29 Ocak 2021 Cuma

C.LISTER & H.MAMARBACHI: 2021 SURİYE İÇİN DÖNÜM YILI MI OLACAK?


2021 SURİYE İÇİN DÖNÜM YILI MI OLACAK?

 

2021 Suriye İçin Belirleyici Bir Yıl Olacak

Charles Lister (Ortadoğu Enstitüsü kıdemli araştırmacısı ve Suriye ile Terörle Mücadele & Aşırıcılık Programları direktörü)

Eş-Şark el-Avsat  ve Ortadoğu Enstitüsü, 12.1.2021

 

Suriye’de Sefalet Günleri

Henri Mamarbachi (Fransız haber ajansı AFP’nin eski muhabiri ve ajansın Beyrut ve Rabat bürolarının eski şefi)

Orient XXI, 21.1.2021

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

 

NOT: Bu tercüme Fikir Turu web sitesinde 28.1.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-politik/2021-suriye-icin-donum-yili-mi-olacak/

İngilizcesi “2021 will be a defining year for Syria” başlığıyla yayınlanan ilk yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

Arapçası “أيام بؤس في سوريا” başlığıyla yayınlanan ikinci yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

NOT: Aşağıdaki metin Fikir Turu’nda yayınlananın birebir aynısı değildir. Metin uzun olduğu için çıkartılmak zorunda kalınan kısımları bordo olarak ekleyerek paylaşıyorum. 

 

Özet: Nüfusunun yüzde 90’ı fakirlik altında yaşayan Suriye için Biden yönetimi ne yapabilir? ABD’nin yeni yönetiminin Suriye’de karşı karşıya olduğu meydan okumalar neler? 2021 Suriye için belirleyici mi olacak?


10 yıldır Suriye toprakları, iç savaşın yanı sıra bölgesel ve küresel aktörlerin jeopolitik güç ve nüfuz mücadelelerinin verildiği çok-boyutlu savaşların bir sahası oldu. Bombaların yağdığı, koskoca şehirlerin yerle bir edildiği savaşlarda sona doğru yaklaşılırken ve Esed rejimi ‘zafer’ini ilan ederken Suriye halkı şimdi çok daha çetin bir savaşla, sosyoekonomik hayatta kalma mücadelesiyle boğuşuyor.

Savaşı finanse eden ve yıkıma ortak olan dış güçler, yüz milyarlarca dolar gerektiren barışın finansmanına yanaşmıyor. Bir yandan Suriye’ye ve müttefiklerine uygulanan uluslararası ve/ya ABD menşeli yaptırımlar, diğer yandan pandemiye eşlik eden ekonomik kriz yüzünden her devletin kendi derdine düşmesi, öte yandan Lübnan bankacılık sisteminin çöküşü gibi birçok felaketin üst üste geldiği bir ortamda Suriye enkazını temizleyecek ve ülkeyi yeniden inşa edecek herhangi bir aktör bulunmuyor. Ekmek, elektrik, tüp, akaryakıt, ilaç gibi en temel ihtiyaçların bile karşılanamaz hale geldiği, sıfırın tüketildiği ülkede Suriyeliler savaş günlerini dahi özlemle arar durumda.

İsyanın 10. yıldönümü yaklaşırken Suriye’de yürüyen sosyoekonomik hayatta kalma mücadelesini ele alan iki yazının öne çıkan bölümlerini sizinle paylaşacağız.


2021 Suriye İçin Belirleyici Bir Yıl Olacak

Bu yazılardan ilki, Ortadoğu Enstitüsü Suriye ve Terörle Mücadele ve Aşırıcılık Programları Direktörü Charles Lister’a ait. Önde gelen Suriye uzmanlarından Lister, 12 Ocak’ta Arapçası eş-Şark el-Avsat gazetesinde, İngilizcesi ise Ortadoğu Enstitüsü web sitesinde yayınlanan “2021 Suriye İçin Belirleyici Bir Yıl Olacak” başlıklı önemli bir yazı kaleme aldı. Geçtiğimiz yıllarda da yazarın benzer konularda “Esed Savaşı Kazandı mı Gerçekten?” ve “Esed Düşmek Üzere mi?” başlıklı iki yazısının tercümesini yayınlamıştık. Yeni yazısı da aynı minvalde Suriye’deki iktisadi çöküntüye ve yeni Amerikan yönetiminin neler yapması gerektiğine odaklanıyor.

Lister ‘Yakın tarihin en ölümcül ve yıkıcı iç savaşı’ olarak nitelediği Suriye İç Savaşı’nın 10. yılı yaklaşırken ülkenin altyapısının yarıdan fazlasının harap olduğunu ve anlamlı bir yeniden inşa noktasında realist herhangi bir beklentinin de bulunmadığını belirterek yazısına başlıyor.

Suriye’nin en önemli meselesinin on yıldır aşırı pahalıya patlayan bir savaşla ve yaygın yolsuzluklarla lime lime olmuş, kapı komşusu Lübnan’daki mali çöküşle yanıp küle dönmüş bitik ekonomisi olduğunu belirtiyor. Suriye ekonomisinin mevcut halini Lister bakın nasıl anlatıyor:

“Kötüleşen ekmek ve yakıt krizleri yaptırımların değil, Rusya’nın esasen iflas etmiş Suriye devletini kurtarmayı reddetmesinin bir sonucu. Kadim müttefiki [Esed’in kuzeni] Rami Mahluf’u Mayıs 2020’de haraca bağlayan rejim, kafadar olduğu seçkin sınıfın diğer mensuplarından değerli varlıklarını zorla alma girişimlerini periyodik olarak sürdürüyor; ancak ne kadar meyve toplanırsa toplansın son derece yetersiz kalıyor.

Suriye’nin giderek derin bir mali kara delik sarmalına düşmesi, nüfusun yüzde 90’ını şu an fakirlik sınırının altında yaşar hale getirerek ülkenin orta sınıfını fiilen ortadan kaldırdı. Sofraya koymak için ekmek satın almak bile artık günlük bir çile. Rejimden duyulan hayal kırıklığının giderek artması ve geleneksel destek tabanından öfke ifadelerinin daha evvel olmadığı kadar yüksek sesle ve sıkça dillendirilmesi hiç de şaşırtıcı değil. Suriye içinde Amerikan dolarına erişimin yokluğunda rejimin iş adamı seçkinleri, birbirine düşüyor ve giderek belirsizleşen kısıtlayıcı iş ortamında yönetime yaranmak için agresif bir rekabete tutuşuyor.

Kısacası Suriye, şu an çok kötü bir durumda, hatta uzun vadeli beklentiler açısından 2014 ve 2015’te silahlı çatışmaların zirvesindekinden muhtemelen daha da kötü. Tünelin sonunda ise hiçbir ışık yok ve rejim tam bir çıkmazda. Rusya’nın -söylentilere göre, Moskova tarafından talep edilen bir dizi iş anlaşmasının ve varlık satın alımının yanı sıra borç geri ödemesi planına boyun eğdikten sonra yaktığı- yeşil ışık sayesinde Esed önümüzdeki yaz yapılacak Suriye seçimlerine katılacak. Bu seçimlerin galibi elbette baştan belli; her ne kadar Rusya, Suriyelilerin alıştığı yüzde 95’lik zaferi önlemek maksadıyla birkaç ilave adayın seçime girmesi için zorlayacak gibi görünse de.”

Biden yönetimi ne yapabilir?

Suriye’deki iktisadi çöküşü bu şekilde anlatan Lister yazısının devamında yeni Biden yönetiminin ne gibi adımlar atması gerektiğine odaklanıyor. Ülkeyi yeni bir kaos sarmalına sokacak ve muhtemelen bölgesel ve küresel istikrarsızlığı daha da tetikleyecek mevcut şartlar altında, Suriye’nin doğusunda SDG ile birlikte IŞİD’e karşı mücadeleye ve Esed’in uzun vadeli iktidarına muhalefete dayalı Amerikan politikasının yetersiz olduğunu vurguluyor. “Büyük ihtimalle 2021’de alınacak kararlar Suriye’nin görünümünü büyük ölçüde belirleyecek.” diyor.

Yazar Biden yönetimine uzun bir tavsiyeler listesi veriyor. Suriye konusunda çok taraflı diplomasinin canlandırılmasını, BM’nin 2254 sayılı kararında belirlenen hedefler doğrultusunda ilerlemek için Suriye’nin Dostları grubunun harekete geçirilmesini, ülke genelinde gerçek bir ateşkes ve sınırsız insani erişim için baskıyı, Rusya’yla diyalogu artırmayı ve IŞİD’le mücadeleyi sürdürmek amacıyla SDG içindeki iç gerginliklere ve örgüt ile Türkiye arasındaki husumete çözüm bulmayı öneriyor.

Lister yazısının sonunda şöyle diyor: “Bunlar Suriye dosyasında mevcut olan acil meydan okumalardan yalnızca birkaçı. İdlib krizini çözmek, binlerce IŞİD tutuklusunun ve onların on binlerce aile mensubunun hâlâ bir muamma olan kaderi ve ayrıca Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’ta beş milyonu aşkın mültecinin varlığı ve ekonomilerine getirdiği kaldırılamaz yük de diğer meydan okumalardan. Sonuç olarak Suriye hâlâ bütün dünya için önemli. (…)

Dahası, Esed çatışmayı ‘kazanmış’ değil, sadece hayatta kaldı. İktidarda kalabilmek için ülkeyi yakmaktan çekinmedi ve her ne varsa yakıp yıkma savaşının sonuçları daha yeni yeni ortaya çıkmaya başladı. Dünya sadece ellerini yıkayarak işin içinden sıyrılamaz; Suriye meselesini çözme ve -elinden geldiğince- mevcut statükonun vaat ettiğinden daha iyi bir gelecek sağlama noktasında kararlı olmak zorunda.”


Suriye’de Sefalet Günleri

İkincisi, Fransız haber ajansı AFP’nin eski muhabiri ve aynı zamanda Beyrut ve Rabat bürolarının eski şefi olan gazeteci Henri Mamarbachi’nin 21 Ocak’ta Orient XXI web sitesi için kaleme aldığı, Arapça ve Fransızca yayınlanan “Suriye’de Sefalet Günleri” yazısı. Yazar, Suriyelilerin seslerine kulak vererek onların serzenişlerini yazısında aktarıyor.

Mamarbachi şöyle başlıyor: “Suriye halkının karşı karşıya kaldığı zorlu bir kış… Şamlı tüccar Ebu Said, etrafını saran her şeyin çöküşünü düşünerek şöyle yakınıyor: ‘Dün başımıza bombalar düşüyordu, bugün ise ne ekmeğimiz ne de geleceğe yönelik herhangi bir arzu ve beklentimiz var. Yüksek enflasyon, iktisadi felç, belimizi büken fakirlik ve esasen sıradan vatandaşı vurmaktan başka bir anlamı olmayan Batı’nın yaptırımlardan muzdaribiz… Başımıza gelecek daha ne kaldı ki?’

Suriye, tarihinde ilk kez fırınların ve benzin istasyonlarının önünde uzanan kuyruklara şahit olurken ve Suriyelilerin çoğu, genellikle dünyanın en fakir ülkelerinde alışılmış bu görüntü karşısında şoka uğrarken, rejime yakın çevrelerin sırf kendileri için açılmışa benzeyen restoranlarda gece kutlamalar düzenlediklerini görmek ne kadar da acı bir manzara…”

“İflasının bir başka delili de buğday üreten bir ülke olarak sonunda Rusya başta olmak üzere geri kalan nadir dostları ve müttefiklerine buğday için el açması.” diyen yazar, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un yeni yılın ilk gecesinde Suriye’ye 100 bin ton buğday hibe ettiklerine ve bu desteğin insani düzeyde devam edeceğine dair sözlerini aktarıyor.

‘Bu ülkeye yatırım yapmayı kim kabul eder ki?’

Mamarbachi, sanayi sektöründe çalışan bir Haleplinin şu çarpıcı sorusuna yer vermiş: ‘Bu ülkeye yatırım yapmayı kim gerçekten kabul eder? İflas etmiş bir ülkeden kim ne kazanacak?’

Bir zamanlar Hafız Esed yönetiminin en büyük gurur kaynağı ülkenin tarım alanında kendi kendine yeterliliğiydi… Yazar Mamarbachi de bu noktaya şöyle değiniyor:

“1990’larda nüfusun yaklaşık yüzde 20’si tarım alanında çalışıyordu ve o dönemde Suriye kendi kendine yeterliliği başarmıştı. Ancak Bereketli Hilal coğrafyasının bir parçası olan bu ülkenin ekonomisi, 2011’de çatışmaların patlak vermesine yol açan nedenler arasında yer alan başta kuraklık olmak üzere iklimsel dalgalanmalara maruz.”

“Suriye’nin bugün herhangi bir alanda kendi ayakları üzerinde durabilmesi mümkün değil. Savaştan bu yana ülke, iki baş müttefiki olan ve servetinin büyük bir kısmını (limanlar, fosfat yatakları vb.) kontrolüne alan Rusya ve İran menfaatleri için açık bir avlanma alanına dönüştü. Ayrıca Suriye, İran’a bağlı Lübnanlı Hizbullah milislerini kovalayan İsrail için bir bombardıman alanı oldu.”

‘İsyan başladığından beri en kötü durum’

Yazara göre, rejimin bazı bölgeleri geri almadaki başarısına ve IŞİD’in ‘resmî’ yenilgisine rağmen ülke barış şartlarından oldukça uzak, tıpkı BM Suriye Özel Temsilcisi Geir Pedersen’ın da vurguladığı gibi: ‘Şiddetli çatışmalar ve terörizm Suriyeliler için hâlâ bir gerçeklik. […] Gıda kıtlığı ve yetersiz beslenmenin daha da kötüleşmesi, dolayısıyla insani yardıma muhtaç insan sayısının artması bekleniyor.’

Mamarbachi, Suriye rejimine uygulanan uluslararası yaptırımlardan dolayı BM’nin hareket alanının sınırlı olduğunu belirtiyor. Ardından çevrimiçi bir ekonomi dergisi olan The Syria Report’un direktörü Cihad Yazıcı’nın aralık ayında Paris’te düzenlenen bir konferanstaki şu sözlerini aktarıyor:

‘Bu, isyan başladığından beri ülkenin karşılaştığı en kötü durum. 2019’dan bu yana enflasyonda muazzam bir artışa şahit oluyoruz. Temmuz 2019 ile Temmuz 2020 arasında temel ihtiyaç maddelerinin fiyatı 250 kat artarken, sübvansiyonlu ekmeğin fiyatı ikiye katlanacak kadar temel ürünlere yönelik devlet desteği azaldı.’

Gaz ve elektrik kıtlığı

Yazar, aynı durumun petrol ürünleri için de geçerli olduğunu, akaryakıt kıtlığının Suriye’yi yine yaptırımların baskısı altında olan İran’a bağımlı kıldığını ve petrol ürünleri fiyatlarının inanılmaz bir şekilde arttığını belirtiyor. “Akaryakıt bulmanın şartı, sabırlı olmak” diye de ekleyen Mamarbachi, The Syrian Observer’ın 11 Ocak tarihli haberini paylaşıyor: ‘[başkent Şam’da] yakıt sıkıntısı devam ediyor, boş benzin istasyonları önünde kilometrelerce uzanan araç kuyruklarına yol açıyor.’

“Çatışmalar başlamadan evvel Suriye küçük bir doğalgaz ve petrol üreticisiydi. Bugün birçok petrol sahası Şam’ın kontrolü dışındaki bölgelerde bulunuyor. Dolayısıyla hükümet, (…) Suriye Demokratik Güçleri’nden petrol satın alıyor.” diyen yazar, rejimin kontrolü dışındaki yüzde 30’luk topraklarda Suriye’nin başlıca petrol ve tarımsal zenginliğinin bulunduğunu da hatırlatıyor.

Tarım alanlarının yakılması

Son yıllarda gerek Suriye’de gerekse Irak’ta başvurulan bir silah da ekili-dikili arazilerin yakılması. Yazar da bu konuya girerek şunları anlatıyor: “Bütün bunlar yetmezmiş gibi, 2020 yazı ve sonbaharında kasıtlı çıkarılan yangınlar on binlerce hektarlık buğday ve arpa tarlasını yok etti, ülke genelindeki zeytinliklerden ise bahsetmeye bile gerek yok. (…) Aynısı 2019’da özellikle ülkenin kuzeydoğusunda meydana gelmişti. Ve her defasında rejim de muhalefet de yangınlarda birbirini suçluyor.”

Peki, bu acımasız savaş yöntemi halkı nasıl etkiliyor?

Yazar, Halep’te yaşayan, telefonla bağlandığı Fadi Tarakcı’nın şu sözlerini aktarıyor: ‘Günde sadece üç saat elektrik alıyoruz. (Genellikle sert buğdayın kullanılmasından dolayı) ekmekler yenemez oldu ve sıramızın gelmesi umuduyla fırınların önünde başkalarıyla yan yana uzun saatler geçirmek zorunda kalıyoruz.’

‘İnsanlar savaş yıllarını özlüyor’

Mamarbachi, Halepli bu küçük esnafın şu serzenişini de ekliyor: ‘Bombalar üzerimize yağarken durumumuz bugünkünden daha iyiydi.’ Halep’te doktor olan Nabil Antaki de bunu şu sözleriyle doğrulamış: ‘İnsanlar savaş yıllarına özlem duyuyor. Çeşitli risklere rağmen hayatları o zaman daha iyiydi.’ Kendisi de bir Hristiyan olan doktor şunları söylemiş: ‘Siyasi ve askerî alanda işler durdu… Dışarıya göç devam ediyor. Hristiyanlar göç ediyor veya böyle bir imkanın hayalini kuruyor.’

Yazar, İdlib’de binlerce mültecinin gerçekten çok kötü şartlarda yaşadığını ve koronavirüsün yayıldığını belirtiyor. Ardından pandemiyle ilgili şunları söylüyor:

“Hayatını kaybedenlerin isimleri ve görevleriyle ilgili istatistikler sunan bir tıp sitesine göre, ‘Teçhizat eksikliği yüzünden şimdiye kadar 171 doktor koronavirüsü nedeniyle hayatını kaybetti.’ Bu sağlık şartları, iktisadi hayatın düzeltilmesini veya yeniden inşa girişimlerini geciktiriyor ve bunda yaptırımların da payı var. The Syria Report’ta zikredilen hükümete yakın kaynaklara göre pandemi, zamanla ‘daha tehlikeli’ hale geliyor ve ‘sadece gençleri değil çocukları da etkiliyor’.”

Lübnan’da kaybolan dolarlar

Yazar, Lübnan’daki mali krizin Suriye’ye etkilerini de şöyle ele alıyor:

“Uluslararası yaptırımların yansımalarına ilaveten, rezerv para noksanlığı ülkenin fakirleşmesinde önemli bir rol oynuyor. Hükümetin Aralık 2020’de günlük ve ticari işlemlerde rezerv para kullanımına karşı aldığı tedbirler, yerel para biriminin değerini korumakta fayda sağlamadı.

Silahlı çatışmanın sona ermesi, genellikle yeniden yapılanma çabaları ve dışarıdan yatırım akışı sayesinde iktisadi canlanmayı vaat eder. Suriye’de ise böyle bir şey söz konusu değil. Devlet hazinesi neredeyse tam takır ve dış yardım da yok, bu da paranın değişim değerinin -bugünden öngörülmesi zor şekilde- çöküşüne neden oluyor. Ayrıca yurtdışındaki Suriyeli işçiler de artık içerideki ailelerine para gönderemez durumda.

Mesela bir yıldır mali kriz yaşayan Lübnan’da olan tam da bu; Lübnan para biriminin değerinin düşmesi Suriye lirasının değerinin çakılmasına neden oldu. Öyle ki 1 dolar savaşın başında 49 Suriye lirası iken şimdi 3000 lira.

Lübnan bankalarında tüccarların ve seçkinlerin sahip olduğu milyarlarca dolar, bankacılık sisteminin çökmesi yüzünden bir yıldır dondurulmuş durumda ve bu da Suriyelilerin halini daha da kötüleştirdi. Esed 5 Kasım 2020’de ‘Lübnan bankacılık sistemindeki kriz nedeniyle Suriye’nin hesaplarından 20 ila 42 milyar dolar kayboldu ve bunun bedelini ödedik.’ diye bir açıklama yaptı. Bu sözlerle Esed, ülkesindeki feci mali durumdan uluslararası yaptırımları değil, Lübnan’ı sorumlu tuttu ki bu nadir görülen bir durum.”

Yazısının sonunda Mamarbachi önemli tespitlerde bulunuyor:

“Savaş, nüfusa zorla yer değiştirtmek, göç, iktisadi kriz, sağlık krizi ve yaptırımlar… devletler işte böyle yok olup giderler. Bu şartlar Suriye’nin toplumsal dokusunu baştan aşağı değiştirdi. Eğitim sistemi, özellikle de rejimin kontrolü altında bulunmayan bölgelerde yaşayan ve sınava girmek için bölgeler arasında hareket edemeyen öğrenciler için düzensiz hale geldi. Yüz binlerce mültecinin doluştuğu bölgelerde ise 500.000’i aşkın çocuk okula gitmiyor (…).”

Ve siyasi analizci Basma Kodmani’nin şu sözüyle yazısını bağlıyor: Savaşın sona ermesinden bu yana ‘Rusya, İran ve Türkiye dışında Suriye’ye yönelik bir ilgi eksikliği görüyoruz. Tüm olaylar Suriye topraklarının dışında cereyan ediyor ve rejim de, muhalefet de bu konuda tek bir kelime edemiyor. Avrupa Birliği’ne gelince, çöküşün eşiğindeki bir ülkeye insani yardım dışında hiçbir şeye onay vermiyor.’



R.FORD: ABD’NİN SURİYE STRATEJİSİ BAŞARISIZLIĞA UĞRADI

 

ABD’NİN SURİYE STRATEJİSİ BAŞARISIZLIĞA UĞRADI

Robert S. Ford (2011-2014 yılları arasında ABD’nin Suriye Büyükelçisi olarak görev yaptı. Halihazırda Ortadoğu Enstitüsü kıdemli uzmanı ve aynı zamanda Yale Üniversitesi Jackson Küresel İlişkiler Enstitüsü’nde Kissinger kıdemli uzmanıdır.)

Foreign Affairs, 25.1.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 29.1.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/abdnin-suriye-stratejisi-basarisizliga-ugradi/

İngilizcesi “U.S. Strategy in Syria Has Failed” başlığıyla yayınlanan yazıyı okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Hiç şüphesiz Washington’ın YPG ve SDG’ye çok fazla borçlu olduğunda ısrar eden Amerikalı siyasetçilerden ve uzmanlardan protesto sesleri yükselecektir. Ancak IŞİD’le mücadelede Kürtlerin değerli yardımlarına rağmen ABD, vergi mükellefleri pahasına bu gruplara sınırsız bir askeri koruma sağlamaya mecbur değildir. ABD’nin milli menfaati, Suriye’nin doğusundaki yönetimin şeklini güvence altına almak değil, terörist tehditleri kontrol altına almaktır.

Amerikan Başkanı Donald Trump, dört yıllık görev süresi boyunca defalarca ABD’yi ulus inşası işinden çıkaracağı sözünü verdi. Çatışmaların ardından toplumları yeniden inşaya ve istikrara kavuşturmaya dönük uzun vadeli Amerikan çabalarının yanıltıcı ve başarısızlığa mahkûm olduğunu savundu. Sıklıkla Irak ve Afganistan’daki asker sayısını azalttığını ve görevde bulunduğu süre boyunca demokrasiyi teşvik fonunu yaklaşık 1 milyar dolar düşürdüğünü söyleyip durdu.

Ancak Trump yönetimi, Suriye’de başarı ihtimali düşük zor bir işe girişerek ulus inşa etmeme politikasından uzaklaştı. ABD, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’i önemli anayasal reformları yapmaya ve ülkenin kuzeydoğusunda bir Kürt özerk bölgesini kabul etmeye zorlamak için askeri güç kullanmaya ve mali baskı uygulamaya çalıştı. ABD nezaretinde bu bölge, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) altında kendi ordusu ve Suriye Kürt Halkını Savunma Birlikleri (YPG) ile onun siyasi kolu Demokratik Birlik Partisi (PYD)’nin hâkimiyetinde oturmuş bir bürokrasisi olan bir yarı devlete dönüştü.

Altı yıldan ve yaklaşık 2,6 milyar dolar harcadıktan sonra bu devletçik, Amerikan askeri koruması altında büyüyen ve düşman komşularından korunan ABD’nin bir bebeği mahiyetinde. Kendi kendini ayakta tutamayan özerk bölge, öngörülebilir gelecekte Amerikan kaynaklarına bağımlı kalacak. Ancak bu türden açık uçlu bir taahhüt ABD’nin ihtiyacı olan bir şey değil. Suriye hiçbir zaman ABD’nin temel bir milli güvenlik meselesi olmadı ve oradaki Amerikan menfaatleri, her zaman için çatışmanın Washington’ın başka yerlerdeki daha önemli kaygılarını tehdit etmesini önlemekle sınırlı kaldı. Mevcut Amerikan politikası, bu merkezi hedefi gerçekleştirmekte pek de işe yaramayacak. Ayrıca bu politika şimdiye kadar Şam’da siyasi reformu teminat altına almadı, ülkeye istikrarı geri getirmedi ve IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti’nin kalıntılarının üstesinden gelmedi. Başkan Joe Biden, yöntem değiştirip hâlihazırda Suriye’ye konuşlu yüzlerce Amerikan askerini çekerse ve IŞİD’i kontrol altına almak için Rusya ve Türkiye’ye bel bağlarsa iyi olacak.

Çıkmazda Kalakalmak

Görünüşte ABD’nin kuzeydoğu Suriye’deki stratejisi, IŞİD’in son kalıntılarını temizlemek, böylelikle saldırıları başlatabileceği güvenli bir sığınaktan mahrum bırakmak üzere tasarlandı. Her ne kadar yıllarca süren uluslararası askeri operasyon terör örgütünü büyük ölçüde yok etse de, geriye kalan mensupları hala Suriye’de ve Irak’ta ara sıra düşük düzeyli saldırılar düzenliyorlar. SDG’ye ve onun Kürt çekirdeği YPG’ye yönelik Amerikan desteğinin, bu grupların IŞİD’i asgari dış yardımla ve geniş çaplı bir Amerikan konuşlanmasına gerek kalmadan kontrol altına almasına yardımcı olacağı düşünüldü.

Siyaseten cazip olmasına rağmen bu strateji son derece problemli. ABD’nin Suriyeli Kürt müttefikleri, Araplar ile Kürtler arasındaki uzun süredir devam eden bölgesel gerilimleri şiddetlendirdi. Bilhassa Araplar arasında –ABD tarafından sağlanan– Kürt siyasi hâkimiyeti ve yerel petrol yataklarında Kürt kontrolü üzerinden yaygın bir hayal kırıklığı var. Arap bölge sakinleri ayrıca SDG’nin iddia edilen idari yolsuzluklarını, sert terörle mücadele operasyonlarını ve zorunlu askerlik uygulamalarını protesto ediyorlar. Kürt güçler ise Türk askeri kontrolü altındaki Arap şehirlerine bombalı araçla saldırılar düzenliyorlar. Etnik gerilimler ve aşiret ihtilaflarıyla dolu böylesi bir ortamda IŞİD, yerel toplulukların zımni rızasıyla hareket edebilir ve hoşnutsuz olanların safından adam devşirebilir. ABD, politikalarıyla Suriye’nin doğusunda Kürtlerin hâkimiyetinde bir devletçiği koruyup kollarsa bu sorunla her zaman yüzleşecektir.

Amerikan stratejisinin daha temel başka bir kusuru var: IŞİD varlığı, ABD ve SDG’nin kontrolü altındaki bölgelerden ibaret değil. Terör örgütü, Suriye hükümeti ve müttefikleri Rusya ve İran tarafından gevşekçe kontrol edilen Fırat Nehri’nin neredeyse 320 kilometre batısına kadar uzanan bir bölgede faaliyet gösteriyor. Eğer ki amaç, IŞİD’in kendini yeniden yapılandırmasını veya Suriye’yi başka yerlerdeki saldırılar için bir sıçrama tahtası olarak kullanmasını engellemekse, Amerikan konuşlanmasını Fırat’ın doğusuyla sınırlandırmak bu sorunu çözmez. Esed hükümetine yaptırım uygulamak da öyle; zira bu, yalnızca Suriye hükümet güçlerine aşırılıkçı grupla savaşmak için daha az kaynak bırakıyor.

Mevcut Amerikan yaklaşımı aynı zamanda başarıya ulaşabilir bir nihai oyundan yoksun. ABD’nin diplomatik ve askeri kılıfı olmaksızın YPG ve SDG, muhtemelen hem Türkiye’ye hem de Suriye hükümetine karşı iki veya üç cepheli bir savaşla karşı karşıya kalacak ki bu da savaşçılarını IŞİD’le savaştan uzaklaştıracak. Bu sonucu önlemek için ABD’nin Kürt güçlerini desteklemeyi sürdürürken süresiz olarak Suriye’nin doğusunda kalması gerekecek. Eğer ki Rusya, Türkiye, İran veya Suriye hükümeti, Amerikan güçleri veya yeni ortaya çıkan Kürt devletçiği üzerindeki askeri baskıyı artırmayı tercih ederse, ABD bu soruna daha fazla kaynak ayırmak zorunda kalacak. Tıpkı Rus askeri birliklerinin 2020 yazında ABD devriyelerini tacize başlamasında ve ABD Merkez Komutanlığının da caydırıcı olarak yeni hafif zırhlı birlikler göndermesinde görüldüğü gibi. Bu dinamik, önümüzdeki yıllarda muhtemelen daha da kötüye gidecek.

Rusya ve Türkiye’ye Bel Bağlamak

Trump’ın Suriye politikasındaki bu kusurlar göz önüne alındığında, yeni yönetimin farklı bir yaklaşıma, yani Amerikan ordusunu sonu gelmez bir başka savaşa sokmadan IŞİD’i başarıyla kontrol altına alabileceği bir yaklaşıma ihtiyacı var. Biden ekibi, mevcut Amerikan stratejisini sürdürmek yerine diplomasi üzerine yeni vurgusuyla, Rusya ve Türkiye’ye daha fazla bel bağlamalı. Kulağa pek hoş gelmese de bu iki ülkenin Suriye’deki menfaatlerini kabul etmek daha iyi sonuçlar üretebilir.

Rusya mükemmel bir ortak olmaktan çok uzak; ancak Esed’e verdiği destek, onu IŞİD’e karşı mücadeleyi devralmak için tam da doğru bir aktör yapıyor. Moskova, Suriye hükümetinin hayatta kalmasını sağlamaya ahdetmiş durumda ve yeniden dirilen bir IŞİD (muhtemelen SDG’den ele geçirilen Suriye petrol sahalarından geçinerek) Esed’i ciddi şekilde tehdit edecek. Bu dar ortak zeminden istifade ederek Biden yönetimi, Fırat’ın her iki tarafındaki IŞİD’le mücadele misyonunu Moskova’ya havale eden bir anlaşma yapmalı. Bu da kaçınılmaz olarak Suriye’nin doğusunda Rus askeri varlığının artmasını gerektirecek ve ABD’nin de kuvvetlerinin aşamalı olarak geri çekilmesi ve kontrolün ABD’den Rusya’ya geçişi için bir zaman çizelgesini müzakere etmesi gerekecek.

Ancak Suriye’nin doğusunda IŞİD’le mücadele misyonlarının sorumluluğunu devretmek, terör örgütünün Suriye’yi Amerikan müttefiklerine veya menfaatlerine saldırmak için bir üs olarak kullanmasını engelleme ihtiyacını ortadan kaldırmayacak. Bu tehdidi hafifletmek için ABD’nin Türkiye’yi güney sınırını güvenceye almaya ikna etmesi lazım. Tıpkı Moskova gibi Ankara’nın da işbirliğine girmek için açık gerekçeleri var; IŞİD, Türkiye içinde de terör saldırıları düzenledi. Yaklaşık 900 kilometre uzunluğundaki sınırı tamamen kapatmak zor olacak; bu nedenle Washington, Türkiye’ye terör trafiğini izlemek için teknoloji ve istihbarat desteği sağlamak zorunda kalacak. Böyle bir çaba yoğun bir işbirliğini gerektirecek. Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü YPG’ye Amerikan desteğinin ilişkileri dibe vurdurmasından evvel de Türklerle anlaşmak zordu. Ancak ABD Kürt güçlerine doğrudan yardım etmez hale geldiğinde işbirliği daha kolay olacak. Zira Türkiye’nin öncelikli hedefi, bu grupların Suriye’de özerk bir yapı kurmasını engellemek.

Doğru Lansman

Biden bu yeni stratejiyle ABD’nin Kürt ortaklarını şaşırtmaktan kaçınmalı; Amerikan yönetimi, atacağı adımlar hakkında onları erkenden bilgilendirmeli. SDG ve YPG, IŞİD’e karşı mücadelede iyi ortaklar oldular ve Ruslar yeni bir düzenleme altında onlarla çalışmaya devam edecek kadar ferasetli. Moskova’nın bu sahada tecrübesi var: Ruslar ülke çapında misyonlar yürüten Şam yanlısı savaşçılardan müteşekkil “Beşinci Kolordu”yu kurdu, donattı ve hâlihazırda denetliyor. Moskova, Suriye hükümetiyle birlikte, Rus komutası altında SDG mensuplarından oluşan yeni bir “Altıncı Kolordu” oluşturabilir.

PYD ve YPG, kontrol ettikleri bölgenin siyasi statüsü konusunda Şam’la ayrı ayrı müzakere etmek zorunda kalacak. PYD’nin Suriye hükümetiyle geçmişten gelen ilişkileri bu süreci kolaylaştırabilir. 2012’de örgüt, Suriye ordusu geri çekilirken kuzeydoğu şehirlerinin kontrolünü ele almak için Esed’le bir anlaşmaya varmıştı ve buradaki topluluklar Humus, Halep ve Şam kırsalını hedef alan tarzda rejim bombardımanlarına hiçbir zaman maruz kalmadı. Şimdi YPG ve PYD, kendi toplumları için –birçok Suriyeli Kürt’ün yıllar yılı inkâr edilen– eşit vatandaşlık ve mülkiyet haklarını güvence altına almak üzere bu mirasa dayanmalı. Her ne kadar böyle bir düzenleme, federal bir Suriye’de tam özerklik sağlamasa da savaş öncesi statükoya kıyasla önemli bir ilerleme olacaktır.

Hiç şüphesiz Washington’ın YPG ve SDG’ye çok fazla borçlu olduğunda ısrar eden Amerikalı siyasetçilerden ve uzmanlardan protesto sesleri yükselecektir. Ancak IŞİD’le mücadelede Kürtlerin değerli yardımlarına rağmen ABD, vergi mükellefleri pahasına bu gruplara sınırsız bir askeri koruma sağlamaya mecbur değildir. ABD’nin milli menfaati, Suriye’nin doğusundaki yönetimin şeklini güvence altına almak değil, terörist tehditleri kontrol altına almaktır.

ABD’nin Sınırlarını Kabul Etmek

Nihayetinde Biden yönetiminin ABD’nin Suriye’de siyasi tavizler koparma becerisi konusunda gerçekçi olması gerekiyor. Benim de aralarında olduğum Amerikalı yetkililer, Esed yönetiminden uzun süredir reformlar yapmasını bekledi, ama pek bir başarı sağlayamadı. Trump yönetimi ise Şam’ı davranışını değiştirmeye zorlamak için mali yaptırımları ve Suriye’nin petrol sahaları üzerindeki kontrolünü kullanmaya çalıştı. Esed neredeyse hiç kılını kıpırdatmadı. Şam, müzakereleri oyalamakta olağanüstü başarılı oldu ve Washington’ın ümit bağladığı Cenevre’deki BM görüşmeleri çıkmaza girdi. Esed ve kliği için çatışma, –yükselen reform veya özerklik talepleri kaçınılmaz olarak istikrarsızlığa, iktidarı kontrolüne karşı meydan okumalara veya istenmeyen hesap verme çağrılarına yol açacağından– sıfır toplamlı bir oyun niteliğinde. Dolayısıyla rejim, reformun kendi ömrünü kısaltacağı acı varsayımıyla mücadeleye devam ediyor. ABD’nin veya SDG’nin kuzeydoğudaki küçük petrol sahalarını kontrolü de bu hesabı değiştirmeyecek.

Diğer uzmanlar, ABD’nin geri çekilmesinin İran ve Rusya’ya Suriye’de serbestçe at oynatma imkânı vereceğini iddia ediyor. Bu iddia, her iki ülkenin de Şam’la on yıllardır süren –Amerikan baskısıyla zayıflama ihtimali olmayan– siyasi ve askeri bağlarını göz ardı ediyor. Rusya ve Suriye, Soğuk Savaş’tan itibaren yakın bir ilişki sürdüregeldi ve Rus danışmanlar, mevcut çatışma 2011’de başlamadan çok evvel Suriye’de faaliyetteydi. İran’ın varlığı da benzer şekilde eskiye dayanıyor: Bundan on sene evvel ben Suriye’de ABD büyükelçisiyken Amerikalı diplomatlar İran’ın İslam Devrimi Muhafızları personeliyle aynı apartmanı paylaşıyordu. Suriye’de Devrim Muhafızları askeri tesisleri neredeyse yirmi yıldır var. Suriye’nin doğusunda ara sıra yapılan küçük Amerikan devriyeleri bu ikili ilişkilerin hiçbirini değiştirmeyecek ve İran’ın ülkeye füze sevkiyatını da engelleyemeyecek – ki bu engellemeyi İsrail hava kuvvetleri zaten etkili bir şekilde yapıyor.

Biden elbette Trump yönetiminin stratejisini sürdürebilir. Ancak bunu yapmak, toplumlararası gerilimleri şiddetlendirirken ve IŞİD’i kontrol altına almayı başarısız kılarken milyarlarca doları da boşa harcamak anlamına gelecek. ABD’nin Suriye’de Washington’a çok daha ucuza mâl olması gereken sınırlı hedefleri var; harcamak istediği para muazzam mülteci sorununa gitmeli. Rusya ve Türkiye’nin IŞİD’le mücadelede yükünü üstlenerek milli menfaatlerini güvence altına almalarına izin vermek daha iyi. Nihayetinde –nahoş ortaklarla bile olsa, sınırlı ama karşılıklı hedeflere ulaşmak için belirli sorunlar üzerinde çalışmaya dayalı– bu tür pazarlıklar diplomasinin özüdür.

 

28 Ocak 2021 Perşembe

H.MAASS: BATI, ÇİN’İN UYGUR ÇALIŞMA KAMPLARI KONUSUNDA NE YAPABİLİR?

 

BATI, ÇİN’İN UYGUR ÇALIŞMA KAMPLARI KONUSUNDA NE YAPABİLİR?

Harald Maass (Araştırmacı gazeteci ve Der Tagesspiegel’in ödüllü eski Çin muhabiri)

The Spectator, 23.1.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 26.1.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/bati-cinin-uygur-calisma-kamplari-konusunda-ne-yapabilir/

İngilizcesi “What the West can do about China’s Uyghur labour camps” başlığıyla yayınlanan yazıyı okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Sincan’daki milyonlarca insanın kaderini etkileyecek olan biz tüketicileriz. Batı’daki birçokları için hayvan haklarını ihlal eden veya çevremizi tahrip eden ürünleri boykot etmek artık normal oldu. “Çin Malı” etiketli bir ürün satın alacağımızda aynı standartları köle işçiliğine ve ağır insan hakları ihlallerine karşı da uygulamamızın vakti geldi.

Coca-Cola’nın en tartışmalı şişeleme tesisi, batı Çin’deki Urumçi şehrinin hemen dışındaki bir sanayi bölgesinde bulunan devasa bir fabrika. Fabrika lojistik bakımdan iyi bir yerde konumlanmış: Uluslararası havalimanı arabayla kısa bir mesafede, tıpkı çok rağbet gören Wyndham oteline yakın yüksek hızlı tren istasyonu gibi. Ancak Coca-Cola ve aynı bölgede fabrika işleten Volkswagen ve BASF gibi diğer batılı şirketler için sorun, hiçbir resmî haritada belirtilmeyen yüzlerce tesisin mevcudiyeti. Bir Çin devlet şirketi ile ortak girişim olan Cofco Coca-Cola tesisi, insan hakları uzmanlarına göre, Çin’in yerel etnik azınlıkları bastırdığı hapishaneler ve yeniden eğitim kamplarıyla çevrili. Bu azınlıkların çoğu, İngiltere’de de satılan ürünleri üreten fabrikalarda veya çiftliklerde çalışmaya zorlanıyor.

Uzak çöllerin ve zengin maden kaynaklarının bulunduğu devasa bir bölge olan Sincan, aralarında beş İngiliz Kilisesi piskoposunun da olduğu dünya dinî liderlerinin deyimiyle “Holokost’tan bu yana en korkunç insanlık trajedilerinden biri”nin merkezi. Son üç yılda Çin, tahminen bir milyon kadar Uygur, Kazak ve diğer Müslüman azınlıkları “yeniden eğitim” kamplarına koydu ki bu, yetişkin nüfusun onda birinden fazlasına tekabül ediyor. Kamplarda dini inançlarından vazgeçip Komünist Parti’yi övmek zorunda bırakılıyorlar ve beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Mahpuslar sık sık intihara kalkışıyorlar.

Deliller, Çin’in artık yerel nüfusu kontrol etmek için kitlesel tutuklamalardan zorunlu çalışmaya geçtiğini gösteriyor. Avustralya hükümeti tarafından kurulmuş bir düşünce kuruluşu olan Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre, 80.000’i aşkın Uygur, 2017-2019 yılları arasında Çin’in diğer bölgelerindeki fabrikalarda “zorla çalıştırılma intibaını kuvvetle uyandıran koşullar altında” çalışmak üzere Sincan dışına nakledildi. Bazıları doğrudan tevkifhanelerden üretim hatlarına gönderilmişti. Çevrimiçi delillere ve şahitlerin raporlarına göre, fabrikalarda Uygurlar uzun çalışma saatleri ve günlük beyin yıkama seansları ile hapishane benzeri koşullar altında tutuluyor. Evlerine yakın çalışsalar bile işçilerin ayrılmalarına izin verilmiyor. 

Muhammet Hızırbek, New York Times’a şunu dedi: “Bir kamptan serbest bırakıldıktan sonra onların politikalarına göre çalışmanız gerekiyor.” 31 yaşındaki eşi Amanzol Kisa, Sincan’daki bir yeniden eğitim kampında bir yıl geçirdikten sonra üç aylığına bir giyim fabrikasında çalışmaya gönderilmiş. Asgari ücretin yarısından daha az maaş ödenmiş. Gülzire Avulkan’a 2017-2018’de bir kampta tutulurken dikiş makinesi kullanmak öğretilmiş. Serbest bırakıldıktan sonra kampın yakınındaki bir fabrikada eldiven dikmeye zorlanmış. Alman haftalık Die Zeit gazetesine şöyle demiş: “Günde kaç saat çalıştığımı bilmiyorum. Saat yoktu. Yatakhaneden karanlıkta çıkıyor, karanlıkta geri dönüyorduk.”

Son iki yılda bu programlar önemli ölçüde genişletildi. Çin’in resmî istatistiklerine göre, Sincan’daki 2,6 milyon “fazlalık kırsal işçi”nin bir yıl içinde “yeri değiştirildi” ki bu, yüzde 46’lık bir artışa tekabül ediyor. Pekin herhangi bir zorla çalıştırmayı kesinlikle reddediyor ve politikasını bilakis “yoksulluğu ortadan kaldırma programı” diyerek meşrulaştırıyor. Ancak uzmanlar ve yabancı hükümetler alarma geçmiş durumda. İngiltere’nin Asya’dan Sorumlu Devlet Bakanı Nigel Adams geçen ay parlamentoya yaptığı açıklamada “Sincan’da ve Çin’in diğer bölgelerinde Uygurların zorla çalıştırıldığına dair deliller inandırıcı olup giderek artıyor ve İngiliz hükümetini derinden rahatsız ediyor.” dedi.

Geçen hafta da İngiltere Dışişleri Bakanı Dominic Raab, insan hakları ihlaliyle bağlantılı olan Çin ithal ürünlerini yasadışı ilan etme planlarını duyurdu. İngiltere, köle işçiliğiyle bağlantılı şirketlere para cezaları ve muhtemel yaptırımlar getirecek. Amerikan hükümeti, zorla çalıştırılan işçi kullandığından veya Sincan’daki baskı sistemine teknik yardım sağladığından şüphelenilen 48 Çinli şirkete çoktan yaptırımlar ve kısıtlamalar getirdi. Bu şirketler arasında Nike, H&M ve Apple gibi tanınmış uluslararası markaların tedarikçileri de bulunuyor.

Urumçi’deki Coca-Cola fabrikası, Sincan’ın tevkifhaneler ve yeniden eğitim tesisleri sisteminin ortasında bulunmakta olup bu sistem ABD Kongresi tarafından “dünyadaki bir azınlık nüfusun en büyük kitlesel hapsedilmesi” olarak nitelendirildi. Bu gizli tesisleri tespit etmek için uydu teknolojisini ve tanık raporlarını kullanan ASPI’ye göre, tesisin 30 km içinde toplamda 25 hapishane ve toplama kampı var. Bütün Sincan’da ise bazıları gözetleme kuleleri, dikenli teller ve binlerce tutukluyla devasa yapılar olmak üzere en az 380 tevkif kampı var.

Coca-Cola, tesisini 12 yıl önce 210 milyon yuanlık (bugünün parasıyla 23 milyon sterlinlik) yatırımın bir parçası olarak açtı; ancak fabrika Çinli çoğunluk hissedarı Cofco tarafından yönetiliyor. Coca-Cola yöneticileri, fabrikalarında veya tedarikçileri arasında -muhtemelen kendi bilgileri haricinde yaşanan- zorla çalıştırılmanın gerçekleşmediğinden emin olabilir mi? Coca-Cola yaptığı bir açıklamada, şirket politikalarının “zorla çalıştırmayı kesinlikle yasakladığı”nı ve buna uyulup uyulmadığını denetlemek için üçüncü taraflara ait kuruluşları kullandığını vurguladı. Ancak Sincan’daki seyahat ve yönetim kısıtlamaları, çalışma standartlarının izlenmesini neredeyse imkansızlaştırıyor. Dolayısıyla en az üç büyük izleme kuruluşu bölgede insan hakları değerlendirmeleri yapmayı bırakmış durumda.

Sincan’daki tahminen 14 milyon Uygur’u ve diğer Müslüman azınlıkları kontrol etmek için Çin’in kullandığı sadece tevkifhaneler ve çalışma kampları değil. Bölgenin parti sekreteri Chen Quanguo, devlet medyası tarafından binlerce yüksek teknolojili kontrol noktasından müteşekkil bir şebeke sistemi olan “elverişli polis karakolları”nın mucidi diye övüldü. Özel internet kullanımından tutun işe gidip gelmeye kadar günlük hayatın her anı, birbirine 300 metre mesafeli karakollardan dijital olarak izleniyor. Otomobillere GPS sensörleri takılmalı ve sürücülerin benzin almak için yüzü taranmalı ki yetkililer her zaman halkın hareketlerini takip edebilsin. Güvenlik kameraları tüm sokakları izliyor ve bazen de özel hanelerin içine bile yerleştiriliyor. Sonuç, dünyada eşi benzeri olmayan teknolojiye dayalı yeni bir otoriter yönetim biçimi. 2018’de Sincan’ı gizlice ziyaret ettiğimde aile bireyleri WhatsApp kullandığı, ibadet ettiği ve hatta akaryakıt istasyonundan çok fazla benzin aldığı için kamplara gönderilen insanlarla konuşmuştum.

Urumçi’de Santana sedan ve Tharu SUV modellerini üreten Volkswagen’e göre Sincan’daki varlığı siyasi. İktisaden Sincan’daki fabrika pek de mantıklı değil; zira parçaların kıyı bölgelerden binlerce kilometre uzağa taşınması gerekiyor ve bu yüzden başta planlanan yıllık 50.000 otomobil yerine 20.000’den daha az üretilebiliyor. 2013’te açılan fabrikası, bölgedeki başarısını göstermek isteyen Çin hükümetine siyasi bir hediyeydi. Fabrikanın kapatılması, Volkswagen’in milyarlarca kâr getiren Çin’deki tüm işlerini riske atmak olur. Dünya çapında her saniye bir VW Çin Halk Cumhuriyeti’nde satılıyor. Şirketin Çin’deki müdürü Stephan Wöllenstein, Volkswagen’in Sincan’daki durumdan “endişeli” olduğunu söylüyor ancak ekliyor: “Bölgeden sessizce ayrılıp gitmenin siyasi sorunları çözeceğini düşünmüyorum.”

Formun Altı

Sincan’da fabrikaları bulunmayan şirketler için bile Çin’in Müslümanlara göz açtırmamasına bir şekilde bulaşmamaları zor. Apple, Sincan’dan fabrikalarına taşınan yüzlerce Uygur işçiyi kullanmakla suçlanan ve iPhone’ların teknik parçalarının önemli bir tedarikçisi olan O-film adlı bir şirketle iş yaptığı için eleştiriliyor. ABD Ticaret Bakanlığı, insan hakları ihlallerinden şüphelendiği için O-film şirketini yaptırım listesine koydu. Amerikan gıda şirketi Kraft Heinz’in de -Uygur işçiliği programlarına dahil olduğundan şüphelenilen- Çin’in en büyük domates işleyicisi Cofco Tunhe ile iş ilişkileri var. Bahsi geçen bütün bu şirketler, zorla çalıştırma konusunda herhangi bir bilgilerinin veya dahillerinin olduğunu reddettiler.

Tekstil sanayii özel tetkik altında. Sincan ana pamuk üreticilerinden olup pamuklar çoğunlukla elle toplanıyor. Araştırmacılara göre Çin, propaganda kampanyaları ve güçlü baskı uygulayarak tarlalardaki Han Çinlisi işçileri Uygurlar ve diğer azınlıklarla değiştirmeye başladı. Komünizm Kurbanlarını Anma Vakfı’nın kıdemli uzmanı ve Sincan konusunda önde gelen bir uzman olan Adrian Zenz, bugün Sincan’daki pamuğun çoğunun zorunlu çalışma koşulları altında ve cüzi ücretle toplandığını tahmin ediyor. “Yarım milyondan fazla Uygur -muhtemelen isteseler de istemeseler de- devlet tarafından üç aylığına tarlalara gönderiliyor.” diyor.

Moda sektörünün de bu sorundan kaçınması neredeyse imkânsız. Hugo Boss, Adidas, Muji, Uniqlo, Costco, Caterpillar, Lacoste, Ralph Lauren ve Tommy Hilfiger gibi markalar, Sincan fabrikaları veya malzemeleriyle bağlantılı raporlarda ismen geçiyor. Dünya çapında pamuklu her beş üründen biri Sincan pamuğundan üretiliyor; ancak Marks & Spencer, geçen hafta Sincan’la ilgili bir eylem çağrısına imza attı ve bölgedeki pamukları kullanmayı bırakma sözü verdi.

Yine de neticede Sincan’daki milyonlarca insanın kaderini etkileyecek olan biz tüketicileriz. Batı’daki birçokları için hayvan haklarını ihlal eden veya çevremizi tahrip eden ürünleri boykot etmek artık normal oldu. “Çin Malı” etiketli bir ürün satın alacağımızda aynı standartları köle işçiliğine ve ağır insan hakları ihlallerine karşı da uygulamamızın vakti geldi.

 


23 Ocak 2021 Cumartesi

F.FUKUYAMA: DİBİNE KADAR ÇÜRÜMÜŞ (MÜ)?

 

DİBİNE KADAR ÇÜRÜMÜŞ (MÜ)?

Francis Fukuyama (Stanford Üniversitesi Demokrasi, Kalkınma ve Hukukun Üstünlüğü Merkezi’nin Mosbacher Direktörü ve “Siyasi Düzen ve Siyasi Çürüme” kitabının yazarıdır)

Foreign Affairs, 18.1.2021

Tercüme: Zahide Tuba Kor


NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 21.1.2021 tarihinde yayınlanmıştır. https://www.perspektif.online/dibine-kadar-curumus-mu/

İngilizcesi “Rotten to the Core?” başlığıyla yayınlanan yazıyı okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.


Özet: Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping gibi otoriterlere muazzam bir armağan verdi: bölünmüş, kendi içiyle meşgul ve kendi demokratik idealleriyle çelişen bir ABD. Biden’ın Kongre’de zayıf bir Demokrat çoğunlukla Beyaz Saray’ı kazanması, ABD’nin uluslararası konumunu yeniden kazanması için yeterli olmayacak.

 

2014’te Foreign Affairs dergisinde yayınlanan “Çürümekte Olan Amerika”  başlıklı yazımda idari kurumların giderek işlevsizleştiği Amerika Birleşik Devletleri’nde kök salan siyasi çürümenin yasını tutuyordum. “Entelektüel katılık ile yerleşik siyasi aktörlerin gücünün bir birleşimi bu kurumların reforme edilmesini engelliyor.” diye yazmış ve şöyle devam etmiştim: “Ve siyasi düzende büyük bir şok yaşanmadan durumun pek değişeceğinin bir garantisi de yok.”

Hemen takip eden yıllarda Bernie Sanders ve Donald Trump’ın yükselişinin bu türden bir şok yaratması mümkün görünüyordu. 2016 başkanlık kampanyası sırasında yine Foreign Affairs sayfalarında “Amerikan Siyasi Çürümesi mi Yenilenmesi mi?” başlıklı yazımda siyasi çürüme meselesini yeniden ele alırken “yelpazenin her iki tarafındaki seçmenlerin arındırıcı bir temizlik ümidiyle radikal aykırı tiplere dönerek yozlaşmış, kendi yararına çalışan bir Müesses Nizam olarak gördükleri şeye karşı ayaklandığı”nı görmek beni cesaretlendirmişti. Bununla birlikte, “popülist dava erleri tarafından piyasaya sürülen her derde deva mucizevi çözümlerin neredeyse tamamen faydasız olduğu ve benimsendikleri takdirde büyümeyi boğacakları, rahatsızlığı şiddetlendirecekleri ve durumu iyileştirmek şöyle dursun daha fazla kötüleştirecekleri” konusunda da uyarıda bulunmuştum.

Bu mucizevi çözümler, Amerikalılar ya da en azından Trump’ı Beyaz Saray’a taşımaya yeten kesim tarafından benimsendi. Ve durum gerçekten daha da kötüye gitti. Bozulma süreci, şaşırtıcı bir hızda ve o zamanlar tahmini zor bir ölçekte devam etti ve ABD Başkanı tarafından teşvik edilen bir başkaldırı eylemi olan 6 Ocak’ta Amerikan Kongre binasına yapılan toplu saldırı gibi gelişmelerle zirvesine çıktı.

Bu arada söz konusu krize neden olan temeldeki koşullar değişmeden kaldı. Hâlâ Amerikan yönetimi, politikayı kendi çıkarları doğrultusunda bozan ve bir bütün olarak rejimin meşruiyetini baltalayan güçlü seçkin grupların elinde. Ve sistem kendini reformdan geçirme noktasında hâlâ çok katı. Ancak bu koşullar beklenmedik şekillerde değişti. Yeni ortaya çıkan iki olgu, durumu muazzam bir şekilde kötüleştirdi: yeni iletişim teknolojileri, demokratik tartışma için ortak bir olgusal zeminin ortadan kalkmasına katkıda bulundu ve bir zamanlar “mavi” [Demokrat] ile “kırmızı” [Cumhuriyetçi] hizipler arasında politika farklılıkları niteliğindeki şeyler, kültürel kimlik üzerinden bölünmeler olarak pekişti.

 

Bağdaştırılamaz Farklılıklar

Teoride, Amerikan yönetiminin seçkinler tarafından ele geçirilmesi, siyasi bölünmenin her iki tarafını da kızdırdığından bir birlik kaynağı olabilirdi. Ne yazık ki bu düşmanlığın hedefleri her birinde farklılık arz ediyor.

Sol cenah için söz konusu seçkinler -sahip oldukları lobicileri ve paraları her türlü demokratik hesaplaşmaya karşı kendi çıkarlarını korumak için çalışan- fosil yakıt şirketleri, Wall Street bankaları, serbest yatırım fonu milyarderleri ve Cumhuriyetçi dev bağışçıların aralarında olduğu şirketler ve kapitalist çıkar grupları; sağ kanattakilere göre habis seçkinler ise muhafazakâr Amerikalıların geleneksel veya Hristiyan değerler olarak gördükleriyle çelişen “[sosyal adalet ve ırksal adalet konularında bilinçli olma anlamında] uyanık” bir seküler ideolojiyi benimseyen Hollywood’daki kültürel güç simsarları, ana akım medya, üniversiteler ve büyük şirketler.

Bu iki görüşün örtüşebileceği düşünülen alanlarda, mesela dev teknoloji şirketlerinin gücüne ilişkin endişelerin artması konusunda dahi iki tarafın endişeleri bağdaştırılamaz nitelikte. Mavi Amerika, Twitter ve Facebook’u komplo teorilerini ve Trumpçı propagandayı teşvik etmekle suçlarken kırmızı Amerika, aynı şirketleri muhafazakârlara karşı iflah olmaz önyargılı olarak görüyor.

Amerikan yönetim sisteminin katılığı giderek daha bariz ve sorunlu hale gelmekle birlikte kendine has meziyetleri de var. Genel olarak anayasal denge ve denetleme sistemi çalışıyor: Trump’ın ülkenin kurumsal temellerini zayıflatmaya dönük sonu gelmez çabalarına rağmen en kötüsünü yapma çabası mahkemeler, bürokrasi ve yerel düzeydeki yetkililer tarafından engellendi. Bunun en net örneği, Trump’ın 2020 başkanlık seçimlerinin sonuçlarını tersine çevirme çabasıydı. Çoğu Trump tarafından atanan hâkimlerden müteşekkil yargı sistemi, Trump tarafının mahkemeler önüne getirdiği düzinelerce saçma sapan davayı onaylamayı reddetti. Ve Georgia seçimlerini denetleyen Eyaleti Sekreteri Brad Raffensperger ve diğerleri başta olmak üzere Cumhuriyetçi yetkililer, eyaletin kaybını yasadışı bir şekilde tersine çevirmeleri için kendilerine baskı yapan başkana kahramanca karşı durdular.

Ancak Trump’ı kısıtlayan aynı denetleme mekanizması, sistemin temel işlevsizliklerini düzeltmek için gelecekte girişilecek herhangi bir çabayı da sınırlayacaktır. En önemli kurumsal kusurlardan biri, Seçiciler Kurulu ve Senato’nun oluşum şekli sağolsun, hem ulusal hem de eyaletler düzeyinde halktan daha az oy almalarına rağmen iktidarı ellerinde tutmalarına imkan sağlayan Cumhuriyetçilerin sahip oldukları önemli avantajdır. Amerikan Anayasası’nda Seçiciler Kurulu’nun ilgası gibi değişikler yapmak, değişikliklerin kabul edilmesi ve onaylanması için gerekli inanılmaz derecede yüksek çıta göz önüne alındığında gündeme bile getirilemez. Demokratların Senato’daki zayıf çoğunluğu, kabine atamaları gibi sıradan konularda Cumhuriyetçi vetosunu ortadan kaldırıyor; ancak Washington DC bölgesinin eyalet olması veya Cumhuriyetçilerin haklardan mahrum bırakma çabalarına karşı koyacak yeni Oy Kullanma Hakkı Yasası gibi daha büyük reformlar, Cumhuriyetçi kürsü işgalcilerinin engellemeleriyle karşılaşacak. Başkan seçilen Joe Biden, yeni bir teşvik paketi ve altyapı harcamaları gibi nispeten daha mütevazı yasaları bile geçirmek için şansa ve beceriye ihtiyaç duyacak. Kısa süre evvel Temsilciler Meclisi’ndeki Demokratların sunduğu reform paketinde öngörülen dönüştürücü yapısal değişiklikler büyük ölçüde gerçekleştirilemeyecek.

 

Partiden Kült Tarikata

2016’daki makalemde belirttiğim gibi, Amerikan siyasetindeki temel işlevsizlik, denge ve denetleme kurumlarının durağanlık ve daimi partizan mücadele üretecek şekilde siyasal kutuplaşmayla etkileşime girme şeklidir. Bu kutuplaşma 2016’dan bu yana çok daha derinleşti ve tehlikeli bir hal aldı. Bunun itici güçlerinden biri teknoloji olup ana akım medya veya hükümet gibi yerleşik kurumların halkın neye inanacağını şekillendirme becerisinin altını oydu.

Quinnipiac tarafından yapılan son ankete göre, bugün Cumhuriyetçilerin yüzde 77’si 2020 seçimlerinde büyük bir sahtekârlık olduğuna inanıyor. Sağda artan otoriter eğilimlerden bahsediliyor ki bu, kesinlikle Trump ve ona imkân sunan birçokları için doğru. Ama ona oy veren ve demokrasi fikrinden hoşlanmadıkları için değil -kendilerince- başkanlık seçimini çalan Demokrat Parti’ye karşı demokrasiyi savundukları için Trump’ı desteklemeye devam eden on milyonlarca insan var.

Bu teknoloji kaynaklı problemi çözmek, önümüzdeki dönemin en büyük meydan okumalarından biri olacak. Twitter ve Facebook, Kongre Binası’na yapılan 6 Ocak saldırısının akabinde Trump’ın platformunu kaldırarak doğru olanı yaptı; bu karar, ulusal bir acil duruma karşı kısa vadeli bir cevap olarak savunulabilir nitelikteydi. Şiddeti teşvik, güvence altına alınan serbest konuşma hakkını kullanmaktan farklıdır. Ancak uzun vadede özel şirketlerin bu tür kamuya açık sonuçları olan kararları kendi başlarına almaları meşru değildir. Aslında bu platformların daha baştan bu kadar güçlenmesine izin vermek ülke için çok büyük bir hataydı.

Geçenlerde Foreign Affairs’te Barak Richman ve Ashish Goel’le birlikte kaleme aldığımız “Demokrasi Teknolojiden Nasıl Korunabilir” başlıklı makalemizde önerdiğimiz bir çözüm, platformların içerik denetleme görevini dış kaynaklara havale edeceği rekabetçi bir “ara katman yazılımı” şirketlerini kurmak, böylelikle platformların gücünü azaltmak ve kullanıcıların karşılaştıkları bilgiler üzerinde çok daha fazla kontrol gücü edinmesine izin vermekti. Bu, komplo teorilerini ortadan kaldırmayacak; ancak platformların uç sesleri güçlendirme ve hoşlanılmayan sesleri susturma gücünü azaltacaktır.

Ülkenin kutuplaşmasını sınırsız ölçüde derinleştiren ikinci gelişme, izlenecek politika konularıyla ilgili tartışmalardan kimlik kavgalarına doğru kayıştır. 1990’larda kutuplaşma henüz yeni başladığında bu iki ayrı Amerika; vergi oranları, sağlık sigortası, kürtaj, silahlar ve denizaşırı askeri güç kullanımı gibi konularda fikir ayrılığı içindeydi. Bu sorunlar ortadan kalkmadı; ancak kimlik meselelerinin ve ırk, etnisite, cinsiyet ve diğer büyük toplumsal göstergelerle tanımlanan sabit gruplara mensubiyetin gölgesinde kaldı. Siyasi partiler, siyasi kabileler tarafından ele geçirildi.

Kabileciliğin yükselişi en çok Cumhuriyetçi Parti’de belirgin. Trump, partiye ve seçmenlerine serbest ticarete inanç, küresel demokrasiye destek ve diktatörlüklere husumet gibi temel ilkeleri terk ettirmeyi kolayca başardı. Trump’ın şahsi nevrozları ve kendini merkeze alması derinleştikçe parti de giderek daha kişi merkezli hale geldi. Trump’ın başkanlığı süresince sizi Cumhuriyetçi yapan şey, ona olan sadakatinizin derecesiydi: Onun söylediği veya yaptığı herhangi bir şeyi eleştirerek en ufak bir sapma gösterdiyseniz uzaklaştırılıyordunuz. Bu, partinin [başkan adayını ve yardımcısını belirlemek için toplandığı] 2020 Cumhuriyetçi Ulusal Kongresi’nde bir parti programı sunmayı reddedip bunun yerine Trump’ın istediği her şeyi destekleyeceğini bildirmesiyle zirve noktasına çıktı. Tam da bu yüzden maske takma ve COVID-19 küresel salgınını ciddiye alma gibi bir basit eylem acı bir şekilde partizan mevzulara dönüştü.

Bütün bunlar 2016’dan sonra ortaya çıkan keskin bir coğrafi ve demografik toplamsal bölünme üzerine inşa edildi. Siyaset bilimci Jonathan Rodden’ın gösterdiği gibi, Trump yanlısı ve karşıtı hissiyatın tek büyük bağlantısı nüfus yoğunluğu. Ülke, değerler üzerinden muazzam bir kültürel yarılmayı yansıtan Demokrat şehirler ve varoşlar ile Cumhuriyetçi şehir dışındaki lüks yerleşimler ve kırsal alanlar olarak bölünmüş durumda ve bu kültürel yarılma ABD dışındaki birçok ülkede de aynen mevcut.

Formun Altı

Ancak şu anda olan biten, yapısal faktörlerle tam olarak açıklanamaz. Geçtiğimiz sonbaharda yapılan bir NPR/Ipsos anketi, Cumhuriyetçilerin neredeyse dörtte birinin QAnon komplo teorisinin o tuhaf temel iddiasına, yani -anketörlerin deyimiyle- “Bir çocuk istismarı şebekesini yöneten bir grup satanist seçkin siyasetimizi ve medyamızı kontrol etmeye çalışıyor.” iddiasına inandığını ortaya koydu. Cumhuriyetçi Parti artık fikirlere veya politikalara dayalı bir parti olmaktan çıkıp bir kült tarikata giderek daha fazla benziyor.

Kabilecilik solda da var; ancak daha az belirgin bir biçimde. Kimlik siyaseti, 1960’ların ve 1970’lerin toplumsal hareketlerinin akabinde sol cenahta doğdu. Irk, etnisite, cinsiyet veya cinsiyet yönelimine dayalı ayrımcılığa karşı kimlik temelli seferberlikler, soldaki bazıları için grup tanınması ve bir grubun farklılığının olumlanması taleplerine yavaş yavaş dönüştü. Ancak genel anlamda mavi Amerika, kırmızı muadilinden çok daha çeşitli. Biden’ın başkanlığı, bu konularda Demokrat Parti içindeki hizipler arasında büyük bir bölünmeye şahit olacak ki bu, Trump yönetimindeki Cumhuriyetçilerin başına asla gelmeyecek bir şeydi.

 

Bölünmüş Bir Ev

Biden’in yemin töreninden sonra ülkenin nereye gideceğini kimse tahmin edemez. En büyük belirsizlik Cumhuriyetçi Parti içinde neler olacağı konusunda. Trump ve takipçileri, Kongre binasını basarak çizmeyi ciddi şekilde aştılar ve bazı Cumhuriyetçiler nihayet onunla ipleri alenen kopardılar. Siyaseten Trump’ın başkanlığı Cumhuriyetçi Parti’yi güçlü bir konuma getirmedi: Parti, 2017’de başkanlığı ve Kongre’nin her iki kanadını birden elinde tutarken bugün bu kurumların hiçbiri elinde değil.

Trump’ın kişi kültü partiye öylesine hâkim oldu ki, bu şiddete başvuruş bile insanların vazgeçmesine yetmeyebilir. Eski ana akım Cumhuriyetçilerin, iktidardan uzaklaştıkları gerçeğine ve müstakbel seçimleri kazanmak için parti koalisyonunu genişletme ihtiyacına intibak ettikçe yavaş yavaş ama istikrarlı bir şekilde yönetimi geri alacağı düşünülebilir. Diğer bir alternatif de Trump’ın kendisini ülkesi için her şeyi feda eden bir şehit olarak sunarak partideki hâkimiyetini koruyabilmesi. Diğer bir uçta da Trump ve kararlı destekçilerinin bir terörist yeraltı örgütüne dönüşerek gayrimeşru saydıkları Biden yönetiminden intikam almak için şiddete başvuracağı düşünülebilir.

Bunun nihai olarak nasıl sonuçlanacağı, önümüzdeki yıllarda küresel demokrasi üzerinde önemli sonuçlar doğuracaktır. Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping gibi otoriterlere muazzam bir armağan verdi: bölünmüş, kendi içiyle meşgul ve kendi demokratik idealleriyle çelişen bir ABD. Biden’ın Kongre’de zayıf bir Demokrat çoğunlukla Beyaz Saray’ı kazanması, ABD’nin uluslararası konumunu yeniden kazanması için yeterli olmayacak: Trumpçılık, tıpkı 1950’lerdeki McCarthycilik gibi, reddedilmeli ve baştan ayağa gayrimeşrulaştırılmalıdır. Ulusal kurumların etrafına normatif parmaklıklar ören seçkinler, kendilerine gelmeli ve ahlaki otoritelerini yeniden tesis etmelidir. Meydan okumaların üstesinden gelip gelemeyecekleri ABD kurumlarının ve daha da önemlisi Amerikan halkının kaderini belirleyecektir.