde geniş bir tampon bölge oluşturma kararı almıştır. Bu çerçevede kendi vatandaşlarına ait 12.300 evi yıkmış ve 6000 hektar tarım arazisini dümdüz etmiştir. Bu durum Gazzelilerin sosyoekonomik hayatını mahvetmiş; mal ve para girişinin iyice azalması enflasyonun artmasına, maaşların ödenememesine ve Gazze’nin iktisaden İsrail’e daha bağımlı hale gelmesine yol açmıştır.

Kısaca Gazze, İsrail saldırıları, tecrit ve ablukası ile iç ve bölgesel rekabetler yüzünden iktisaden bir çöküş sürecine girmiştir. Öyle ki 2013-2014’ten beri Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler defalarca 2020’de Gazze’nin yaşanamaz bir yere dönüşeceği uyarısında bulunmuştur. Gazzeliler adeta iki tercihle yüz yüze bırakılmıştır: İşgalcinin bombardımanı altında hızlı bir ölüm ya da yıllardır süren abluka altında yavaş yavaş ölüm… Tam da bu yüzden hayatları katlanılmaz hale gelen Gazzeli gençler “Biz yaşayan ölüleriz”, “Biz yavaş yavaş ölüyoruz” demekteydi.

Gazze ekonomisi balıkçılık ve tarıma dayalıdır. Ancak balıkçılar karasularının %15’lik bir kısmında avlama yapabilmekte; İsrail’in ilan ettiği deniz sınırını aşan tekneler saldırıya uğramaktadır. Verimli tarım arazilerinin %35’i kara sınırındaki yaklaşılması yasak tampon bölgede olduğundan çiftçilerin %15’i topraksız veya işsiz kalmıştır. İsrail gübre girişini engellediğinden tarımda verimlilik düşüktür, hatta diyebiliriz ki dünyanın en ‘organik’ tarımı Gazze’de yapılmaktadır.

Gazze’de küçük ve orta işletmeler, küçük sanayi tesisleri de vardır; ancak her bombardımanda İsrail buraları da vurduğu gibi, ayakta kalanları da gümrük vergilerini artırıp hammadde ithalatını zorlaştırma gibi türlü yollarla boğmaktadır. Bugün bahanesi HAMAS olsa da aslında 1967’den beri İsrail’in politikası, Filistinlilerin iktisaden kalkınıp kendi ayakları üzerinde durmasını engellemek, ucuz işgücü ve mallarının tüketicisi olarak sistemli bir şekilde kendisine eklemlemektir. Öyle ki 1970’lerde Gazzeli işgücünün yarısı İsrail’de çalışmaktaydı. Abluka döneminde ise on binlerce Gazzeli, işçi olarak İsrail içinde çalışmayı sürdürdü.

Gazze’de iktisadi gelişmenin kasıtlı olarak engellenmesi ve ablukalar yüzünden işsizlik oranı %50 küsur olup gençlerde %70’i aşmaktadır. Son yıllarda boş memurluk kadrosu yoktur ve üniversite mezunları ne kadar iyi eğitimli olursa olsun iş bulamamaktadır. Gazze diplomalı inşaat işçileri ve seyyar satıcılarla doludur. Memurlara maaşları tam ödenememektedir. Aileler kalabalık ve maaşlar da düşük olduğundan insani yardımlara bağımlılık %80’lerdedir. Zaman zaman dış yardım girişinin engellenmesi yüzünden (özellikle Trump’ın başkanlığı döneminde ABD’nin Filistinli mültecilere gıda, eğitim ve sağlık desteği veren UNRWA’ya bağışı kesmesi üzerine) Gazzeliler çok zor günler geçirmiştir. Zira üç ayda bir UNRWA’nın yaptığı gıda yardımıyla yaşayan birçok aile mevcuttur. Nüfusun %47’si yeterli besin değeri olan gıdaya ulaşamamaktadır; gıda güvenliği olmayan ailelerin oranı da %70’tir.

Gazze’de mal vardır. Çin’in sağlığa zararlı malzemelerle üretilmiş ucuz ürünlerinin ve oyuncaklarının bir pazarıdır. Kıyafet, tuhafiye malzemeleri vs. çok ucuz ve bolken, temel ihtiyaç ürünleri, bilhassa gıda ve inşaat malzemeleri çok pahalıdır. Özellikle hem sivil hem askeri alanda kullanılabilen gübre, klor, çimento, demir gibi bini aşkın maddenin girişi ya tamamen yasaktır ya da uluslararası denetlenen projeler kapsamında girişine sınırlı izin verilmektedir. Girişi yasak maddelerin bazıları değişkendir, keyfi ve dönemseldir. Mesela Gazzelilerin bir direniş yöntemi olarak uçurtmaların ucuna yanıcı madde bağlayıp rüzgârlı havalarda İsrail’e doğru salması ve tarlalarda yangınlar çıkması üzerine “uçurtma terör”ü ilan eden İsrail, bir toplu cezalandırma yöntemi olarak o dönem biberon, oyuncak, çocuk bezi vs. girişini engellemiştir. 

Yazın kavrulmaya, kışın donmaya mahkûmlar

Uydudan bakıldığında yıllardır Gazze’nin dünyanın en karanlık yerleşimlerinden biri olduğu görülür. Zira İsrail’in geçmişten beri Gazzelilere karşı kullandığı toplu cezalandırma yöntemlerinden biri de elektrik ve su kesintileridir. Üstelik 2006’dan sonra her savaşta Gazze’nin altyapısını kasıtlı olarak hedef alarak bu kesintileri kalıcılaştırmıştır. Elektrik santralleri ve şebekeleri, su artıma ve deniz suyunu tuzdan arındırma tesisleri, su ve kanalizasyon sistemleri bu saldırılar sırasında ya ağır hasar almış ya da kullanılamaz hale gelmiştir. Elektrik ekseriyetle İsrail’den sağlanmakta; ama o da ihtiyacın sadece yarısını karşılamaktadır. Dolayısıyla Gazzeliler yıllardır günde bazen 4-5, bazen 6-8 saat elektrik kullanabilmekte; musluklarından su haftada ancak birkaç gün akmaktadır.

Elektrik sıkıntısı ve kesintileri Gazzelilerin eğitim ve çalışma hayatını, esnafın işini, sağlık hizmetlerini, düzgün ve temiz su akışını, atık suların arıtılmasını, ev hanımlarının ev işi yapma ve misafir ağırlama vaktini, kısaca gündelik hayatın her anını etkilemektedir. Akşamları hayat genellikle mum ışığında geçmektedir. Yine Gazzeliler yazları sıcaktan yanmakta, kışları soğuktan donmaktadır. Hem elektriksizlik yüzünden hem de pahalı olduğundan halkın çoğunun yaz için klimaları ve kışın kullanmak için de ısıtıcıları yoktur. Kışları kat kat giyinerek, geceleri aynı yatakta yatıp birbirlerini ısıtarak uyumaktadırlar. Bu arada birçok Gazzeli ailenin jeneratörü vardır; ama Çin malı çok ucuz ve aşırı gürültülü bu jeneratörler uzun çalışma sürelerine dayanamayıp sık sık bozulmakta, bazen elektronik aletleri de bozmakta, patlayıp yangın çıkartmakta, hatta ölümlere yol açmaktadır. Gazze’de marketten çok jeneratör tamircisi olduğu söylenmektedir. Bu şartlar altında elektronik eşya kullanımı da bizdekine kıyasla çok daha azdır. Tabii ki maddi durumu daha iyi olan orta ve üst sınıfların yaşadığı semtlerde kaliteli jeneratörler sayesinde elektrik de, elektronik eşyalar da daha fazla olup hayat daha normal akmaktadır.

Su meselesine gelince, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, günlük kişi başı su tüketimi en az 100 litre olmalıdır; ama Gazze’de ortalama 70 litre olup sonradan yerleşime açılan bölgelerde altyapı olmadığı için 20-30 litreye kadar düşebilmektedir. Gazze genelinde ailelerin sadece dörtte birinin her gün musluktan akan suyu vardır, ama o da günün belli saatlerinde. Çünkü elektrik olmayınca su da pompalanamamakta ve kesilmektedir. Bazı yerlere ise haftada birkaç defa su verilmektedir.

Gazze’de temiz suya erişebilen nüfusun oranı sadece %10’dur. Yeraltı sularının artık sadece %3’ü içilebilir kalitededir. Elektriksizlik yüzünden hem arıtılamayan atık sular hem de deniz suyu yeraltı sularına karışıp kirletmektedir. Musluk suyu tuzlu ve bazen de renkli akmaktadır. Halkın çoğunun temiz şişe suyu alacak parası olmadığından tankerlerle gelen suyu içmektedir. Yeraltı sularının yüksek oranda klorür ve nitrat içermesi yüzünden böbrek ve mide hastası çoktur. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, Gazze’deki hastalıkların dörtte biri içilen sağlıksız sular yüzündendir. 

Hastaneler ve okullar kasıtlı olarak vuruluyor

Gazze, hastası çok olan bir bölgedir. Buna karşın abluka yüzünden yeterli tıbbi cihaz, ilaç ve doktor bulunmadığından sağlık sistemi iyi işleyemez. Elektrik kesintileri yüzünden bazı hastalar hayatını kaybetmektedir. Bomba yapımında kullanılabilir diye İsrail bazı ilaçların girişine izin vermemektedir. İçmek zorunda kaldıkları sağlıksız sular yüzünden her yaştan on binlerce böbrek hastası vardır. Ancak diyaliz makineleri yetersizdir. 1990’larda neredeyse hiç kanser hastasının bulunmadığı Gazze’de bugün artık hemen her evde bir kanser hastası vardır. Bunun İsrail’in her savaşta yağdırdığı bombalardan ve kullandığı savaş aygıtlarından, abluka altında içeri sağlıksız ürünler girmesinden, hayat şartlarının zorluğundan ve sıkıntılardan kaynaklanabileceği tahmin edilmektedir. 2018-2020 arasında Gazze’de bir de “koltuk değnekliler nesli” doğmuştur. İki sene boyunca her Cuma günü barışçıl bir şekilde sınıra doğru yapılan Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü sırasında İsrail 30.000 Gazzeliyi yaralamış ve bunların bir kısmını kasıtlı olarak bacağı kesilecek şekilde kurşunlamıştır. Dolayısıyla bugün Gazze’de bacağı kopmuş veya kesilmiş binlerce genç vardır.

Gazze’de tıbbi altyapının yetersizliği yüzünden tedavi edilemeyen hastaların İsrail’de veya yurtdışında tedavi imkânı olsa da herkese izin verilmemektedir. Geçmişte İsrail’e karşı direnenlere ve çocuklarına tedavi imkânı kolay kolay tanınmamaktadır. İster Mısır isterse İsrail üzerinden olsun hastaların giriş-çıkışı da eziyete dönüşmektedir. Çıkış izni beklerken hayatını kaybeden hastaların sayısı da az değildir. Dahası, İsrail hastanelerinde tedaviye kabul edilen hasta ve yakınlarına bazen Erez sınır kapısında muhbirlik teklifi yapılmaktadır.

Eğitim sistemine gelince, Filistinliler eğitimlerine çok önem verirler; hatta Gazze’de okuma-yazma bilmeyenlerin oranı %1’den azdır. Çünkü iyi eğitim İsrail’e karşı en büyük silahlarıdır. İsrail, bunu bildiğinden her savaşta kasıtlı olarak sivillerin sığındığı okulları ve üniversiteleri bombalamaktadır. Genç nüfusun çok fazla olduğu Gazze’de okulların İsrail saldırılarıyla yıkılması neticesinde eğitim altyapısı yetersiz hale gelmiştir, sınıflar aşırı kalabalıktır. Ayrıca 2000’li yıllarda doğan Gazze’nin talihsiz çocukları, birkaç yılda bir yıkıcı İsrail bombardımanlarına maruz kaldığından travmalar yaşamakta ve bu da başarılarını düşürmektedir. Elektrik kesintileri eğitimin kalitesini etkilerken Gazzeli öğrenciler evlerinde mum ışığında ders çalışmaktadır. Yüksek lisans ve doktora öğrencileri tezlerini seyyar bir şekilde yazmakta; gün içinde elektrik hangi semtteyse oraya gitmektedir.

İsrail 1967’de Batı Şeria ve Gazze’yi işgal ettiğinde mevcut nesil ölecek, yeni nesil davasını ve geçmişini unutup gidecek beklentisine girmişti. Tam da bu yüzden Filistinlileri dünyevileştirmeye ve asimile etmeye odaklanmıştı. 1978’de Şeyh Ahmed Yasin önderliğinde ortaya çıkan hareket, gençleri İslam’la yeniden buluşturmaya ve camiye çekmeye odaklanmış ve 1980’lerde hedefine ulaşmıştı. Bu sayede Gazze’de dinî eğitim de güçlüdür. Çocukların birçoğu sabahtan normal okula, öğleden sonra hafızlık eğitimine gitmektedir. Gazze’de ailelerin en büyük gurur ve rekabet kaynağı çocuklarının hafız olmasıdır. Gazzeli annelerin birçoğu da her hamilelik döneminde hadis külliyatı Kütüb-i Sitte’den bir tanesini baştan sona ezberlemektedir.

Kaderine savaş düşen çocuklar

Gelelim İsrail’in Gazze’ye açtığı savaşların etkilerine… 2005’te İsrail çekilirken doğan bir Gazzeli genç bugün 18, II. İntifada başlarken doğanlar da 23 yaşındadır. Bebeklikten itibaren bu nesil, dünyadaki akranlarının yaşadığı normal hayatı hiç tadamamıştır. Yıkıcı savaşlar ve ambargo altında korku, dehşet ve iktisadi mahrumiyeti tadıp çocukluklarını yaşayamadan olgunlaşmışlardır. 2021 savaşında gözleri önünde evi bombalanıp yıkılan bir çocuğun şu sözleri durumun bir özetidir: “Biz çocuklar bombardımanlar altında doğduk ve büyüdük. Bizim hayatımız hep savaşla ve yerinden olmakla geçti.”

İsrail, HAMAS’ı ve altyapısını yok etmeyi ahdederek girdiği her savaşta okulları, hastaneleri, altyapıyı, fabrika ve küçük işletmeleri, ticari merkezleri, tarım alanlarını, çiftlikleri, sıradan insanların evlerini, kısaca her şeyi hedef almıştır. Geçmiş savaşlarda -çoğunlukla önceden haber vererek boşalttırdığı için- insanlardan ziyade binaları ve altyapıyı vurmuştur. 2008-2009, 2014 ve 2021 saldırılarında 25 bin evi yerle bir ederken ve 200 bin kadar Gazzeliyi evsiz bırakırken 2006’dan itibaren bütün saldırılarında şehit ettiği Gazzeli sayısı toplamda 6 bine yakındır, yaraladıkları ise 121 bin küsurdur. İsrail, geçmişte katliamlarla uluslararası kamuoyu önünde imajını kirletmek istemediği için fiziken yok etmekten ziyade iktisaden ve psikolojik olarak çökertmeyi öncelemiştir.

Ev yıkmak, İsrail’in sıkça başvurduğu psikolojik çökertme aracıdır. Zira molozların altında Filistinliler sahip oldukları her şeyi yitirirler, hayatları sıfırlanır, hatıraları ve hafızaları çalınır. Yitirdiklerini abluka şartları altında yeniden kazanabilmeleri de imkânsıza yakındır. Kenize Mourad’ın deyimiyle “Ev güvenliktir, yuvadır; yuvası yıkılan kendisini ölüm tehlikesi içinde hisseder.” Mescid-i Aksa İmam Hatibi Şeyh İkrime Sabri de “Ölüm insanın evinin yıkılmasından daha iyidir” der. Dolayısıyla İsrail, her savaşta Gazzelilerin evlerini yerle bir ederek onları ölmekten beter etmeye çalışır. Kısaca Gazze’de savaşlar ateşkesle bitmiş olmaz; travma sonrası stres bozuklukları (TSSB) ve yıkımın ortasında sosyoekonomik hayatta kalma savaşı başlar.

İsrail saldırıları, ablukası ve ambargolarının Gazzeliler üzerinde yıkıcı psikolojik etkisi vardır. Ana hedefi, direniş ruhunu ve kabiliyetini tamamen yok etmek, özsaygıyı ve özgüveni yitirtmek, kendisine boyun eğdirmek ve insan onuruna yaraşır bir şekilde yaşatmamaktır. Ancak Gazzeliler Filistinlilerin en güçlü, dirayetli ve dirençli kesimidir. İsrail’in Gazzelilere karşı kullandığı her bastırma yöntemi, direnişin daha etkili silahlar ve metotlar üretmesini sağlamıştır. İsrail evleri ve işyerlerini bombalayarak gençlerin hayallerini, umutlarını ve sevinçlerini çalmıştır; Gazze’de bir gelecek olmadığı kanaatini yerleştirmiştir. Yine de abluka ve İsrail’in saldırıları yüzünden ailesini ve evini yitiren veyahut çok iyi bir eğitim aldığı halde hak ettiği işi bulamayan Gazzeli gençlerin birçoğu, boyun eğmek yerine direnişin saflarına katılarak bileklerinin gücüyle bu cendereden kurtulmaya çalışmaktadır.

Öte yandan tükenmişlik hissi ve depresyon Filistin genelinde yaygındır. Gazzeli bir psikolog durumu şöyle özetlemiştir: “Daimi güvensizlik ve geceleri İsrail uçaklarının sesi yüzünden korku içinde nesiller yetişiyor. Çok fazla çocuk psikolojik bozukluk yaşıyor, ebeveynleri ise çaresizlik içinde çocuklarının ızdırabına şahit oluyor, ama ellerinden bir şey gelmiyor… Dünyadaki tüm psikologlar toplansa bu çocukları tedavi edemez.”

2021 saldırılarından bir sene sonra yapılan araştırmada, Gazzeli çocukların %80’inin TSSB yaşadığını, bu çerçevede konuşma ve iletişim zorluğu, geceleri yataklarını ıslatma, uyku bozukluğu, odaklanamama, sürekli kaygı ve korku içinde olduğu tespit edilmiştir. Sadece çocuklar değil, sorumluluklarını yerine getiremeyen ebeveynler de, özellikle işsiz kalıp ailesinin geçimini ve bombardıman altında çocuklarının güvenliğini sağlayamayan çaresiz babaların da birçoğu TSSB’den muzdariptir. Yine de her savaşın sonunda Gazzeliler, en azından işgalciye karşı direnebiliyor, kendimizi savunabiliyoruz diye coşkulu kutlamalar yaparlar.

Gazzeliler her şeye rağmen direnişi sürdürüyor

Peki, Gazzeliler bunu nasıl başarıyor? Bütün bu zorlukların üstesinden nasıl geliyorlar? Zorluklarla baş etme, imkânsızlık içinde imkân bulma kabiliyetleri çok yüksek olan Gazzelilere “buluş toplumu” denir. Gazzeliler bunu şöyle açıklar: “Yaşamak zorundayız, bunun için de bir çıkar yol bulmamız lazım. Çoğumuz geçimimizi sağlamak için bir şeyler icat ediyoruz. Nihayetinde ihtiyaç icadın temelidir.” Birkaç örnek verelim: İsrail benzin girişini engellediğinde Gazzeliler eski arabalarını yemeklik yağla çalıştırırlar; tüp girişini engellediğinde yağ tenekelerini fırına ve ocağa çevirirler; inşaat malzemesi yasağına karşı bina molozlarını değerlendirip yeniden inşaat malzemesine dönüştürürler. Geçtiğimiz yıllarda Gazzeli dalgıçlar, Akdeniz sularında buldukları Osmanlı’nın batırdığı bir İngiliz savaş gemisindeki patlamamış bombaları tek tek çıkarttı; daha sonra bunlardan roketler üretilerek İsrail’e fırlatıldı. Gazzeli tüccarların ne yapıp edip ablukaya rağmen içeri bir şekilde mal sokmayı başardıkları da söylenir.

Gazze’de yıkımın ortasında bile her daim hayat ve umut vardır. Yıkım da, yaşama arzusu da Gazze’nin bir gerçeğidir. Öngörülemezlik ve belirsizlik yüzünden gelecek planı yapamayan ve günlük yaşamaya mahkûm olan Gazzeliler, hayatlarını ertelemezler, o an neyi gerektiriyorsa en iyi şekilde yapmaya çalışırlar. Mesela bayramları bayram gibi kutlarlar, büyük ve coşkulu düğünler yaparlar, neslin devamlılığına çok önem verirler, özel günlerini kutlamaktan vazgeçmezler, misafir ağırlamayı ve ikramı çok severler. Her fırsatta şakalaşır, güler, eğlenirler ve bu, onları psikolojik olarak ayakta tutan bir emniyet supabıdır.

Gazzelilerin en büyük eğlencesi ve nefes aldığı yer, doyasıya yüzdükleri, piknik yaptıkları, at koşturdukları Akdeniz sahilidir. Bütün bunlar aynı zamanda İsrail’e karşı direnmenin bir yoludur. Bu konuda Gazzeliler şöyle derler: “Yıkımın ortasında bile Gazzelilerin hala yaşamak istediğini görürsünüz.” “İsrail bizi haritadan silme planları yaptıkça bizim de hayatta kalma azmimiz artıyor.” “Biz kendimizi mutlu etmeye çalışırız, mutlu olmak için bir vesile ararız. Bugün savaş biter, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi hayata devam ederiz ve bu da İsrail’i çıldırtır.”

Gazze halkının imanı kuvvetlidir; hafızlık çok yaygındır ve en büyük gurur kaynağıdır. “Kim bir iş yaparsa en iyisini yapsın” hadis-i şerifi birçok Gazzelinin hayat felsefesidir. İstanbul’da doktorasını yeni bitirmiş bir Gazzeli hanımın 2021’de yaptığım röportajda söyledikleri, Gazzelilerin hayatını ve hissiyatını anlama noktasında çok önemlidir: “Biz hiç göremediğimiz Kudüs için, hiç gidemediğimiz Filistin şehirlerinin özgürlüğü için savaşıyoruz, bunca sıkıntıya göğüs geriyoruz. Anlamlı bir hayatımız var. Hayatın tadı ümmetin meselesi için yaşamaktır. Hayatlarımız zordur, ama güzeldir. Gazze’de muazzam bir dayanışma duygusu vardır, kendisi muhtaç olan bile yardıma koşar. İsrail bir yolu kapatır, Gazzeliler başka bir yerden yolu yine açar... Şehit olmak istediğimiz kadar hayatı da severiz ve önem veririz; hayatımız da, ölümümüz de güzel olsun isteriz.”

Kaynaklar:

Middle East Eye ve Middle East Monitor web sitelerinin Gazze haberleri ve analizleri.

Kenize Mourad, Toprağımızın Kokusu Filistin ve İsrail’in Sesleri, Everest Yayınları.

Türkiye’de okuyan Gazzelilerle gündelik hayatta yaşananlara dair yaptığım röportajlar.

Emine Çınar ile Gazzelilerin direnişine dair yaptığım görüşmeler.

El-Cezire belgeselleri:

Gazze Yeniden https://www.youtube.com/watch?v=uPZvDZCp5dI

Bitmeyen Trajedi Gazze https://www.youtube.com/watch?v=1S6646qAi40

Gazze’yi Karartma https://www.youtube.com/watch?v=0GYIJe9g6SI

Parçalanan Filistin https://www.youtube.com/watch?v=utnthHPdk94

 


21 Aralık 2023 Perşembe

Z.T.KOR: 7 EKİM’DEN ÖNCE DE GAZZELİLER YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜYORDU


7 EKİM’DEN ÖNCE DE GAZZELİLER YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜYORDU

Zahide Tuba Kor

Genç Dergi, sayı 207, Aralık 2023, sf. 10-11


NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

 

7 Ekim’den sonra Gazze gündemden hiç düşmedi. Peki 7 Ekim öncesinde Gazze nasıldı? Tüm sorunlar 7 Ekim’de mi başladı?

7 Ekim’den bu yana İsrail Gazze’nin yarıdan fazlasını adeta yerle bir edip halkı tam bir sefalete sürükledi. Ama bu, bir başlangıç değil, işgalci İsrail’in on yıllardır Filistinlilere karşı uyguladığı -ancak dünyanın gündemine pek de girmeyen- ırkçı-ayrımcı ve sömürgeci politikaların şiddetinin intikam hırsıyla zirveye çıktığı bir süreçtir. İsrail, 7 Ekim’den sonra bir intikam, toplu cezalandırma ve tehcir aracı olarak Gazze’ye elektrik, su, gıda, yakıt ve her türlü mal girişini tamamen kesti ve havadan gelişigüzel her yeri bombalıyor. Ancak bunların hiçbiri yeni değil. Filistinli gençlerin tek silah olarak taşları kullandıkları 1980’lerin sonunda da İsrail bir cezalandırma yöntemi olarak elektrik-suyu kesiyor, taş atanları hapse atıyor ve ‘uslanmazsa’ evlerini yıkıyordu.

İsrail, 2005 Eylül’ünde Gazze’den çekilip burayı karadan, havadan ve denizden kuşatarak bir açık hava hapishanesine çevirdi. 2006 Ocak’ında yapılan seçimlerde HAMAS Filistin halkının %60’ının oyuyla iktidar olunca bir cezalandırma yöntemi olarak ablukayı yürürlüğe koydu. 16 yıldır Gazze’ye temel ihtiyaç malzemelerinin girişini ya sınırlı tutuyor ya da engelliyordu. Dahası, 2006’dan bu yana HAMAS’ı ve altyapısını yok etme hedefiyle açtığı savaşlarda Gazze’nin bütün altyapısını, okullarını, hastanelerini, üretim tesislerini ve sivillerin evlerini de bombalıyordu. İnşaat ve tamir için gerekli malzemelerin girişine de kolay kolay müsaade etmediği için altyapı yıllardır haraptı.

Elektrik, su ve kanalizasyon sistemlerinin vurulması yüzünden 7 Ekim’den evvel Gazze’de elektrik günde 5-6 saat, su haftada birkaç gün gelebiliyordu. Nüfusun sadece %10’u temiz içme suyuna ulaşabiliyordu. Gazze’deki hastalıkların dörtte biri içilen sağlıksız sular yüzündendi; çok fazla böbrek ve mide hastası vardı. Sağlık sistemi, her savaşta hastanelerin hedef alınması, yeterli tıbbi cihazın bulunmaması, elektrik-yakıt kıtlığı ve belirli ilaçların -silaha dönüştürüleceği bahanesiyle- içeri sokulmaması yüzünden zaten iyi değildi. Elektrik ve yakıt kıtlığı yüzünden Gazzeliler yazları yanıyor, kışları donuyordu. Gazze’ye giriş-çıkış hep çok zor, pahalı ve çileliydi. Çoktandır ekonomik çöküntü vardı; işsizlik oranı %50’nin üstünde, insani yardımlara bağımlılık %80’lerdeydi.

2013-2014’ten beri Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler, 2020’de Gazze yaşanamaz bir yere dönüşecek uyarısında bulunuyordu. Özetle Gazze’de hayat zaten katlanılmaz durumdaydı; Gazzeli gençler “Biz yaşayan ölüleriz”, “Biz yavaş yavaş ölüyoruz” diyorlardı. Gazzeliler adeta iki tercihle yüz yüzeydi: İşgalcinin bombaları altında hızlı bir ölüm ya da yıllardır süren abluka altında yavaş yavaş ölüm…


Z.T.KOR: İSRAİL, ABD’NİN ŞIMARIK ÇOCUĞUDUR

 

İSRAİL, ABD’NİN ŞIMARIK ÇOCUĞUDUR

Zahide Tuba Kor

Lacivert dergi, s.107, Aralık 2023, sf.85-86.

 

NOT: Lacivert derginin 4 sorudan oluşan röportajına yazılı cevap verdim. Cevaplarım fazla uzun olduğundan ve kısaltmaya vakit bulamadığımdan istediğiniz yerleri kesin demiştim. Kısaltılan yerleri kırmızılaştırarak aşağıda paylaşıyorum.

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

 

 

İsrail’in kurulmasından evvel yaklaşık 20 yıl süren İngiliz işgali yaşandı. Bu dönemde Filistinliler giderek marjinalleştirilirken Siyonist öncüler İngiliz manda dönemini müstakbel devletin altyapısını inşa için bir fırsat olarak değerlendirdi. İngiliz tecrübesinden bolca istifade ettiler. 1920’den itibaren tesis ettikleri kurumlar (yasama meclisi, işçi sendikası, siyasi partiler, silahlı çeteler, istihbarat toplayan birimler vs.) 1948’de bağımsızlık ilanının akabinde devlet kurumlarına dönüştü.

Bu arada Filistin topraklarına Yahudi göçleri, İngiliz işgalinden çok önce, Rus Çarlığı’nda Yahudilere yönelik pogromla birlikte 1882’de başladı. Ancak Rus ve Doğu Avrupa Yahudilerinin ekseriyeti nazarında kurtuluş “özgürlükler diyarı” ABD olduğundan 1920’lere kadar Filistin topraklarında Yahudi nüfusun oranı değişmedi (%8). 1920’lerden sonra, özellikle 1930’larda Yahudi göçleri ve toprak edinmeleri arttı. Bu durum Filistinlilerin defalarca isyanını tetikledi. Kanla bastırılan 1936-39’daki Büyük Arap İsyanı sonunda eli silah tutan nüfusunun %10’unu yitiren Filistinliler lidersiz ve savunmasız kaldı.   

İngilizler İsrail devletinin kuruluşuna giden yolu kolaylaştırsa da, 1944-47 arasında Siyonist çetelerin Yahudi devleti önünde en büyük engel olarak gördükleri İngilizlere karşı kanlı terör eylemlerine giriştiğini bilmek gerekir. Sonunda İngiltere pes ederek konuyu BM’ye havale etti ve Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda iki devletli çözüm kabul edildi. Buna göre 1880’lerden 1947’ye kadarki süreçte bütün çabalarına rağmen Filistin topraklarının sadece %6,5’ine sahip olan Yahudilere BM’de masa başında %56’lık toprak vaat edildi. Akabinde Filistinliler ile Siyonistler arasında bu topraklar üzerinde 6 ay boyunca iç çatışmalar oldu ve 1948’de Arap devletleri ile İsrail’in ilk savaşı yaşandı. Bu savaşın sonunda İsrail Filistin topraklarının %78’ini fiili ve psikolojik savaşla, yani kanla kontrolü altına aldı. 1,4 milyon Filistinliden 800 bini mülteci konumuna düştü. Geri kalan %22’lik toprak (Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze) Ürdün ile Mısır arasında paylaşıldı. 1967’ye gelindiğinde ise İsrail, 3 Arap ülkesine açtığı sürpriz savaşla 6 günde 3 kat genişlerken Filistin topraklarının tamamını işgal etti. Bugün Filistinlilerin yarısı topraklarından uzakta mülteci olarak yaşıyor. Kalan yarısı da kendi vatanında İsrail’in uyguladığı türlü bastırma, yıldırma ve mülksüzleştirme politikalarıyla boğuşuyor.

Şunu da bilmek gerekir: Eğer ki I. ve II. Dünya Savaşları ve özellikle Hitler’in Doğu Avrupa’da yaptığı soykırım olmasaydı İsrail 1948’de kurulamazdı.

Sorunuzun yerleşimci mi işgalci mi kısmına gelirsek, kavram tercihleri kişinin ideolojik veya insani duruşuna ve beslendiği kaynaklara göre değişir. İsrail’i sorunsallaştıranlar işgalci, destekleyenler yerleşimci diyor. Son yıllarda özellikle sömürgeci kavramı daha fazla kullanılır oldu.                      

 

Filistin’de gündelik hayat çok zor

Filistinliler farklı bölgelere dağılmışlardır ve yaşadıkları bölgeye göre günlük hayatları da farklılaşmaktadır. O yüzden bir genelleme yapmak uygun olmaz. Bahsettiğiniz bombardıman ve abluka şu an sadece Gazze’de yaşanıyor; İsrail içindekiler (1948 Filistinlileri), Batı Şeria ve Doğu Kudüs’tekiler -üzerlerindeki baskılar iyice artsa da- bunlara maruz kalmıyor. Ama geçtiğimiz yıllarda Suriye’deki Filistinlilerin çoğu da Esed rejiminin bombardımanı ve ablukası altında yaşadı, mülteci kamplarının ve yaşadıkları mahallelerin birçoğu yerle bir edildi, hatta binlercesi hayatını kaybetti. 1970’lerin ikinci yarısı ve 1980’lerde de Lübnan’daki Filistinliler benzer bir kaderi paylaşmıştı. Yine geçmişte özellikle İkinci İstifada yıllarında Batı Şerialılar, Gazzelilerle birlikte, abluka ve bombardımana maruz kalmıştı.

Bu son Gazze’deki soykırıma kadar -1948 ve 1967’deki etnik temizlik hariç- İsrail doğrudan Filistinlileri öldürmek yerine hayatlarını çekilmez kılarak ‘gönüllü’ olarak terke zorlamaya veyahut direniş ruhunu yok edip tamamen kendisine boyun eğdirmeye çalışıyordu. Bunun için en fazla ekonomik ve psikolojik harp yöntemlerini kullanıyordu.

Gazze’ye yönelik 16 yıldır devam eden abluka da bunun bir parçasıydı. İşgal ve abluka altında Filistin’deki hayatı anlatmak bir röportaja sığmaz. “Filistinlilerin Gündelik Hayatı” başlıklı 4 oturumluk seminerimi BİSAV TV YouTube kanalından izleyebilirsiniz.

Şunu belirtmekle yetineyim. 1948 ve 1967 acı tecrübelerini yaşayan Filistinliler, İsrail işgali altında ne yaşarlarsa yaşasınlar -hayat kalitesinin iyice düşmesi, bütün malını mülkünü yitirmek, hatta ölüm pahasına- topraklarını terk etmemek için aktif veya pasif muazzam bir direniş gösteriyorlar. Direnemeyenleri de kınamamak gerekir; çünkü İsrail’in uyguladığı yıldırma taktiklerine tahammül edebilmek her yiğidin harcı değildir.

 

İlk Siyonistler Protestan Hristiyanlardır

İsrail, ABD’nin şımarık çocuğudur, Batılıların bölgesel hedeflerine ulaşmak için kullandıkları bir araçtır. Ama Almanya gibi soykırımın faili ve geçmişi kirli ülkeleri bir kenara bırakırsak, İsrail’i kuran ve bugüne kadar hayatta kalmasını sağlayan, aslında Protestan aklı, parası ve gücüdür. İlk Siyonistler de Yahudiler değil, Protestan Hristiyanlardır. Yahudi Siyonizmi Hristiyan Siyonizminden on yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Bugün de ABD’de -kahir ekseriyeti Cumhuriyetçileri destekleyen- Evanjelik Hristiyanlar Yahudilerden daha fazla İsrailcidir. Amerikan Yahudilerinin birçoğu İsrail’i eleştirirken Evanjelik Hristiyanlar kayıtsız şartsız destek vermektedir.

İsrail’in kurucuları dönemin büyük gücüne sırtını dayamayı dış politikanın temel ilkesi haline getirmiştir. ABD siyasi, askeri ve iktisadi desteğin yanı sıra BM Güvenlik Konseyi’nde aleyhte kararlarda veto kartını kullanarak diplomatik olarak da İsrail’i koruma altına almış, işlediği bütün suçların cezasız kalmasını sağlamıştır. On yıllardır ABD’nin açık ara en çok maddi yardımda bulunduğu ülkedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyada hiçbir devlet İsrail kadar çok dış yardım almamıştır desem herhalde yanlış olmaz. Bu arada İsrail ABD için sadece bir dış politika değil, aynı zamanda bir iç politika meselesidir. İsrail lobisi Amerikan iç siyasetinde önemli bir güçtür, kolay kolay hiçbir Amerikalı siyasetçi onları göz ardı edemez ve hilafına hareket edemez.

Kısaca ABD ile İsrail arasında simbiyotik bir ilişki biçimi vardır. Öte yandan Siyonizmin gücünü tamamen dış himayeye de bağlamamak gerekir. Siyonist önderler kendi davaları için uzun yıllar boyunca sistematik bir şekilde var güçleriyle çalışmışlardır.

 

Batı’daki boykotlar İsrail için büyük tehdit

İsrail, imajına zannettiğimizden çok daha fazla önem verir. Kurduğu propaganda tekeliyle kendisi hakkında ürettiği hikâyeyi dünyaya yayar. Bu propaganda tekelinin özellikle Batı’da kırılmasını ve psikolojik savaşta inandırıcılığını yitirmeyi sindiremez. İsrail kanalı i24’u izlerken analistlerin bu noktadaki rahatsızlıklarını her sefer yakinen görüyorum. 

Geçtiğimiz yıllarda İsrail’in ilan ettiği bir numaralı milli güvenlik tehdidi, 2005’te kurulan ve Batı’da giderek yayılan BDS (Boykot, Tecrit ve Yaptırım) hareketiydi. Onları HAMAS’ın roketlerinden daha tehlikeli görüyor. Donald Trump bu hareketi antisemitist diye yasaklamıştı; ama ABD’de hala etkililer. İsrail, BDS üyelerini Yahudi bile olsa ülkeye sokmuyor. Kısaca İsrail kendisini boykot ve tecrit eden ve yaptırım uygulamaya çalışan her hareketten rahatsız. Bu arada size tavsiyem, Gazze’de savaş bittikten sonra da İslam dünyasının düştüğü mevcut halde doğrudan payı olan İsrail’i ve destekçilerini boykota devam edin. Altımızı oyan devletlere mecbur ve mahkûm olmamalıyız. Boykotun diğer boyutu da onlarınkinden daha kaliteli mallar üretmek olmalı; yani alternatiflerini de insanlara sunabilmeliyiz. Ve bu vesileyle tüketim toplumu olmayı bırakıp üretim toplumuna geçmeyi hedeflemeliyiz.

Batı’da mitingler ve eylemler bizdekinden çok daha profesyonelce, yaratıcı ve süreklilik içinde yürütülüyor. Biraz oraları örnek almamız lazım. Miting deyince, üç-beş tanesine katılıp, saatlerce boş boş slogan atıp rahatlamış şekilde eve dönmeyi kastetmiyorum. Mitinglere giderken yanınıza Filistin veya İsrail’le ilgili bir kitap alıp okuyun veya kulağınıza kulaklık takıp bu konuların anlatıldığı videoları izleyin. Bilgimiz, en büyük davamız dediğimiz Filistin konusunda bile o kadar az ki... Bilgi ile eylemi eş zamanlı yürütmeliyiz; bilgisiz eylem de, eylemsiz bilgi de bir problemdir.

Sosyal medyaya gelince Filistin’i destekleyen yayınlar yapmak önemli olmakla birlikte tek başına yeterli değil. İsrail’in bitmez tükenmez yalanlarını deşifre edici yayınlar yapmak da çok önemli. Bunun için de yine bilgi gerekiyor.



26 Kasım 2023 Pazar

L.CERRAR: “HER FİLİSTİNLİ TOPRAĞINI KAYBETME, BİR BAŞKA ÜLKEDE YERSİZ YURTSUZ KALMA KORKUSUYLA YAŞAR”

 

LEYLA CERRAR: “HER FİLİSTİNLİ TOPRAĞINI KAYBETME, BİR BAŞKA ÜLKEDE YERSİZ YURTSUZ KALMA KORKUSUYLA YAŞAR”

16 Ekim 2023, İstanbul

Röportajı yapan: Zahide Tuba Kor

Röportajı tercüme eden: Yasemen Toruloğlu

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Leyla Cerrar, Batı Şeria’nın kuzeyindeki Cenin şehrinde dünyaya geldi. Röportajda da okuyacağınız üzere çocukluktan itibaren İsrail işgalini yaşadı. Mücadeleci, eğitimli ve köklü bir Filistinli aileden geliyor. İsrail’in emrine direnen babası tutuklanma ihtimali karşısında Filistin’den ayrılmak zorunda kaldı ve Leyla Hanım küçücük yaştan itibaren babasız büyüdü. Kendisi de dahil bütün kardeşleri İsrail hapishanelerine girip çıktı. Şam Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu. Gençliğinde direniş örgütlerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne katıldı. Çok uzun yıllar BM çatısı altında Filistinli mültecilere yardım programlarında görev aldı. Suriye’deki savaş yıllarını, kendi hayatını tehlikeye atma pahasına, hem Filistinli mültecilere hem de Suriyelilere yardım götürerek geçirdi. Emekli olunca Türkiye’ye yerleşti ve ülkemizdeki savaş mağduru mültecilere psikolojik destek ve başka türlü yardımlar için sürekli koşturuyor. Geçtiğimiz aylarda maalesef ki Hataylı depremzede bir Türk tarafından iş kurup yatırım yapma vaadiyle dolandırıldı; hayat güvencesi olan on binlerce dolarlık emeklilik ikramiyesini kaptırmanın şokunu ve üzüntüsünü yaşıyor.

Bu röportajda Ceninli bir ailenin hikâyesi üzerinden İsrail işgali altında yaşamanın ne demek olduğunu çok farklı boyutlarıyla öğreneceksiniz. Röportajı, Gazze savaşının başlarında yaptığımı, ama maalesef yoğun programlarım yüzünden yayınlayamadığımı bir not olarak düşeyim. Röportajı yayınladığım bugünlerde ise İsrail Cenin’e büyük bir saldırı başlatmış bulunuyor. 


İsrail’in 1967’de Batı Şeria’yı işgalini hatırlıyor musunuz?

Evet, hatırlıyorum. Biz 1948’de İsrail’le sınır şehirlerinden birine dönüşen Cenin’de yaşıyorduk. Şehrimiz İsrail’in kontrolüne geçen Hayfa ve Nasıra’ya da yakındı. Hayfa ile aramızda sadece 27 kilometre vardı. Batı Şeria 1967’ye kadar Ürdün yönetimi altında kaldığı için bizim Ürdün vatandaşlığımız ve pasaportumuz vardı. Gazze ise Mısır’ın yönetimindeydi.

1948-1967 arasında Cenin’e bağlı köylerin yarısı Ürdün yönetiminde, diğer yarısı İsrail işgali altında kaldı. 1967’deki Haziran Savaşı’nda İsrail Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü, Ürdün’ün bir kısmını, Gazze’yi ve Sina’yı işgal etti. İşgal altında öyle zorluklar ve zulümler çektik ki tasviri mümkün değil. Sürekli tutuklamalar, bastırma, sokağa çıkma yasakları, şehir dışına ya da ülke dışına çıkma yasakları vardı. Tek çıkış noktamız karayoluyla Ürdün’e geçişti. Ürdün pasaportu taşımamız bir avantajdı. Bu sayede Batı Şeria’daki erkek nüfusun çoğunluğu Körfez ülkelerinde çalışıp ailelerine para yolluyordu. Gazze’dekilere ise seyahat belgesini Mısır verdiğinden birçok ülkeye girişleri yasaktı. Yüzölçümü küçük ama yoğun bir nüfus barındıran Gazze, İsrail işgali altında bizden çok daha fazla zorluk çekti. 

Daha somut örnekler verebilir misiniz? Mesela işgal altında sizin ve yakınlarınızın başlarına neler geldi?

Kendi ailemle başlayayım. Mesela -Allah rahmet eylesin- babam, işgalden bir sene sonra 1968’de çok büyük baskılara maruz kaldı. Cenin şehrinin postane müdürüydü; babamdan direnişçilerin bütün telefon konuşmalarının kayıtlarını teslim etmesini istediler. O dönemde gelişmiş iletişim cihazları, cep telefonları yoktu; telefon da sınırlı şartlarda kullanılabiliyordu. Babam tabii ki işgalcinin isteklerini kabul etmedi. Ama baskılara direndiği için hapse atılabilirdi, mecburen bir gece vakti Ürdün’e kaçtı. Biz o zaman küçücüktük; babamın neden bizi terk ettiğini anlayamamıştık. Babam Ürdün’den Birleşik Arap Emirlikleri’ne geçti ve orada çalıştı. Ömrünün sonuna kadar bir daha Filistin’e geri dönemedi, babasız kaldık.

En büyük ağabeyim Usame (Allah rahmet eylesin), 1969’da İsrail tarafından hapse atıldı. 16-17 yaşında Amman’da Filistin direnişine katılmıştı; arkadaşlarıyla birlikte Ürdün’den işgal altındaki Filistin topraklarına fedai saldırıları düzenliyordu. Çatışmalara girdiği Ürdün-Filistin sınırındaki ormanlık arazide bir seferinde ayaklarından ve kafasından vurularak yaralanmış. İsrail askerleri çatışma alanından onu alıp götürmüş; bir sene boyunca İsrail tarafında tedavi görmüş ve biz bu süreçte kendisinden hiç haber alamadık. Şehit düştüğünü zannediyorduk. Annem Ürdün’e gidip Filistin kamplarındaki direnişçilere sordu. Ağabeyimin çatışmaya gittiğini ve geri dönmediğini, hakkında başka bir şey bilmediklerini söylediler. Ama annem ümidini hiç kaybetmedi ve İsrail hapishanelerinde onu aramaya devam etti. En sonunda el-Halil’deki bir hapishanede olduğunu öğrendi. Biz o zaman küçüktük.

Ağabeyinize ne zaman kavuştunuz?

1969’da tutuklandı, esir takası sayesinde 1985’te hapisten çıktı. Üç kez müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. Yani ölene kadar hapiste kalacaktı. Ama Filistin gerillaların Nevras Operasyonu sayesinde serbest kaldı. Kardeşim 16 yıl hapis yattığından çok hastalanmıştı.

Hapishanedeyken liseyi ve Birzeit Üniversitesi Dil Fakültesini bitirdi. Yine hapishanede İngilizce, İbranice, Fransızca, Almanca ve Rusça öğrenmişti. Hapisten çıktıktan sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan ve Amman’daki merkezlerinde görev aldı ve generalliğe kadar yükseldi. 8 sene önce kanserden vefat etti. Kansere yakalanma sebebi, hapse atılmadan önce kafasına isabet eden ve çıkarılamayan kurşunmuş.

Üç kez müebbet hapis cezasına çarptırıldığına göre ağabeyiniz İsrail askerlerini öldürmüş olmalı…

İsrail askerleriyle savaştığından onları öldürmüş veya yaralamış, ama sivilleri değil. Askerlerini öldürdüğü için ona kin besliyorlardı.

Hapisteyken Uluslararası Kızılhaç Örgütü aracılığıyla ağabeyime para ve kitap gönderiyorduk. Bizden sürekli kitap istiyordu. Her ay ziyaret ediyorduk. Ama sık sık bir hapishaneden diğerine naklediyorlardı. Askalan (Aşkelon), Bi’rüssebi (Beerşeba), el-Halil, Eylat ve hatırlayamadığım başka yerlerde de hapis yattı. Bir sürü hapishane değiştirdi. Ne zaman ziyaretine gitsek bize diyorlardı ki onu şu hapishaneye yolladık; biz de dedikleri yere gidiyorduk. Allah rahmet eylesin annemle beraber sabah saat 3-4 gibi kalkar, diğer esirlerin yakınlarıyla birlikte Kızılhaç’ın otobüsüne binerdik. 1985’teki esir takasına kadar hayatımız her ay hep bu şekilde devam etti.

Biz iyi bir aileye mensuptuk, vatanseverdik. Bir okulun müdürü olan annemin terbiyesinden geçmiştik. Annem mücadeleci ve mümin bir kadındı. Filistin mücadelesine gönülden inanırdı. Bizi de öyle eğitti. Kardeşlerimin hepsi, lise ve üniversitede okurken defalarca tutuklandılar, İsrail hapishanelerine girdiler. Erkek kardeşlerimden Main iki sene, Mehdi aylarca tutuklu kaldı. Abdullah da evimize baskına gelen işgal güçlerine direnirken tutuklandı. Kardeşlerim her baskında işgal güçlerine engel olmaya çalışır; “Yasal izniniz olmadan evimize giremezsiniz, yaptığınız uluslararası hukuka ve sözleşmelere aykırı” diyerek direnirlerdi. Sürekli işgal güçleri eliyle sıkıntı çekerdik. Hatta ben de Ramle’de 2 ay hapis yattım.

Siz neden hapis yattınız?

Ağabeyim Main’in Filistinli örgütlerle bağı vardı. Ben ondan daha küçüktüm ama en yakın dostu ve sır ortağıydım. Onun Filistinli direnişçilerle olduğunu itiraf etmem için beni de sorguladılar. Bir şey bilmediğimi söylesem de inanmayıp iki ay boyunca sorgulamaya devam ettiler. Hiçbir şey söylemeyince sonunda mecburen saldılar.

Ama o iki ay boyunca İsrail hapishanelerindeki zulmü kendi gözlerimle gördüm; kadın mahkûmların yaşadıklarına, müebbet hapis cezasına çarptırılanların, işkence görenlerin haline şahit oldum. Bunlar arasında benim ailem ve akrabalarım da vardı. Mesela Filistin Halk Kurtuluş Cephesi mensubu dayımın oğlu müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Teyzemin de bütün oğulları tutuklandı. Üniversitede, sokakta, her yerde işgal kuvvetleri gençleri Filistin direniş hareketlerine destek veriyor gerekçesiyle tutukluyordu. Komşularımızın çocuklarını da alıp gidiyorlardı. Filistin halkı sürekli cezalandırılıyordu. Bu arada tutuklanmamız için illa bir şey yapmamız da gerekmiyordu; sebepsiz yere evlere baskın yapıp aile fertlerini götürüp gidiyorlardı.

Mesela evde ağabeylerimle oturuyorduk; bir anda askerler kapıyı kırıp evimizin salonuna kadar ayakkabılarıyla daldılar. Ağabeylerim onlara “Bu şekilde içeri giremezsiniz, evde hanımlar var, üst başları uygun olmayabilir, buna hakkınız yok” dedikleri için önce kadın-erkek demeden hepimizi darp edip sonra da ağabeylerimi tutuklayıp götürdüler. Her seferinde kefalet ödeyerek onları hapisten çıkartıyorduk. Aynısı komşularımızın da başına geliyordu.

İkinci İntifada sırasında işgal kuvvetleri, ailemi evimizden zorla çıkarttı ve biraz yüksekte olduğundan bizim evi direniş kuvvetlerini gözlem ve takip etmek için bir askeri kışla gibi kullandı. Annem o sırada yatalaktı, bir odada tek başına kalakaldı. Erkek kardeşim “Bırakın yatalak annemi alıp çıkayım” diye ısrar etmesine rağmen izin vermemişler. Üç gün boyunca annemi aç bıraktılar; arada yemesi için üzerine kuru ekmek parçaları atmışlar sadece. Kardeşlerim, işgal kuvveleri evden ayrıldığında, annemi tuvaletini de yapmak zorunda kaldığı yatağında pislik içerisinde ve artık neredeyse son nefesini verecek halde bulmuşlar. Bu manzaraya dayanması çok zor. İşgal ve işgalci işte böyle bir şey. Onların kimseye merhameti yok.

Filistin halkı on yıllardır acının da, işkencenin de her türlüsünü yaşadı. Her gün istisnasız bombalamalar, tutuklamaklar, işkenceler, öldürmeler devam etti. Hala da bitmiş değil. Ben Cenin’i ne zaman ziyaret etsem aynı şeylere tekrar tekrar şahit oluyorum. Filistinli insanları balık gibi avlamak onlar için adeta bir eğlence. Yolda yürüyen insanların üzerine keyfi ateş açıp sebepsiz yere öldürüyorlar. Filistin halkının yaşadığı zorlukların derecesini varın siz düşünün.

Bütün bu yaşananlar sizin hayatınızı, duygu ve düşüncelerinizi nasıl etkiledi?

Yaşanan zorlukların şiddeti ve vahameti insanımızı daha güçlü kıldı. Vatan toprağına bizi daha çok bağladı. Annem hep “Arap ülkeleri de dahil başka diyarlarda yersiz yurtsuz olacağımıza kendi toprağımızda acı çekelim ve ölelim” derdi. Çünkü Arap rejimleri bize asla acımazdı. Hiçbiri Filistinlilerin iyi durumda olmasını, demokratik bir idareyle yönetilmesini istemezdi. Bilerek veya bilmeyerek İsrail’e yardım eden, işgalcinin bize yaptığı zulmü artırmasını sağlayan bir sürü Arap ülkesi oldu. Biz de buna karşılık bir yandan vatanımıza daha fazla bağlandık, diğer yandan eğitime ve ilme sarıldık. Kendi kendimize biz okumak zorundayız, üniversite diploması alıp kendi ayaklarımız üzerinde durmalıyız diyorduk. Çünkü her Filistinli toprağını kaybetme, bir başka ülkede yersiz yurtsuz kalma korkusuyla yaşar. Bu zorluklar karşısında elimizde eğitim gibi bir silah olmak zorundaydı.

İşte tüm bu zorluklar neslimizi daha da güçlü kıldı. Yeni nesil ölümden korkmuyor; vatanına, toprağına, milletine inanıyor; haklarının peşinden gidiyor. Siyonist yapı tam bir gaspçıdır. Planlı bir şekilde dünyanın dört bir yanından gelip toprağımızı gasp ettiler ve içimize girdiler. Onlar Arap topraklarının orta yerinde eğreti duran bir topluluk.

İsrail askerleri size nasıl davranıyordu? Filistinli algıları nasıldı?

İsrail askerleriyle sürekli muhataptık. Kullanmak zorunda olduğumuz köprülerden ve yollardan tutun başvurmamız gereken devlet dairelerine kadar her yerde karşılaşıyorduk. İsrail işgal ordusu ve ona bağlı istihbarat servisleri Filistin’in her yerine sızmıştı. Gençleri ve halkı sürekli takip ediyorlardı. İsrail askerleri küçük yaştan itibaren Filistinlilere karşı kin ve nefretle yetiştirilmişti; bizi yok edilmesi gereken bir virüs gibi görüyorlardı. Bizi öldürmeye hakları olduğunu düşünüyor, bir Filistinli ya da Müslüman öldürdükleri takdirde cennete gireceklerine inanıyorlardı. Keza onlara göre Filistin, Allah tarafından kendilerine vaat edilmiş kutsal topraklardı.

1994’te Filistin Özerk Yönetimi kurulana kadar tamamen işgal altındaydınız. O dönem devlet dairelerinde, okullarda ve günlük hayatta size muamele nasıldı?

1967’den sonra bütün devlet daireleri İsrail’in yönetimine geçti. Ehliyet alımı gibi resmi işlemler İsrailli yetkililerin kontrolünde gerçekleşiyordu İsrail’le en yakın ve doğrudan temasımız belediyeler üzerindendi. Bir de herhangi bir yere gitmek istediğimizde seyahat izni alma mecburiyeti yüzünden muhatap oluyorduk. Biz Batı Şerialılar 1948-1967 arası Ürdün yönetimi altındayken Ürdün müfredatına göre eğitim almıştık. İsrail işgalden sonra okul müfredatımıza karıştı, istediklerini ekleyip çıkardı. Her şey aslında bir bakıma İsrail’in kontrolü altındaydı. En çok müdahaleleri Ürdün’e geçişlerdeydi. Ürdün üzerinden çıkıp girmek istediğimizde önce İsrail istihbaratının onaylaması ve yazılı izin vermesi gerekiyordu. Düşünün, vatanımıza giriş-çıkışımız ve seyahat edebilmemiz hep İsrail kontrolündeydi. Hepimiz İsrail’in bize verdiği kimliği taşımak zorundaydık.

Eğer Filistin direnişiyle alakalıysanız veya İsrail’e muhalifseniz asla seyahat izni alamazdınız; dolayısıyla ülkeden çıkamaz, çıktıysanız geri giremezdiniz. Ehliyet alamazdınız. Bütün medeni haklarınızdan mahrum bırakılırdınız. Yoksa hemen sizi tutuklarlardı, hatta evinize el koyarlardı. Mesela bir Filistinli genç, herhangi bir fedai eylemine giriştiyse hemen ailesi evinden çıkartılır, evin üzerine kocaman kırmızı bir X işareti konur ve üzerinde “İçeriye askerî yönetimin izni olmadan giriş yasaktır” yazılı bir uyarı eklenirdi. Cenin’deki evlerin birçoğuna bu şekilde el kondu. Tabii Filistin’in her yerinde durum benzerdi. Arazilere de el kondu. Mesela işgalin başlarında yurtdışında çalışanlar eğer ki bütün aile fertlerini yanlarında götürmüşse ve evleri boşsa İsrail evlerini ve arazilerini gasp etti. Bu yüzden insanlar, mülklerini bir an olsun boş bırakamadı; ne kadar zorluk yaşarlarsa yaşasınlar, ne çekerlerse çeksinler topraklarına ve vatanına dört elle sarıldılar. Annem de sahip olduğumuz mülkleri İsrail’e kaptırmamak için babam ülkeyi terk etmek zorunda kaldığında onunla birlikte gidemedi. 1990’larda Oslo süreciyle Filistin Özerk Yönetimi kuruluncaya kadar bu şekilde yaşadık.

Peki, Filistin Özerk Yönetimi’nin kurulmasıyla neler değişti?

1994’ten sonra anlaşmalara tâbi olarak resmi kurumlar ile Filistin pasaportu ve seyahat belgesi gibi işlemler Filistin otoritesine devredilse de her alanda İsrail’in denetimi devam etti. İrtibat Bürosu adlı birimler kuruldu; bu, İsrail’in her şeye müdahil olacağı anlamına geliyordu. Filistin yönetiminin yetki alanı sınırlı ve basitti. Yine de biz ilk başlarda işgalden kurtulduğumuzu zannettik. Artık Filistin’in kurumları ve devlet daireleri vardı. Yaser Arafat o dönemde hayatta ve yönetimin başındaydı. HAMAS ile işgal güçleri arasında ilk çatışmalar başlayınca İsrail Filistin yönetimine ait tüm kurumları yıktı ve bütün ilişkileri kesti.

Bu, 2002 yılında yaşandı, öyle değil mi?

Evet. Bu olaylar ve Cenin’deki şiddetli çatışmalar 2002-2003’te yaşandı. Filistin yönetimi, İsrail’in o dönem Cenin’de yaptığı yıkımı üzerinden yirmi yıl geçtiği halde hala yeniden inşa edebilmiş değil; çünkü yıkılanları inşa yetkisi yok. İsrail ordusunun istediği zaman Filistin yönetimindeki topraklara girip istediği genci tutuklamaya veya öldürmeye, istediği kişinin evine el koyup yıkmaya yetkisi var. Filistin yönetiminin ise bu durum karşısında hiçbir yetkisi yok. Filistin yönetiminde çalışan devlet memurları ve polisler, Oslo Anlaşması dahilinde maaşlarını alıyorlar; işgale karşı herhangi bir eylemde bulunmaları yasak. Bulundukları konumlar ellerinden gitmesin diye İsrail devletine karşı sessiz bir dost gibi davranıyorlar. Onlar da -tıpkı işgal güçlerinin yaptığı gibi- ister HAMAS’lı olsun isterse olmasın aktif gençleri tutukluyorlar. Aslen İsrail-ABD-Batı üretimi ve Oslo Anlaşmalarının bir ürünü olan mevcut yönetim, İsrail nasıl istiyorsa öyle davranmaktan başka bir şey yapmıyor maalesef.

Yaser Arafat’ın yönetimi de Mahmud Abbas’ınkine benzer miydi?

Yaser Arafat, Oslo Anlaşmalarına imza koydu ama onun aşılmasına müsaade etmediği kırmızı çizgileri vardı. İsrail de bunun farkındaydı; önce onu karargâhında kuşatıp kıstırdı, ardından zehirleyip yerine Mahmud Abbas’ı geçirdi. Geçmişte hep Arap ülkelerinde yaşamış Abbas, bir savaşçı değildi; maddi ayrıcalıkları ve imkanları vardı, devrimle alakası da yoktu. Kendisinden beklenen görevi yerine getirdi. Kendisi savaş ve direniş istemiyor. ABD, İsrail ve Arap ülkelerinin kendisinden beklediği rolü oynuyor.

Tekrar aile hikâyenize dönelim. Siz küçükken babanız Filistin’i bırakıp gitmek zorunda kaldı. Babasız kalınca hayatınız nasıl değişti?

Gerçekten çok zordu. Çünkü biz kalabalık bir aileydik. 6 erkek, 2 kız kardeştik. Annem bize hem annelik hem babalık yapmak zorunda kaldı, her şeyden o sorumluydu. Annem, Ürdün’ün başkenti Amman’da direniş kamplarında yaşayan ağabeyim Usame’yi her ay ziyarete gidiyordu. Ağabeyim tutuklandıktan sonra bu sefer her ay hapishanede ziyaretine gitmeye başladı. Tabii annemin annesi de bize yardım ediyordu; bazen ninemde, bazen kendi evimizde kalıyorduk. Babam BAE’de çalışmaya başlamıştı ve ağabeylerimi okutuyordu. Ailemde herkes liseyi bitirir bitirmez hemen üniversiteye devam etti. Ağabeyim Mazin üniversite için Ürdün’e, Fehd de Mısır’a gitti; onları babam okuttu. Sonra onlar mezun olup işe girince biz küçük kardeşlerini okutmaya başladılar. Her büyük kardeş, bir ya da iki küçük kardeşin sorumluluğunu alıyor ve onu üniversiteye gönderiyordu. Kardeşim Abdullah dışında hepimiz Filistin dışında üniversiteyi bitirdik. Ben Suriye’de Şam Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunuyum. Mehdi, Belarus/Minsk’te makine mühendisliği okudu. Kız kardeşim Muna Halep Üniversitesi’nde diş hekimliğinden mezun oldu. Hepimiz birbirimize yardım ettik; çünkü babam yaşlandı ve Ürdün’e yerleşti. Kısaca bizim için hayat gerçekten zordu. Bu arada komşularımızın, akrabalarımızın da benzer hikâyeleri var; hatta bazılarının hayatı bizimkinden çok daha zordu. Bizimki yine en iyilerden bir tanesi.

[Leyla Hanım’dan daha evvel ailesinin hikâyesini uzun uzun dinlemiştim. Bana anlattıklarından bir kısmını eklemek istiyorum. Makine mühendisi ağabeyi Ramallah’ta bir şirkette çalışıyor; her fırsatta Kudüs’e gidip murabıtlara destek veriyor. Dubai’de yaşayan ABD’den doktoralı diğer ağabeyi, on yıllarca çeşitli bankaların müdürlüğünü yürütmüş ve en son Dubai’de Bankalardan Sorumlu Müsteşar olarak görev yapmış ve özel üniversitelerde dersler vermiş. Suudi Arabistan’da 40-50 seneye yakın Tarım Bakanlığında çalışmış diğer ağabeyi şu an Ürdün’de yaşıyor ve emekliliğini ressamlıkla geçiriyor. Kalp hastalığından vefat eden diğer ağabeyi, Mısır’da Arap Edebiyatı doktorası yapmış, Libya’nın başkenti Trablus’taki üniversitede dersler vermiş; ardından Ürdün’de UNRWA ofisinde çalışmış. Şair ve dilbilimci olan bu ağabeyinin yazdığı Arapça dilbilgisi kitapları halen Ürdün’deki bazı okullarda ders kitabı olarak okutuluyor. Diğer erkek kardeşi, iktisat mezunu olup Cenin’de -Osmanlı döneminden kalma tarihî- aile evinde oturuyor. Cenin Belediyesi İtfaiye Müdürlüğünden emekli olmuş ve her fırsatta Mescid-i Aksa’da namaz kılıp murabıtlara destek olmaya gidiyor. Kız kardeşi ise ABD’de diş hekimliği yapmış ve emekli olmuş. Gördüğünüz üzere Leyla Hanım’ın her kardeşi ve -burada yazmadığım- her çocuğu farklı bir ülkede yaşıyor. Birçok Filistinli aile bu şekilde dünyaya dağılmış bir şekilde ve oradan oraya defalarca göçerek yaşamakta ve hayatta kalmaktadır.]

Siz Filistin, Ürdün, Suriye ve Türkiye’de yaşadınız. Bize Filistin’de yaşamak ile Türkiye ya da başka bir ülkede yaşamak arasındaki farkı anlatır mısınız?

Filistin’de hayat gerçekten çok zor. Bugün hala Filistin’de yaşayan kardeşlerimin Ürdün’e gitmeye kalkışmaları adeta bir işkenceye dönüyor. Mesela çocukları yurtdışında veya yurtiçinde okuyanlar, eğer işgale karşı eyleme veya Gazze’ye destek protestosuna katıldılarsa, tutuklanıyorlar ya da üniversitede okumaları engelleniyor. Filistin’dekiler, özellikle içeride bir yerden bir yere gitmek istediğinde veya eğitim konusunda yahut yurtdışına gitmek istediğinde büyük eziyetlere maruz kalıyorlar. Ama ne yaşarlarsa yaşasınlar sabrediyorlar ve “Biz son nefesimize kadar, kıyamet gününe kadar bu toprakların murabıtları, koruyucuları olacağız” diyorlar. Allah bize bunu emretti diye düşünüyor ve bu iman gücüne sarılıyorlar.

Ramallah’ta, Kudüs’te, Cenin’de yaşayan kardeşlerim ve akrabalarım var; onlarla kendiniz röportaj yaparsanız size her gün ne eziyetler çektiklerini daha ayrıntılı anlatabilirler. Mesela Birzeit Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi öğretim üyesi olan yazar ve mütefekkir amcam Dr. Bessam Carrar ve ailesi sık sık gözaltına alınıyor; bir yerden bir yere gitmeleri sürekli engelleniyor. Ramallah’ta makine mühendis olan ağabeyim, yaşlı olmasına rağmen, türlü türlü zulümlere maruz kalıyor. Cenin’deki kardeşlerimi ziyaret etmek istese yol boyunca kelle koltukta gidiyor. Biliyorsunuz, yol boyu işgalci yerleşimciler var; her an durdurup sebepsiz yere saldırıyor, kadın-erkek fark etmez öldürebiliyorlar. Dolayısıyla biz bir yerden bir yere gitmeye korkuyoruz; her an bir işgalci gelip sebepsiz yere tutuklayabilir, vurup öldürebilir veya yaralayabilir diye. Biz her an işkencenin her türlüsüne hazırlıklı olarak yaşamak zorundayız. İşte biz Filistinlilerin vatanımızdaki gündelik hayatı böyle.

Ben liseyi bitirdikten sonra Suriye’ye Şam Üniversitesi’nde okumaya gittim ve orada Gazzeli olan eşimle evlenip üç çocuğumu büyüttüm. Suriye’de hayat, Filistin’dekinden çok daha iyiydi. Ama 2011’de Suriye’de savaş başlayınca durum tamamen değişti. Çatışmalar dindikten sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Öyle ki Suriye’de yaşayamadım ve birkaç sene evvel Türkiye’ye geldim. Suriye’de durumun ne kadar kötüleştiğini tahayyül dahi edemezsiniz. Yokluğun her türlüsü yaşanır oldu. Savaş dinse bile elektriksizlik, susuzluk, fakirlik had safhadaydı. Hiçbir şey kalmamıştı. İnsanlar her gün acı içinde kıvranıyordu. Son zamanlara doğru artık her şey daha da zorlaştı. Hele son dönemlerde işimi bir an önce bitirip gitmek için dua ediyordum.

Sonunda Suriye’deki işimden emekli oldum; ama Filistin’e geri dönemedim. Çünkü annem de, babam da artık yok. Erkek kardeşlerimin her birinin kendi sıkıntıları olduğundan Filistin’e dönüp de onlara yük olamazdım. Üstelik çocuklarım da Suriye’de savaş başlayınca farklı ülkelere dağıldılar; artık Filistin’den çok uzaktalar. Onların yanına Avrupa’ya da gidemezdim. Çünkü Ürdün pasaportum olduğu için bana Avrupa ülkeleri vize ya da oturum vermiyor. Eşim Gazzeli olduğundan çocuklarım da Gazze kayıtlı olup Filistin Yönetimi’nin pasaportunu taşıyorlar. Hal böyle olunca ben de yaşanabilir bir ülke olan Türkiye’ye geldim.

Türkiye’deki hayatınıza gelelim. Vaktinizi nasıl geçiriyorsunuz, neler yapıyorsunuz?

Türkiye’de tek başıma olduğum için zorlanıyorum. Ama burada hem Arap hem de Türk arkadaşların arasına karıştım. Türkçe öğrenmek için dil kursuna gidiyorum. Türk halkıyla kaynaşmaya çalışıyorum. Evde boş oturmak yerine bütün sosyal imkânları değerlendiriyor, ulaşabildiğim bütün Arap derneklerinin ve kuruluşlarının düzenlediği faaliyetlere katılıp kendi mesleğim ve becerilerim ölçüsünde özellikle zor durumdaki kadınlara yardım etmeye çalışıyorum. Suriyeli ve Filistinli savaş mağduru kadınlara, hapishanelerde yatmışlara gönüllü olarak psikolojik destek veriyorum. Mavi Kalem Derneği’nde de benzer faaliyetleri sürdürüyorum. Suriye’de UNRWA çalışanı olarak on yıllar boyunca Filistinli mültecilere destek olmuş, kadınların toplumsal ve bireysel problemleriyle ilgilenmiştim. Benzer çalışmaları Türkiye’de de sürdürüyorum. Çünkü burada da mülteci ve göçmen kadınlar çok zorluklar çekiyorlar. Türk toplumuyla kaynaşamamaktan kaynaklı sıkıntıları oluyor; buna bir de karşılaşılan ırkçı muameleler eklenince iş daha da sarpa sarıyor. Irkçılık ve ırkçılar tabiatı gereği birbirini besler. Dolayısıyla ırkçılık sadece Türkler değil, bazen yabancılar, hatta Araplar tarafından da yapılabiliyor. Bu da karşılıklı tepkileri doğuruyor. Her toplumda ırkçılar dar bir kesimdir, keza kötü insanlar da. İyiler her yerde kötülerden kat kat fazladır. Kötüyü görüp bütün bir topluma mâl etmemek gerekir. Bunun için de toplumsal, bireysel ve kültürel bir bilince ihtiyaç var.

Bir Filistinli yabancı olarak Türkiye’de yaşadığınız bireysel zorluklar neler?

Türk halkı biz Filistinlilere karşı daha hoşgörülü ve merhametli; sayıca daha az olduğumuz için varlığımızı kabul ediyorsunuz. Suriyeliler ise sayıca çok olduklarından onları kabullenmeme toplumunuzda daha fazla. Şunu bilmenizi isterim: Suriyeliler ülkelerinden zorla çıkarıldılar;  Türkiye’ye kendi istekleriyle değil, başka çareleri kalmadığı için geldiler. Biz ise kendi isteğimizle buraya geldik. Irkçılığa bağlı yaşadığımız zorluklar var tabii. Yabancılara karşı bu ırkçılık hiç mantıklı değil. Geçmişte milyonlarca Türk de Avrupa’ya gitti ve orada aynı ırkçılığa maruz kaldı.

Bir Filistinli olarak Türkiye’ye geldim ve bugüne kadar Türk devletinden tek kuruş para veya herhangi bir destek almadım. Kendi birikmiş paramla buradan bir ev satın aldım, yatırım yaptım. Yurtdışındaki çocuklarım da bana destek veriyor. Türkiye’ye yük olmadığım halde sırf yabancıyım diye beni niçin reddediyorsunuz? Parasıyla Türkiye’ye gelip burada yatırım yapan bir insana neden karşı çıkıyorsunuz? Devletler yatırımla ayakta kalır. Mesela Singapur çok fakir bir ülkeyken dünyaya kapılarını açması ve dış yatırım çekmesi sayesinde inanılmaz gelişti ve zenginleşti. AK Parti’nin ilk dönemlerinde açık kapı politikası ile aldığınız dış yatırımlar sayesinde 2001 ekonomik krizinden toparlandınız ve iktisadi olarak büyük bir kalkınma yaşadınız. Ben 1990’larda Türkiye’yi ziyaret ettiğimde harap haldeydi. Ulaşım ve iletişim araçlarınız, ekonominiz, her şeyiniz çarpıcı bir şekilde gelişti, güçlendiniz. Bütün bunlar dış yatırımlar sayesinde gerçekleşti. Dış yatırımların size getirisinin ne kadar çok olduğunun farkında değilsiniz.

Bundan beş-altı yıl evvel Arap ve yabancı yatırımcılar ülkenizde iş yapmak için can atıyordu. Herkes Türkiye’yi yeryüzündeki cennet olarak görüyordu. İnsan gibi onurlu bir şekilde yaşamak isteyen Türkiye’ye gitsin deniyordu. Ama maalesef bugün gelinen noktada pek çok yabancı Türkiye’den bir an önce ayrılmak istiyor. Neden biliyor musunuz? Irkçılık yüzünden. Türkiye’nin gelirine katkı sağlayıcı bir yatırımcı bile olsa yabancıyı kabullenmeme durumunuz yüzünden. Bu sistemli, mantık dışı, objektiflikten uzak reddediş hali, maalesef ki Türkiye’yi başta ekonominiz olmak üzere her alanda çok olumsuz etkileyecek.

Şunu da eklemek istiyorum: Ülkenizde yasadışı işler çevirip yabancıları sömürenlerin, kanunlarınızı bilmemelerini istismar ederek yabancıları dolandıranların sayısı hiç az değil ve bunlar hak ettikleri cezalara da çarptırılmıyor. Bunlara karşı bir yaptırım ya da cezalandırma sistemi hayata geçirilmeli. Dolandırmayı engelleyici güçlü kanunlarınız olsa bu kadar rahat hareket edemezler, hemen cezaya çarptırılırlardı. Irkçı ve dolandırıcı insanlarınız böyle başıboş bırakılmaya devam eder ve cezalandırılmazlarsa, yabancılar -başlarına bu tarz şeylerin gelme korkusuyla- ülkenizden bir an önce ayrılmaya çalışacaklardır. Şu an durum maalesef böyle.

Son olarak, Gazze’de tanıdıklarınız, akrabalarınız vardır; onlardan haber alabiliyor musunuz, ne durumdalar?

Akrabalarım ve BM görevlisi arkadaşlarım var. Merhum eşimin bütün ailesi ve akrabaları Gazze’de. Çok kalabalıklar. Onlarla hep iletişim içindeydim; ama son günlerde internet bağlantısı kesildi. En son görüştüğümde “Bir yerden diğerine sığınarak hayatta kalmaya çalışıyoruz, durumumuz çok kötü, yardım alabileceğimiz hiçbir yer yok, bombardıman altında herkes ölümle yüz yüze” dediler. BM’nin Gazze’deki kadın programının müdürü olan arkadaşımla görüştüm. Kendisi Gazze’nin lüks mahallesi Rimel’de bir villada yaşıyordu; eşinin yüzme havuzu ve lokantası vardı. Her şeyleri yerle bir oldu. İki torunu hayatını kaybetti, biri üç yaşındaydı. Oğlu Fransa’da evliydi; ona torunumu bize gönder demişti, gönderdiler. O üç yaşındaki kız torunu kendisiyle kalıyordu, bombardımanda öldü. Merhum eşimin ailesinden kaç kişi hayatını kaybetti bilmiyorum; ama çok olduğuna eminim. Çünkü bombardıman çok fena. Küçücük bir alan olan Gazze’de 2,3 milyon Filistinlinin sığınabileceği hiçbir yer yok. Dolayısıyla bombalar her nereye düşse Gazzelileri katlediyor.

Batı Şeria ve Kudüs’teki akrabalarınız ne durumda?

Ramallah’ta yaşayan akrabalarıma ne durumdasınız diye sorduğumda her gün şehit verildiğini anlatıyorlar. Batı Şeria’da her gün gençler Gazze’ye destek için gösteriye çıkıyor ve işgalciye karşı mücadele yürütüyorlar. İsrail işgal güçleri ve Yahudi yerleşimciler de her gün Filistinli gençleri vurup şehit ediyor. 3-4 gün evvel Batı Şeria’nın Cenin, Tulkerim, Kalkilya ve Ramallah şehirlerinde 50 genç şehit düştü demişlerdi.