26 Haziran 2018 Salı

KATEHON: RUSYA, SURİYE POLİTİKASININ DİNAMİKLERİNİ YİTİRDİ





The Katehon, 22.6.2018 [The Katehon, Rus Avrasyacılığının babası Aleksandr Dugin ve ekibine ait bir web sitesidir]

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Suriye’de askeri ve askeri-siyasi gidişatın hâlihazırdaki duraksaması belki de tarihe “futbol ateşkesi” adıyla geçecek.
En azından, teröristlerin işgali altındaki Suriye toprak parçası Deraa’yı kurtarmak için çoktan başlayan harekât askıya alınmış durumda. Bilinmeyen nedenlerle Moskova, Şam’ı destekleyen Hizbullah hareketi destekçilerinden ve İranlı birlikler ile İran yanlısı savaşçılardan geri çekilmelerini istedi. Bu, İran’ın hoşnutsuzluğuna ve Tahran-Moskova ilişkilerinde gözle görünür bir soğukluğa yol açtı. Ancak bu savaşçılardan bazıları Suriye hükümet birlikleri içinde yer alıyor.
Bu arada, genel olarak Suriye konusunda Moskova ve Şam’ı sürekli ve aktif şekilde sıkıştırıp duran Amerikalılar, [güneybatıdaki] Deraa sözkonusu olduğunda saldırıyı durdurma talebini kestiler. Bu arada Suriye’nin işgal altındaki toprakları olan [Irak-Suriye-Ürdün sınırının kesişim noktasında bulunan] Tenef çevresindeki Efrat’ta ve Kürtler hesabına Türkiye’yle karşı karşıya geldikleri kuzeydoğuda kendilerini güvence altına aldılar. Bu durum zaten pek kalıcı gözükmeyen Rusya, İran ve Türkiye ittifakına bir darbe daha vurmuş oldu.

“Büyük futbol ateşkesi”
Bu noktada işler değişiyor, eşzamanlı olarak Suriye’yi açıkça parçalara ayırırlarken. Son dönemde birçok gözlemci, Rusya’nın karmaşık Suriye politikasında ivme kaybettiği, kendi çıkarları pahasına ABD ve İsrail’le bir kez daha iyi ilişkiler kurmaya çalıştığı hissiyatında.
Bazı gözlemciler, bu gidişatın İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun 9 Mayıs’taki Moskova ziyaretiyle bağlantılı olduğu kanaatindeler. Uzmanlara göre ziyaret sırasında, kapsamlı bir çatışma halinde İsrail’in kuvvet kullanmaması karşılığında, Rusya’nın da İran’ı İsrail-Suriye sınırından askeri birliklerini geri çekmeye ikna etmesi konusunda bir anlaşmaya varıldı. Tel Aviv, ABD’nin de katılacağı -ve bu durumda Rusya’nın da müdahale etmek durumda kalacağı- Beşşar Esed’e karşı ciddi bir savaş başlatmakla tehdit ediyor. Muhtemel bir Rus müdahalesi, Moskova’yı sadece İsrail ve ABD’yle değil, aynı zamanda dünya çapında bir bankerler ağıyla veya derin devletle de kapsamlı bir savaşa sürükleyecektir. Rusya bu türden bir savaşa henüz hazır değil.
Rus liderliğine bir “şeker” olarak Dünya Kupası’nı barışçıl bir ortamda düzenlemesi için teminatlar verildi.
Durumun gerek Rusya gerekse Suriye ve İran için olumlu şekilde gelişmesi mümkün görünmüyor. Büyük ihtimalle çatışma dondurulacak. Bu en iyi ihtimal. En kötüsü ise Amerikan öncülüğündeki koalisyonun, kontrolü altındaki bölgeleri genişletmeye kalkışması olacak. Bazı provokasyonlar olabilir. Mesela Deraa vilayetinde Nusra Cephesi tarafından kimyasal silahların kullanımı kışkırtılmaya kalkışılabilir; bu durumda Amerikalılar Suriye hükümet ordusunu vuracaklardır.
Bu, gelecekte yeniden vuku bulabilir. Ortada sadece birkaç olumlu öngörü var. En aktif ve savaşma kapasitesi en iyi silahlı grupları bastırmaksızın siyasi bir sürecin işlemesi imkânsızdır. Bu besbelli. Ama henüz ufukta görünmüyor.
Görünen o ki Rus siyasiler, Suriye konusunda aynı anda elde etmeleri imkânsız iki alternatife birden oynuyorlar: bir taraftan Suriye’de kendi milli devlet çıkarlarını korumaya, diğer taraftan Batı’yla dost olmaya çalışıyorlar. Ancak bunun işe yaraması mümkün gözükmüyor.



20 Haziran 2018 Çarşamba

M.HASAN & R.GRIM: TRUMP YÖNETİMİNE ‘İSLAMİ REFORMASYON’ İÇİN BASTIRMASI TAVSİYESİ





Mehdi Hasan (Washington’da yaşayan ödüllü İngiliz köşe yazarı, yayıncı, yazar; el-Cezire İngilizce’de “UpFront” programı yapımcı ve sunucusu) & Ryan Grim (the Intercept’in Washington büro şefi)
The Intercept, 18.6.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

Geçen sene Amerikan Dışişleri Bakanlığına ait bir bilgi notunda, Beyaz Saray’a, İran ve İslam Devleti’yle çifte mücadele çabası çerçevesinde Trump yönetiminin “İslami Reformasyon” için bastırması gerektiği tavsiyesinde bulunulmuş.
Bu tavsiye benimsenip de Aralık ayında ilan edilen yeni Milli Güvenlik Stratejisi’nin bir parçası haline getirilmiş değil; ancak İslam’ın sözde reformasyonunun Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Milli Güvenlik Konseyinde en üst düzeyde tartışmaya açılması, bir zamanların uç, aşırı sağ dış politika yaklaşımının sıradışı yükselişinin altını çiziyor. Resmî politika olarak benimsenseydi eğer, neredeyse tamamen Müslüman karşıtı bağnazlar arasında yürütülmekte olan bu teolojik tartışmaya Amerikan yönetiminin doğrudan girmesi radikal bir kopuşa işaret edecekti.
The Intercept’in elde ettiği belgeye göre “İran’a ve IŞİD’e karşı hedef, her birinin alamet-i farikasını ve İslami aşırıcılığı kırmak/bitirmek… Mevcut İran ve IŞİD yapılanmalarına desteğin ideolojik temellerinin altını oymak için bir kamu diplomasisi aracı olarak ‘İslami Reformasyon’ vurgusu ciddi şekilde hesaba katılmalı.”
“İdeolojik rekabet” konusundaki belge, 2017 yazında Amerikan Dışişleri Bakanlığı Politika Planlama Dairesi tarafından Beyaz Saray Milli Güvenlik Konseyine sunuldu. Tam da bu dönemde Milli Güvenlik Konseyi, Trump yönetimi için bir Milli Güvenlik Stratejisi taslağı hazırlamaktaydı. O dönem Dışişlerinin başında, Başkan Donald Trump’ın İslam karşıtı söylemiyle arasına mesafe koymuş Rex Tillerson vardı. Bu yılın Nisan ayında Dışişleri Bakanlığına Mike Pompeo getirildi ki onun Müslüman karşıtı bir ideolog olarak geçmiş performansı, Dışişlerinin İslam’a yaklaşımı konusunda birçoklarını endişelendiriyor.
Bir Dışişleri yetkilisi, bilgi notunun orijinal belge olduğunu doğruladı ve the Intercept’e bunun Milli Güvenlik Stratejisi’nin şekillenmesini sağlayan “onlarca belgeden biri” olduğunu söyledi. “Bir karar alınmadan evvel tartışma başlatma amacı güden her belge gibi (…) ‘İslami Reformasyon’ da onlarca yıldır Müslüman dünyanın uzmanlarınca kullanılan ve tartışılan bir tabir olup bir politika talimatı olarak değil, tarihsel bir benzeşim/analoji olarak kullanıldı” diye de ekledi.
1947’de kurulan Politika Planlama Dairesi, Amerikan Dışişlerinin kurum içi düşünce kuruluşu niteliğinde. Başında Bush yönetiminin şahin yetkililerinden Brian Hook olup sözkonusu bilgi notu hazırlanırken de bu görevdeydi. Bu kuruluşun internet sitesine göre Hook ve ekibi, “küresel eğilimlere ilişkin daha uzun vadeli stratejik bir vizyona sahip.” Bu belge, Hook’un Trump’a yeteri kadar sadık bulmadığı veya İran’a fazlaca yakın gördüğü kariyer sahibi personeli tasfiye etmesinden kısa süre sonra tamamlandı. Mesela Sahar Nowrouzzadeh, -İran’da doğduğu yalan haberi yayılmak suretiyle ABD’ye sadakatinin sorgulandığı- sağcıların karalama kampanyasının akabinde Hook’un politika dairesinden çıkartıldı.
The Intercept’in danıştığı Dışişleri, Pentagon, Milli Güvenlik Konseyi eski yetkililerine, danışmanlarına ve avukatlarına göre, uzmanlıktan yoksun olanların ve ideologların doldurulduğu politika dükkânında şimdilerde daha evvelkilere hiç benzemeyen malzemeler üretiyor. Tartışmalı ve kışkırtıcı “İslami Reformasyon” tabirini (…) daha evvel bir Amerikan resmî hükümet belgesinde hiç görmediklerini söylediler.
Uzmanlıktan yoksunluk bilgi notunda kendini belli ediyor. Not şunu iddia ve tavsiye ediyor: “İran gittikçe daha fazla siyasi ve askeri baskı altında olup gerek IŞİD kontrolündeki alanlarda gerekse İran içinde iç muhalefet güçlerine destek veriyor. Böyle bir ortamda (Amerikan yönetiminin) ideolojik faaliyetlerinin daha büyük alıcısı olacaktır.” Ancak İran’ın Şii Ayetullahları ile IŞİD’in Sünni militanlarının apaçık birbirine düşmanlık içinde olduğu dikkate alınırsa bu analizin ne denli saçma sapan olduğu görülür.
İsminin açıklanmasını istemeyen başka bir üst düzey Amerikalı yetkili, Dışişleri belgesini kaleme alan isimsizlere atıfta bulunarak,  “bu insanlar” aşırı sağ Müslüman karşıtı blog dünyasından “saçmalıkları seçip sergiliyorlar” dedi.
Belge, bu sözde reformasyonun nasıl gerçekleşeceği konusunda ayrıntılara da giriyor; bunlar arasında Amerikan imparatorluğunun hedeflerini kolaylaştıracak bir araç olarak kadının güçlendirilmesinin kullanımına dair çarpıcı bir paragraf da yer alıyor: “Bu yaklaşım için kullanışlı iki hedef grup kadınlar ve gençler - her ne kadar onlar tek potansiyel hedef olmasalar da... İslam’dan etkilenmiş dünyada başlıca bilgi iletme/yayma hedefi olarak kadının güçlendirilmesine odaklanmak, ABD’nin, Amerikan gücünün ahlaki bileşenini korumasına ve özgürleşme söylemini sürdürmesine imkân verecek.”
Luther Akademisinde dini ilimler doçenti ve Amerikan Dışişleri Bakanlığının eski İslamofobi danışmanı olan Todd Green, Eylül 2017’de şöyle yazmış: “İslami Reformasyon talepleri yeni bir şey değil. Bugün Batı’daki en önde gelen İslam karşıtı aktivistlerden bazılarının kariyerini bu talepler besledi.” Mesela Trump yönetiminin Müslümanlara koyduğu yasağı destekleyen, İslam’dan dönmüş muhafazakâr yazar Ayaan Hirsi Ali, 2015’te Heretic: Why Islam Needs a Reformation Now başlıklı bir kitap yayınlamıştı.
Hillary Clinton’ın dışişleri bakanlığı sırasında Politika Planlama Dairesinde görev almış Peter Mandaville, the Intercept’e dedi ki “İslami Reformasyon” teklifinde bir dizi “siyasi, entelektüel ve hukuki” problem sözkonusu. Bu problemleri açıklayan George Mason Üniversitesi profesörü ve Islam and Politics kitabının yazarı Mandaville’e göre, “(…) Üçüncüsü, Amerikan Anayasası, federal hükümetin herhangi bir dini veya herhangi bir din yorumunu tercih ettiğini gösteren herhangi bir faaliyete girişmesini yasaklıyor.”
George Washington Üniversitesi Hukuk Fakültesi hukuk ve din profesörü (…) Robert Tuttle, “Amerikan yönetimleri dinî konularda görüşlerini açıklayamaz” dedi.
(…)
Hukukilik meselesinin yanısıra, Politika Planlama Dairesinin “İslami Reformasyon” vurgusunun ABD’nin elinde patlayıp geri tepebileceği ve faydadan ziyade zarar verebileceğine dair korkular da mevcut.
Todd Green, the Intercept’e dedi ki “ABD’nin bir dış politika aracı olarak İslam’ın bir çeşit reformunu desteklemesi fikri korkunç. ABD’nin yapacağı en son şey, (…) Müslüman cemaatler arasındaki iç teolojik tartışmalara müdahil olmaktır.” Ona göre Amerikan yönetiminin İslami teolojiye dalması ve “hangi Müslümanların makbul olup hangilerinin olmadığına hükmetmesi” “tehlikeli bir alan”a girmesi demektir: “Açıkça söylemek gerekirse, eğer ki bir grubu itibarsızlaştırmak istiyorsanız ilk yapmanız gereken şey ona destek verip ‘İşte bu, teolojik açıdan doğru olan İslam türüdür’ demenizdir.”
(…)
İslam’ın şiddetin temel nedeni olduğu varsayımının “hatalı” olduğunu Green de kabul ediyor (…). Ona göre “Terörizm ve şiddete başvuran radikalizm konusunu çalışan akademisyenlerin ekseriyeti, siyasal ve toplumsal koşulların şiddete yol açan en temel saik olduğu konusunda hemfikirler. İslam tabii ki bu şiddet dalgasında araçsallaştırılıyor; ama bu başka bir şey.”
Green’e göre “İslami reformasyon çağrısının, Müslümanların reform bağlamında ne yapıp yapmadıklarıyla pek bir ilgisi yok. Bu, dikkatleri başka tarafa çekme çabasının ürünü. Biz Müslümanların ne yapması gerektiğine odaklandığımız sürece, hem kendi dış politikamızı hem de dışarıda şiddete başvuran radikalliğin yükselişinde oynadığımız rolü [Amerikalılar olarak] sorgulamaya ihtiyaç duymuyoruz.”
Ancak Trump yönetimi, jeopolitik veya sosyoekonomik faktörler yerine İslamcı ideolojinin rolüne odaklanmaya pek hevesli. “İslami Reformasyon” tabiri, Aralık 2017’de yayınlanan ve ABD’yi “cihatçı teröristler”le savaşmaya adayan Milli Güvenlik Stratejisi’nin son haline eklenmedi. Yine de Dışişlerinin sunduğu teklifte yer alması, the Intercept’e konuşan üst düzey bir Amerikalı yetkiliye göre, Trump yönetiminden nüfuz sahibi isimlerin bu konudaki “düşünceleri”ni yansıtıyor.
Sözkonusu yetkili, Dışişleri Bakanı Tillerson ve Milli Güvenlik Müsteşarı H.R. McMaster gibi daha ılımlı ve İslam takıntısı daha az olan isimlerin görevden alınmasıyla ve yeni “üst kadro”nun İslam karşıtı ideologlarla doldurulmasıyla birlikte, bugünkü atmosferin bu türden ideoloji ağırlıklı gündeme çok daha uygun hale geldiğine işaret etti. Politika Dairesini yöneten Hook, Dışişleri binasını daha ideolojik müttefiklerin doldurulmasıyla birlikte itibarının arttığını görmüş oldu.
(…)
Amerikan yönetiminden yetkiliye göre “McMaster ve Tillerson bu (İslami Reformasyon) argümanına ikna olmamışlardı. Ama şimdi bu ekiple nefes alıp veren Pompeo ve Bolton var.”

H.ABOUZAHR: FASİH ARAPÇANIN GERİLİYOR OLMASI NİÇİN KAYGI VERİCİ





Hossam Abouzahr (Fasih Arapça ve lehçeler için sözlükler yazarak Arapçaya erişimi kolaylaştırmaya odaklanan bir platform olan “Yaşayan Arapça Projesi”nin kurucusu)
The Atlantic Council, 21.5.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.

NOT: Benzer konuda eski Tunus Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki’nin 3 Kasım 2017 tarihli “Araplara veya Onlardan Geriye Kalana Mektup” başlıklı enfes yazısını okumak için TIKLAYINIZ.


Birçokları fasih Arapçanın veya modern Arapçanın hâlihazırda gerilmekte olduğu konusunda uyarılarda bulunurken bazıları da bu gidişattan memnunlar. Ancak bu gerilemeyi tetikleyen faktörler ve bunun bölge için ne anlama geldiği üzerinde durmak önemli.
Araplar, fasih Arapçanın gerilemesini, genellikle Kur’an ve İslam dili olan Arapça mirasını sürdürmekte milletçe başarısızlık olarak görüyorlar. Her ne kadar bazıları, ammicenin –sözde halk dili veya lehçenin– güçlenmesini, yerel kimliklerin önem kazanmasının bir işareti olarak görüp sevinse de fasih Arapçayı terk ediş aslında zayıflayan toplumsal altyapıya ve gerileyen eğitim sistemine dair bir uyarı.
“Acaba fasih Arapça gerçekten düşüşte mi?” sorusu sorulmaya değer. Maalesef ki bu konuda elimizde net istatistikler yok ve genellikle insanlar bireysel göstergelere bakıyorlar. Fasih Arapça, özellikle Arap birliğini savunan medyada, siyasi konuşmalar gibi resmî ortamlarda, dinî vaazlar ve metinlerde ve edebiyatta kullanılıyor. Fasih Arapçanın gerilemesinden bahsedenler, genellikle edebi eserleri, okur-yazarlığı ve fasih yerine halk dilini veya yabancı dilleri kullanmayı giderek daha fazla yeğlemeyi kastediyorlar.
Zayıflayan ekonomiler, savaşlar ve sansür fasih Arapçanın gerilemesinin ardındaki temel faktörlerden birkaçı. Ortadoğu’da okuma-yazma oranları, son yıllarda Irak (ve eğer ki savaşla yıkıma uğramış ülkeden istatistikler derlenebilirse muhtemelen Suriye) hariç yükselişte. Ancak ölçümler yanıltıcı olabilir. Zira istatistikler, genellikle iş görecek kadar okur-yazarlığa veya “günlük hayatta kısa ve basit bir ifade”yi anlama kabiliyetine bakmakla yetiniyor. Ayrıca bu istatistikler, kendisiyle görüşülen kişilere “Okuma-yazma biliyor musunuz, bilmiyor musunuz?” şeklinde iki seçenekli bir soru yöneltilmesine dayanıyor (ve dolayısıyla da cevaplayanın kendi önyargısıyla maluller). Okur-yazarlığın farklı düzeyleri ya da yazma becerisi, metinle aktif bağlantı kurma veya sadece pasif şekilde okuma gibi çeşitli alışkanlıklar sorulmuyor.
Bu nedenle iş görecek kadar okur-yazarlığın yükselişte olması, buna mukabil fasih Arapçayı –mesela ince edebi eserleri veya akademik metinleri– anlama ve kullanmanın gerilemesi birbirine tezat değil. Şu an Arap dünyasında yılda sadece 15.000 ila 18.000 kadar kitap basılıyor, yani Penguin Random House yayınevinin tek başına bir yılda bastığı kadar… Bir zamanlar Mısır, yılda 7000 ila 9000 eserle en büyük kitap yayıncısı ülke konumundaydı. Basılan eser sayısı daha evvel giderek artmaktayken 2011 Devrimi’nden sonra %70 gibi koskoca bir düşüş yaşandı ve ancak 2016’ya gelindiğinde yayıncılıkta “iyileşme emareleri görülme”ye başlandı. Yunanistan, her yıl 22 Arap ülkesinin tamamından beş kat daha fazla kitap tercüme ediyor Yunancaya. Faslı yazar ve edebiyat eleştirmeni Abdülfettah Kilito, yüksek lisans öğrencilerinin “hiçbir şey okumadıkları”ndan yakınıyor.
Arap dünyasının ana merkezleri, özellikle de Mısır, Lübnan, Suriye ve Irak sıkıntılarla boğuşuyor. Bidoun’un kıdemli editörü Negar Azmi, “Mübarek döneminde Mısır edebiyatı bata çıka da olsa ilerlemekteydi” diye yazıyor. Ama sansür entelektüelleri yurtdışına gitmeye zorluyordu. (…)
Suriye ve Irak da savaşlardan muzdarip. Vakti zamanında dil çalışmak ve geliştirmek için Arapça akademileriyle ve üniversiteye kadar tüm eğitim sisteminin Arapça olmasıyla meşhur Suriye şu an yıkıma uğramış durumda. Mülteciler, eğitimin Arapça olmadığı ülkelerde kendilerini buluverdiler. Hatta komşu Lübnan bile eğitim sisteminde İngilizce ve Fransızca kullanıyor.
Bütün bu faktörlerin bileşimi, Arap ülkelerindeki eğitimli sınıfların –yani fasih Arapçayı okuyup yazanların– büyük kısmını yok etti. Eğitimli sınıflar çoğunlukla Arapçanın daha iyi bir formunu, Mısırlı dilbilimci Said Badawi’nin deyimiyle “entelektüelin konuşma dili”ni (…) konuşuyor – veya en azından ihtiyaç duyduğunda konuşabiliyor. Tipik bir beyin göçü hareketiyle fasih Arapçaya en yakın konuşabilenler savaşlardan kaçmak, iş bulmak ve çocuklarına güvenli bir gelecek sağlamak için yurtdışına gidiyor. Ülkesini terk etmeyenler de yabancı dili fasih Arapçaya tercih ediyor. Yabancı dili daha işlevsel ve itibarlı görüyor ve mezuniyet sonrası iş bulmanın daha garanti olduğunu düşünüyor. Arap dünyasındaki gençlik, çoğunlukla tamamen bir yabancı dilde çalışıyorlar ve fasih Arapçayı kullanımda rahat değiller. Northwestern Üniversitesinin Katar kampüsü, kısa süre evvel öğrencilerinin ekseriyetinin el-Cezire kanalına çıkıp da konuşacak kadar fasih Arapçada yetkin olmadıklarını açıkladı. Körfez Arap gençliğinin evlerinde Arapçadan çok İngilizce konuştuklarına dair haberler var. [Z.T.K. Körfez çocukları genellikle önce Güneydoğu Asyalı bakıcılarının dilini öğreniyorlar, ardından da okulda İngilizce eğitim alıyorlar. Dolayısıyla Arapçalarının çok kötü olduğu söyleniyor.]
Fasih Arapça aynı zamanda Arapların onu algılama şeklinden de zarar görüyor. Fasih Arapça sıklıkla resmî durumlarda kullanılan bir dil gibi görülürken (ve zaman zaman “Resmî Arapça” olarak adlandırılırken) aslında bağlam her şeyi ele veriyor. Eğitimli sınıfların tükenmesiyle birlikte fasih Arapça, gittikçe daha fazla –baskıcı ve muhafazakâr sistemlerle bağlantılı– siyasi ve dinî bağlamlarla sınırlı hale geldi. Edebiyat genellikle ağırdır; (…) hafif eserlerin sayısı azdır. Buna mukabil televizyon dizileri ve filmlerinin ekseriyeti halk dili ammicedir. Sosyal medyada lehçeler hâkimdir, her ne kadar fasih Arapça da kullanılsa da.
İlginç şekilde fasih Arapçayı yeniden canlandırmaya dönük bazı çabalar sözkonusu; ancak gerileyen ekonomiler, savaşlar ve sansür karşısında bu çabaların fasih Arapçayı kurtarabilmesi mümkün görünmüyor. Bazı Disney çizgi filmlerinin dublajı Mısır lehçesi yerine fasih Arapça olarak yapıldı; ama çocuklar arasında erişime daha açık olsun diye geçmişte Mısır lehçeli dublajlar sıklıkla kullanılmıştı. Bazı çizgi-romanlar da fasih Arapça basılmakta. Ancak bu ürünlerin fazla alıcısı olmadığından uzun vadede mali açıdan bu basımlar ne kadar sürdürülebilir, net değil. Mesela, Arap edebî eserlerini tercümesiyle meşhur Humphrey Davies’e göre, çizgi-romanlar ve mizah dergileri 2011 Devrimi’nden bu yana Mısır’da muazzam bir başarı yakalarken “görsel etkilerinin doğrudanlığı” karşısında sıkça sansüre uğruyorlar. Genel olarak Körfez, fasih Arapçaya ilginin azalması karşısında farkındalığı artsa da şimdiye kadar realist çözümler önerebilmiş değil. Durumun tuhaflığını gözler önüne seren şey ise fasih Arapçanın gerilmesini yazılı ve görsel medyada ele alan makale ve videoların İngilizce olması. Arapça eğitimin nasıl geliştirileceğine odaklanan çalışmalar var; ama bunlar da muazzam toplumsal ve bürokratik değişimleri gerektiriyor ki öyle ivedilikle ve kolayca uygulanamazlar.
Fasih Arapçanın gerilemesi politika üreten çevreleri endişeye sevk etmeli. Zira bu durum, eğitimli sınıfların düşüşünü ve Arap yönetimlerinin kendi kurucu bileşenlerinin/vatandaşlarının ihtiyaçlarını karşılayabilecek eğitim sistemlerini kurmaktaki başarısızlıklarını gözler önüne seriyor. Her ne kadar bazıları, ammicenin/halk dillerinin yaygınlaşmasını, dayatılan “pan” kimliklere [Z.T.K. yani pan-Arabizm ve pan-İslamizm vs.] karşı yerel kimliklerin zaferinin bir işareti olarak görerek sosyal medyada kutlasalar da bu tutum ihtiyatla karşılanmalı. Yerel kimlikler, ille de milli kimlikler demek değildir; bunlar genellikle ulus-altı kimlikler olduğundan, güçlü milli bağların emaresi olmak yerine, aslında Arap devletlerinin nüfuslarını birleştirmekteki başarısızlığının göstergesidir.
Lehçeler giderek önem kazanıp resmî dil statüsüne kavuşsa bile (ki fasih Arapçanın itibarlı statüsü karşısında bunun gerçekleşmesi pek mümkün değil) başka yeni yeni meydan okumalar ortaya çıkacaktır. Ammice/günlük konuşma dili, hiçbir zaman fasih Arapça gibi teknik kelime dağarcığı geliştirememiştir. Dahası, böyle bir durumda eğitim sistemleri de lehçeleri öğretmek için baştan aşağı yeniden gözden geçirilip değiştirilmek zorunda kalacaktır.
Hikâye hiç de iç açıcı değil; ama bu da durum hepten ümitsiz anlamına gelmez. Geçmişte Arap devletleri, ekonomileri çok daha güçlüyken fasih Arapçayı içine sindirmiş bir eğitimli sınıf inşa edebilmişti. Ancak yönetimler kendi halklarına yatırım yapmadığı, Arapça algısını değiştirmek için ortaklaşa bir çaba sarf etmediği, fasih Arapça ile lehçeler arasında daha iyi bir köprü kuracak şekilde eğitim sistemlerini gözden geçirmediği sürece muhtemeldir ki fasih Arapçada bir gerilemeye şahit olmayı sürdüreceğiz. Ve fasih Arapçanın gerilemesi aslında Arap dünyasında daha geniş çaplı bir düşüşün yansımasıdır.

D.HEARST: ÜRDÜN’DEKİ EKONOMİK KRİZ, SUUDİ ARABİSTAN’IN LİDERLİK BOŞLUĞUNU AÇIĞA ÇIKARDI





David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 13.6.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Blogda yer alan 750 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.


Suudi Arabistan 2,5 milyar dolarlık yardım paketiyle aslında Ürdün’ü kurtarmaya gelmedi; her ne kadar Suudi Kralı Selman böyle bir izlenim vermeye çok istekli olsa da… Olan biten, Kral Selman’ın Kuveyt’in çoktan söz verdiği paradan kendine bir pay çıkarma çabasından ibaretti. Sonuç itibarıyla yaşanan, rakip Körfez ülkelerinin Ürdün’ü desteklemek için birbiriyle çekişmesiydi.

“Yüklü bir mali destek”
Konuyu yakından bilen Ürdün Kraliyetine yakın bir kaynağın Middle East Eye’a anlattığına göre, Ürdün Kralı Abdullah, zamlar ve gelir vergisinde planlı artış yüzünden sokaklarda gösteriler patlak vermeden evvel Kuveyt’e bir heyet yollamış. Gösteriler esnasında Kuveytli bir devlet bakanı Ürdün’deymiş ve sonuçta Kuveyt, Ürdün Merkez Bankasına 500 milyon dolar yatırma ve yine 500 milyon dolarlık düşük faizli borç verme vaadinde bulunmuş.
Bir sonraki kapıyı çalan da Katar olmuş. Katar Emiri Şeyh Tamim bin Hamad es-Sani, kendilerinin “yüklü mali destek” teklifini iletmek üzere Kral Abdullah’ı telefonla aramış. Bu görüşme, Suudi Arabistan’ın istemeye istemeye de olsa paraları söküleceği ümidini koruyan Ürdün’ün talebi üzerine kamuoyuna ilan edilmemiş.
Bugün [13 Haziran] Katar dışişleri ve maliye bakanları yardım paketini müzakere etmek üzere Ürdün’e gittiler. Bu, bir sene evvel Suud’un Katar’a abluka uygulama baskısı yüzünden Amman’ın Doha’yla resmî ilişkilerin seviyesini düşürmesinden bu yana ilk ziyaret.
Katar dışişleri bakanı, Ürdün ekonomisine doğrudan 10.000’i aşkın istihdam sağlama ve 500 milyon dolarlık yardımda bulunma kararını açıkladı.
Katar’ın telefon görüşmesinden birkaç saat sonra, muhtemelen Doha yönetiminin atacağı adımın bilgisi kulağına gelmiş olmalı ki, Kral Selman mevkidaşı Abdullah’ı aradı. Ardından düzenlenen toplantıya Kuveyt Emiri Şeyh Sabah el-Ahmed es-Sabah ve Dubai Emiri ve aynı zamanda BAE Başbakanı Muhammed bin Maktum da katıldı. Kral Selman, BAE’nin fiilî yöneticisi konumundaki Veliaht Prens Muhammed bin Zayid’i arasa da toplantıya katılmayı kabul etmedi ve BAE ikinci adamla temsil edildi.
Bir Suudi kurnazlığıyla Kuveyt’in 1 milyar dolarlık yardım sözü, Kral Selman’ın ilan ettiği yardım paketine dahil ediliverdi, sanki toplantıda kararlaştırılmış gibi… Gerçekte ise Suud ve BAE, kalan 1,5 milyar dolarlık meblağı aralarında paylaşmak suretiyle Ürdün’e Kuveyt’inkinden daha az katkıda bulundular.

Suudi liderlik boşluğu
(…)
Bütün bunlar ne anlama geliyor?
Birincisi, Kral Selman, Suud’un bıraktığı bölgesel liderlik boşluğunu Körfez’deki rakiplerinin doldurmakta olduğunu fark edince panikle tepki verdi. Kuveyt, Katar’a ablukanın tetiklediği krizde giriştiği arabuluculuk rolünde başarısızlığa uğrasa da Gazze konusunda İsrail ve ABD’yle ihtilafa düşerek arası bozuldu. BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olarak kaleme aldığı, Gazze sınırında Filistinli göstericilerin öldürülmesine ilişkin bağımsız soruşturma çağrısı yapan bir taslağı ABD engelledi.
Suudi Arabistan’ın Körfez İşbirliği Konseyini boyun eğmeye zorlayarak başardığı tek şey örgütü bölmek oldu. Şu an Kuveyt, daha önce hiç olmadığı şekilde, kendi politikalarını daha bağımsızca uyguluyor. Aynısı Katar için de söylenebilir. Kuveyt’in Ürdün’e tepkisi, aslında Suud’la aralarındaki hoşnutsuzluğun diğer bir işareti.  
İkincisi, [12 Haziran] salı günü Kuveyt’i ziyaret eden Kral Abdullah, Suudi Arabistan’a zannedilenden çok daha az bağ(ım)lı olduğunu gösterdi. 2,5 milyar dolarlık yardım paketinin de ortaya koyduğu üzere Suud’un Amman üzerinde çok da fazla bir kozu yok.  
Evet, Suudi Arabistan’da çalışan 400 bin Ürdünlü işçi var ve onlardan gelen dövizler Ürdün GSYH’sinin yaklaşık %10’una tekabül ediyor. Ama artık Amman’ın –Ürdünlüler için önem taşıyan konulara Kral Selman’dan daha yakın duran– Körfez devletlerinden gelen başka mali kaynakları var.
Ben burada Ürdün kralının kendisinden ziyade Ürdünlülere vurgu yapıyorum; çünkü bu da diğer bir faktör.

Siyasi formülü değiştirin
Kral Abdullah, meşruiyetinin halkının desteğini satın almaya bağlı olmadığının farkında. Kraliyetin siyasi istikametine ilişkin halkının iradesini dikkate almak zorunda, hem de hükümranlığının herhangi bir başka dönemine kıyasla çok daha fazla…
Geçen haftaki protestolar ve Beni Sakhr kabilesiyle devam eden sürtüşme (ki kabile lideri Faris el-Fayez yaptığı siyasi değişim çağrısının ardından tutuklandı) artık halkının sadakatini çantada keklik göremeyeceğine dair krala bir uyarıydı. El-Fayez kamuoyu önünde krala alenen şahsi bir saldırıda bulunarak sözlü bir kuralı ihlal etmiş oldu.
Sadece “siyasi formülü değiştirmek” istediğini söylemekle kalmadı, bir de [Kral Abdullah’a hitaben şunları] ekledi: “Biz seni bir kral, başbakan, savunma bakanı, emniyet müdürü ve vali olarak kabul etmeyeceğiz. Sen her şeysin. Mevcut Anayasa’ya göre sen yarı tanrıya dönüştün, biz de kölelere.”
Ayrıca krala, ailesinin şu anki Suudi Arabistan topraklarından geldiğini hatırlattı. Daha açık olmak gerekirse, Ürdün bir zamanlar ailesinin yönettiği kraliyetten [Hicaz, Ürdün ve Irak’ı içine alan Haşimi Konfederasyonundan] geriye kalan tek parça. “Bu bizim ülkemiz, bizim toprağımız. Siz Hicaz’dan geldiniz. Benim babam senin dedeni [Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ı] bağrına bastı. Siz bize borçlusunuz, biz size değil.”
Gedikli siyasi muhalif Laith Şubeylat da Lübnan gazetesi el-Ahbar’a, İsrail’in sadık askerî uşağı olarak Ürdün’ün yerine şimdilerde Suudi Arabistan’ın geçtiğini söyleyerek kralın yaralarına tuz bastı. Dedi ki “Bir zamanlar tuğgeneral rütbesinde bir İsrail müttefiki olan Ürdün şimdilerde üsteğmen rütbesine tenzil ederken Suudi Arabistan general olmak için yükseliyor.”

Varoluşsal bir tehdit
Kraliyete yönelik bu türden cesurca ve aleni hakaretler bir tesadüf değil. Ürdün’de kamuoyunun öyle kolayca satın alınamayacağını kraliyet ailesine hatırlatıyor.
Ürdünlülerin ne düşündüğü önemli ve bu da Suudi Kralı Selman’ın elindeki kozu sınırlayıcı bir faktör; zira mutlak bir kral olarak zihninde sivil toplum veya kamuoyu görüşü diye bir mefhum bulunmuyor.
Farklı nedenlerle gerek Doğu Yaka [Z.T.K. Şeria Nehri’nin doğu yakasında bulunan Ürdün’ü kastediyor] gerekse Ürdün nüfusunun Filistinli yarısı, İsrail’in Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkından vazgeçmesi talebine Suud’un verdiği desteğe tamamen karşı.
Bu bile [Z.T.K. yani Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkından vazgeçmesi talebi] başlı başına Ürdün devletinin istikrarı için varoluşsal bir tehdit olarak görülüyor [Z.T.K. Ürdün nüfusunun %60’ı Filistinli mültecidir]. Ama başka tehditler de var. ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak tanıması, en hafif deyimiyle, hem Haşimilerin Kudüs’teki kutsal mekânların hâdimi rolüne hem de Arap Ligi’nin de desteklediği Filistinlilerin Doğu Kudüs’ün müstakbel Filistin devletinin başkenti olması talebine yönelik birer meydan okuma.
Bunlar Kral Abdullah’ın boyun eğebileceği konular değil. Onun meşruiyeti, kutsal mekânların hâdimliği rolüne daha önce hiç olmadığı kadar fazla bağımlı.
Suudi Arabistan’ın Ürdün’de kabaran yeni halk gücü dalgasının kolayca sınırları aşabileceğini hesaba katması için elinde gayet iyi nedenler var. Kuveyt ve Katar’ın bağımsız Körfez aktörleri ve Ürdün’e bağışçılar olarak artan önemleri de Kral Abdullah’a Ürdün’de siyasi reforma bir şans verme fırsatı sunuyor. Bu fırsatı değerlendiremezse tehlike kapıda demektir.

NOT: David Hearst’ün konuyla ilgili daha yerele, Ürdün içine odaklanan “Arap Baharı Ürdün’de hala canlı mı?” başlıklı yazısını okumak için TIKLAYINIZ