Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin
ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan
hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça,
3.11.2017
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
NOT: Munsif Merzuki'nin daha evvel tercüme ettiğim 7 makalesini toplu olarak okumak için TKLAYINIZ.
NOT: Munsif Merzuki'nin daha evvel tercüme ettiğim 7 makalesini toplu olarak okumak için TKLAYINIZ.
Bu yazı, Nizâr Kabbânî’nin deyimiyle “Allah’ın ellerini yıkadığı” [Z.T.K.
Arapça bu ifade, artık hiçbir beklentinin kalmaması, ümidin tamamen kesilmesi
anlamına gelmektedir] ümmet için bir mersiye daha değil, giderek viran
olması karşısında bir panik çığlığıdır ve bizler bunun bilek gücü ve
kazma-küreğiyiz.
Bağımsızlığımızın çöküşüne bir bakın… Geçen yüzyılda dışarıya
bağımlılığının bilincinde olan, bağımsızlığın hayallerini kuran ve bu uğurda
mücadele veren canlı ve dinamik halklarımız ve nihayetinde egemenliğine kavuşup
kullanan devletlerimiz vardı. Bugünse halklarımız ne ilim, teknoloji, gıda ve
siyaset alanında dışarıya ne denli derinden bağımlı olduğunun bilincinde ne de
bu meseleyle meşgul; devletlerimizin çoğu da kaderlerini bölgesel ve küresel
güçlere teslim etmiş durumda. Halklarımız da devletlerimiz de vesayet altında
olduğu halde hala her sene tutup da “bağımsızlık bayramı”mızı kutluyoruz.
Ortak kurumlarımızın çöküşüne bir bakın… Arap Birliği’ne söylenecek en iyi söz,
“Defnetmek ölüye bir iyiliktir” [Z.T.K. Yazar, burada Arap
Birliği’nin çoktan öldüğünü ima ediyor]. 1960’lar ve 1970’lerde Birleşik Arap
Cumhuriyeti’ni de [Z.T.K. Mısır ile Suriye arasında 1958’de kurulmuş,
1961’de dağılmıştı] Tunus-Libya, Fas-Libya arasındaki birlik projelerini de
defnettik. Ellerimizi semaya açıp Arap Mağrip Birliği’nin ayakta kalması için
dua etmeliyiz. Ve şimdi sıra belki de Körfez İşbirliği Konseyi’nin cenaze
namazını kılmaya gelmiştir.
Rejimlerin ve devletlerin çöküşünün hız kazanmasına bir bakın… Sudan ve
Somali’nin parçalanmasını daha evvel yaşamıştık; şimdi de Suriye, Irak, Libya
ve Yemen’in dağılmasına şahit oluyoruz. Kendisinin daha bin sene ayakta kalacağını
zannederek bu çöken devletler silsilesine bundan böyle bir yenisinin eklenmeyeceğini
düşünenler yanılıyorlar. Onlar da önümüzdeki on yıllar içinde bu listede yerlerini
alacaklar. Arap Baharı birer yanardağ olup birçoğu henüz daha patlamış bile
değil; hal böyleyken –kendilerini rahatlatmak için– devrimlerin daha başında
başarısız kaldığından dem vuruyorlar sana.
Ümmetin belkemiğindeki tehditlerin hacmine bir bakın, yani Arapçanın yüz
yüze olduğu tehditlere... Kimisi onu Latin alfabesiyle ve günümüzün modası
internet diliyle yazıyor [Z.T.K. Arap gençlerin kolaylığı nedeniyle
tercih ettiği yeni internet dilinin aslında toplumsal düzene bir isyan niteliği
taşıdığı veya en hafifinden bir tür toplumdan kaçış olduğu uzmanlarca
belirtiliyor].
Sırada bu dilde eğitim görmeye talip grupların yakında ortaya çıkma ihtimali
var. Kur’an-ı Kerim’in ilk Franco-Arapça, Anglo-Arapça ve İbrani-Arapça
“tercüme”sini bekleyin [Z.T.K. Yazarın kastı, zaten var olan
Fransızca-Arapça veya İngilizce-Arapça tercüme değil, Arapçanın Fransızca veya
İngilizceyle karışarak bozulmuş ve adeta yeni bir dilmiş gibi sunulan
versiyonuna tercüme edilmesi. “Franco”, Arapça ile İngilizcenin bir karışımı
olan ve Latince harfler ve rakamlarla yazılan şekline denmektedir]. Ne de
olsa “halk”ın kutsal kitabını anlaması hakkı değil mi? Martin Luther de İncil’i
Latinceden kendi dili olan Almancaya tercüme ederken bunu yapmamış mıydı? Onların
meşrulaştırıcı gerekçesi tam da buydu.
Geçmişte bizi bir araya toplamış diğer bir ortak paydamızın çöküşüne bir bakın...
Ümmet trajedilerin en beterinde ve Arap yetkililer de küstahlıkta boğulurken
Arapların Filistin trajedisine verdikleri önem giderek azalıyor. Suriyelilerin,
“[Batı’ya ve İsrail’e karşı] direnişçi” Arap ordusu elinden tattıkları
zulmün akıl almaz boyutu karşısında İsrail baskısını adeta “nimet” sayarak bir
benzerini temenni eder ve bizim İsrail zulmünü öfkeyle kınamalarımızla dalga
geçer hale gelmeleri ne kadar da utanç verici.
O devasa akan kana bir bakın… Alternatif bir vatan bulmak amacıyla milyonlarca
Suriyelinin ve Iraklının siyasi sebeplerden ve Faslıların da iktisadi
sebeplerden daha önce hiç görülmedik boyutta kaçışına yol açtı. İnsan için
gerçek vatan, kaçtığı değil sığındığı topraklar değil midir? Öte yandan [vatanında
kaldığı halde] kendi Arap kimliğinden/aidiyetinden kaçanların sayısındaki
artışa da bir bakın… Adeta slogan şu: Bir oraya bir buraya yalpalayıp duran
kaybeden ata oynama!
Meşrık’ta [Z.T.K. Arap dünyasının doğusunda, yani Suriye-Irak’tan
başlayıp Yemen-Umman’a kadar uzanan bölge] bütün etnik ve mezhebi grupların
taleplerinde bir artış ve yükseliş var. Mağrip [Z.T.K. Arap
dünyasının batısı olan Kuzey Afrika] bölgesine gelince, “Arap Mağribi”nden
bahsetmek artık itiraz yağmuruna tutulmadan mümkün değil. Tunus’ta bile
Berberice konuşanların sayısı birkaç bini geçmediği halde ülkenin Araplığını inkâr
eden gruplar ortaya çıkmış durumda.
Bazıları –internet sayfama yazarak– Berberi mirası olduğu için [Z.T.K.
Fas’ta yaygın geleneksel kapüşonlu] elbise giyip kuskus yemekten vazgeçmemi
istiyorlar. Buna mukabil, kendimi milliyetçi olmayan bir Arap olarak tanıttığım
için geldiğim yere geri dönmemi isteyenler de var. Görünen o ki bu
kardeşlerimiz isteklerinin imkânsızlığının farkında değiller; zira “Merzûkîler”,
hicri 439/miladi 1047’den beri amcaoğulları Benî Hilâllerle birlikte Tunus’ta
yaşayan Benî Selîm’in torunlarıdır.
Diyebilirsiniz ki problem nerede? Ne talihsizsim ki batıya doğru göç
etmeden evvel atalarımın yaşadığı topraklar bugünkü Birleşik Arap
Emirlikleri’ydi. Daha evvel dediğim ve bundan sonra da söylemeye devam edeceğim
üzere, bırakın atalarımın topraklarına geri dönebilmeyi, bana burada [BAE’de]
sığınma hakkı verilmesi bile neredeyse imkânsız. Belaların en beteri
şaşkınlıktan insanı güldürendir.
[Z.T.K. Arap Devrimleri sürecine başından beri savaş açan ve bu sürecin köküne kibrit suyu dökmek için elinden gelen her şeyi yapan BAE'nin Tunus ve Arap dünyasında bu devrimsel sürecin temel aktörlerinden Merzuki'nin baş düşmanı olduğunu, konunun daha rahat anlaşılması bakımından bir not olarak düşme gereği duyuyorum.]
[Z.T.K. Arap Devrimleri sürecine başından beri savaş açan ve bu sürecin köküne kibrit suyu dökmek için elinden gelen her şeyi yapan BAE'nin Tunus ve Arap dünyasında bu devrimsel sürecin temel aktörlerinden Merzuki'nin baş düşmanı olduğunu, konunun daha rahat anlaşılması bakımından bir not olarak düşme gereği duyuyorum.]
Soru, “Tünelin ucu nerede?” değil, “Bir çıkış kapısı gerçekten var mı?”
olmalı. Sebebi bilinmeyen hastalığın tedavisi olmaz. Felaketlerin felaketinin
temel nedenini şimdiye kadar ne çok araştırdık: despot rejimlerimizde… ataerkil
ailemizde… tabiatın bize muazzam çöller, Avrupalılara ve Çinlilere ise devasa
tarım arazileri bahşetmesinde… boş beyinler ve egosu kabarık
insanlar üreten eğitim sistemlerimizde… sömürgecilik, emperyalizm, Siyonizm ve
kozmik komplolarda… bahtsızlıkta… Öyle ya tarih, aynı zamanda bir tesadüfler
demetinin diğeriyle çarpışmasından doğan bizim alınyazısı dediğimiz şeydir. Kim
bilir, belki de bu lanet olası alınyazısı, gelecekte bize bir Kemal Atatürk
veya Mao Zedong rolü oynayabilecek beş yaşındaki bir çocuğun beyinsiz bir küçük
yılanın sokmasıyla ölümünü takdir etmiştir!?
Aşikâr ki felaketin unsurlarının büyüklüğü ve karmaşıklığı, kapsamlı bir
teşhis koymaktan bizi aciz bırakıyor. Bununla birlikte, kaderimizin henüz takdir
edilmediği ve bizim de kuruntu içindeki gafiller olmadığımızı ümit ederek –acilen–
bir çıkış yolu bulmamız lazım.
***
Biri kötü, biri iyi iki haberim var; biz kötüyle başlayalım.
Kâinatın kurallarına göre, nesli tükenmek üzere bir ümmet olabiliriz: Tıpkı
bireylerin ölümü gibi milletler, medeniyetler ve hatta canlı türleri de ölürler.
Dünya tarihi 500 milyon senedir tam beş defa canlı türlerinin %80’inin
yeryüzünden tamamen silinip gittiği kitlesel bir yok oluşa şahit oldu.
Bundan 65 milyon yıl önce, çok güçlü yanardağ patlamaları ve iklim
değişikliği veya dünyaya büyük bir meteor çarpması yüzünden dinozorların soyu
kurumuştu. Bugün de bazı bilim adamları, iklim değişikliğiyle altıncı yok oluş
aşamasına girdiğimizi söylüyorlar. Arapların neslinin tükenmesi, insanoğlunun
tamamen yok oluşu yanında devede kulak olabilir. Hal böyleyse göz korkutmaya
gerek var mı?
İyi habere gelince, neslin tükenme dalgası nihayete erer ermez tabiat muazzam
bir yaratıcı ve türetici ivmeyle devreye girer. Sanki kâinata hâkim olan
yaratıcı güç, zayiatı çok daha iyisiyle telafi ve tazmin etmek istermişçesine,
çok daha çeşitli ve capcanlı yeni türler devasa miktarda ortaya çıkarlar.
Milletler ve medeniyetler düzeyinde de aynı olgu geçerlidir. Bunlardan
herhangi biri yok olurken hemen yıkımın üzerinde inşa edici bir yaratıcı güç devreye
girer; daha azametli, daha iyi ve daha sürdürülebilir bir medeniyet üretir. [Z.T.K. Bu noktada Merzuki'nin ne kastettiğini tarihten bir örnekle açıklamak isterim. Eğer 13. yüzyılda Moğol İstilaları ve Haçlı Seferleriyle İslam dünyası krize girip paramparça olmasaydı ve dönemin imparatorluk yapıları zayıflayıp dağılmasaydı bir uç beyliği olan Osmanlı'dan üç kıtayı kaplayan ve altı yüzyıl hüküm süren bir imparatorluk yapısı çıkamazdı.]
Kim bilir, belki de şahit olduğumuz şey eski Arapçılığın yok oluşudur ve bu
bize eskinin enkazı üzerine yeni bir Arapçılığın hayat bulmasını vaat ediyordur?
Sun’i devletlere ve sahte ideolojilere yapışıp kalmamıza ve yüzyıllarca adil despot
veya büyük ulus-devlet eliyle kurtuluşu veya Hilafet’in geri dönüşünü
bekleyerek geçirdiğimiz bütün bu hüsnükuruntulara tutunmamıza yol açan şey
nedir? Oysaki şimdiye kadar bunlar eliyle hayal kırıklığı üzerine hayal
kırıklığı yaşamaktan başka bir şey elde edemedik.
Kabul edelim ki çöküşü mukadder olan şeyin kurtuluşu için zahmet çekmeye veya
hayıflanıp üzülmeye değmez; aksine, eceli çoktan gelmiş olanı yıkan bu
depremden dolayı sevinmemiz, enkazın üzerine inşa edilecek şeyle ferahlamamız
lazım.
İçimizde dolaşan ve hayatın iradesini ve inadını ortaya koyarak bizi
harekete geçiren kurucu/inşa edici güçlerin özelliklerini ve yönelimlerini analiz
etmemiz mümkün müdür? Evet, eğer ki çevremizdeki gürültüye kulakları tıkarsak
ve ümmeti kendisinden kurtarma projesini her yönüyle araştıran kolektif akıldan
yükselen fısıltılara kulak verirsek.
Zihinlerde devrimin ilk işaretleri başlamış durumda ve bunun itici gücü, hazır
paket çözümlerden tamamen kopuştur. Öncelikle eski kalıpları kırmaya ve alışılmış
kalıpların dışına çıkarak düşünmeye dönük de bir başlangıç sözkonusu, bilhassa kökten
yeniden inşanın esaslarıyla alakalı olarak.
Geçmişte de günümüzde de Arap’ın tanımı, dini, kökeni ve rengi her ne
olursa olsun Arapça konuşan kişidir. Bu
yüzdendir ki Türkmen Abdülvehhâb el-Beyâtî, Afrikalı et-Tayyib Sâlih, Berberî
Muhammed Âbid el-Câbirî, Hristiyan Cibran Halil Cibran ve Yahudi Leylâ Murâd
Arap kültürünün en büyük fenerleriydi.
Bu tür bir tanım zaruridir; zira biz bir toprakta değil dilde yaşayan bir
milletiz, yine biz ırkî değil kültürel bir milletiz. Ama bu da artık yeterli
değil. Zira bugün Meşrık ve Mağrip’te Arapça konuşan, ama kendisini Arap olarak
tanımlamak istemeyen milyonlar var. Buna mukabil, Arapça konuşamadığı halde
kendisini Arap olarak tanımlayan gurbette yaşayan milyonlar var.
Bütün bu halkları bir potada eritmek veya esas kimliğini vermek için
İslam’ın tek meşru model olduğunda hala daha ısrar edenler var. Tıpkı geçmişte halkçılığın/şuubiyye
[Z.T.K. Arap’ın Acem’den, yani Arap olmayandan bir üstünlüğü bulunmadığı
anlayışına dayanan Abbasiler döneminde yaygın bir harekettir] birbirini
boğazlayan Fars, Arap, Türk ve Kürt milliyetçiliklerine dönüşmesiyle
başarısızlığa uğraması gibi, bu model de başarısız olacaktır. Zira bütün bu halkların
içinde milliyetçi şuurun giderek azalmasını ve tıpkı şu an Sünni ve Şii Araplar
arasında olduğu gibi tek bir milliyetçiliğin de kendi içinde [mezhebî
temelde] bölünmesini yaşıyoruz.
Bu başarısızlık İslam’a mahsus değil; Hristiyanlık da şiddetli bir şekilde
birbiriyle savaşmış Avrupa halkları arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmadı.
Bugün onun birlik içinde yaşaması da “sahih” Hristiyanlık anlayışının gölgesinde
değil, çoğulculuğu kabul eden ve bir arada yaşamayı menfaatlere ve hedeflere
dayandıran bir sistem sayesinde.
Halkları ve milletleri ortak Sovyet doktrini potasında eritmeyi savunan
komünizm de aynı şekilde başarısızlığa uğramıştı. 70 seneden fazla yaşamadı ve
sonunda Rusya, Rusluğuna ve Hristiyanlığına ve Orta Asya devletleri de Turancı
ve İslamcı kökenlerine geri döndü.
O halde önümüzdeki yüzyıllar için kimliği hangi dayanaklar üzerine inşa
edeceğiz? Tüm milliyetçiler arasındaki ortak payda, kimlik anlayışlarının naifliği/bayağılığıdır:
Bir kavmin saf ve değişmez bir unsurdan ortaya çıktığı anlayışı –ki onların hastalıklı
hayalleri dışında bunun gerçek hayatta herhangi bir karşılığı yoktur– ve ayrıca
bu kimliği öteki üzerine inşa ederek tehlikeli bir düşmanlığa yol açmalarıdır.
Bütün bu tehlikeli ahmakların bilmediği ve görmezden geldiği şey, her
bireyin ve her halkın gerçek kimliğinin kendisi kadar ötekisi tarafından da
üretildiğidir. Bu tıpkı jeolojik katmanlar gibidir; yani birbiri ardına gelen
ve iç içe geçen insan toplulukları tarihlerinin birikimi, bir halkı üreten şey
olup sürekli değişmeye ve kimliğin yeni yeni katmanlarını üretmeye devam eder.
Bu nedenle –ne kadar safkan olduğunu iddia ederse etsin– [kanına ve
kültürüne] Arap, Berberi, Afrika ve Akdeniz kültürlerinin ve kanlarının
karışmadığı tek bir Mağripli yoktur. Hatta aynısı, sayısız kavmin birbirinin peşi
sıra hac ibadeti, istilalar, ticaret ve kölelik için geldiği Necd, Hicaz ve
Körfez bölgesi için de geçerli.
Bütün bu insanların bilmediği ve görmezden geldiği şey şu ki bugün
Berberiler, Kürtler, Türkmenler, Maruniler, Dürziler ve Sudanlılar yüzyıllar içinde
safkan Arapların sonradan Araplaşanlarla birlikte el ele vererek ürettikleri,
daha sonra zaman içinde o muazzam yapının sadece birer unsuruna dönüştükleri engin
bir kültürün ayrılmaz birer parçasıdır. İlk şerefleri bu muazzam yapının
temellerini atmaları olmuştu; son şereflerine de geri kalan tüm dost ve kardeş
unsurlarla birlikte onu geliştirerek nail olacaklar.
Yaratıcı ve inşa edici güçlerin neticesi olan fikir projesi, “çoğunluk ve
azınlık” kavramını çöp sepetine atarak bunu yenisiyle, “unsurlar” kavramıyla
değiştirecektir; bu da kimliğin tarihin biriktirdiği tüm katmanlarıyla kabul
edilmesini ve zihinleri gelecek katmanlara hazırlamayı kolaylaştıracaktır.
O halde Meşrık ve Mağrip’teki bütün unsurlardan âkil insanların –karşılıklı
tanıma, karşılıklı saygı ve karşılıklı güven esaslarına dayalı ve hangi unsurdan
olursa olsun aynı haklardan yararlanmayı ve aynı görevleri ifa etmeyi
gerektiren barış içinde bir arada yaşama şartı üzerine bina edilmiş– en sağlam
ve güvenilir bağı (urvetu’l-vuska) yenilemek için diyaloga oturması lazım.
Böylece eski ortaklık anlaşması [Z.T.K. toplumsal sözleşme de
diyebiliriz] güncellenebilir, şartları herkes için ve herkesin menfaatine
olacak şekilde iyileştirilebilir.
Yeni fikrin karşı karşıya kalacağı diğer büyük meydan okumalar bilindik
şeyler: Yolsuzluğa batmamış demokratik devletleri ve iktidarda bütün unsurlara
etkin birer yetki veren yerel yönetimleri nasıl inşa edeceğiz? Halkı tebaa
konumundan çıkartıp vatandaşlardan oluşan halkların doğuşunu nasıl
hızlandıracağız? Son olarak ilme, teknolojiye ve yenilenebilir enerjilere
dayalı bir ekonomiyi nasıl var edeceğiz? Avrupa Birliği çizgisinde Hür Halklar
Birliğini nasıl kuracağız? Düşüncemizdeki ağırlık merkezini geçmişten geleceğe
nasıl taşıyacağız?
Alternatiflerin olgunlaşmasını hızlandırmak için –ki vakit tüm şiddetiyle
bizi buna zorluyor– kolektif bilinçsizliği yok eden kolektif beyin fırtınasına
yoğunlaşmamız lazım. En başta da siyasilerin, entelektüellerin, gazetecilerin,
gençlerin, akademisyenlerin ve eğitimcilerin en iyilerini beraberce hayal edip
düşünmeleri için bir araya getirecek zirveler yapılmalı.
Acaba bunlar boş rüyalar mı? Katiyyen, asla. Hâlihazırda birbirinden
bağımsız şekilde aynı problemler üzerine düşünen küçük gruplar tarafından
tünelden çıkabilmek için çeşitli yollar arayan girişimler zaten var; ama
bunların el birliği yapıp güçlerini birleştirmesi gerektiği muhakkak.
Bildiklerim arasında benim Yemen’den Tevekkül Kerman, Mısır’dan Eymen Nur
ve Suriye’den Ahmed Toma’yla birlikte faaliyet gösterdiğim “Demokratik
Devrimleri Koruma Grubu” var. Keza gençleri gelecek şoklara hazırlamaya
odaklanmış Vaddah Hanfer’in inisiyatifinde “Şark Forum” var. “Yeni
Arap/el-Arabî el-Cedid” televizyonu ve gazetesi çevresinde odaklanan Azmi
Bişare’nin girişimi sözkonusu.
Bu girişimlerin görünürde yaptıklarından çok daha fazlasının ortak aklın
derinliklerinde bulunduğuna şüphe yok. [Yeni fikirlerin] çoğu da
esasında benim “e-kuşak” dediğim gençlerden gelecek; bunların çoğu bizi
şaşırtabilir, hatta şok edebilir. Ama yenilenmenin kanunu tam da budur.
Evet, yüreklere nispeten su serpen şey şu: Patlamalar ve yıkıcı güçlerin
gürültüleri kulakları sağır ederken sessizlik içinde yaratıcı güçler, tarihin
kurbanı değil inşa edicisi olarak devreye girerler.
Özetle, yıkıcı güçlerin yaptığı büyük kötülük karşısında iyimserliğe ve
yaratıcı güçlerin inatla yılmaması ve sessiz sedasız yoğun çabaları karşısında
da kötümserliğe mahal yok. Tek mantıklı duruş, Emile Habibi’nin deyimiyle
“kötüyimserlik”.
Tüm kötüyimserlere tavsiyem, meşhur İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin
sözünü dikkatle alarak kötüyimserliklerini güçlendirmek için çalışmaları:
“Medeniyetleri üreten meydan okumalardır”. Sadece ve sadece bu perspektiften, “bahşettiği”
musibetler ve karşı karşıya olduğumuz meydan okumaların büyüklüğü için –her
durumda hamd edilmeye tek layık varlık olan– Allah’a hamd edebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder