25 Şubat 2024 Pazar

Z.T.KOR: GAZZE ÖĞRETMENİNİN İNSANLIĞA ÖĞRETTİĞİ DERSLER

 

GAZZE ÖĞRETMENİNİN İNSANLIĞA ÖĞRETTİĞİ DERSLER 

Zahide Tuba Kor

Nida dergisi, Ocak-Mart 2024, s.214, sf.23-28.


NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

 


7 Ekim 2023, ileride Ortadoğu tarihi yazılırken bir dönüm noktası olarak kayıtlara geçecek kritik bir tarih. O gün sadece kurulmakta olan yeni bölgesel düzen ve İsrail’in en aşırı sağ hükümetinin Filistin’e dair planları bozulmadı. Akabinde yaşanan savaş ve soykırım, bir yüzyıllık Filistin-İsrail çatışması tarihine ve Siyonist devletin dış destekle (Protestan aklı ve gücüyle) kurulup ayakta kaldığına ışık tuttuğu gibi, İsrail’in yenilmezlik imajını ve propaganda tekelini de yıktı. Dahası, Gazzelilerin yaşadıkları soykırım karşısındaki duruşları dünyayı şoka uğrattı. Gazze, ezberlerimizi bozan, bilgilerimizi ve hayatlarımızı sorgulatan, bütün dünyaya türlü türlü dersler veren bir okul oldu. 

Filistinli, bırakın büyükleri, çocukların bile İsrail saldırıları karşısında dik duruşu ve özgüveni, buna mukabil takdir-i ilahiye teslimiyeti ve adanmışlığı, direniş azmi ve ölümle kurdukları ilişki biçimi, yaşananları takip eden dünya halklarını şaşkına çevirdi. Dünyanın dört bir yanında gayrimüslimleri İslam’ı araştırmaya ve materyalist hayat tarzlarını sorgulamaya sevk ederken, bizlere de mü’minliğin belli ibadetleri, emirleri ve nehiyleri ifadan ibaret olmadığını, İslam’ın bambaşka bir anlam dünyası, değerler sistemi ve hayat felsefesi ürettiğini, bunu unutup küreselleşmenin ve tüketim kültürünün cazibesine kapıldığımızdan İslam algımızın özden kopuk şekilcilikten ibaret kaldığını hatırlattı, hatta imanımızı sorgulattı. İslam’ın ayetler ve hadislerle üretmeyi hedeflediği insan modeli, abluka altında dünyadan tecrit edilen Gazze’de karşımıza çıkıverdi. Başka türlü bir hayatın mümkün, hatta daha anlamlı olabileceğini düşündürdü. Gazze örneği, İslam’ın 21. yüzyılda da yaşanabileceğini gösterdi. Hakiki imanın ve Allah’a teslimiyetin ne demek olduğunu, bütün ailesini yitiren Gazze’nin yetim ve öksüz çocukları da, yavrularını metanetle toprağa gömen ebeveynler de dünyaya öğretti; tıpkı Peygamber Efendimizin de bir yetim ve öksüz olması ve bütün oğullarını minicikken toprağa vermesi gibi... Ölümün korkulacak bir yok oluş değil, eğer imanlı ve anlamlı bir hayat yaşandıysa diriliş olduğunu hissettirdi. Gazzeliler şehadet mertebesine erip canlarından olurken, dünyanın dört bir yanında ölü toprağı serpilmiş insanlara hayat tarzlarını ve felsefelerini sorgulatarak ve hal diliyle İslam’ın özüne dönüş çağrısı yaparak onlara can verdiler. 

Adeta bir hapishane hayatına doğan ve defalarca yıkıcı savaşlar yaşayan Gazzeli çocukların olgunlukları ve felaketler karşısındaki sabırlı duruşları, hem çocuğa bakışımızdaki hem de çocuk yetiştirmedeki yanlışlarımızı gösterdi. Elini suya sabuna dokundurtmadan, tüm ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayarak, hayatın zorluklarıyla ve tehlikeleriyle yüzleştirmeden, hiçbir sorumluluk yüklemeden çocuk büyütmek ve bununla övünmek, dünyadaki varlık gayemiz olan imtihan olgusundan habersizliğimizin en açık göstergesi. Sıkıntı çekmeden büyüyenler mücadeleyi, sabrı ve tevekkülü öğrenemezler. Bir dâva eri olamazlar. Çünkü rahatlık insanoğlunu çürüten en baş düşmandır. Meydan okumalar ve imtihanlar ise bünyeyi güçlendirir; bireyleri, toplumları ve medeniyetleri üretken kılar. Tam da bu yüzden İsrail’in karadan, havadan ve denizden kuşatıp bir açık hava hapishanesine dönüştürdüğü ve her türlü mal girişini kontrolünde tuttuğu Gazze’nin halkı icatçıdır, her zorluğun bir kolaylığını mutlaka bulur. İsrail’in 17 yıldır uyguladığı abluka ve ambargo Gazzelilerin hayat kalitesini iyice düşürse de onlar yaşayabilmek ve geçinebilmek için alternatif yollar ve araçlar üretiyor. Keza kısıtlı imkânlara rağmen işgalciye direnebilmek için kendi silah sistemlerini ve mücadele yöntemlerini geliştiriyor. Bugün tam da o icatçılıkları sayesinde, -İsrail’in her türlü mal girişini engellemesine, elektrik ve suyu kesmesine rağmen- üç aydır hayattalar ve direnişi sürdürüyorlar. İsrail ordusunun bir türlü etkisizleştiremediği mühendislik harikası tüneller ağından çıkan direnişçiler işgalci askerlerin kâbusu oluyor. Kısaca Gazze öğretmeni diyor ki mahrumiyetler, zorluklar ve imtihanlar zannettiğiniz kadar kötü değildir. Kötü olsaydı Allah bu dünyadaki en çetin imtihanları kendi seçtiği peygamberlerine ve salih kullarına yaşatmazdı. Önemli olan zorlukları ve imtihanları aşabilecek becerilerle çocukları donatmak. 

Gazze demokrasi, insan hakları, hürriyet ve adalet dersi veren Batı yönetimlerinin ikiyüzlülüğünü bir kez daha ifşa etti. Hür ve insanca yaşamak ve adalet için Batı’ya koşanlarımıza, Batılı değerlere sadece beyaz Batılıların ve kendilerine tam anlamıyla boyun eğen Doğuluların layık görüldüğünü gösterdi. Yine rejimler ile halklar arasındaki farklılıkları, halkların da kendi içindeki çeşitliliği gözler önüne serdi. Kimin vicdan sahibi, kimin çıkarcı olduğunu ortaya dökerek safları berraklaştırdı. Dünya sokakları vicdanlılığın, insaniliğin ve ahlakiliğin belli bir dine, ırka veya millete mahsus olmadığına ve yine hiçbir kesimin Filistin dâvasını tekeline alamayacağına ayna tuttu. ABD’de ellerinde Free Palestine pankartlarıyla yürüyen, Kongre binasını basıp “Bu savaş bizim savaşımız değil” diyerek acil ateşkes isteyen Amerikan Yahudilerinin varlığı, hiçbir milleti ve halkı tek bir bütün saymamak gerektiğini öğretti. Her Yahudi’nin Siyonist olmadığını, her Siyonistin de Yahudi olmadığını, önemli bir Hristiyan ve Müslüman Siyonist kitlenin bulunduğunu ve İsrail’in tam da bu kesimlerden güç aldığını ortaya döktü. 

Bunca yıldır Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Yemen’e İslam coğrafyasında kan akarken ve İslam beldeleri yerle bir olurken umursamayan bizleri Gazzeliler gaflet uykusundan uyandırıp harekete geçirdi. Bugün Gazze’deki soykırıma sessiz kalan, hatta alenen destek veren Batılı rejimleri ikiyüzlülükle suçlayan bizler, geçtiğimiz yıllarda kapı komşumuz Suriye ve Irak’ta benzer ablukalar ve bombardımanlar altında milyonla sivil can verirken acaba neredeydik? Gazzelilerin yaşadıklarının bir benzerini yıllarca -işgalci dış düşman değil- bizzat kendi rejimi ve ordusu eliyle yaşayan Suriyeliler aleyhine neler dedik? Suriye’de yaşayan yüz binlerce Filistinlinin de evlerinden olduğunu, içeride daha güvenli yerlere veya Türkiye ve Avrupa’ya sığındığını, binlercesinin Esed rejiminin ve Rusların bombardımanında ve İran destekli milislerin saldırılarında hayatını kaybettiğini, mülteci kamplarının birçoğunun kısmen veya tamamen yerle bir olduğunu, başkent Şam’ın güneydoğusundaki Yermük Kampı’nda rejim ablukasının ve açlığın boyutu karşında kedi-köpek yenebilir fetvaları verildiğini hiç duyduk mu? Onların yaşadığı zulüm ve ölüm, hem içeriden sürekli haber veren güvenilir haber kaynaklarının yetersizliği hem de Suriye gündemimizi esir alan PKK-PYD kontrolündeki alanlara uzaklığı yüzünden Gazzeliler kadar dikkatimizi çekmedi. Gazze öğretmeni diyor ki zalime ve zulme karşı duruşta dürüst ve ilkeli olun, ikiyüzlü Batılılar gibi çıkarlarınıza göre seçmece davranmayın. Yoksa Gazze’de ölen Filistinliler için ağıtlar yakarken Suriye’de ölen Filistinlileri umursamaz, savaştan kurtulup ülkenize gelenlere bunların burada ne işi var dersiniz…

İsrail hükümetleri 2000’li yıllardan itibaren istikrarlı bir şekilde aşırı sağa kayıyor. Bugün tarihinin en aşırı sağ hükümeti iktidarda; öyle ki iktidarın ortağı dinî Siyonist partiler 1990’larda ABD ve İsrail tarafından terör örgütü sayılan Yahudi hareketin siyasi uzantıları. Destekçileri sokaklarda yıllardır “Araplara ölüm!” sloganlarıyla geziyor. Gazze öğretmeni, dünyadaki aşırı sağcı hareketlerin ve partilerin İslam karşıtlığı bağlamında İsrail’le ortaklıklarını gözler önüne serdi. Keza ülkemizde ve dünyada görünüşte mülteci düşmanlarının gerçekte İsrail muhibbi birer İslam düşmanı olduğunu da ifşa etti. Yıllardır Türklüğü koruma kisvesi altında milli değerleri istismar eden ve Suriye/Arap düşmanlığını körükleyen kesimlerin 7 Ekim’den itibaren nasıl da gözü kara birer İsrail savunucusuna dönüştüklerini, hatta bazı parti mensuplarının Gazzelilerle savaşmak için İsrail ordusuna katıldıklarını veya boykot listesindeki küresel markaların tüketimine devam edilmesi için propaganda yürüttüklerini gördük. Türkiye’nin Ortadoğu’da attığı kritik adımları dışarıdan engelleyemeyen güçlerin içeriden bu piyonları kullanarak baltalamaya çalıştıkları bugün artık gün gibi ortada. 

Üzücü olan, ABD ve Avrupa üniversitelerinde gençliğin azımsanmayacak bir kısmı Gazzeliler için mücadele yürütürken ve İsrail’e karşı boykota katılırken, kendi ülkemizde sosyal medya fenomenleri üzerinden yayılan “Araplar bizi arkadan vurdu”, “Filistinliler topraklarını sattı”, “Filistinliler Kıbrıs’ı tanıdı mı?” gibi kolayca çürütülebilecek iddiaların gençlerimizi cezbetmesi veya en hafifinden zihinlerini bulandırması. İsrail’le iltisaklı kesimlerin gençlerimizin vicdanlarını köreltecek kadar ifsat edebilmesinin asıl sorumlusu, bilgi üretme ve yaymanın önemini hafife alan bizleriz. Geçtiğimiz yıllarda mülteci düşmanı çevreler alabildiğine yalan haberler yayarken ve nice mazlumun hayatını karartırken sessiz kalmamızın bedelini şimdi ödüyoruz. Gençlerin artık bilgi kaynaklarını sorgulama, büyüklerin de doğru bilgiyi üretip gençlerin ilgisini çekecek şekilde onlara sunamamalarının nedenleri üzerinde düşünme vakti geldi de geçiyor. Zira Hucurat suresi 6. ayetteki “Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” emrine uymak Müslümanlığın bir gereği. 

Ülkemizde geçmişten bugüne Türkçüler Türk dünyasını, İslamcılar İslam dünyasını, Batıcılar Batı’yı, komünistler Sovyet tecrübesini bütün boyutlarıyla bilmeden sloganik ve sahadaki gerçeklerden kopuk söylemler üretti. Filistin’i dert edinip bu ‘bilinç’ ile yetişenler de bir istisna değil. 7 Ekim akabinde İsrail muhibbi çevrelerin işlettiği yalan-yanlış propaganda çarkları karşısında düştüğümüz acziyet, bilgi sahibi olmadan bilinç sahibi olunamayacağını net bir şekilde gösterdi. Nasıl ki ensar-muhacir edebiyatı mülteci meselesini anlatmakta son derece yetersiz kaldıysa Kudüs ve Mescid-i Aksa dâvası söylemi de Gazze’yi savunmak için yetersiz. Nitekim bu dâvayı savunanların bile 7 Ekim Aksa Tufanı yaşandığında zihinleri allak bullak oluverdi. İyi niyetliler “Neden durup dururken bunlar yaşandı? Acaba Hamas İsrail’in oyununa mı geldi?” diye düşünürken, kötü niyetliler “Hamas zaten İsrail’in bir piyonu, onun kurduğu oyunu oynadı. Bize ne? Kendileri etti, kendileri buldu” moduna girdiler. Nasıl ki İslam’ın ilk emri “Oku” ise, bir dâvayı sahiplenebilmenin de ilk şartı okuyup öğrenmek ve slogan değil bilgi üretmektir. Gazze öğretmeni bize, artık tembel öğrenciler olmayı bırakın, dostunuzu ve düşmanınızı doğru düzgün tanıyın, bilgi temeliniz sağlam olsun ki fâsıkların ve cahillerin tuzaklarına düşmeyin diyor.

Zihinlerin allak bullak olmasının diğer nedeni, son yıllarda dünyada ve ülkemizde yaşanan her şeyi kadir-i mutlak üst akıllara bağlama kolaycılığımızdı. Sahanın gerçeklerini bilmeye hiç gerek yoktu; petrol-doğalgaz-ABD-İsrail-BOP dediniz mi en büyük uzman oluveriyordunuz! Zaten Ortadoğu’da hiçbir aktör ve hiçbir halk kendi kaderini çizecek bir akla ve güce sahip olamazdı. Kur’an-ı Kerim’de sıkça geçen Allah’ın tarihin, toplumun ve kâinatın akışına müdahalesi anlamına gelen sünnetullah kavramı da neydi? Uluslararası ilişkilerde Allah’ın ne gibi bir rolü olabilirdi? Kısaca Allah’ın dünyanın gidişatıyla bağlarını kopartıp O’nun esmasını ve sıfatlarını tanrılaştırdığımız üst akıllara yakıştırarak yıllardır imani-akidevi bir çıkmaza düştüğümüzün ve kendi kendimizi akılsızlaştırdığımızın ve acizleştirdiğimizin farkında bile değildik. İşte Gazze öğretmeni, hem İsrail’in zannettiğimiz gibi es-Semi (her şeyi duyan), el-Basir (her şeyi gören), el-Alim (her şeyi bilen) vs. olmadığını hem de Allah’ın -ayetlerde buyurduğu gibi- tuzak kuranların en hayırlısı olduğunu gösterdi. Güçlü bir ordusu ve istihbaratı olmasına rağmen kibir ve gaflet tuzağına düşen İsrail’in de bir yığın hatalar yapabildiğini gözler önüne serdi. Keza izzet sahibi Gazzelilerin, birkaç yıldır Filistinliler yok sayılarak kurulmakta olan yeni bölgesel düzeni sabote edip kendi kaderleriyle ilgili inisiyatif alabildiğini göstererek de ezberlerimizi bozdu. Gazze bize diyor ki Ortadoğu’ya yaklaşımınızdaki temel problemlerle artık yüzleşin. 

17 yıldır dünyadan tecrit edilen, en küçük şehrimiz Yalova’nın yarısı kadar yüzölçümüne sahip Gazze, İsrail’in yenilmezlik mitini yıktı ve zaaflarını bir bir ortaya döktü. Mayıs 2021’de 11 gün süren savaş ateşkesle sona ererken ertesi günü bir sonraki mücadele için hazırlıklara başlayan Filistin direnişi, tam da İsrail’in o zaaf noktalarını maharetle kullanarak 7 Ekim’i İsrailliler için kalıcı bir şoka ve travmaya dönüştürdü. Şu an biz sadece Gazze’deki fiilî savaşa, yıkıma ve insanlık dramına odaklansak da direniş, yürüttüğü psikolojik savaşla o zaafları İsrail toplumunu ve yönetimini kalıcı olarak birbirine düşürecek ve toparlanmasını iyice zorlaştıracak şekilde başarıyla kullanıyor. Tarih boyunca güçlü devletlerin çoğu gibi İsrail’in de ancak içeriden bir darbeyle yıkılacağının bilinciyle İsrail siyaseti ve toplumundaki mevcut fay hatlarını iyice derinleştiriyor. Dahası, İsraillilerin on yıllardır özenle inşa ettiği imajı, İsrail ordusunun ve yönetiminin yalanlarını bir bir ifşa ederek ve maskelerini düşürerek yıkıyor, uluslararası alanda yalnızlaştırıyor. Nitekim şu sıralar İsrail’in en büyük dertlerinden biri, uluslararası alanda yitirdiği inandırıcılığını ve propaganda tekelini nasıl yeniden tesis edeceği. Bu haliyle zihinlerimizden geçen “Hamas Gazze’nin ve Gazzelilerin başına gelecekleri öngöremedi de mi 7 Ekim’i yaptı?” sorusunun anlamsızlığını ortaya koyuyor. 

Biz Gazze’nin savaş öncesi gerçeklerinden habersiz, sıcak evlerimizden “Ama Hamas da saldırmasaydı bu kadar masum yavrucak ölmez ve Gazze yıkılmazdı!” diye sayıklarken o masum yavrucaklarını toprağa gömen, evleri başlarına yıkılan annelerin ve babaların direniş aleyhine tek bir kelam etmemesi ve bir kısmının alenen direnişe desteğini ilan etmesi hiç dikkatinizi çekti mi? Gazze, bombardıman altında sahip olduğu her şeyi yitirmesine, sakatlanmasına, kışın soğuğunda aç açıkta kalmasına ve hastalanmasına rağmen Rabbine hamd edebilen kullarla dolu (Aynı kulları Suriye’de de bizzat gördüm). Geçmiş savaşlarda olduğu gibi Gazzeliler, sadece bitmek bilmeyen bombardımana ve yıkıma değil, aynı zamanda Siyonist düşmana verdirdikleri muazzam kayıplara ve her şeye rağmen direnişi sürdürebilmelerine odaklanıyor. Çünkü geçmişten beri yıkım da, yaşama arzusu da Gazze’nin bir gerçeği ve onlar ölümü modern insan gibi bir yok oluş olarak görmüyor. 

Gazze’de olan biteni ekranlarda izlerken elden bir şey gelmemesinin çaresizliğini ilk kez bu denli derinden hissettik. Oysa aynı çaresizliği gerek Filistinliler gerekse Arap ve Müslüman halklar kâh Siyonistler kâh emperyalist güçler eliyle en az yüzyıldır hissediyordu. İsrail’in bölge halklarına verdiği en büyük hasar, aşırı güç kullanarak uğrattığı mağlubiyetler sonucunda özgüvenlerini ve özsaygılarını yitirtmesi, bizden adam olmaz fikrini zihinlerine zerk ederek mücadele azmini kırmasıydı. 7 Ekim ve Gazze direnişi bu algıyı tersine çevirdi. 1948 ve 1967’deki etnik temizliklerin ardından işgal altında boyun eğdirilmeye ve asimile edilmeye çalışılan Filistinliler, her direniş girişimlerinde şiddetle bastırıldı. Ama bastırılan her direniş, Filistinlilerin bir süre sonra yeni bir silahla işgalcinin karşısına dikilmesini sağladı. Öyle ki en sonunda İsrail’e tarihinde hiçbir gücün verdiremediği kadar büyük bir kayıp yaşatmayı başardılar. Gazze öğretmeni, işgalci ölüm saçsa da direniş fikrinin ve ruhunun dinmeyeceğini, Filistinlilerin topraklarını terk etmeyeceğini bir kez daha gösterdi. İsrail geçmişte Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz Rantisi, Yahya Ayyaş gibi Hamas’ın öncü isimlerini katletse de bayrağı Muhammed Deyf, Muhammed Sinvar, Ebu Ubeyde vs. devraldı. Çünkü direniş fikri ve İslam’ın kutsallarını savunma arzusu askerî metotlarla yok edilemez.

7 Ekim sonrası başlayan dünya çapında boykot seferberliği, tüketim kültürünün esiri olmuş bizlerin hayatın her alanında düşmanlarımızın ürettikleriyle beslendiğimizi, onların pervasızca İslam dünyasına saldırmasına ve sömürmesine dolaylı yoldan çanak tuttuğumuzu gözler önüne serdi. Gazze öğretmeni, tüketimi bırakın, üretim toplumuna geçin dedi. Sadece mal ve gıda üretimi değil, aynı zamanda bilgi ve etkili söylem üretimi, bilimsel ve kültürel üretim, silahların ve her türlü mücadele araçlarının üretimi, ideolojilerden ve önyargılardan bağımsız insani ve vicdani duruşun üretimi, yitirdiğimiz değerlere ve hikmete dönüş… Bütün bunlar aynı zamanda küresel markalarda, tüketimde, psikologlarda ve yaşam koçlarında aradığımız ama bulamadığımız mutluluğa ve mutmain olma haline bizi ulaştıracak yolun ta kendisi. Kısaca Gazze diyor ki kendi özgür iradenizle şekillendirdiğinizi zannettiğiniz hayatınızı ve düşüncelerinizi esir almış prangaları artık kırın ve öz değerlerinize dönerek özgürleşin.

Son olarak, Gazze ekranlarda izlediğimizden çok daha büyük bir yıkım aldı; elektriksizliğin, susuzluğun, açlığın, salgın hastalıkların ve tedavi imkânından yoksunluğun bilançosu, bombardımanların ve fiilî savaşın bilançosundan çok daha ağır olabilir. Gazze öğretmeni, savaş bittikten bir ay sonra Gazzelileri unutup gideceğimizi geçmiş tecrübelerden de hareketle çok iyi biliyor ve şöyle diyor: Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı savunmak adına çıktığımız yolda yıkılırken yanımızda yoktunuz; bari ateşkes sonrası yaralarımızın sarılmasında ve yeniden inşada ellerinizi taşın altına koyun!

 


20 Şubat 2024 Salı

ÜÇ DOKTORUN DİLİNDEN SURİYE’NİN KUZEYİNDEKİ SAĞLIK ŞARTLARI


ÜÇ DOKTORUN DİLİNDEN SURİYE’NİN KUZEYİNDEKİ SAĞLIK ŞARTLARI

Azez/Suriye, 11.2.2024

 

11 Şubat Pazar günü (Pazar haftanın ilk iş günüdür) Suriye’nin Azez ilçesindeki Kifaf Kliniği’ni ziyaret edip üç branştan -fizik tedavi, çocuk ve dahiliye bölümünden- doktorlarla röportaj yaptım. Çevredeki dört-beş kamptan hastalar buraya geliyormuş. Küçük bir klinik olduğu halde her gün ortalama 150 hasta müracaat ediyormuş. Uzman doktorların bir kısmı Türkiye’de yaşıyor ve Suriye’ye çalışmak için gidip geliyormuş, daha genç doktorlar ise Azez’de yaşıyormuş. Buyurunuz uzman doktorlarla yaptığım röportajları okumaya…

 

15 yıldır fizik tedavi doktoru olan bir hanım:

“Modern fizik tedavi cihazlarımız olmadığından tedaviye gelenlerin sağlık durumlarında hiçbir ilerleme sağlayamıyoruz”

“Bu kız çocuğu İsra, yetersiz beslenme yüzünden yürüyemiyor”


Fizik tedaviye gelen bu çocukların hastalıkları neler?

Bu çocuk Musa, doğuştan şekil bozukluğu var, sırtında bir kitleyle doğmuş; kitle alındıktan sonra iki bacağına da felç inmiş. Bu çocuk ise otizmli, serebral palsi hastası; doğum esnasında beynine yeterince oksijen gitmemiş. Bu da geçirdiği trafik kazasında beyni hasar almış bir çocuk. Bakın bu gördüğünüz kız çocuğu İsra da (aşağıda resimdeki) yetersiz beslenme yüzünden yürüyemiyor.

Savaşta sakatlananlar da vardır…

Evet, hem de çok. En yaygın görülen vakalar omurilik zedelenmesi, uzuv kaybı ve sinir sisteminin tamamıyla zarar görmesi.

Kampta çadırlarda yaşayan hastalarla normal evde yaşayanlar arasında fark var mı?

Var tabii. Hava durumu, özellikle soğuk havalar hastaları çok etkiliyor. Kamplarda yollar yürümeye uygun olmadığından çocuklarda yürüme gecikmesi ve yürüme zorlukları var. Yine kamplarda fakirlik çok yaygın. Ulaşım problemi var. Hastalarını buraya getirecek araç sıkıntısı çekiyorlar. Kemik kırıkları olanlar, uzuvları kesilenler, şeker hastaları, omurilik yaralanmaları vb. var. Ayrıca yetersiz beslenme de kas ve sinir sistemini çökertiyor, beyin hücrelerini de öldürüyor. Böyle çok vaka var. Kamplarda yetersiz ve kötü beslenme, suların kirliliği, kimyasal maddeler yüzünden oluşan çevre kirliliği hep beyin hücrelerine hasar veriyor. Kandaki protein trombositleri zarar görüyor.

Psikolojik rahatsızlıklar da bu tür hastalıklara yol açıyor mu?

Evet. Şu an gördüğün, -yetişkin veya çocuk- fizik tedaviye gelmiş hastaların hepsinin psikolojik rahatsızlıkları da var. Şöyle düşünün: Bu insanlar savaştan evvel doğru düzgün evlerde, apartmanlarda yaşıyorlardı; bir anda kendilerini kamplarda, çadırlarda buldular. Varlıklılardı; birden beş parasız kalakaldılar. Temiz su içiyorlardı; artık kirli suya mahkumlar. Her yer çok kalabalık, kamplar iç içe insan dolu. Buraya gelene kadar bombardımanlar yüzünden oradan oraya sürekli göç etmek zorunda kaldılar. Tüm bu etkenler psikolojik problemlere yol açtı. Ayrıca engellilik de insanları toplumdan uzaklaştırdı. Kıyafetsizlik ve gıdasızlık da. Mevcut şartlar yüzünden hemen herkes psikolojik desteğe muhtaç, hatta biz doktorlar bile.


Sizi en çok etkileyen hastalar hangileri?

Tabii ki çocuklar. Şu kız mesela; yiyecek yemek bulamadığı için yürüyemiyor. Bir de imkânsızlık yüzünden gerekli tedaviyi uygulayamadığımız için hasta kalanlar var. Mesela yaşlılar, mesela savaşta yaralananlar. Buna çok üzülüyoruz. Biz onların mevcut durumunu korumaya, daha fazla kötüleşmelerini engellemeye çalışıyoruz, yoksa durumlarını daha iyi hale getirebilmemiz mümkün değil. Çünkü modern fizik tedavi cihazlarımız yok. Bu gördüklerinizin hepsi el yapımı cihazlar, onlarla hastalara tedavi uygulamaya çalışıyoruz. Tabii ki elimizde modern cihazlar olmadığından bize tedaviye gelen çocukların ve büyüklerin sağlık durumlarında hiçbir ilerleme sağlayamıyoruz.

Savaştan evvel ve sonra size gelen fizik tedavi hastaları arasında ne gibi farklar var?

Eskiden vakalar hafifti ve sıradandı. Trafik kazasında, spor yaparken ya da bir yerden düşüp yaralananlar geliyordu. Eklem rahatsızlıkları oluyordu. Savaştan kaynaklı yaralamalar yoktu, yetersiz beslenme ve açlık yüzünden gelen hastalar da yoktu. Çok farklıydı hastalarımız. Savaşla birlikte kurşunla veya bombayla yaralananlar, yananlar, zehirlenenler, kemikleri kırılanlar, uzuvları kopanlar veya kesilenler yoğunlaştı. Felç vakaları çok arttı.  Keza panik, fakirlik ve kahırdan yüksek tansiyon ve kısmi felç de çok. Yani savaş öncesi ile sonrası arasında çok bariz bir fark var. Artık savaş nedeniyle gelen vakalar, diğer normal yaralanmalardan çok daha fazla. 


25 senedir çocuk doktoru olan Halid bey:

“Savaş nesli çocuklarının peşini hastalıklar hiç bırakmayacak”

“Kamplarda yaşayanların ömürleri 50-55 seneye düştü”

 

Savaştan evvel Suriye’de sağlık şartları nasıldı? Neler değişti?

Savaştan evvel Suriye’de sağlık durumu stabildi, hastanelerde hizmet iyiydi, doktorların sayısı fazlaydı. Savaşla birlikte hem ülke içinde hem de ülke dışına 6-7’şer milyonluk bir göç yaşandı. Suriye’nin doktorları ve diğer sağlık çalışanları Türkiye’ye ve Avrupa’ya göç etti. Bu da içeride tıbbi kadrolarda büyük bir açığa yol açtı. Diğer yandan savaş kaynaklı rahatsızlıklar çok fazla. Bir milyonu aşkın insan hastalandı, yaralandı veya engelli kaldı. Bu da bölgede sağlık alanında ciddi bir yük demek.

Çocuk hastalıklarında ne gibi değişiklikler oldu?

Hastalıklar çok arttı. Savaştan evvel ülkede gıda güvenliği vardı, yetersiz beslenme diye bir şey yoktu. Şu an en büyük problemlerimizden biri bu. Kampların kötü hali, insanların maddi sıkıntıları ve fakirliği, kaynakların yetersizliği yüzünden çocuklarda kötü beslenme ileri derecede. Bazı hastalıkların sebebi de ailelerin cahilliği veya yaşadıkları yerin sağlık merkezlerine uzaklığı yüzünden çocuklarına doğru düzgün aşı yaptırmamaları. Yine kamplarda altyapısızlık ve hijyensizlik yüzünden ishal, dizanteri gibi bağırsak ve mide hastalıkları çok. Savaş ortamı ve sonuçları, Suriye halkının tamamı, ama özellikle çocuklar için tam bir felaket oldu.

Bu çocuklar büyüdüğünde ne olacak? Gelecekte nasıl bir Suriye toplumu bekliyorsunuz?

Biz bu çocuklar için “savaş nesli” diyoruz. Eğitim, sağlık ve psikolojik baskı bakımından eşi benzeri olmayan şartlarda büyüyorlar. Her gün bombalara, yıkıma şahit oldular. Her gün korku içindeydiler. Allah yardımcıları olsun, bunların peşini psikolojik hastalıklar ve depresyon bırakmayacak. Yetersiz beslenen çocukların gelişimi tabii ki sağlıklı büyüyenler gibi olmayacak; ileride toplumda etkin rol alamayacaklar.

Yetersiz beslenme gelecekte çocuklarda ne gibi sıkıntılara yol açacak?

Hafıza zayıflığı, zihni ve fiziksel yetersizlik, tansiyon ve şeker gibi kronik hastalıklara neden olacak. Bağışıklık sistemi zayıf kalacağından her türlü hastalığı kapmaya meyyal olacaklar.

Bu çocuklar yıllarca hep korku yaşadı. Daimi korkunun çocuklar üzerindeki etkisi ne olabilir?

Korku ve stres insanın bağışıklık sistemini çökertir. Böylece virüslere ve enfeksiyona daha kolay kapılır ve hastalık şiddetlenir. Ayrıca stres, kortizon hormonunu da yükseltir. Bu da kişinin gelecekte şeker, kalp ve damar hastalıklarına yakalanma ihtimalini artırır.

Suriye toplumunda erken ölümler başladı. Mesela kamplarda yaşayanların ömürleri artık 50-55 sene. Niye? Endişe, psikolojik baskı, üzerlerindeki büyük sorumluluklar, kısaca tahammülü zor hayat şartları yüzünden. Her ailede bir-iki kişi şehit verildi ve hayatta kalanların şehitlerin küçük çocuklarına bakmaları gerekiyor. Bu sorumluluklar ebeveynler ve aileler üzerindeki psikolojik baskıyı artırıyor. Bu şekilde insanların ömrü azalıyor. Bunu özellikle siyasi istikrarın olmadığı bölgelerde görüyoruz. Bombaların, topun tüfeğin arasında insanların ne bir gelecekleri ne de umutları var.  Buna bir de zorlu iktisadi şartları ve sağlık koşullarını ekleyin.

Çocukları düzgün tedavi edebilme imkânınız var mı?

Mevcut tıbbi imkanlar dahilinde elimizden geleni yapıyoruz. Kifaf Kliniği’nin varlık nedenlerinden biri, yetersiz beslenme sorunları olan veya engelli kalan insanların, ama bilhassa çocukların tedavisine odaklanmak. Hem yetersiz beslenme hem de fizik tedavi bölümümüz var. Fizik tedavi bölümündeki çocukların durumunu gördünüz zaten. Savaştan kalma engelleri, beyin felci gibi hastalıkları var.

Kuzeyde tıbbi ihtiyaçlar çok fazla. Evet, sağlık merkezleri ve hastaneler var; ama bunlar tıbbi müdahale için çok yetersiz.

Sizi en çok üzen vakalar neler?

Savaş yüzünden uzuvları kesilmiş çocuklar. Bombardımanın neden olduğu yaralanmalar sonucu vücutlarının üst ya da alt kısmında uzuvlarını kaybettiler. Çok acı veren durumlar bunlar. Bir de yetersiz beslenmeden muzdarip çocuklar. Eğer bu çocuklar yeterli beslenebiliyor olsaydı ya da en başından tedavi edebilseydik beslenme ve vitamin eksikliğinden beyinlerinde ya da karaciğerlerinde hasar meydana gelmezdi.

Savaştan önceki ve sonraki hastanelerin durumunu mukayese edebilir misiniz?

Savaştan önce hastanelerin dağılımı nüfusun dağılımıyla doğru orantılıydı ve yeterliydi. Bugüne gelince, bölgede hastaneler mevcut; ama tıbbi kadro eksiliği var. Çocuk kalp cerrahı, göğüs hastalıkları cerrahı, damar cerrahı, romatolog gibi alanlarda uzman doktor açığımız büyük. Varsa da bütün bölgede ancak tek bir tane olduğundan yetmiyor.

 


10 yıl evvel mezun olmuş dahiliye doktoru Muhammed Vahîd:

“Kuzeydeki kurtarılmış bölgede örnek teşkil edecek çok iyi bir sağlık hizmeti yok”

“Depremden sonra Türkiye’ye hasta nakli iyice zorlaştı, çok fazla hasta hayatını kaybetti.”

 

Suriye’nin kuzeyinde sağlık şartları nasıl?

Kuzeydeki kurtarılmış bölgede örnek teşkil edecek çok iyi bir sağlık hizmeti maalesef yok. Sıkıntılarımız büyük. Hele de bizim görev yerimiz gibi ilçe merkezinden uzak bölgelerde. Mobil klinik hizmeti veren bazı özel kuruluşlar var. Ama sağlık merkezlerinin sayısı ihtiyaca kıyasla az. Sağlık hizmetlerini yürütme önünde en büyük engel tıbbi personel, cihaz ve ilaç yetersizliği. İhtiyaçlarımız çok. En temel ihtiyaçlar, kronik hastalar ve çocuklar için gerekli ilaçlar. Fakirler bu ilaçları satın alamıyor.

Burada en temel sağlık problemleri neler?

Kamplarda hijyen koşullarının ve altyapının kötü olması yüzünden bulaşıcı hastalıklar var. Kolera, cilt hastalıkları, bit, uyuz, parazitler, karaciğer iltihaplanması, solunum yolu enfeksiyonları gibi. Tedavi için gerekli ilaçlara ulaşma noktasında sıkıntı çekiliyor.

Savaşla bağlantılı hastalıklar yaygın mı?

Savaşın engelli bıraktığı hastalar burada çok.

Psikolojik rahatsızlıklar iç hastalıkları tetikler. Psikolojik rahatsızlıklar yaygın mı?

Evet. İç hastalıkların yüzde 40 kadarı psikolojik rahatsızlıklardan kaynaklanıyor. Kalp çarpıntısı, uyku bozukluğu, depresyon şikayetleri ve özellikle gençler arasında intihar düşüncesi yaygın.

Bazı hastalıkların burada tedavi imkânı yok diye biliyorum. Bu hastalar ne yapıyor?

Kanser hastaları ve savaşta yaralanıp sinir sistemi zarar görenler sadece Türkiye’de tedavi olabiliyor. Burada tecrübeli uzman doktorlarımız olsa bile ameliyatlar için gerekli tıbbi cihaz ve ekipman yetersiz.

Bu hastaları Türkiye’ye yollamanız zor olmuyor mu?

Türkiye’ye hasta nakli ancak çok acil durumlarda yapılıyor; çünkü prosedürü zor ve belli bir kotası var.

Peki, gerekli tıbbi cihazlar ve ilaçlar olmaması yüzünden hayatını kaybeden hasta sayısı çok mu?

(Derin bir nefes alarak) Evet, maalesef çok. Depremden önce durum daha iyiydi. Depremden sonra hastaların Türkiye’ye nakli iyice zorlaştı, özellikle de kanser hastalarının. Burada çok fazla hasta hayatını kaybetti. Eğer Türkiye’ye nakledilebilselerdi veya burada daha iyi ekipman olabilseydi, bu insanların hayatı kurtulurdu.

Neden depremden sonra hasta nakli zorlaştı?

Çünkü Türkiye’deki hastaneler depremde yaralananlarla dolup taştı. Ayrıca sınıra yakın hastaneler de depremde zarar gördü.

İlaç sıkıntısından bahsetmiştiniz. Burada ilaç fiyatları nedir? Türkiye’den daha mı pahalı, daha mı ucuz?

Evet. Maddi durumu kötü olanlar, eğer hastanelerden bedava temin edemezse, parayla ilaç satın alamıyorlar. Türkiye’den gelen ilaçların fiyatları aşağı yukarı aynı. Ama buraya ilaçlar daha ziyade rejim bölgesinden geldiği için biraz daha ucuz. Ağrı kesici gibi basit ilaçlar çok ucuz. Hatta bu bölgede de bazı ilaçların üretimi var; ama ilaçların uluslararası lisansı olmadığı için güvenemiyoruz. O yüzden rejimden ya da Türkiye’den gelen ilaçları kullanıyoruz.

Rejim bölgesinden ilaçlar buraya hangi yolla geliyor?

Kaçak geliyor. Bu yüzden fiyatları rejim bölgesine kıyasla daha yüksek. Tabii artık rejim bölgesindeki ilaçlar da güvenilir değil, geçmişteki gibi bir kalite kontrolü ve sıhhi denetim yok. Vakti bitmiş ilaçların tarihini yenileyip bize satıyor da olabilirler.

Suriye’nin kuzeyinde çalışan sağlık personelinin ortalama maaşı nedir?

Doktorların maaşı, eğer haftada altı gün tam mesai çalışırlarsa, ortalama 1200-1500 dolar; hemşirelerin ise 300-500 dolar arası. Tabii ki bu, STK’ların kurduğu özel tıp merkezlerinde çalışanlar için geçerli. Türkiye’den gelip giden Suriyeli doktorlar ise 500 dolar ve hemşireler 200 dolar alıyor. Maaşlar, ya haftada altı gün ya da nöbet sistemine dayalı olarak haftada 48 saat sürekli çalışma esasına dayalı.


18 Şubat 2024 Pazar

XX: “SURİYE’NİN KUZEYİNDE HERKES PSİKOSOSYAL DESTEĞE MUHTAÇ”


“SURİYE’NİN KUZEYİNDE HERKES PSİKOSOSYAL DESTEĞE MUHTAÇ”

“SADECE KADINLAR DEĞİL, ÇOCUKLAR DA İNTİHARI DÜŞÜNÜYOR”

“GÜNLÜK YİYECEK YETERLİ EKMEK BİLE BULAMAYAN AİLELER VAR”

“YETERSİZ BESLENME YÜZÜNDEN ÇOCUKLAR ÖLÜYOR; ÖLMEYENLER DAVRANIŞSAL, BİLİŞSEL VE FİZİKSEL OLARAK GERİLİYOR”

XX (Suriyeli psikososyal destek uzmanı)

Azez/Suriye, 11.2.2024

 

Azez, 2016 sonundan beri Türkiye’nin ve muhaliflerin kontrolünde. Savaş, göç, fakirlik, işsizlik, deprem ve statü belirsizliği yaşayan bölgedeki Suriyelilerin, özellikle de hanımların problemlerini ve haletiruhiyesini öğrenebilmek için, yıllardır onlara bireysel veya toplu psikososyal destek hizmeti veren bir psikolojik danışmanla geçtiğimiz Pazar günü bir röportaj yaptım.

 

Suriye’nin kuzeyindeki halkın çoğu savaşı, göçü ve fakruzarureti yaşamış insanlar. Bütün bunlar kadınların psikolojisini nasıl etkiliyor?

Suriye’nin içinde yaşayanlar olarak hakikaten çok zor psikolojik etkilerle boğuşuyoruz. Buradaki istisnasız herkes daimi psikososyal desteğe muhtaç. Ayrıca emniyet, gıda gibi en temel ihtiyaçlar da karşılanamıyor. Yine kadınların, geçimlerini sağlayabilecek şekilde mesleki ve eğitim bakımından güçlendirilmesi gerekiyor.

Bu bölgede bir de deprem yaşandı. Özellikle depremden sonra depresyon, genelleştirilmiş anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu gibi psikolojik rahatsızlıklar arttı. İnsanlar duygusal katılaşma ve hissizleşmeden muzdarip. Sürekli endişe içinde yaşıyorlar, endişeyle yatıp endişeyle kalkıyorlar. Özellikle de sahip oldukları her şeyi yitirenler. Burada öyle insanlar var ki bütün malını mülkünü, sevdiklerini, eşini, çocuğunu, resmî belgelerini, kısaca bu hayatta sahip olduğu her ne varsa hepsini yitirdi.

Bizim insanlara psikososyal destek vermemiz yetmiyor; onların psikiyatristlere ve ücretsiz ilaç veren kaynaklara da ihtiyacı var. Çünkü burada psikiyatrik ilaçlar pahalı.

Psikiyatrik ilaçların fiyatları aşağı yukarı nedir?

Değişiyor. Mesela antidepresan fiyatı anksiyete ilaçlarından farklı, antipsikotikler de farklı fiyat. Deprem felaketine maruz kalıp psikolojik rahatsızlıklar çeken çocuklar epilepsi hastası olmaya başladı. Ve epilepsi ilaçları çok pahalı, yaklaşık 20 dolar, yani 650 TL.

İnsanların psikolojik desteğin yanı sıra hayatını sürdürebilmek için iki ayağı üzerinde durabilecek şekilde iş güç sahibi olması gerekiyor. Ama bölgede insanların çalışıp para kazanabileceği fabrika, üretim tesisi vs. yok. Hayat çok zor, iş imkânı çok sınırlı. Tek bir yönetim mercii yok. İnsanlar daimi korku ve endişe içinde.

Daimi korku ve endişe hissi insanların günlük hayatını nasıl etkiliyor?

Psikolojik bozuklukların yan etkileri var. Mesela bazı kadınlar kendilerine zarar verebiliyor, intiharı düşünüyor. Çocuklarına zarar verebiliyor. Eve ekmek getirmesi için çocuklarını küçük yaşta çalışmaya yolluyor; sokakta mendil, çiçek sattırıyor. Bu yüzden çocuklar eğitimsiz kalıyor. Cehalet giderek yayılıyor, özellikle kamplarda. Burada ilim sahibi olmak bir lüks. Çünkü okul ücretleri, defter-kitap fiyatları yüksek.

İntiharı düşünen kadınların sayısı çok mu?

Evet. Şiddetli depresyondan ve zorlu hayat şartlarından kaynaklanan psikolojik rahatsızlıklar yüzünden intiharı düşünüyorlar. Sadece kadınlar değil, çocuklar da. Mesela başarısızlık korkusuyla ve üniversite masraflarını nasıl karşılayacağı endişesiyle ilaç içip intihara kalkışan lise son sınıf öğrencileri var.

Mevcut durum kadınları toplumsal şiddetten sağ kurtulan kişilere dönüştürdü. Erkekler işsizlik yüzünden asli görevlerini yapamamanın huzursuzluğu içinde duygusal olarak hissizleşti. Bu sefer kadınlar çocuklarının karnını doyurabilmek için iş arayışına girdi; ama burada kadınlara uygun iş de yok. Kadınlar evladımı nasıl besleyeceğim diye daimi bir gerginlik ve kaygı içinde. İnsanlar onurlu bir hayat yaşayabilmek için en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor. İnanın günlük yiyecek yeterli ekmeği bile bulamayan aileler var.

İntihar oranları nedir?

Diğer kuruluşları bilemem ama sadece bize her ay gelen vaka sayısı 5-6. Çok ciddi şekilde intihara kalkışanları söylüyorum, diğerlerini değil. Bunlara psikososyal destek verirken en azından bazı ihtiyaçlarının karşılanması veya iş sahibi olmaları için onları başka kuruluşlara yönlendirip fikirlerini değiştiriyoruz. Fikri düzeyinde on kadından dokuzu ölmek istiyor; ama buna cesaret edip fiilen intihara kalkışanlar daha az.

İntiharlara dair istatistik yok mu?

Bu bölgede damgalanma olgusu var. İnsanlar intihardan utanç duyup saklar. Aileler ölüm sebebi olarak başka şeyler söyler. Bizden psikososyal destek almaya gelenler, anlattıklarını kimseyle paylaşmayacağımızı, gizli tutacağımızı bildiklerinden konuşuyorlar. Normalde herkes yaşadıklarını anlatmaz.

Rejimin devrim sırasında halktan intikam almak için tecavüz silahını kullandığı, on binlerce genç kızın hayatını kararttığı, ama ailelerin utanç içinde bunu gizlediği de söyleniyor.

Evet. Özellikle rejimin hapishanelerine düşen kadınların kahir ekseriyeti serbest kaldıktan sonra hiçbir şey anlatmadı. Sustular hep. Damgalanmaktan korktular.

Peki, burada taciz-tecavüz vakaları var mı?

Buranın insanı Allah’tan korkar; böyle haramlara girişenlerin sayısı çok çok azdır. Bir yılda en fazla üç tane böyle vaka gelir bize.

Bu soruyu sormamın nedeni, Türkiye’de sanki Suriyeli erkekler birer tacizci-tecavüzcü gibi bir algının kasıtlı olarak halkın zihnine yerleştirilmesi. Eğer böyle bir eğilim olsa, bu suçu işlemek burada daha kolay diye düşünüyorum. Çünkü geçmiş ziyaretlerimde inşaatı tamamlanmamış binalarda kapısız evler gördüm, içinde dul hanımlar ve yetimler yaşıyordu. Keza çadırlarda zaten kapı diye bir şey yok. Böyle bir suçun işlenmesi için fiziksel olarak ortam müsait.

Burası muhafazakâr bir toplumdur. Evet, çadırların kapısı, kilidi yok; ama insanlar Allah Teala’dan korkar.

Peki, kadınları rahatsız etme oluyor mu?

Çok az gerçekten. Bize en çok gelenler, psikolojik desteğe ihtiyacı olanlar ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayanlar. Herhangi bir şekilde cinsel taciz veya tecavüzden bahseden sayısı o kadar az ki.

İktisadi zorluklar her toplumda suç oranlarını artırır. Burada hangi suçlarda artış var? Mesela benim en çok duyduğum uyuşturucu satışı ve bağımlılığı.

Evet, en çok uyuşturucu var; ikinci sırada da hırsızlık geliyor. Çünkü burada hakikaten geçim kaynağı yok. Yine burada herkesin silahı olduğundan kasıtlı değil, yanlışlıkla adam öldürme vakaları olabiliyor.

Çocukların psikolojisi nasıl?

Çok yorgunlar. Çünkü çocuklar onurlu bir hayata sahip değiller. Bizim çocuklarımız inanın her şeyden mahrumlar. Küçük bir oran okula gidebiliyor, eğitim alıyor. Kahir ekseriyet ise ya eğitim masrafları yüksek olduğundan evde oturuyor ya da aile geçimi için çalışıyor. Ayrıca çocukların yeterli kıyafetleri de yok. Babalar işsiz. Anneler parayı nereden bulacak?

Aile içinde dayağa ve şiddete maruz kalan çocuklar var. Çünkü bu zorlu hayat şartlarında ebeveynlerin de huyu sertleşiyor, asabileşiyorlar ve bu yüzden çocuklarına tahammül edemez hale gelip hemen parlayıveriyorlar.

Aile içi sıkıntıların da arttığı söyleniyor.

Evet. Aileler parçalanıyor artık. Geçmişte bir-iki boşanma anca duyardık ve bu, hoş karşılanmazdı. Şimdi ise boşanmalar çok arttı. Erken yaşta evlilik de yaygınlaştı. Babalar çocuklarını 18’ine varmadan evlendiriyor, bir lokma yemek için. Artık evlilikte yaş denkliği de aranmıyor. Kim evlilik talebiyle geliyorsa, kimdir sorup soruşturmadan, çocuğuma uygun mudur diye araştırmadan evlendiriveriyorlar.

Size gelen hangi vakalardan en çok etkileniyorsunuz?

Biz duygularımızı bir kenara bırakıp profesyonelce işimizi yürütüyoruz. Ama tabii bazı vakalarda ister istemez üzülüyoruz. Beni en çok etkileyen, maruz kaldığı toplumsal şiddet yüzünden depresyona sürüklenen ve intiharı düşünen kadınlar. Bir de aşırı fakirlik vakaları. Öyle ki bazıları tamamen yokluk içinde.

Bu sabah bir dahiliye doktoruyla görüştüm; yetersiz beslenmenin birçok hastalığa yol açtığını anlattı.

Evet, mesela anemi (kansızlık) hastalığı. Biliyor musunuz, ileri derecede yetersiz beslenme yüzünden burada çocuklar ölüyor. Ölmeyenler zihinsel problemler yaşıyor. Davranışsal, bilişsel ve fiziksel olarak geriliyor ve yetersiz beslenme nedeniyle IQ’ları düşüyor.

İlçe merkezinde normal evlerde yaşayanlar ile kamplarda, çadırlarda kalanlar arasında psikolojik durum bakımından fark var mı?

Tabii ki var. İlçe merkezinde yaşayanların çoğu maddi bakımdan daha iyi olanlar. İşi ve aylık geliri olan aileler. Onların psikolojik durumu kamplardakilere kıyasla daha iyi. Ama ilçede ev kirasını bulmakta zorlananlar aileler de var. Kamplarda yaşayanlar ise hiçbir şeyi olmayanlar.

Bazı yaşlıların vatanına ve toprağına hasret kaldığı, dünyaya dağılan çocuklarının özlemini çektiği, bu yüzden hastalanıp öldüğü söyleniyor. Doğru mudur?

Yaşlılarda vatan hasretiyle yananlar, gurbette olmanın hüznüne gark olanlar, evinin-toprağının özlemiyle yaşayanlar var. Bu üzüntüler kalp krizlerini, felci vs. tetikleyebiliyor.

 

NOT: Azez’e güvenli bölge diye aylardır her gün Türkiye’den otobüsler dolusu Suriyeli sınırdışı ediliyor. İş imkanının çok az olması nedeniyle mevcut nüfusun bile temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı ve bir yığın psikolojik problemler -ve önümüzdeki röportajlarda okuyacağınız üzere sağlık sorunları- yaşadığı bu bölgeye ilave nüfus yollandıkça şartların ne kadar daha kötüleştiğini varın siz düşünün.

Statü sorunu, diğer bir deyişle geleceğinin ne olacağı belirsiz bu bölgeye zaman zaman saldırılar da olduğu için ekonomiyi ayağa kaldıracak tesisler kurulamıyor. Bazen Türkiye briket evler yapıyor deniyor; evet yapıyor, insanları yıllardır yaşadıkları çadır sefaletinden kurtarmak için yapmamız da gerekir. Ama iş imkânı olmadan insanlar burada ne yiyip ne içecek, briket evin betonlarını mı kemirecek?

Öte yandan maddi durumu yerinde olanlar da belirsizlik yüzünden, yani yarın öbür gün Türkiye bölgeyi Esed rejimine teslim eder mi, başımıza ne gelir, katledilir miyiz korkusuyla psikolojik problemler yaşıyor. Zaten belirsizlik insanı içten içe kemirir.

Son olarak, Suriye’nin kuzeyinde hayat şartları ne kadar zor olursa olsun, bugüne kadar hem buradaki hem de Türkiye, Lübnan ve Avrupa’daki kiminle konuşursam konuşayım hepsi aynı tespitte bulundu: Suriye’nin kuzeyinde hayat, rejimin bölgesindekinden kat kat daha iyi. Rejim bölgesinde hem maaşlar çok daha düşük hem enflasyon ve hayat pahalılığı çok daha yüksek hem de korku çok daha fazla. Orta sınıfın kalmadığı Suriye içinde fakirliğin %90’dan daha fazla olduğunu da bir not olarak düşeyim.

NOT 2: Röportajda görüştüğüm uzman sadece kadınlara ve çocuklara danışmanlık hizmeti verdiği için onları konuştuk. Eğer erkek bir uzmanla röportaj yapsaydım, zannedersem o da benzer şeyler söylerdi. Suriye'nin kuzeyinde intihar eden erkekler de var. Hatta geçen sene Türkiye'nin sınırdışı ettiği genç erkeklerden intihar edenler de oldu.


4 Şubat 2024 Pazar

Z.T.KOR: KAHRAMANMARAŞLI DEPREMZEDELERLE RÖPORTAJLAR


KAHRAMANMARAŞLI DEPREMZEDELERLE YAPTIĞIM RÖPORTAJLAR

12.1.2024, Kahramanmaraş Karacasu Konteyner Kenti

NOT: Bir sene evvel 26-28 Nisan 2023’te Hatay, Gaziantep ve Mardin’de kalan depremzedelerle yaptığım röportajlara bu blogun Mayıs 2023 kısmından ulaşabilirsiniz. Türk ve Suriyeli depremzedelerle röportajlarımı üç bölüm halinde yayınlamıştım.

NOT: Blogda yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

 

12 Ocak’ta Kahramanmaraş’ta Karacasu Konteyner Kentinde müftülüğe bağlı bir anaokulunu ve Kur’an kursunu ziyaret ettim. Konteynerde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, depremin hayatlarını nasıl değiştirdiğini öğrenmek için sorular yönelttim. Anaokulunda biri öğretmen (C), diğer ikisi depremden sonra psikolojik terapi mahiyetinde çalışmaya başlayan 50’li yaşlarında gelin (B) ve görümce (A) toplamda üç hanımla; Kur’an kursunda ise orta ve ileri yaşta 10-15 kadar öğrenci hanımla yarımşar saat görüştüm. Dikkatimi çeken ve beni şaşırtan husus, görüştüğüm kadınların yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini çok başarılı bir şekilde ifade edebilmeleriydi.

Depremin merkez üssü Kahramanmaraş’ta, bir yıl sonra depremzedelerimizin hayatını, düşüncelerini ve psikolojilerini öğrenmek, onları hissetmek ve ibret almak için buyurunuz…

 

A: “BİZ DEPREMLE KÜÇÜK MAHŞERİ YAŞADIK, KÜÇÜK CEHENNEMİ TATTIK”

B: “ÇADIRDAYKEN KONTEYNER ÇIKMASI SANKİ BİR VİLLAYA SAHİP OLMAK GİBİYDİ”

C: “DEPREMLE BİRLİKTE İYİLER ÇOK DAHA İYİ, KÖTÜLER ÇOK DAHA KÖTÜ OLDU”

Kahramanmaraş’ta konteynerde kalıyorsunuz. Alışabildiniz mi? Konteyner hayatı nasıldır, bize anlatır mısınız?

A: Ben oğlumla Katar’ın konteynerinde kalıyorum. Diğerlerine kıyasla daha küçük, iki kişiden fazlasını almaz; ama daha lüks ve konforlu. Toplam 18 metrekare; tek oda ve bir lavabosu var. Küçük olduğu için her şey tıkış tıkış. Bu yüzden ortalık çabuk kirleniyor, ama çabuk da temizleniyor. Oturmamız, yatmamız, yememiz, içmemiz, bütün hayatımız 6 metrekare bir halının üstünde geçiyor. İlk başlarda bocaladık ama hamdolsun, artık alıştık.

B: İnsan her şeye alışıyor. Kendi imkanlarımızla yaptığımız derme çatma çadırda 2 ay boyunca tam 21 kişi kaldık, çok rezillikti. Dolayısıyla konteyner, çadıra göre çok daha rahat olduğundan alıştık, artık evimiz gibi. Bizimki 21 metrekare. İki küçük odası ve bir lavabosu var.

21 kişi çadırda nasıl kalabildiniz?

B: İnsanlar korkup şehirden ayrıldı. Kayınlarımın eşleri İstanbul’a, Antalya’ya gitti; geri kalan aile mensupları bizde kaldı. Ben en büyük gelindim; mecburen beraber idare ettik, yapacak bir şey yoktu.

Konteynerde şu an kaç kişisiniz?

B: İlk başta üç oğlum, kızım, damadım ve eşimle bendik. Sonra oğluma ayrı yer çıktı; kızım da evlenip ayrı konteynere geçti. Şu an dört kişiyiz. Buna da şükür; Rabbim bu günümüzü aratmasın.

Kızın depremden önce mi, sonra mı evlendi?

B: Kızım nişanlıydı, düğün yapacaktık; ama deprem olunca yepyeni bütün eşyaları Adıyaman’da enkaz altında kaldı. Damadımın da kaldığı ev depremde yıkıldı; mecburen bizimle yaşamaya başlayınca apar topar düğün yaptık.

Depremde neler yaşadınız?

C: Evimiz deprem başlar başlamaz yıkılıverdi, uykudan uyandığımız gibi duvarlar üzerimize çöktü. Beni enkazdan çıkardılar. 8 kişilik ailemizde kayıp çok şükür yok; ama apartmanımızdan 21 kişi vefat etti. 4. katta yaşıyorduk; 5., 6., ve 7. katlar tamamen uçtuğu için biz enkazın üstünde kaldık. Duvarlar parçalanınca bazılarımız yatak odasındayken bir anda mutfak balkonuna savruldu. Bizi bu sayede vatandaşlar enkazdan kurtarabildi. Annemi çıkartmak çok zor oldu, 9 saat sürdü. Bacağının üstüne kolon düşen ikiz kardeşim ameliyat oldu, platin takıldı. 7. katta yaşayan komşularımızdan hiçbiri sağ çıkamadı. 6. kattaki komşumuz yanarak vefat etti. Çünkü bizi enkazdan çıkardıktan sonra apartmanda yangın başladı. O an çaresizlik hissi neymiş çok iyi anladık. O kadar büyük bir çaresizlikti ki gözümüzün önünde apartman sakinleri yandığı halde hiçbir şey yapamıyorduk. İtfaiye aracı geldiğinde suyu boşalttığı halde aşağılara inmiyor, yangın sönmüyordu.

A: Çığlık sesleri çok zordu. Benim binam hemen çökmedi, enkazdan çıkmadım. Ama yan taraftaki bina ben aşağı indiğimde gözümün önünde çöktü. “Yardım edin, imdat” diye bağırıyorlardı; ama donup kaldık, hiçbir şey yapamadık.

B: Öyle bir şok anıydı ki hiçbir şey yapamıyordum; ne ağlayabiliyor ne de üzülebiliyordum. 10-15 gün kendime gelemedim. Komşumuzun gelini öldüğü için insanlar feryat ediyordu; ben sadece donup kaldım. Adıyaman’ın bir köyünde yaşayan annemin ölüm haberi geldi. Aslında ölmemiş, enkazdan yaralı çıkarılıp ameliyata alınmış, sonradan öğrendik. Haber geldiğinde “Allah rahmet eylesin, yapabileceğim hiçbir şey yok, çocuklarımı bırakıp cenazeye gidemem” dedim. Bazı insanlar ailesini geride bırakıp şehir dışına gitti; ben “asla” dedim, “ölürsek de beraber, kalırsak da”. Çocuklarımı bırakıp tuvalete bile gidemiyordum. Yardım TIR’ı geldiğinde içindekilerden almaya onlarla gidiyordum. İnsan o anda kendini ve annesini bile düşünmüyor, tek derdiniz çocuklarınız oluyor.

A: Biz bir özel hastanenin yanında kalıyorduk. Ağabeyimin büyük bir arabası vardı; günlerce hastaneye hiç durmadan ceset taşıdı. Öyle ki ceset görmek artık sıradanlaştı. Yoğun bakım, poliklinikler, acil servis, her yer tıklım tıklım dolduydu. Ne yeterli doktor vardı ne de tıbbi cihaz. Deprem anında ölmeyenler de o şekilde tıbbi imkansızlıklardan hayatını kaybetti… Ağabeyim gelip 5-10 dakika sobada ısınıp tekrar hastaneye yardıma gidiyordu. Hem ağlıyor hem de yardım etmeye çalışıyordu. Bizim elimizde ise gerekli malzeme olmadığından kimseye faydamız dokunmuyordu. İnsanların çığlığını duymamak için mecburen kulaklarımız tıkıyorduk.

Deprem sırasında yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Çocukların ayağı çıplak, üstlerinde doğru düzgün kıyafet yoktu. Sırtımdaki yeleğimi çıkarıp çocuğumun ayağına sardım. Kızım hastaydı. Evden inerken iki tane yorgan kapmışım. O yorganları indirirken merdivenden aşağı düştüm. 6 ay dizimden epey zorlandım.

İkinci deprem olmaya başladı. Kaldığımız yerde büyük bir otobüs vardı. Adam otobüsün camını kırıp ters kontak yaptı. Tanıdığı tanımadığı herkese “Binin, sizi buradan uzaklaştırayım” dedi. Hemen atladık. İkinci depremde de yıkımlar oldu. Bizim mahalleler ‘hayalet kent’e dönüştü.

Rabbim bir daha hiç kimseye yaşatmasın. Çok zor süreçler atlattık. Büyük bir imtihandı. Allah bizi uyarıyor; bunun farkına bazen varıyoruz, bazen varmıyoruz. Aslında biz depremle küçük mahşeri yaşadık, küçük cehennemi tattık. Yine de bazen gaflete kapılıp şükürsüz olabiliyoruz.

Depremden sonra ne gibi sıkıntılar yaşadınız?

B: Ne yaşamadık ki! Çadırımızı su bastı. (Ağlayarak devam etti.) İlk zamanlar çok kötüydü. Yıkanamadık. 2 yaşındaki torunum bitlendi. Lavabo, banyo ihtiyacımız vardı; gidebileceğimiz yer yoktu. 25 gün sonra yavaş yavaş düzelmeye başladı.

A: Okulun oraya çamaşırhane, banyo konmuştu. Sıraya giriyorduk.

B: Çadırdan konteynere geçince her şey daha iyi oldu. Aslında yine de zor. Düşünsenize, büyük bir evden çıkıp önce bir çadıra, sonra konteynere düşmek…  Çadırdayken çevrede komşular olduğu için konuşup stres atabiliyordum. Şimdi çalıştığım için böyle bir imkânım olmuyor ama çok şükür, burada küçük çocukların eğitimine yardımcı oluyorum.

İşi nasıl bulabildiniz?

B: Tesadüfen oldu. Moralim çok bozuktu; burada çalışan bir öğretmen, “Senin psikolojin iyi değil, seni buraya yazalım, çalışırken rahatlarsın” dedi. Allah razı olsun.

(Ziyarette bana eşlik eden müftü yardımcısı, devletin deprem bölgesinde İŞ-KUR’a başvuran herkese iş verdiğini söyledi.)

A: Kanser hastaları, yaşlı insanlar ve hamileler çok sıkıntı çektiler. Depremden üç gün sonra Kızılay’ın yardım aracının arkasına binip hasta çocuğumla Mersin’e yedi saatte gittim. İki ay kadar orada kaldım. Hastaneler çok kalabalık olduğundan çok büyük sıkıntı yaşardık. Kızım dokuz ay evvel vefat etti. Hastanede bakamayız demiyorlardı, elden geldiğince ilgileniyorlardı. Ama Mersin deprem bölgesine yakın olduğundan 400.000 göç aldı. 

Başınız sağ olsun. Peki kalıcı sakatlık yaşayanlar çok mu?

C: Çok fazla. Yollarda tekerlekli sandalyeliler çok.

A: Kolunu, bacağını kaybedenler de, yaralananlar da çok fazla. 50.000’den fazla insanımız hayatını kaybetti ama belki 20.000 kadarı da engelli kalmıştır.

B: Ölenler bir nevi kurtuldu. Biz ne olacağız bakalım…

Deprem gibi çok ağır bir imtihan yaşadınız. Neler öğrendiniz?

B: Benim bütün hayatım zaten hep bir mücadeleyle, koşuşturmacayla geçti. Depremle birlikte sabrı, merhameti daha iyi öğrendim. Paranın pulun boş olduğunu gördüm.

A: Son bir senede çok ağır şeyler yaşadık. 2-3 ay depremin psikolojisini atlatamadık. Korku vardı. Karanlıkta da, yalnız da kalamıyorduk. Kaybetme korkusu yaşamaya başladık. Ben depremden 2,5 ay sonra kızımı kaybettim. Yani evimizin yıkılması değil sadece. Maddi ve manevi çok zor süreçler geçirdik. Paranız olsa bile harcayamıyordunuz. Yemek yeme isteği kalmadı. Hepimizde bir donukluk vardı, duygumuzu ifade edemiyorduk. En yakını ölenlerden bazıları ağlayamıyor, ağlayamayınca daha da kötü oluyordu. Aileler arasında ufak tefek çatışmalar yaşandı. Zorluklarla mücadele edildiğinden bir noktadan sonra insanın birbirine sabrı ve saygısı kalmıyordu. Ama zamanla birbirimize kenetlenmeyi ve sahip çıkmayı öğrendik. Konteyner bulmak bizim için bir lükstü.

B: Çadırdayken konteyner çıkması sanki bir villaya sahip olmak gibiydi.

Konteyner neden bir lükstü?

A: Ocağa tencere koyup yemek pişirebiliyorsun. Bulaşığını, elini-yüzünü yıkayabiliyorsun, yıkanabiliyorsun. Kendine ait bir tuvaletin var. Bunlar depremden sonra lavabonun olmadığı bir ortamda artık lükse girmişti. İlk başlarda ekmek bile bulamıyorduk. Çocuklarımız çadırda üşüyüp hastalanmasın diye sabahlara kadar oturuyorduk ki üstü açılanı hemen örtebilelim.

B: Hava çok soğuktu. Gece kalktık, bir de baktık ki içeridekilerin nefesinden naylon çadırın kenarları ve çocukların başları buz tutmuş. Çok zor günlerdi. Tüp yoktu, sokakta ateş yakıp yemek pişiriyordum. Sobanın üstünde çay demliyordum. Ama yağmur yağdığında çadırın etrafından içeri su giriyordu.

Şanslısınız, soba kurmayı biliyorsunuz, sizin uyum sağlamanız daha kolay olmuştur. Ben bunları hiç bilmiyorum mesela ve benzer bir deprem yaşarsam mahvolurum...

B: Çok şükür… Siz de mecbur kalsanız öğrenirdiniz. Hayat her şeyi öğretiyor insana.

A: Hayatında hiç zorluk çekmemiş insanlar depremden daha fazla etkilendi, bocaladı. Biz zaten dar gelirliydik; yıllarca sobalı evde yaşadım. Depremden altı ay evvel ilk defa kaloriferli bir eve taşındım, o da depremde yıkıldı. Sokakta ateş yakıp yemek pişirmek, soba kurmak bizim bildiğimiz şeyler. Ama bilmeyenler için gerçekten çok zordu, çok daha ağır psikolojik sorunlar yaşadılar. İnsanların farklı kişilikleri olduğu için bu süreci bazısı kolay atlattı, bazısı daha zor. Bazısının ise hiç umurunda değildi; “Sağlıklıyım, elhamdülillah” diyor, arkasına dönüp hiç bakmıyordu. Bazısı ise çıkarının peşindeydi.

Çıkarının peşinde derken ne kastediyorsunuz?

C: Mesela evi sağlam olduğu halde yardımlardan faydalanmak için önüne çadır kurdular.

A: Depremden sonra muhtaç olan da, olmayan da yardım aldı. Açgözlüler, yapılan yardımdan birden fazla almaya kalkıyor, alamayınca hırslanıp curcuna çıkarıyordu. Deprem bölgesinde bazı insanlar hep alan el oldu, veren değil. Veren el olsalardı bu imtihanı daha kolay atlatırdık. Yağmalama çok fazla oldu. Düşünebiliyor musunuz, adam tutmuş çamaşır makinesi, buzdolabı, elektronik eşyaları yağmalıyor? Sen depremden çıkmışsın, onları ne yapacaksın? İhtiyacın varsa ekmek-su, çocuğuna süt, bez, mama alırsın.

C: Bu yağmalamalarda Suriyelilere çok suç atıldı. Her yağmacıya Suriyeli dendi. Halbuki öyle değildi.

A: Onlardan da vardı, Türklerden de.

C: Suriyeliler korkudan gündüzleri enkazlara yardım edemediler. Ama gece karanlığında enkazdaki insanları çıkartmak için çok çalıştılar. Buna şahidiz.

A: Bakın, bu hayatı Suriyeliler de seçmedi, biz de seçmedik. Ülkeleri savaş içinde. Dışarıdan gelen insanlara saygı duyarım, buraya keyfine gelmemiştir. Ama iyi niyeti suistimal edenler hem Türklerde var hem Suriyelilerde hem de başka milletlerde.

C: Çocuklarımın okulu nedeniyle Mersin Tarsus’a gidip dört ay kaldım. Maraşlıyım demek istemiyordum. Çünkü bunu öğrenenler hemen bir şeyler vermek, yardım etmek istiyordu. Biz yardım almaya alışık olmadığımızdan kendimizi çok kötü hissediyorduk. O dönem çok zorlandık, yardımı çekine çekine aldık. Ama kimisi nereye gitse “Biz depremzedeyiz, muhtacız” diyordu.

A: Ben Mersin’de depremzedeyim diyerek hiçbir yardımdan faydalanmadım. Sağ olsun, bir aile dostumuz bana kucak açtı, evi hastaneye yakındı. Çok şükür başımı sokacak bir ev bulmuştum; hakikaten çok muhtaç hale düşenler vardı. Yardım almasam da mağazalarda deprem bölgesinden gelenlere %30 indirim yapılıyordu. Bu çok güzel bir şeydi.

Deprem bölgesindeki bazı şehirleri Gazze’yle ilgili konuşmalarım vesilesiyle ziyaret ettim. Görüştüklerime “Depremden sonra insanlarda ne gibi değişimler oldu?” diye sorduğumda bana hep “Daha kötü hale geldiler” dediler. Burada nasıl?

C: İyiler çok daha iyi, kötüler çok daha kötü oldu.

A: Doyumsuzluk var. Açgözlülük ve bencillik başladı. Kaybetme korkusu başladı. Şükürsüzlük var. Mesela konteyner kentte oturanlar hamdolsun sıcak suya, yemeğe ve ısınabileceği klimaya kavuştu; ama hala şikâyet ediyorlar. Evet, bir göz odada yaşıyorum; ama en azından başıma yağmur yağmıyor, ayağım ıslanmıyor, çocuğumla oturup sohbet edebiliyorum. Bunlar çok büyük nimet.

C: Devlet konteynerleri boş da verebilirdi. Ama içinde diş fırçası ve macuna, kanepeye, halıya, en ince ayrıntısına kadar her şey vardı. Buna rağmen hala şu eksik, bu eksik diye itiraz ediyorlar.

B: Kaç ay kahvaltı ve yemek de verildi.

A: Her şey verildi. Ama bazıları yılın 12 ayı verilsin istiyor. Bedavacılığa da alışmamak gerekiyor. Sonuçta bize tükettiğimiz elektriğin, suyun, doğalgazın parasını soran, kira isteyen yok. Tamiratlar da yapılıyor. Daha fazlasını istemek bencillik.

Dediniz ki “İyiler daha iyi, kötüler daha kötü oldu”. Hangisi daha fazla?

A: Eşit diyebiliriz. İnsanların bakış açısı depremden sonra o kadar değişti ki. Kötü olanlarda merhamet duygusu kalmadı. En çok da yakınlarını kaybedenler, artık kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı noktasına geldi; artık gözleri hiçbir şeyi görmüyor. Bir de psikolojik sağlığı bozulduğu için en ufak bir şeyi sorun haline getirenler var.

B: Psikolojik sağlık çok önemli. Hala çok korkuyoruz. Deprem konusu açıldığında tekrar tekrar o günleri yaşıyoruz, şu an olduğu gibi.

A: Maraş’ta psikiyatriye gidiş çok arttı. O kadar vahim şeyler yaşandı ki atlatamıyoruz.

Hayatınızda neler değişti?

A: Mersin’de çarşıya alışverişe gittiğimde tuhaf oldum. Dört duvarı sağlam binalar vardı; yollarda yürüyebiliyordum. Hayat normal akıyordu, insanlar arabalarıyla işe gidip geliyordu. Bana tuhaf geldi. Çünkü depremden sonra Maraş’ta arabanız sağlamsa bile benzin yoktu. Yollar çok kötü durumdaydı. Evler ya tamamen enkaza dönmüştü ya da yarısı yıkıktı. Sağlam olana da korkudan girilemiyordu. Maraş’ta açık market bulamıyorduk, Mersin’de marketler iş yapıyordu. Normal işleyen hayata öyle bakakaldım. Sanki daha evvel hiç normal bir hayat görmemiş, yaşamamışım gibiydim. İnsan farklı bir psikolojiye bürünüyor; “Acaba ben neredeyim, bu yaşadığımız rüya mı?” diyordum.

C: Hayatın tadı tuzu kalmadı. Eskiden evimize veya kendimize bir şeyler satın alma hevesimiz vardı, artık alsak da bir, almasak da. Geçmişte çarşıya çıktığımda 5 kuruşluk dahi olsa evime mutlaka bir şey alırdım. Şimdi evimiz mi var ki ne alayım?

B: Ne alışveriş ne giyinme ne de yiyip içme zevkimiz kaldı. Yediğimiz yemeğin bile tadını alamıyoruz.

C: Başta Maraş’tan ayrılmak istemedim. Eşimin zorlamasıyla Tarsus’a çocuklarımın geleceği için gittim. Kızım lise sona, oğlum ortaokul sona gidiyordu; ikisi için de önemli bir dönemdi. Önce teyzemde kaldım; ama evi ikinci katta olduğundan korkuyordum. Orada da artçı depremle sallandığımızda küçük kızım, “Anne Maraş’ta evsiz kalmıştık, burada da mı evsiz kalacağız?” diye soruyordu. Çocuklarıma sarılıp ağlamaktan başka çarem yoktu. Sonra mecburen kiralık ev tuttuk. Devletten binlerce kez Allah razı olsun, hem sınava girecek çocuklarım için ücretsiz dershane imkânı tanıdı hem de oradaki okullara rahatlıkla gidip geldiler. İşimiz kolaylaştı. Ama nihayetinde hayatımız altüst oldu, her şey değişti.

Eskiden karanlıkta uyurdum; ama depremden sonra geceleri elektriği kapatamıyorum. Çocuklarımı Tarsus’ta bana eşimin bir emaneti gibi hissettiğimden ve tek başıma depremde ya çocuklarımı dışarı çıkarıp kurtaramazsam korkusu kapladığından geceleri gözüme uyku girmiyordu. Sadece eşim yanıma geldiğinde huzurla yatıyordum; en azından deprem olursa hep birlikte ölürüz düşüncesiyle… Tekrar deprem olursa üstümüz başımız tedbirli olsun diye geceleri pijama giyemedim. Üstüme bir kazak ile pantolon ayarlayıp, başımı da örtüp öyle yatıyordum.

A: Hayatta insanı mutlu eden bazı küçücük şeyler vardır, hiçbir zaman unutulmaz. Mesela itfaiyenin yanındaki ekmek fabrikasına gittik, ekmek yoktu. Ama orada beşli bir paket kışlık kalın çorap verdiler. Hayatımda hiçbir şey için o kadar mutlu olmamışımdır. Çünkü ayakkabım yoktu, ayaklarım üşüyordu. Düşünün, Mersin’e giderken ayaklarımdaki terliklerden biri kahverengi diğeri krem rengiydi. Üşümeyeyim diye önüme ne gelmişse onu giymişim; üstümde saçma sapan kıyafetler vardı… Bir de depremden sonra aşağı iner inmez ağabeyim arayıp “İyi misin, seni almaya geliyorum” deyince içimden “Aaa seviliyormuşum ya” dedim, dünyalar benim oldu. O mutluluk hiçbir şeye değişilmez.

C: Daha evvel hiç aramayanlar bile “Nasılsınız, sağ mısınız?” diye arıyorlardı ya insanı, bu o kadar mutlu ediyordu ki bizi.

 

***

“DEPREMLE BİRLİKTE HAYATIMIZDA HER ŞEY DEĞİŞTİ, DÜNYAYA YENİDEN GELMİŞ GİBİYİZ”

NOT: Kur’an kursunda 10-15 hanımla röportaj yaparken rahat konuşabilmeleri için sadece ses kaydı aldım. Deşifre ederken sesleri ayırt edebilmek zordu. Bu yüzden anaokulunda yaptığım röportajdaki gibi sesleri teşhis edip konuşanları harflerle kodlayamadım.

Konteyner kentte yaşamak nasıl bir şeydir, ne gibi zorlukları var, bize anlatır mısınız?

- Konteynerlerin büyüklüğü değişiyor; kimisi tek, kimisi iki odalı.

- Bizim konteyner diğer birçoğuna kıyasla daha iyi, ama küçük olduğu için ev ortamını tutmuyor. Herkes birbirinin konteynerinde neler olup bittiğini duyuyor. Dışarı ses çok geliyor. Komşular rahatsız olmasın diye sessiz olmaya çalışıyoruz. Ama zor.

- Bizimkinde yağmur yağdığında çatıda akma oluyor.

- Bizimkinin de banyosunda havalandırma yok. İçeri su basabiliyor. Pek iç açıcı değil, ama dışarıda kalmaktansa şükrediyoruz.

- Banyoya girip abdest aldığımızda veya yıkandığımızda suyun içinde kalıyoruz. Sürekli yerleri silip kurutmaya çalışıyoruz. Buna da şükür, en azından başımızın üstünde bir çatı var.

- Kuzularım gitti benim. Çocuklarımı kaybetmeyeydim, sokakta çadırlarda yaşamaya da razıydım.

- Bizim konteynerde de ne zaman banyo yapsak su odaya geçiyor. Kaç kere tamir edildiyse de düzelmedi. Sular içindeyim. Çocuklarım büyük. Oğullarım 1.90 boyunda ve yatağa sığmıyorlar. 5 kişiyiz. 2 kanepe ve ranza var. Bir çocuğuma da yere yatak seriyoruz; ama şu an zemin çok soğuk olduğundan mecburen iki çocuğumu bir kanepeye sıkıştırıyoruz. Böyle zorluklar olsa da çok şükür, çadırda kalmaktan iyidir.

- Biz misafirperver insanlardık. Şimdi konteynerde misafir ağırlama imkânımızın olmaması bana bir tuhaf geliyor.

- Evet, konteynerlerde misafirlere gerçekten yer yok; ama insanlar anlamıyor, yine de ziyarete geliyorlar. Misafir eve geldiğinde lavaboya gitmek bile bir mesele oluyor. Gidemiyoruz. Çünkü her halimiz dışarıdan ve içeriden duyuluyor. Misafir evdeyse gündüz banyo yapamıyoruz, gece de komşular rahatsız olacak diye giremiyoruz. Öylece kalakalıyoruz. Hayatımızın özeti işte böyle.

Peki, çocuklarınız konteynere alışabildi mi?

- Alışamadılar. Koşacakları, tepişecekleri bir alan yok. Çok zorlanıyoruz.

- Benim üç çocuğum var. Biraz ses yapsalar komşudan hemen şikâyet geliyor. Yani konteynerde çocuklar çocukluğunu yaşayamıyor. İçeride çocuklara aman sus diyoruz; ses yapmasınlar diye oyuncak veriyoruz ama daha da hırçınlaşıyorlar. Mecburen ellerine telefon veriyoruz, bu sefer de telefon bağımlısı oluyorlar. Küçük olduklarından konteynerde yapacakları bir aktivite yok.

- Ders çalışma konusunda sıkıntıları var. Mesela kızım üniversiteye hazırlanıyor. Oğlum lisede. Birine oda ayırınca öbürüne çalışacak yer kalmıyor. Kütüphane var; ama bu soğuklarda oraya gidip çalışmak da zor. Internet konusunda çok sıkıntıdayız. İnternet olsa evde bir nebze daha iyi çalışabilirler.

- Okula gidip geliyorlar. Hava iyiyse genelde dışarıdalar. Evimiz varken çocuklar bu kadar sokağa çıkmıyordu. Ama konteynerde çocukların herhangi bir şey yapabileceği alan yok.

Bu dar mekânda komşularınızla kardeş gibi olmuşsunuzdur, öyle değil mi? En azından yıllarca konteynerde yaşamış Suriyeliler geçmişte bana öyle demişti.

- Olduk tabii. Komşularım çok şükür iyi. Apartman hayatından daha farklı oldu bu konteyner hayatı. Ama benim geçmişte de, şimdi de komşularımla ilişkilerim hep iyidir.

- Komşularımın biri akşama kadar çalışıyor, okuyan kızları da var. Rahatsız olmasınlar diye sessiz olmaya çalışıyorum ama küçük çocuklarıma söz geçiremiyorum.

- Komşuluk ilişkilerim gelişti. Eskiden apartmanda komşularımla çok yabaniydik, yakın komşuluk ilişkilerim yoktu. Burada komşularımla birbirimize çocuk emanet edecek derecede içli dışlıyım.

- Hiç tanımadığımız insanlarla komşu olduk. Ama dertlerimiz, sıkıntılarımız aynı olunca iyi geçiniliyor. Herkesin bir kaybı var. Birbirimize kenetlendik.

- Burada birbirimizi teselli etmeye, acılarımızı hafifletmeye çalışıyoruz. Birbirimizin dertleriyle dertlenmeyi öğrendik.

- Burada herkes pişirdiği güzel bir yemeği birbiriyle paylaşıyor. Hadi bugün birlikte şunu yapalım diyoruz.

- Komşularımın hepsi geçmişte benim gibi kiracıymış. Depremden sonra ev sahipleri bizi çıkardı. Hepimizin tek bir korkusu var: Ya deprem konutlarını sadece ev sahiplerine verirlerse ve bizi bu konteynerlerden çıkarırlarsa halimiz ne olacak? Kiracıların geleceği belirsiz. Kiralar da dışarıda çok yüksek, en düşüğü 8000-9000 TL; 15.000-20.000’e kadar çıkıyor. Eşim asgari ücretle çalışıyor, üç çocuğum var. Nasıl geçinelim? Hep bir korku içindeyiz.

Peki, aile bireyleri arasında ilişkiler güçlendi mi, zayıfladı mı?

- Benim daha da güçlendi. Depremin dördüncü günü İstanbul’da yaşayan ağabeylerim ve ablalarım, ben ne kadar Maraş’ı bırakmam desem de kabul etmediler, 40 gün misafir ettiler. 40 gün sonra ellerinden zor kaçıp memleketime döndüm.

- Evim koskocamandı, herkesin odası vardı. Çocuklar odasına çekiliyordu. Şu an mecburen aynı odada sıkış tepiş yaşıyoruz. Yeniden aile olduk. Güçlü olmayı öğrendik.

- Çocuklar geçmişte eşimle birlikte hiç televizyon izlememişti. Şimdi hep birlikte izleyebiliyoruz, bir şeyler konuşabiliyoruz. Böyle değişiklikler oldu.

- Eşim şimdi konteynerde çocuklarını tanıyor. Önceden aynı evde yaşasak da tanımıyordu.

- Sinirlendiğimde hıncımı evdeki birisinden çıkarmak, eşimle tartışmak veya söylediği bir lafa karşılık vermek istiyorum. Tam cevap vermeye başlıyorum ki o sırada çocuklarımla göz göze gelince mecburen susuyorum. Ama dayanamayıp telefondan mesaj atarak sayıp sövüyorum. Yani bu konteyner hayatında eşimle doyasıya tartışamıyorum bile.

- Kimi ailelerde dar mekânda aile içi huzursuzluklar arttı. Alkol, sigara vs. kullanımı da depremden sonra artış gösterdi. Bir de çok fazla kavga duyar olduk. Çadırlar özellikle fenaydı, kim bağırıp çağırsa herkes duyardı. Konteynerlerde de kim evinde ne konuşsa duyuluyor. Gizlimiz saklımız yok. Özel hayat diye bir şey de kalmadı. Bu yüzden başka yerlere yönelenler oldu. Eşini aldatma vakaları arttı. Küçücük konteynerde veya çadırda çoluk çocuk bir arada yaşamak eşler arası ilişkileri ister istemez etkiledi.

Depremle birlikte hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu? Ayrıntılı anlatabilir misiniz?

- Her şey değişti, adeta hayata sıfırdan başladık. Yeniden dünyaya gelmiş gibiyiz.

- Sabretmeyi, şükretmeyi daha iyi öğrendik. Kendi adıma konuşuyorum, geçmişte nankörlüğüm çokmuş. Bakış açım değişti. Depremle birlikte kanımdan canımdan olmayan yabancı insanların da çok iyi olduğunu gördüm. Başkalarının kapısını rahatlıkla çalıp yardım isteyebileceğimi öğrendim. Bize yardım edecek insanların olduğunu görmek çok güzel bir şey. Depremden evvel bütün topluma kötü nazarıyla bakıyordum. Evimden çıkmazdım. Bebeklerim vardı zaten. Komşularla ilişkim yoktu, sadece burnumun ucuyla selam verip geçerdim. Şimdi artık cân-ı gönülden selam veriyorum, hasbihal etmeyi öğrendim. Depremle birlikte din kardeşliğinin nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş oldum kısacası.

- Geçmişte 3+1 veya 2+1 evi beğenmiyorduk, şimdi küçücük iki odanın içinde yaşamak zorunda kaldık. Sürekli eve eşya alırdık. Artık azla yetinmeyi, şükretmeyi, bugünden daha kötü günlerin gelmemesi için dua etmeyi öğrendik. Olmazsa olmaz diye bir şey olmadığını, bu da olmak zorunda değil demeyi öğrendik.

- Elimizdekilerle yetinmeyi öğrendik. Çünkü burada vakumlanmış bir hayat yaşıyoruz. Bir şey hoşumuza gittiğinde almak istesek de diyoruz ki “Bunu ne yapacağız?” ya da “Bunu küçücük konteynerin neresinde kullanabiliriz ki?”

- Evet, ihtiyaçlarımız değişti, kısıtlandı, azaldı. Aslında geçmişte ihtiyaç sandığımız şeyler ihtiyaç değilmiş. Eve çok şey alıyormuşuz. Bize burada 6 tabak, 6 bardak, 1 tencere verdiler, yetti. Her şeyin fazlası zarar. Azla yaşanıyormuş.

- Onca eşyaya yıllar boyunca ne çok hizmet etmişiz. Tabak kirlendi, mutfak dolabındakileri indirip temizle, yatakları düzelt, gardıropları boşaltıp düzenle… Hepsi zaman kaybıymış. Meğer eşya insana ne kadar yükmüş. Eğer ileride tekrar evim olursa kesinlikle bu kadar eşyayla doldurmayacağım. Buradakiler bana yetti. Yıka kulan, yıka kullan; fazlasına ne gerek var?

- İnsanoğlu her şeye katlanabiliyormuş. Yaşamayan anlamaz tabii.

- Ama şükretmeyen insanımız da çok. Özellikle evi sağlam olanlar her şey bizim olsun istiyorlar.

- Evi sağlam olanlar “Konteynerde ne güzel mutlusunuz, belediye bakıyor size” diyorlar. Evimiz olsa burada yaşanır mı? Böyle bir hayatı biz mi seçtik?

- Hep diyorum, çoluk çocuğum yaşasaydı, ömrüm boyunca soğan-ekmek yemeye razıydım. Yağmur, soğuk demiyorum, her gün mezarlığa gidip çocuklarımı ziyaret ediyorum… Benim çocuklarımı belediyenin önünde can verdi. Yağmurun altında dört gün bekledim. Bir tane yetkili görmedim. Erken müdahale olsa o kadar ölen olmazdı. Yangın çıktı, itfaiye gelmedi. Hiçbir yetkili de gelip başın sağ olsun demedi. Kırgınım.

- Ne kadar güçlü insanlarmışız da haberimiz yokmuş. İnsan isterse veya mecbur kalırsa her şeyi yapabiliyormuş. Acıya dayanabiliyormuş. Bu deprem bize bunu öğretti. Herkesin bir can kaybı var; birinci derecede olmasa bile ikinci derecede. Can kaybı acısına da, fakirliğe de, evsizliğe de dayanabiliyormuşum. Ailenin, çocuklarının huzurunu gördün mü yetiyor.

- Dışarıdan konteyner güzel görünüyor ama burada herkesin bir acısı var. İnsanlar kendi acılarına şifa olmaya çalışıyor. Birlik olmaya çalışıyor. Hiç kimse tek bir oda içinde yaşamak istemez, ama mecburuz.

- Bize diyorlar ki “Fazla elektrik-su kullanmayın, sizin harcadığınızı devlet bizden alıyor, bizim faturalarımız yükseliyor.” Bize bir de bunun vicdan azabını çektiriyorlar. Acaba fazla kullanırsak günaha mı gireriz diye çekiniyoruz. “Bizim kesemizden geçiniyorsunuz” diyorlar. Kimse istemezdi ki burada böyle yaşamayı.

- Elektrikten kısma gibi bir lüksümüz yok ki. Yemek, ısınma, her şey elektrikle. Birazcık klimayı kapatalım diyoruz, daha yarım saat geçmeden içerisi buz kesiliyor. Geçenlerde elektrik kesildi; küçük çocuğum da var, üst üste giyindiğimiz halde donduk.

- Bizim etabımıza istinat duvarı ördüler. Orada moloz yığınları vardı. Yazın yetkililere söyledik. Temizlenecek diye diye sonbahar geldi. Komşulara dedim ki bari hep beraber temizleyelim. Kovalarla, torbalarla temizledik. Yönetime bir şey söylediğimizde “Daha dün çadırdaydınız, siz çok havalandınız, burnunuz havada” diye cevap veriyorlar.

- “Konteynerdekilere iyi bakılıyor” diyorlar. Ne bakması? Daha bir tane yetkili görmedim, derdimizi dinleyen. Sağ olsun, başımızı sokmamız için bize bir konteyner verdiler, ama devlet onu da mı yapmayacaktı? Bunca yıldır devlete vergi verdik. Biz yaşlıyız, çalışmıyoruz. Eşime sigortalı iş de yok. Birkaç ay kart dağıtıldı, 3000 TL’lik. O kadar.

- Bazılarına hala yardım kartı veriliyor, iş bulanlara kesildi. Ama çalışana da kazancı yetmiyor ki.

Bu Kur’an kursuna gelip gidiyorsunuz. Faydalı oluyor mu?

- Sabahları erkenden kalkıp 8:30’da koşa koşa, heyecanla geliyorum. Buraya gelmenin ayrı bir sevinci var. Ben Kur’an okumayı öğrenmiştim ama çalıştığım için okumayalı yirmi sene olmuş. Tekrar burada Kur’an okumaya başladım, bana ferahlık geldi. Artık hiç olmazsa günde bir sayfa okuyorum.

- Artık hatim indirme telaşıyla daha fazla okuyoruz. Cuma günlerini daha iyi yaşıyoruz.

- Depremden sonra ibadete yöneldik. Dört yaşındaki oğluma kelime-i şehadeti, Sübhaneke duasını öğrettim. Deprem olmasa büyük ihtimalle bunları öğretmezdim. Bu deprem bizi sarstı, kendinize gelin dedi. Tabii anlayana. Anlamayan da çok.

- Anlamayanlar daha fena oldu. Allah korkusu olmayanlar ben depremi atlattım, bundan sonraki hayatımı istediğim gibi yaşayacağım fikrine büründü. İstediğim gibi lüks içinde ya da açık saçık yaşarım diyorlar. İstediğim yere gidip istediğimi yaparım, bak ölseydim hayatın tadını bu şekilde çıkaramayacaktım, toprak olup gidecektim, ama şimdi hayat bana güzel tarzı zihniyetler çoğaldı. Normal dozu aşan çok insan gördüm. Mesela örtülüyken açılanlar, normal bir açıklıktayken iyice açılıp saçılanlar oldu. Allah korkusu içlerinde biraz varsa, onu da tamamen yitirenleri gördüm… Eskiden namazımı kılsam da geçirdiğim olurdu. Şimdi başıma bir felaket gelir de Rabbimin huzuruna borçlu varırım diye ezan okununca hemen kılma telaşına düşüyoruz. Kur’an’a yöneldik. Hocalarımız da sağ olsunlar, sohbetlerinde bu dünyaya niye geldiğimizi anlatıyorlar. Geçmişte de sohbetlere gidiyorduk; ama dünya telaşına çok düştüğümüz, evdeki meşgalelerimiz baskın çıktığı için biz kendi özümüzü unutmuştuk. Şimdi kısıtlı mekânda, kısıtlı iş imkânı altında, dünyaya çok dalmadan daha çok ibadete yöneldik.

- Biz bu felaketi yaşadık, Allah’ım size yaşatmasın. İstanbul’da deprem olmasın diye biz sürekli size dualar ediyoruz. İstanbul yıkılırsa Türkiye’nin hali ne olur?