29 Mayıs 2017 Pazartesi

MAYIS 2017 - İÇİNDEKİLER




İÇİNDEKİLER

Blogdaki yayınları https://twitter.com/ztkor Twitter hesabından takip edebilirsiniz.  

Mayıs 2017    (Dış basından ekseriyeti Ortadoğu odaklı toplam 30 makale tercümesi yer almaktadır)


Trump’ın Ortadoğu ziyaretiyle ilgili tercümeler

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 24.5.2017

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 17.5.2017

Kamran Bokhari (Geopolitical Futures kıdemli uzmanı, Küresel Politikalar Merkezi kıdemli üyesi, George Washington Üniversitesi Aşırıcılık Programında bilim kurulu üyesi; Ottawa Üniversitesi Güvenlik ve Politika Enstitüsü’nde Kanadalı askerlere, istihbaratçılara, emniyetçilere ve diğer hükümet yetkililerine milli güvenlik ve dış politika dersleri veriyor; daha evvel Stratfor (2003-2015) Ortadoğu ve Güney Asya danışmanı ve Dünya Bankası danışmanıydı.)
Geopolitical Futures, 21.4.2017

David Hornik (İsrail’de yaşayan serbest gazeteci ve mütercim; İsrail ve Amerikan basınında yazıları yayınlanıyor)
PJ Media, 22.5.2017

National Post Başyazısı, 19.5.2017


Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle ilgili tercümeler

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 26.4.2017

Amr Khalifa (Serbest gazeteci ve Ahram Online, Mada Masr, The New Arab, Muftah ve Daily News Egypt gibi yayın organlarında analisti)
Middle East Eye, 27.4.2017

Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)
Geopolitical Futures, 2.5.2017

Bilal Wahab (Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü’nde Sofer araştırmacısı; Süleymaniye’deki Irak Amerikan Üniversitesi’nde öğretim üyesi; Fulbright bursuyla ABD’de yüksek lisans yapmış ilk Iraklı)
The Cipher Brief, 27.4.2017

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 3.5.2017

Abdünnâsır Avnî Fervâne (Mahkum İşleri Heyeti Araştırma ve Belgeleme Birimi Başkanı)
El-Cezire Arapça, 24.4.2017


Batı’daki krizlerle ilgili tercümeler

Rachel Nuwer (Serbest gazeteci)
BBC, 18.4.2017

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 26.4.2016


Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)
Geopolitical Futures, 19.4.2017

Alan Lockey (İngiliz düşünce kuruluşu Demos’un Modern Ekonomi Programı başkanı)
CapX, 22.5.2017

John McCain (Amerikalı Cumhuriyetçi Senatör)
Washington Post, 27.4.2017

Mike Gonzalez (Amerikan Miras Vakfı (Heritage Foundation) kıdemli üyesi; Asya, Avrupa ve Latin Amerika’da muhabirlik, yorumculuk ve editörlük yapmış tecrübeli bir gazeteci.  George W. Bush yönetiminde de çeşitli görevler aldı)
Daily Signal, 23.4.2017

James Poulos (National Affairs editör yardımcısı; farklı yayın kuruluşlarında özgürlükler ve gelecekteki siyaset konusunda yazılar kaleme alıyor)
The Week, 23.4.2017

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 22.5.2017


Suriye İç Savaşı’nın seyri ve IŞİD’le ilgili tercümeler

Ivan Konovalov (Rusya Stratejik Konjonktür Merkezi Direktörü)
Katehon, 19.4.2017

Fabrice Balanche (Lyon 2 Üniversitesi’nde doçent ve araştırma direktörü, Washington Enstitüsü’nde misafir araştırmacı)
Washington Institute, 12.4.2017

Haid Haid (Güvenlik politikaları, çatışma çözümü, Kürtler ve İslami hareketler uzmanı Suriyeli köşe yazarı ve Chatham House üyesi)
Middle East Eye, 15.5.2017

Alex MacDonald (Ortadoğu, Asya ve İslam dünyası uzmanı)
Middle East Eye, 29.4.2017

Maysam Behravesh (Lund Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi araştırmacısı ve Siyaset Bilimi doktora adayı; BBC Farsça da dahil Farsça basın için düzenli olarak yazılar kaleme alıyor)
Middle East Eye, 28.4.2017

Uri Friedman (Küresel meseleler hakkında yazılar kaleme alan the Atlantic yazarı)
The Atlantic, 20.5.2017

Richard Silverstein (“İsrail milli güvenlik devletinin aşırılıklarını ifşa etme”yi görev edinen Tikun Olam bloğunun yazarı. Yazıları aynı zamanda Haaretz, the Forward, the Seattle Times ve the Los Angeles Times’ta yayınlanıyor)
Middle East Eye, 25.4.2016

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)
Washington Post, 25.5.2017

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi) & Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures Analiz Direktörü)
Mauldin Economics, 8.5.2017 ve Geopolitical Futures, 15.5.2017


Muhtelif konularda diğer tercümeler

Nick Turse (New York Times, the Los Angeles Times ve the Nation için yazılar kaleme alan ödüllü araştırmacı gazeteci)
VICE News, 18.5.2017

Sharyl Attkisson (Emmy ödülü almış kıdemli araştırmacı gazeteci, “Full Measure” adlı haber programı sunucusu)
The Daily Signal, 24.4.2017

BU BLOGDA NELER VAR? (Bloğun bütün içeriğine ay ay buradan ulaşabilirsiniz.)


D.HEARST: TRUMP ETKİSİ, TRUMP’TAN ÇOK DAHA TEHLİKELİ



TRUMP ETKİSİ, TRUMP’IN KENDİSİNDEN ÇOK DAHA TEHLİKELİ

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 24.5.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Ortadoğu'yla, özellikle de Körfez ülkelerinin politikalarıyla ilgili son derece önemli yazılar kaleme alan David Hearst'ten şimdiye kadar yaptığım 12 tercümeyi toplu olarak okumak için TIKLAYINIZ

Bu günler karanlık günler… Manchester’da çocukların katliamıyla, Donald Trump’ın Riyad’da yalakaca karşılanmasıyla giderek kararan günler… Ama Trump’ın kendisinden çok daha tehlikeli olabilecek Trump etkisiyle günlerimiz daha da kararıyor.
Cizye ödeyen Arap liderler için Trump apaçık, dupduru biri. Adeta “İnsan haklarıyla ilgili konuşmaya gelmedim; bu kelimeden tek bir defa dahi bahsetmeyeceğim. Size demokrasi konusunda ders vermek için burada değilim; halkınıza istediğiniz şekilde davranabilirsiniz. Aslında ben buraya hayattan bahsetmek için gelmedim, size ölümden söz ediyorum. Cihatçıları yeryüzünden silmenizi istiyorum” der gibiydi.
Bu, Çiçero’nun nutkuna değil, Sezar’ınkine benziyordu. Bu yeni bilgelik ve güç kaynağına [Trump’ı kastediyor] yakınlık [Arap liderler için] her şeydi. Zirve sonunda çekilen hatıra fotoğrafında Trump’ın solunda Suudi Kralı Selman, sağında da Katar Emiri vardı. Sisi’nin durabildiği en yakın nokta, Suudi kralının sağındaki Ürdün Kralı II. Abdullah’ın yanıydı. BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid ise geç geldi ve [liderlerin önünden geçerken] Sisi’yle el sıkışıp Trump ve Katar Şeyhi Tamim bin Hamad es-Sani’nin arasına giriverdi. [Z.T.K. Bu anın videosu için TIKLAYINIZ] 
Bin Zayid, Trump’ın Ortadoğu’daki sağ kolu olma görevini ciddiye aldı. Pazartesi gecenin bir yarısı kapıyı çalanın gürültüsü Katar’ın her yerinde duyuluverdi.

Gece yarısı hamlesi
Katarlılar, resmi haber ajansı QNA’in internet sitesinde yer alan Katar Emiri’nin bir Körfez yöneticisinin sarf edebileceği en zararlı sözleriyle güne uyandı: Doha’nın Trump’la gerginlikleri var, İran İslami bir güç, İran’la düşmanlığı beslemek makul değil, Trump kendi ülkesi içinde hukuki meselelerle yüzleşiyor…
Aslında bu, bilgisayar korsanlarının ürettiği tamamen sahte bir haberdi. (…)
Ama sahte olup olmadığına bakmadan, Suud ve BAE kontrolündeki medya kuruluşları habere hemen atladı. Suudilerin el-Arabiya, el-Ahbariyye ve BAE’lilerin ortak olduğu Sky News Arapça yayın akışını iptal edip bu sahte haberle ilgili gece boyu aralıksız yayın yaptılar. Sözkonusu yayınları o kadar süratli ve o kadar dört başı mamurdu ki bu ancak önceden planlaması yapılmış bir yayın akışı olabilirdi. Henüz uyku sersemi olan Katarlıların haberi yalanlayarak tepki göstermesi saatler aldı; ama yalanlandıktan sonra dahi sabah saatlerine kadar görmezden gelindi.
Katar’a karşı saldırılar çarşamba günü de devam etti. El-Arabiya, Emir’in konuşmasının bilgisayar korsanlığı olmadığının “ispat”ını yayınladı. Ama yazı, ekranda geçen haber altyazısının manipüle edildiği gerçeğine hiç işaret etmedi. BAE dışişleri bakanlığı tüm Katar haber sitelerini yasakladığını duyurdu.
Bilgisayar korsanlığı profesyonel bir operasyondu ve amacına ulaştı. Neler olup bittiğini fark ettiklerinde küçük kraliyetin her yerini bir şok dalgası vurdu. Kimse uyumadı. [Katar Emiri’ne yönelik] Bir darbenin planlandığını düşündüler.

Trump’ın yeşil ışığı
Bu olayın ardında Katar’ın hasım komşularından birinin, özellikle de BAE’nin parmağı var; zira BAE bu tür işler çevirmek için gerekli hem motivasyona hem de kapasiteye sahip.
Geçen ağustos ayında Amerikan siber güvenlik şirketi Zimperium’da araştırmacı olan İtalyan güvenlik uzmanı Simone Margaritelli, BAE destekli bir şirketin bilgisayar korsanlarından elit bir görev gücü kurmak için kendisini işe almaya çalıştığını iddia etti. Daha evvel the New York Times gazetesi de BAE’nin nasıl hemen teslim edilebilecek gözetleme ve teknik takip araçları satın almakta olduğunu yazmıştı. Şimdi ise iddialar daha da ileri bir boyuta taşınarak BAE’nin bir süredir kötü amaçlı yazılımlar ve casus yazılımları geliştirmek için kendi bilgisayar korsanları ekibini geliştirmeye çalıştığına işaret ediyor.
Trump gibi bir Ortadoğu acemisi, despotlukları ve kötü yönetimleriyle el-Kaide ve İslam Devleti’nin doğuşundan öncelikle sorumlu olan Arap liderlerinin çoğunun bulunduğu bir seyirci kitlesine yeşil ışık yaktığında olacak olan işte tam de budur.
Tabii ki bu, şiddetin beslenmesinde Batı yönetimlerinin sorumluluğunu hiçbir şekilde azaltmaz. İngiliz istihbaratı, –başlangıçta– Sırplar, Kaddafi ve Esed öcüyken İngiltere doğumlu Müslümanları Bosna’da, Libya’da ve Suriye’de savaşmaya teşvik etmekte hiçbir beis görmemişti. Ancak –tıpkı Suriye’de 2012 sonrasındaki gibi– milli politika tersyüz olduğunda bu geri dönen sadıklar çok farklı bir muamele gördü.
Ancak en azından Bush-Blair türü bir Ortadoğu felaketinden kaçınmak istiyorsak –ki bu defa hedef İran veya onun vekil gücü Hizbullah olabilir–, Trump yeni keşfettiği Arap müttefiklerinin yeni bir sonu gelmez terörle savaş faslına girişmekte ABD’den veya herhangi bir Batı devletinden çok farklı saikleri olduğunun farkına varmalı.
Onların tek dertleri, Mübarek ve Bin Ali rejimlerini solduran kötülükten [devrimsel hareketleri kastediyor] istibdat rejimlerini korumak. Halk devrimleriyle bu iki diktatör devrilip Mısır’da ve Tunus’ta ilk kez serbest seçimler yapıldığında el-Kaide örgütünün beli bükük haldeydi. İslam Devleti (İD)’nin gelişimi, 2013 Temmuz’unda yaşanan Mısır’daki askeri darbeyle neredeyse eşzamanlı. Eğer ki Trump, “El-Kaide ve İD’in yükselişinden kim sorumlu?” sorusuna kısa bir cevap istiyorsa tam karşısında toplu halde oturanlara bakmalı.
Ortadoğu’da Trump etkisini, çabalasa da başarısızlığa uğrayan Barack Obama etkisinden çok daha tehlikeli kılan işte bu.

Serbest düşüş
Obama’nın hataları çok. Yapabileceğinden çok daha fazlasını vaat ederek, Trump’a kıyasla, birçok bakımdan Arap halkları için çok daha zalim bir Amerikan başkanı olduğunu ispatladı. Trump ise ne vaatte bulunuyor ne de yapıyor.
Ancak Obama’nın Haziran 2009’da Kahire’de yaptığı “resetleme” konuşması ile Riyad’da okunan upuzun ve gelişigüzel listenin mukayesesi öğretici.
Obama, öğrenmeyi ima eden Kahire Üniversitesi’nde öğrencilere ve Arap halkına seslenmişti. Trump ise güce vurgu yapan bir salonda Arap liderlerine konuştu. Obama medeniyetin İslam’a nasıl borçlu olduğundan bahsetmişti. Trump ise Ortadoğu’ya bir pazaryeri –veyahut kendi ifadesiyle– küresel fırsatlar merkezi muamelesinde bulundu ve yüz milyarlarca dolarlık silah anlaşmasını kapıp gitti.
Obama, ABD’nin Irak’ı işgalle Ortadoğu’da yol açtığı kargaşayı temizleme sorumluluğunu üstlenmişti; Trump ise buna hiç değinmedi bile. Obama insan haklarından bahsetmişti; Trump ise bu kelimeleri bir kez olsun ağzına almadı. Obama hayattan bahsetmişti, Trump ise ölümden. “Cihatçılarla baş etmenin tek yolu onları yeryüzünden silmektir” dedi.
Bu, sadece 15 yıldır devam eden teröre karşı savaşın sonunun hala daha ufukta görünmediği anlamına gelmiyor. Keza karşılaşılan her yeni aktörün (2003’te Blair ve Bush’un, 2011’de Cameron ve Sarkozy’nin, 2017’de Trump ve Netanyahu’nun) bu sürecin devam etmesine katkıda bulunduğuna da salt işaret etmiyor. Bu, her ne zaman sürekli düşüş halinin artık bir sonuna ulaştığını düşünsen kendini daha da dibe vururken bulduğun anlamına geliyor.
2011’deki halk ayaklanmalarını üreten şartlar bugün çok daha güçlü bir şekilde mevcut. Baskı çok daha güçlü; Ortadoğu’nun her yerinde devletler vatandaşlarını koruyup koruma ve temel hizmetleri sağlama noktasında başarısızlık içinde. Dünyanın dört bir yanında ölüm makinelerinin frenleri boşalmış durumda. Amerikan öncülüğündeki koalisyonun hava saldırılarında Suriye’de İD militanlarının öldürdüklerinin neredeyse iki katı sivil can verdi.
Şimdiye kadar iki kulağı arasında bir gıdım beyni olanın yeni bir müdahaleye girişmeden evvel durup düşüneceğini zannetmiş olabilirsiniz. Ancak kesin olan, yeni bir müdahaleye doğru sürüklendiğimiz. Kitlesel ölüm arzusu kimin üzerine çöreklenecek henüz net değil. Hedef bir kez daha Lübnan’ın güneyi olabilir. Ama yeni bir müdahalenin kokusu belirgin. Keza bunun masum sivillerin gelecek nesilleri üzerindeki etkileri de.




R.NUWER: BATI MEDENİYETİNİN ÇÖKÜŞÜ NASIL GERÇEKLEŞEBİLİR?



BATI MEDENİYETİNİN ÇÖKÜŞÜ NASIL GERÇEKLEŞEBİLİR?

Rachel Nuwer (Serbest gazeteci)
BBC, 18.4.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Ekonomi-politik uzmanı Benjamin Friedman, bir keresinde modern Batı toplumunu, tekerlekleri iktisadi büyümeyle dönen istikrarlı bir bisiklete benzetmişti. Buna göre, eğer ki bu ileri doğru götüren hareket yavaşlar veya durursa toplumlarımızı tanımlayan –demokrasi, bireysel özgürlükler, toplumsal hoşgörü gibi– sütunlar sallanmaya başlar. Dünyamız, sınırlı kaynaklar üzerinde çekişmeyle ve yakın çevremizin/grubumuzun dışındaki herkesi dışlamayla giderek çirkin bir yere döner. Tekerlekleri yeniden harekete geçirmenin bir yolunu bulamazsak külli bir toplumsal çöküşle karşı karşıya kalırız.
Bu tür çöküşler insanlık tarihinde defalarca meydan geldi. Ne kadar muazzam olursa olsun hiçbir medeniyet, bir toplumun sonunu getiren kırılganlıklardan muaf değildir. Hâlihazırda işler ne kadar iyi işlerle işlesin durum her zaman için değişebilirdir. Soyları kurutan asteroit çarpması, nükleer kış veya ölümcül salgın hastalıkları bir kenara bırakın, tarih, bize çöküşe katkıda bulunan faktörler yığınını dolu dolu anlatıyor. Bu faktörler nelerdir ve hangileri su yüzüne çıkmaya başladı? İnsanlığın sürdürülemez ve belirsiz bir yola girmiş olması bugün için bir sürpriz olmasa gerek. Ama asıl önemlisi, acaba geri dönüşü olmayan yola varmamıza ne kadar yakınız?
Geleceği kesinlik içinde öngörebilmemiz mümkün olmasa da matematik, bilim ve tarih, Batı toplumlarının uzun dönemli devamlılık şansına dair bize ipuçları sunuyor.
Maryland Üniversitesi’nden sistem bilimci Safa Motesharrei, yerel veya küresel sürdürülebilirlik veya çöküşe yol açabilecek mekanizmaları daha iyi kavramak amacıyla bilgisayar modelleri kullanıyor. Motesharrei ve ekibinin 2014’te yayınladıkları bulgularına göre, önem arz eden iki faktör var: ekolojik zorlama ve iktisadi tabakalaşma. Ekoloji; bilhassa yeraltı suları, toprak, su ürünleri/balıkçılık ve ormanlar gibi –her biri iklim değişikliğiyle daha da kötüleşebilecek– tabii kaynakların tükenmesi bağlamında, potansiyel bir kıyamete doğru gidişin çok daha yaygın şekilde idrak ve kabul edildiği bir kategoridir.
Öte yandan Motesharrei ve ekibini asıl şaşırtan ise iktisadi tabakalaşmanın da başlı başına bir çöküşe sürükleyebilecek olması. Bu senaryoya göre elitler, devasa miktarda serveti ve kaynağı biriktirip sayıca kendilerini fersah fersah aşmakla birlikte birer işçi olarak kullandıkları sıradan insanlara servetten çok az bırakarak veya hiç bırakmayarak toplumu istikrarsızlığa ve nihayetinde çöküşe sürükleyebilir. Servetten kendisine ayrılan payın yeterli olmadığı çalışan nüfus sonunda iflas bayrağını çekerken bunu, istihdam eksikliği yüzünden elitlerin çöküşü izler. Gerek ülkelerin kendi içinde gerekse ülkeler arasında bugün şahit olduğumuz eşitsizlikler, zaten bu tür bir dengesizliğe işaret ediyor. Mesela dünyanın en üst %10’luk dilimde yer alan gelir sahipleri, geri kalan aşağıdaki %90’lık kesimin toplamından çok daha fazla sera gazı emisyonundan sorumlu. Benzer şekilde, dünya nüfusunun yarısı günde 3 doların altında bir gelirle yaşıyor.
Her iki senaryo için de modellerin tanımladığı bir taşıma kapasitesi var; yani belli bir ekolojik kaynağın uzun vadede ayakta tutabileceği toplam nüfus kapasitesi sözkonusu. Eğer ki taşıma kapasitesi çok fazla aşılırsa çöküş kaçınılmaz olur. Ancak bu kader kaçınılmaz değildir. Motesharrei, “Eşitsizlik, nüfus patlaması, tabii kaynakları tüketme oranımız ve kirlilik oranı gibi faktörleri azaltmak üzere rasyonel tercihlerde bulunursak –ki hepsi de yapılabilir şeyler– çöküş engellenebilir ve sürdürülebilir bir gidişat üzerinden istikrar sağlanabilir” diyor ve ekliyor: “Ama bu kararları almak için sonsuza kadar bekleyemeyiz.”
Maalesef ki bazı uzmanlar, bu tür zorlu kararları almanın bizim siyasi ve psikolojik kapasitemizi aştığına inanıyor. BI Norveç İşletme Fakültesi’nde iklim stratejileri konusunda fahri profesör olan ve 2052: Gelecek 40 Yılın Küresel Tahmini (2052: A Global Forecast for the Next Forty Years) kitabının yazarı Jorgen Randers diyor ki “Dünya, bu yüzyıl içinde iklim sorununu çözme işine girişmeyecek. Zira bu problemi kısa vadede çözmek, alışageldiğimiz gibi davranmaya devam etmekten çok daha pahalıya patlar. Paris Anlaşması ve diğer metinlerde vaat ettiklerimizi yerine getiremeyeceğimiz için iklim problemi gittikçe daha fazla ağırlaşacak.”
Hepimiz aynı geminin içinde olsak da çöküşün etkisini ilk hissedenler dünyanın en fakirleri olacak. Gerçekten de bazı ülkeler, sonunda daha zenginleri de parçalayabilecek meselelerde felaketin habercisi konumundalar. Mesela Suriye, bir dönem hızlı nüfus artışını tetikleyen son derece yüksek doğum oranlarına sahipti. Ülkede 2000’lerin sonunda –muhtemelen insan kaynaklı iklim değişikliğiyle daha da kötüleşen– feci bir kıtlığa, bir de tarımsal üretimi felce uğratan yeraltı suları kıtlığı eklendi. Bu kriz çok sayıda Suriyeliyi, özellikle de gençleri işsiz, memnuniyetsiz ve çaresiz bıraktı. Birçoğu kırsaldan şehir merkezlerine aktı; bu durum şehirlerdeki sınırlı kaynakları ve hizmetleri yetersiz hale getirdi. Önceden zaten var olan etnik gerginlikler, –şiddet ve çatışma için verimli bir ortam yaratarak– giderek arttı. En başta da –kıtlığın ortasında su sübvansiyonunu kaldıran neoliberal politikalar da dâhil– kötü yönetişim, 2011’de ülkeyi çöküşün eşiğine getiren bir iç savaşa sürükledi
Kanada/Waterloo’daki Balsillie Uluslararası İlişkiler Fakültesi’nde küresel sistemler bölüm başkanlığını yürüten, The Upside of Down kitabının yazarı Thomas Homer-Dixon’a göre, tarihte yaşanmış nice toplumsal çöküş gibi, Suriye vakasında da mevcut duruma yol açan faktör tek bir tane değil, bir yığın. Bu faktörleri, sessiz sedasız birikip daha sonra aniden patlaması nedeniyle “tektonik baskılar” olarak adlandırıyor.
Suriye vakasını bir kenara bırakırsak, bir tehlike bölgesine girmekte olduğumuzun diğer bir işareti, Homer-Dixon’a göre, uzmanların sapmalar veya ani, beklenmedik değişiklikler dediği şeylerin dünya düzeninde gittikçe daha fazla vuku bulması; tıpkı 2008 küresel ekonomik krizi, IŞİD’in yükselişi, Brexit veya Donald Trump’ın Amerikan başkanı seçilmesi gibi.
Bu noktada geçmiş, geleceğin nasıl şekilleneceğine dair ipuçları sağlayabilir. Mesela Roma İmparatorluğu’nun yükseliş ve düşüşünü ele alalım. MÖ 100’lerin sonuna gelindiğinde Romalılar, denizden kolayca erişilebilecek şekilde Akdeniz’in çevresindeki topraklara yayılmışlardı. Mevcutla yetinip orada kalmalılardı; ama işler iyi gittiğinden kendilerini karada daha iç bölgelere doğru sınırlarını genişletebilecek güçte gördüler. Denizden ulaşım ekonomikken karada ulaşım daha yavaş ve pahalıydı. Bu süreçte fazlaca genişlediler ve maliyetler yükseldi. İmparatorluk müteakip yüzyıllarda istikrarı sürdürebildi. Ama yayılmanın iyice zayıflamasının yansımaları, iç savaş ve işgaller şeklinde 3. yüzyılda kendilerini yakalayıverdi. İmparatorluk merkezî topraklarını korumaya çalıştı, her ne kadar ordu devlet bütçesini yiyip bitirse de ve hükümet artan harcamalarını karşılamak maksadıyla gümüş parasının değerini düşürmeye çalıştıkça enflasyon daha önce hiç olmadığı kadar tırmansa da. Bazı akademisyenler çöküşün başlangıcını işgalci Vizigotların başkenti yağmaladığı 410 yılı olarak belirtse de bu dramatik olay, bir yüzyılı aşkın süredir devam eden sürekli düşüş haliyle mümkün olabildi.
Utah Devlet Üniversitesi çevre ve toplum bilimleri profesörü ve Karmaşık Toplumların Çöküşü (The Collapse of Complex Societies) kitabının yazarı Joseph Tainter’a göre, Roma’nın çöküşünden alınması gereken en önemli derslerden biri, karmaşıklığın bir maliyetinin olduğudur. Termodinamik yasalarında belirtildiği üzere, karmaşık, düzenli bir durumda herhangi bir sistemi sürdürmek için enerji gerekir – ve insan toplumu da bu konuda bir istisna değildir. 3. yüzyıla gelindiğinde Roma, statükoyu sürdürmek ve geriye doğru gidişi önlemek için kendisine yeni yeni şeyler katıyordu: iki kat büyümüş bir ordu, bir süvari sınıfı, her biri kendi bürokrasisine, mahkemelerine ve savunmasına sahip alt idari birimler. Sonunda bu abartılı karmaşıklığı sürdüremez hale geldi. İmparatorluğu çöküşe götüren şey, savaş değil, mali zayıflamaydı.
Şimdiye kadar modern Batı toplumları, fosil yakıtlar ve endüstriyel teknolojiler sayesinde çöküşün benzer tetikleyicilerini büyük ölçüde geciktirebildi. Mesela petrol fiyatlarındaki uçuşu dengelemek üzere tam vaktinde gelen, 2008 yılında geliştirilen hidrolik kırılmayı bir düşünün. Ancak Tainter işlerin her zaman benzer şekilde gelişeceğinden şüpheli. (…)
Yine Roma’ya benzer şekilde, Homer-Dixon’ın tahmini, Batı toplumlarının çöküşü insanların ve tabii kaynakların merkezî anavatanlarına geri dönüşünden önce gerçekleşecek. Daha fakir ülkeler çatışmaların ve tabii afetlerin ortasında paramparça olmaya devam ettikçe bu bölgelerden daha istikrarlı ülkelere devasa göçmen dalgaları akacak. Batı toplumları ise buna, göçe sınırlamalar ve hatta yasaklar getirerek, milyarlarca dolarlık duvarlar inşa edip sınırları boyunca insansız hava uçakları ve askeri birlikleri devriye gezdirerek, içeriye kimin ve neyin gireceği konusunda güvenliği artırarak ve daha otoriter ve popülist yönetim tarzıyla karşılık verecekler. Homer-Dixon diyor ki bütün bunlar, “çevreyi ayakta tutup baskıyı geri püskürtmek amacıyla ülkelerin adeta bir bağışıklık kazanma çabası.”
Bu arada zaten hassas durumdaki Batı ülkelerinde zengin ile fakir arasında artan uçurum, toplumları kendi içlereride daha fazla istikrarsızlığa sürükleyecek. Randers’a göre, “2050 yılına kadar ABD ve İngiltere, küçük bir elit grubun müreffeh bir hayat sürdüğü, ama çoğunluğun refahının giderek azaldığı birer iki sınıflı topluma dönüşecek. Bu durumda çökecek şey, hakkaniyet olacak.”
Homer-Dixon’a göre, ister ABD ve İngiltere’de isterse bir başka yerde olsun, insanların memnuniyetsizliği ve korkusu arttıkça –dini, ırki veya milli– kendi grup içi kimliklerine daha fazla sarılma temayülünde olacaklar. İnkârcılık, beliren toplumsal çöküş beklentisinin bizzat kendisinin inkârı da dâhil, giderek yaygınlaşacak; tıpkı delile dayalı olguları reddetmek gibi. Eğer ki insanlar problemlerin varlığını kabul ederlerse bu defa da kendi grupları dışındaki herkesi bu problemlerden sorumlu tutup suçlamaya başlayacaklar ve bu da nefreti körükleyecek. Homer-Dixon diyor ki “kitlesel şiddetin psikolojik ve toplumsal önşartlarını yerleştiriyorsunuz.” Sonunda yerel şiddet patlak verdiğinde veya başka bir ülke veya grup işgal etmeye karar verdiğinde çöküşü önlemek çok zor olacaktır.
Afrika kıtasına yakınlığı, Ortadoğu’yla karadan bağı ve Doğu’nun siyaseten daha istikrarsız ülkeleriyle olan komşuluk statüsüyle Avrupa, bu baskıları üzerinde ilk hissedecek olan Batılı taraftır. Okyanuslarla çevrili ABD’nin daha uzun süre bundan uzak kalması muhtemeldir.
Öte yandan Batı toplumları şiddetli, dramatik bir sonla karşılaşmayabilir. Bazı durumlarda medeniyetler, –hayal kırıklığı içinde tarihin bir nesnesine dönüşüp– öylece zayıflayıp ortadan kaybolurlar. Randers’a göre, Britanya İmparatorluğu 1918’den beri bu yolda olup diğer Batı devletleri de onunla aynı güzergâhta gidebilirler. Zamanla giderek önemsizleşirler ve aynı zamanda, yavaş yavaş ortadan kaybolmalarına yol açan problemler karşısında, bugün o çok düşkün oldukları değerlerden gün gelir tamamen koparlar. Randers’ın iddiasına göre “Batı devletleri çökmeyecek; ama haksızlık ve adaletsizlik patlayacağından, Batı toplumlarının sorunsuz işleyişi ve sıcakkanlı tabiatı ortadan kalkacak. Demokratik, liberal toplum başarısız olurken Çin gibi güçlü yönetimler galip çıkacak.”
Bu tahminlerin ve erken uyarı işaretlerinin bazıları kulağa aşina gelebilir. Homer-Dixon da, dünyada son dönemde beklenmedik olayların gelişmesine hiç şaşırmamakla birlikte –ki bir kısmını öngörerek 2006’da yayınladığı kitabında zaten yazmıştı– bunların 2020’lerin ortasından evvel vuku bulmasını beklemiyordu.

Yine de Batı medeniyeti kaybedilmiş bir dava/boş bir hayal değil. Homer-Dixon, “Kararlara yol göstermede akıl ve bilimi, sıradışı liderlik ve istisnai bir hüsnüniyet eşliğinde, kullanarak insan toplumu refah ve kalkınmada çok ama çok üst seviyelere ulaşabilir” diyor. İklim değişikliği, nüfus artışı ve enerji gelirlerinin düşüşünün baskılarını savuştururken dahi toplumlarımızı sürdürebilir ve iyileştirebiliriz. Ancak bu, bu tür yoğun baskılarla mücadele ederken daha az işbirlikçi, daha az cömert ve daha az muhakemeye açık olmaya sevk eden o gayet doğal itici güce karşı direnmeyi gerektirir. Homer-Dixon diyor ki “Temel soru şu: Bu değişikliklerle işe başlarken daha insani bir dünyayı korumayı nasıl başarabiliriz?”

G.FRIEDMAN: ABD’NİN EKONOMİK RESESYONU VE DÜNYAYA YANSIMALARI



ABD’NİN EKONOMİK RESESYONU VE DÜNYAYA MUHTEMEL YANSIMALARI

George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 26.4.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor


ABD’de önümüzdeki iki yıl içinde bir resesyona girme ihtimali var. Sadece iktisadi faaliyetlere dayanarak bir resesyonun ne zaman vuku bulacağını saptamak zordur. İktisatçılar bir resesyonun öncüllerinin işin doğası gereği kendiliğinden geliştiğini savunurlar. (...) Bense resesyonların baş gösterme sıklığına bakarak böyle bir iddiada bulunuyorum.
Son resesyon 2007’de başlayıp 2009’da bitti. Bundan evvelki 2001 yılı içinde başlayıp bitmişti. Daha evvelki iki resesyon 1990-1991 ve 1981-1982 arasında gerçekleşmişti. Bu örneklerden de görüleceği üzere, ABD’de bir resesyonun sona ermesiyle yenisinin başlaması arasındaki zaman dilimi ortalama sekiz yıl. 1945-1981 arasında ise resesyonlar çok daha sık vuku buluyordu; ama aşikar ki bir şeyler oldu da iki resesyon arasındaki zaman dilimi daha sonraları uzadı.
(...) Genişleme dönemlerindeki eğilim, ekonomilerde verimsizliklerin artışıdır. Düşük faiz oranları işletmelerin verimsizliğe rağmen hayatta kalmasına imkân tanır (...). Mevcut genişlemede olağanüstü düşük faiz oranlarıyla karşı karşıyayız; görece düşük büyüme oranlarında dahi bir budamaya ihtiyaç vardır.
Resesyonlar nahoş şeyler olup bazı kesimlere orantısız bir şekilde zarar verir. Ancak Amerikan resesyonunun ABD’den çok daha fazla diğer ülkelere zarar vermesi muhtemel görünüyor. Diğer küresel iktisadi problemlerle birlikte resesyonun, zar zor toparlanan Avrupa’yı zayıflatması ve Çinlilere bir darbe daha vurması muhtemeldir. ABD’nin dünyanın en büyük emtia ithalatçısı ve bir bakıma uluslararası sistemi dengeleyici bir motor olduğunu hesaba katarsak bu resesyon, emtia fiyatlarının daha da düşmesi yönünde bir baskı uygulayacaktır.
2007-2009 resesyonu Çinlileri fena vurmuştu; zira Çin’in ihracat yaptığı en büyük müşterileri ABD ve Avrupa’ydı. Ardından Çin ekonomisinin yavaşlaması, Çin’in petrol ve sanayi ürünleri tüketimini kesti ve bu da Rusya ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri vurdu. Bu daha evvel kaleme aldığım küresel ihracat krizinin bir parçası [Z.T.K. makalenin tercümesi için TIKLAYINIZ]. ABD en kötüyü önleyebildi; çünkü dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı olsa da GSYH’si içinde ihracatın oranı sadece %12,6 (Dünya Bankası verilerine göre, ihracatın GSYH içindeki payı bakımından ABD dünyada 161. sırada). İhracata bağımlı olmaması, kısmen, ABD’nin kendi yağıyla kavrularak GSYH’sini büyütmesini sağladı. Daha da önemlisi, ABD diğer ülkelere kıyasla küresel iktisadi altüst oluşlara karşı daha dayanıklı.
Amerikan ekonomisindeki düşüş, kaçınılmaz bir şekilde Amerikan ithalatında bir düşüşü tetikleyecektir. Normal şartlar altında bu ekonomik kriz sistemi istikrarsızlaştırmazdı. Ancak biz 2008’den bu yana normal şartlar altında yaşamıyoruz. Daha doğrusu biz şu anda bir “yeni normal”le karşı karşıyayız. Yeni normalde ekonomisi ihracata dayalı ülkeler, azalan ihracat talebi karşısında kaybettikleri pazarların yerine yeterli iç talep yaratarak ekonomilerini ayakta tutma ümidinde. Önceki döngülere kıyasla çok daha fazla istikrarsızlığa maruz kalarak gelinen aşamada oldukça kırılgan bir denge kurabildiler. Küresel talepte nispeten küçük bir düşüşün ciddi etkileri olabilir. Bu yüzden rutin bir Amerikan resesyonu, son yıllarda istikrar sağlamada kaydedilen kazanımları geriye döndürerek küçük bir küresel düşüşe yol açacaktır.
(...) Bu domino etkisi normal olmakla birlikte asıl problem şu: Birçok ülke artık aşırı derecede ihracata bağımlı olduğundan uluslararası sistemin kırılganlığı dramatik bir şekilde arttı ve buna da iç ekonomilerinde genel bir zafiyet eşlik etti. Bu yüzden dalga etkisi, bir tsunami olmasa da 2008 öncesindeki duruma kıyasla çok daha önemli olacaktır.
En önemli kırılgan ekonomiler, mamul ürünler ve petrol gibi sanayi hammaddeleri ihraç eden ülkeler olacaktır. Dünyanın ikinci ve dördüncü en büyük ekonomileri olan Çin ve Almanya bu bağlamda en önemli örnektir. (...) Çin iç tüketimi arttırmak suretiyle ihracata bağımlılığını azalttı ama bu, büyüme oranlarında bir düşüşe yol açtı. (...)
Bizim başımızı en fazla ağrıtan, Almanya’nın ihracata bağımlılığı. GSYH’sinin %46,8’i ihracat kaynaklı ve bankacılık sistemi de alışılmadık bir şekilde zayıf konumda olan Almanya’nın istikrarlı bir ihracat temeline ihtiyacı var. Ortadoğu kaos içindeyken ve –tıpkı Rusya gibi– düşük petrol fiyatlarından muzdaripken Almanya’nın ihracat yaptıkları Avrupalılar, Çinliler ve Amerikalılar. Eğer ki ABD’de ve Çin’de Almanya’dan ithalat talebi düşerse bu, Almanya’nın Avrupa’daki ortaklarını da olumsuz yönde etkileyecektir. Dolayısıyla Amerikan resesyonu karşısında Almanlar ihracat oranlarını korumakta sıkıntı çekecektir.
Amerikan resesyonu petrol fiyatlarına da ağır bir baskı yapacaktır. Fiyatları artırmaya dönük Suud-Rus girişimi neredeyse başarısızlığa uğradı. Şu an petrolün fiyatı, petrol ihracatçılarının ortak tutumundan ziyade piyasanın kendi arz-talep dengesine bağlı durumda. Tarihsel olarak petrol fiyatları düştükçe sanayi üretimi artar. Ancak işler artık böyle yürümüyor; zira şu anda problem, üretim maliyetlerini düşük tutmak değil, müşteri bulmak. Düşük petrol fiyatları mamul ürün ihraç edenlerin birkaç problemini çözebilir; ama petrol ihracatçıları için devasa problemler yaratacaktır.
Bu küçülmenin en önemli sonucu iç toplumsal ve siyasi güçler üzerinde olacaktır. Önümüzdeki birkaç yıl içinde Avrupa’da bir resesyon, Güneydoğu Avrupa’daki sıkıntıları ağırlaştıracak ve belki de kuzey ülkelerine sirayet edecektir. Bu durum Avrupa’daki siyasi elite meydan okuyanların elini güçlendirecek ve korumacı tedbirler alınması taleplerini arttıracaktır. Bu da AB için bir meydan okumaya dönüşecek ve malların gümrüklerden kontrolsüz akışının tüm ülkeleri sistemik başarısızlığın sonuçlarını tatmaya maruz bırakacağı görüşünü cesaretlendirecektir. Temel argüman şu olacaktır: Eğer ki sistem çöküyorsa sistemin geriye kalan parçaları pek de bir anlam ifade etmez.
Siyasi istikrarın diktatörlükle sağlandığı Çin’de büyüme oranları düşmeye devam ederse diktatörlüğün inandırıcılığı tartışmaya açılacaktır. (...)
Rusya ve Suudi Arabistan’a gelince, eğer ki petrolün varil fiyatı 50 doların aşağısına düşerse bu ülkelerin ekonomileri üzerindeki baskılar artacaktır. Her ikisi de derinleşen iç meydan okumalar karşısında bölgesel menfaatlerini çekip çevirmeye çalışacaktır. Bu rejimlerin inandırıcılığı, tarihi modellerine uygun şekilde refahı sürdürebilme kabiliyetlerine bağlı. Bu modelleri korumak zor olacaktır.
ABD bu durumda sıkıntı çekecek, ancak köklü bir kriz yaşamayacaktır. Ancak önümüzdeki iki senede vuku bulacak bir resesyon Donald Trump’ın başkanlığına isabet edecektir. Amerikan kamuoyu, ekonominin gidişatından hep başkanları sorumlu tutma eğilimindedir; olan biten üzerinde hiçbir kontrolleri olmasa dahi... Dolayısıyla bir resesyon, 2020 seçimlerine giderken Trump’ı siyaseten zor bir durumda sokacaktır. ABD ihracata bağımlı ülkeler kadar korumasız olmasa da siyasi yansımaları, resesyonun başlangıcında Trump’ı sağlam ve istikrarlı bir siyasi taban kurmak zorunda bırakacaktır.

(...)

F.BALANCHE: ROJAVA SURİYE’DEN KOPMA ARAYIŞINDA



ROJAVA SURİYE’DEN KOPMA ARAYIŞINDA

Fabrice Balanche (Lyon 2 Üniversitesi’nde doçent ve araştırma direktörü, Washington Enstitüsü’nde misafir araştırmacı)
Washington Institute, 12.4.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Aşağıdaki tercümenin İngilizce orijinalinde bulunan 2 önemli harita maalesef yüklenememiştir. Haritaları merak edenler http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/rojava-seeks-to-break-out-in-syria linkini tıklayarak ulaşabilir.

Şubat ayında Suriye ordusu, Kürtlerin önderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’yle Menbic’in güneyinde birleşti. Kürt yetkililer bu gelişmeyi, kuzeybatıdaki Afrin kantonunu Suriye-Türkiye sınırı boyunca uzanan toprak parçasıyla birbirine bağlama yolu olarak görüyor. SDG’nin hâkim unsuru olan PYD, hiç şüphesiz Esed rejimine bel bağlamak yerine bu bağlantı hattını kendi birlikleriyle kontrol etmeyi tercih ederdi; ancak Türklerin son operasyonları PYD’nin batıya doğru ilerleyişini durdurdu. Yine de bu durum, Rojava’nın Suriyeli Kürtlerine, diğer aktörlerin kendisini siyaseten ve iktisaden içeriye hapsetmesini önleyici bir başka araç sunmuş oldu, en azından şimdilik.


Rojava hala Suriye’nin iktisadi alanının bir parçası
Her ne kadar son gelişmeler Afrin ile Rojava’nın diğer kısmı arasında malların dolaşımını kolaylaştıracak olsa da bu tür bir dolaşım hala daha rejimin iyi niyetine bağlı. Beşşar Esed’in Kürtlerle iktisadi ilişkileri genişletmesinin her iki tarafın da ortak çıkarına olması PYD için şükredilesi bir durum. Batı Suriye’nin Rojava’nın en doğusundaki Cezire kantonunda üretilen pamuk, buğday ve petrole; Kürtlerin de hammadde ihracatına ve işlenmiş mamul ürün ithalatına ihtiyacı var. Bu yeni kara bağlantısı sayesinde Suriye Kürtleri, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKYB)’ne daha az bağımlı hale gelecek. Kuzeydoğudaki IKYB’ye ait Peşhabur sınır geçidi, artık onlara açık olan tek uluslararası ticaret güzergâhı değil.
Kürtlerin Suriye’nin batısıyla savaş dönemi ticari ilişkileri, hiç şüphesiz şubat ayında kurulan Afrin bağlantısından çok daha önce de mevcuttu. Suriye ordusuna ve Esed’le müttefik veya ona isyancı birçok milis grubuna ödenen haraçlar sayesinde Rojava ile rejimin kontrolündeki topraklar arasında mal dolaşımı sağlanıyordu. Mesela Cezire’nin buğday hasadını hükümetin kontrolündeki alanlara taşıyan kamyonlar, İslam Devleti’nin kontrolündeki topraklardan geçerken İD birliklerine komisyon vermek zorundaydı. Son aylarda Afrin, Kamışlı’nın doğusundaki Rimelan rafinerilerinden benzin tedarik ederken, iki bölge arasını elinde tutan Türkiye destekli isyancılar yükün yarısını “geçiş vergisi” olarak almaktaydı. Ancak şubat ayından bu yana Kürtler, Menbic ile Afrin arasında Halep üzerinden Suriye ordusunun kurduğu koridor yoluyla benzin yollar hale geldiler. Esed birlikleri, rejim kontrolündeki yolları kullanmalarını teşvik etmek için kendi geçiş vergilerini görece düşük tutuyorlar. Rojava’yla ticareti kolaylaştırmak Esed’e siyaseten de yarıyor; böylelikle bir yandan Kürtleri kendi iktisadi etkisi altında tutarken, öte yandan Kamışlı’da hizmet eden ana havayolu şirketi FlyDamas’ın sahibi [Z.T.K. Beşşar Esed’in anne tarafından kuzeni] Rami Makhluf gibi kilit dostlarını ve aile mensuplarını da faydalandırıyor.

Kamışlı havaalanı vazgeçilmez
Rojava’nın içinde yer alsa da Kamışlı Havaalanı hala daha Suriye ordusunun kontrolünde. PYD burayı hiçbir zaman ele geçirmeye çalışmadı; zira burası Rojava için vazgeçilmez bir bağlantı vasıtası. Şam’a günlük iki uçuş tamamen zaruri ikmal malzemelerini taşıyor; keza iki haftada bir Beyrut ve haftada bir de Kuveyt’e uçuşlar var. Yereldeki sivillerin yurtdışına seyahatleri için en kolay yol da bu. Çünkü en yakın uluslararası havalimanı Erbil’de ve bunun için karayoluyla bir günlük yol gitmek lazım. Dicle Nehri’nden Peşhabur’a geçiş ise meşakkatli bir süreç; zira yük taşıyan kamyonlara ayrılan mavnaları siviller kullanamıyor. Gümrük işlemleri de çok uzun vakit alıyor.
Şubat ayından evvel Kamışlı Havaalanı sivil Kürtlerin rejim kontrolündeki batı bölgelerine ulaşımı için tek yoldu. Savaş boyunca Halep, Şam, Humus ve Lazkiye üniversitelerine giden binlerce öğrenci, Rojava’daki evlerine geri dönememe endişesi taşıyordu. Sağlık hizmetleri için Şam’a erişim bilhassa hayati; zira Rojava hastanelerinin ekipmanı yetersiz ve ilaçların çoğu da rejim bölgesinden geliyor. Burada çalışan memurların maaşları ve emekli aylıkları da Şam’dan uçaklarla geliyor. Kısacası Kürt yönetimi, birçok alanda Suriye devletinin yerine geçebilecek araçlara henüz sahip değil.

İktisadi bağımsızlık: ideolojiye karşı pragmatizm
2012’de PYD’nin Haseke vilayetini ele geçirmesi ve isyancılar Fırat Nehri’ni ele geçirdiğinde rejim bölgesiyle toprak bütünlüğünün bozulması yerel ekonomiyi tamamen altüst etti. Daha evvel Haseke, başta petrol, tahıl ve pamuk olmak üzere hammadde üretme rolünü üstlenmişti. Mesela ülkedeki tahıl üretiminin yarısı buradan olup bir nevi Suriye’nin gıda bağımsızlığının teminatıydı. Yine Haseke savaştan evvel ülke pamuğunun %80’ini üretiyordu. Bu “beyaz altın” Suriye’nin güçlü tekstil sanayisini besliyor ve büyük kazançlarla dışarıya ihraç ediliyordu. Çiftçiler, rejimin çok sıkı denetimindeki üretim planlarına dâhil olup başka ürünler ekemiyordu. Resmi kurumlar buğday ve pamuk tohumunu veriyor ve devletin belirlediği fiyattan tüm ürünleri satın alıyordu. Benzer şekilde yerel tarım idareleri de Humus’taki devasa kimyasal tesisten düşük fiyata gübre sağlıyordu.
Bu politikalar neticesinde Haseke, Suriye’nin batısını hammaddeyle beslemek zorunda olan bir iç sömürgeye benzemeye başlamıştı. Yerel sanayi girişimlerini başlatmak çoktandır yasaktı; devlet orada sadece iki tane iplik fabrikası açarken ülkedeki pamuğun büyük kısmı Halep’te ve sahil bölgelerinde işleniyordu. Üstelik bölgede tekstil sektörü yoktu; tarım-gıda sanayii de yerel ihtiyaçları karşılamak üzere birkaç küçük ölçekli mandıra ve un değirmenlerinden ibaretti. Suriye petrolünün üçte birini üretse de burada ne bir rafineri ne de plastik sanayii vardı. Rimelan termik santrali de sadece stratejik ihtiyaçlar çerçevesinde petrol çıkarma amaçlıydı; elektrik çok büyük ölçüde Fırat Nehri üzerinde bulunan Baas, Tişrin ve Sevra barajlarından üretiliyordu. Rejim, böyle bir iktisadi bağımlılık yaratarak Kürtlerin herhangi bir ayrılıkçı girişimini engelleme ümidindeydi. Bu politika, sahildeki Alevi bölgesinde izlenen politikanın belirgin bir şekilde zıttıydı. Zira Beşşar’ın babası, olur da rejim bir gün Şam’daki iktidarını kaybederse sahil kesiminde bağımsız mezhepçi bir sığınak kurmak için gerekli her türlü altyapıyı buraya sundu.
Bugün PYD, Şam’la dengesiz ilişki biçiminden kurtulmak için kendi kendine yetebilir bir ekonomi kurmayı savunuyor. Kapitalist bir sistemi de reddedip uzunca bir süredir daha Marksist-Leninist politikaları savunan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın felsefesini teşvik etmeye çalışıyor. Ancak şu sıralar bu fikirler Rojava’da küçük çapta uygulanabilir durumda; bu yüzden Kürt yetkililer hammaddelerini ihraç edip karşılığında mamul ürünler satın almak için topraklarını dışa açık tutmak zorunda hissediyorlar. Bu bağlamda Irak’a bir ikinci ticari güzergâh açmak, yavaş ve belirsiz şekilde kendi kendine yetebilir bir ekonomi kurmaya kıyasla, Rojava’nın bağımsızlığını hızlıca ve son derece güçlü şekilde takviye edecektir.

İran için batıya doğru bir güzergâh mı?
Haseke ile Kerkük arasında yeni bir kara güzergâhı, Rojava’nın –Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ana gruplarından Barzani’nin KDP’sinin tam kontrolündeki– Peşhabur sınır geçidine bağımlılığını kırabilir. Bu güzergâhın, hâlihazırda Irak ordusu ve onunla bağlantılı Şii milislerin kontrolünde bulunan Dicle Vadisi üzerinden Telafer’e ve ardından Kerkük’e ulaşmadan evvel Yezidi Dağlarının [Z.T.K. Sincar’ı kastediyor] güneyinden geçmesi muhtemel. Kerkük, KDP’nin aksine İran’a ve Bağdat’a yakın IKBY grubu KYB’nin hâkimiyetinde.
Bu güzergâhı açmanın uygunluğu henüz sağlama alınmış değil. Zira İslam Devleti hala daha Sincar’ın güneyinde mevcudiyetini korurken, KDP ile PKK şu anda Sincar’ı kontrol için mücadeleye girişmiş durumda. Dahası, KDP lideri Mesud Barzani de Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Rojava’yı dış dünyaya açacak ve bölgenin İran için jeopolitik önemini takviye edecek herhangi bir stratejik eksene karşı çıkıyor. Ancak eğer ki mevcut gidişat devam ederse, Haseke ile Kerkük arasında –Suriye Kürtlerini İran’a Süleymaniye üzerinden bağlayacak– bir koridor kurulabilir. Bu durumda teorik olarak Rojava, Amerikan birliklerinin Suriye’nin doğusundan çekilmesi halinde, İran’ın Irak, Suriye’nin batısı ve hatta Akdeniz sahili arasında bir transit güzergâhına dönüşebilir. Her ne kadar bu, İran için en kısa batıya açılma güzergâhı olmasa da İslam Devleti’nin, Rakka ve Musul’dan çıkartıldıktan sonra teröristlerin sığınmasının muhtemel olduğu Suriye-Irak sınırı boyunca uzanan kalelerinin etrafını kuşatma avantajını sunacak. Dolayısıyla eğer ki ABD ve müttefikleri, Tahran’ın böyle bir koridor kurmasını önlemek istiyorlarsa, Suriye Kürtlerinin elindeki topraklarda kendi etkilerini güçlendirmeleri gerekiyor.

A.McDONALD: İRAN, SURİYE’YE KARA KUVVETLERİNİ KONUŞLANDIRMAYI DÜŞÜNÜYOR



İRAN, SURİYE’YE BİR AMERİKAN MÜDAHALESİNE KARŞI KARA KUVVETLERİNİ KONUŞLANDIRMAYI DÜŞÜNÜYOR

Alex MacDonald (Ortadoğu, Asya ve İslam dünyası uzmanı)
Middle East Eye, 29.4.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

İran dışişleri bakanlığı, İsrail’in 27 Nisan’da Şam havalimanı yakınındaki bir bölgeye düzenlediği hava saldırısını kınarken çıkan haberlere göre Tahran yönetimi, Suriye’ye yönelik Amerikan öncülüğünde muhtemel bir müdahaleye karşı koymak maksadıyla bu ülkeye kara birliklerini konuşlandırmayı düşünüyor.
(…)
İran Devrim Muhafızları’nın eski bir komutanına bağlı olan Tabnak haber ajansına göre, İran Ürdün’ün kuzey sınırında artan Amerikan askeri faaliyetlerinden ciddi endişe duyuyor.
Makaleye göre İsrail’in Suriye’ye saldırıları; İsrail, ABD ve Arap ülkelerinden müteşekkil bir koalisyonun bu ülkeye yönelik büyük çaplı saldırılarının sadece bir başlangıcı olabilir. “Suriye’nin güneyinde artan faaliyetler, silahlı grupların (yardımıyla) Ürdün ve İsrail üzerinden bir saldırı hazırlığına işaret ediyor.”
Aynı haber ajansında yer alan bir başka makaleye göre, Rus ve İranlı askeri yetkililer böyle bir durumda müdahale etmek için kara birliklerini yollamaya hazır olduklarını Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’e bildirdiler.
Suriyeli muhaliflerden gazeteci Esad Hana, nisan ayı başında attığı bir tweette Amerikan birliklerinin konuşlandığını ve Ürdün özel kuvvetleriyle birlikte Suriye’nin güney sınırında hazır beklediğini yazdı. Yine el-Hayat mahreçli bir diğer haber, görünüşte İslam Devleti’yle savaş hedefiyle de olsa ortak kuvvetlerin Ürdün’den Suriye’nin güneyine girmeye hazırlandığını ortaya koyuyor.
(…)
Suriye’nin güneyinde özerklik mi?
(…)
İran Devrim Muhafızları’nın 1000’i aşkın savaşçısı ABD, Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın desteklediği muhaliflere karşı Suriye’deki çatışmalarda hayatını kaybetti.
Şam’da yaşayanların anlattığına göre, rejim yanlısı bölgelerde İran’ın nüfuzu o denli yayılmış durumda ki Suriye’nin siyasi ve askeri sahnesine, Esed’in baş müttefiki Rusya’yla birlikte, fiilen egemenler.
Guardian gazetesine konuşan bir Suriyeli işadamı diyor ki “Burası benim anavatanım, ama ikinci sınıf bir vatandaş konumundayım. Artık Suriyeliler ikincil, İranlılar başat ve Ruslar ise tanrı konumunda.”
Rai el-Yevm gazetesi yazarı Abdülbari Atvan’a göre Şam yönetimi, İstanbul’da 22 Suriyeli muhalif aktivistin önerdiği, Suriye’nin güneyinde özerk bir bölge kurulması çağrısı yapan plana sinirlendi. Deraa, Suveyda ve Kuneytra bölgelerinde adem-i merkeziyetçi bir yerel idare kurulmasını öngören bu sözde Houran Paktı’nı Şam yönetimi Suriye’nin federalleşmesinin ilk adımı olarak görüyor. Esed’in müttefiki Rusya bile adem-i merkeziyetçi bir idare prensibine açık.
Esed yönetimi, hem Ürdün krallığının hem de İsrail’in sınırlarını koruma işlevi görecek bu planın arkasında ABD’yle birlikte Ürdün’ün olduğunu görüyor.
Amerikan birliklerinin Suriye’nin kuzey sınırına da konuşlandığını gösteren haberler var.
28 Nisan’da YPG komutanlarından biri dedi ki, YPG ile Türk birlikleri arasında sınırda açılan karşılıklı ateşin ardından Amerikan birlikleri kuzey sınırındaki durumu gözetlemeye başlayacak.
(…)
Suriye’nin kuzey ve güney sınırları boyunca Amerikan birliklerinin giderek artması, –özellikle de İdlib’e kimyasal saldırının ardından Şayrat Hava Üssü’ne yönelik saldırının gözler önüne serdiği gibi, Trump’la birlikte Amerikan yönetiminin politikasındaki son dramatik değişiklik–  Şam ve Tahran’ı endişelendiriyor.

(…) Ortadoğu Enstitüsü IranObserved Projesi Direktörü Ahmed Mecidyar’ın makalesinde belirttiği gibi, “Özellikle İranlı askeri yetkililer, Trump’ın Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’e olumlu bakışının ve yurtdışına askeri müdahalelere karşı duruşunun İran’ın Suriye ve Ortadoğu’daki gündemine yarayacağı ümidindeydiler. Ancak bu ihtiyatlı iyimserlik, ocak ayında Trump’ın iş başına geçmesiyle ve –Tahran’ın balistik füze programına karşı yeni yaptırımları yürürlüğe koyarak, Washington’ın Ortadoğu’daki geleneksel Sünni müttefikleriyle yakın ilişkilerini tekrar kurarak ve Suriye ile Irak’ta askeri angajmanın çapını genişleterek– İran’a yönelik saldırgan bir politika benimsemesiyle birlikte yerini Tahran’da giderek artan endişelere bıraktı.”