Ahmet
Davutoğlu (T.C. Eski Başbakanı ve Dışişleri Bakanı)
21st
Century Global Dynamics, 30.3.2017, Cilt 10, Sayı 22
Tercüme: Deniz Baran ve Zahide Tuba Kor
NOT: Bu tercüme, makalenin 21st Century Global Dynamics tarafından kısaltılarak yayınlanmış versiyonunun tercümesidir. Makalenin Uluslararası İlişkiler ve Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi (CIRSD) tarafından yayımlanan orijinal uzun formuna ulaşmak için TIKLAYINIZ.
NOT: Prof. Ahmet Davutoğlu’nun 2017 Mart’ında yayınlanan ve Türkiye’nin pek gündemine girmese de dünyadaki akademik çevrelerde büyük yankı bulan, hatta uluslararası ilişkiler profesörlerinin üzerine cevabî makaleler kaleme aldıkları, küresel sistemin krizi ve geleceğine dair makalesinin tercümesini aşağıda ilginize sunuyorum. Üçünü tercüme edip bloga yüklediğim, ancak ikisini tercümeye fırsat bulamadığım cevabî makaleler şunlardır:
NOT: Prof. Ahmet Davutoğlu’nun 2017 Mart’ında yayınlanan ve Türkiye’nin pek gündemine girmese de dünyadaki akademik çevrelerde büyük yankı bulan, hatta uluslararası ilişkiler profesörlerinin üzerine cevabî makaleler kaleme aldıkları, küresel sistemin krizi ve geleceğine dair makalesinin tercümesini aşağıda ilginize sunuyorum. Üçünü tercüme edip bloga yüklediğim, ancak ikisini tercümeye fırsat bulamadığım cevabî makaleler şunlardır:
Richard Falk (Princeton
Üniversitesi Uluslararası Hukuk profesörü)
Joseph A. Camilleri (Avustralya La Trobe Üniversitesi Siyaset ve
Uluslararası İlişkiler emekli profesörü)
Robert C. Johansen (Notra
Dame Üniversitesi Kroc Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü emekli profesörü ve kıdemli araştırmacı)
Celso Amorim (Brezilya’nın eski dıişleri [1993-1995 /
2003-2011] ve savunma [2011-2014] bakanı)
Louis René Beres (Purdue Üniversites Siyaset Bilimi ve
Uluslararası Hukuk emekli profesörü)
Soğuk Savaş sisteminin sona ermesi, yeni bir dünya
düzenini vaat etmekteydi. Fakat bu gerçekleşmedi. Aksine dünya, gerekli
dersleri çıkarmaksızın birçok devasa kriz, dönüm noktası ve dönüştürücü hadise
ile boğuşmak durumunda kaldı ve bu da söz konusu sorunları daha da ağırlaştıran
tepkisel ve konjonktürel formüller üretilmesine yol açtı. Neticede uluslararası
sistem, her biri, bir önceki çözülmemiş veya dondurulmuş krizin kalıntıları
üzerinde yükselen bir yığın mesele, sorun ve krizle doldu. Bu yüzden mevcut
krizleri analiz ederken konjonktürellik, kısa-vadecilik ve tikelcilik
tehlikesine karşı dikkatli olmalıyız. Ne yazık ki Batı’da şu sıralar
gerçekleşen seçimlere verilen –popülist, yabancı düşmanı ve neo-milliyetçi
grupları cömertçe ödüllendiren– karşılıklar ve tepkiler, Batı’daki ve başka
yerlerdeki gerek siyasi ve entelektüel kesimler gerekse endişeli vatandaşlar
arasında bir iç muhakemeye sevk ederken, çok küçük bir kesim bu gidişatın
kökeninde yatan sebepleri tarihî bir bağlam içerisine oturtarak araştırmaya
gönüllü oldu. Yaşanan bu son gelişmeler evrimsel bir yolla gerçekleşmiyor ve –başka
konularda da hep ortaya koyduğum gibi– mevcut değişim döngüsüne en iyi cevabı,
ancak dünyamızı şekillendiren bir dizi depremi anlayabilirsek üretebiliriz.
1.Dünya Politikasındaki Depremler
Küresel sistem ilk olarak Soğuk Savaş’ın sona ermesinin
ardından jeopolitik bir depremle sarsıldı. O dönemde Avrasya haritası yeniden
çizildi, Soğuk Savaş jeopolitiği sona erdi ve yeni devletler ortaya çıktı.
Komünist blok içerisindeki otoriter siyasi yapının çökmesiyle beraber Doğu ve
Orta Avrupa’da yeni bir demokratikleşme dalgası ve Avrupa Birliği gibi yeni
bölgesel girişimler gündeme geldi. Küresel sistem, bundan sadece on yıl sonra,
11 Eylül 2001’de bir güvenlik depremine şahit oldu. Söz konusu jeopolitik
depremin merkezinde özgürlük ve demokrasi gibi değerler mevcutken, 11 Eylül
sonrası temel kavramsal çerçeve, güvenlik meselesi ve uluslararası düzlemde
düşmanlık, kaygı ve güvensizlik atmosferi oluşturma yörüngesine oturdu. Daha da
derinden hissedilen üçüncü büyük deprem, finans sistemlerini vurdu; 2008’de
ABD’de başlayan kriz, 2010’da Avro Bölgesi krizine ve daha sonra küresel çapta
yayılan bir finansal krize dönüştü. Dördüncü büyük deprem ise 2010 yılı sonunda
Arap dünyasında ortaya çıkan, özünde sosyopolitik ve sosyoekonomik bir
depremdi. Bu deprem, öncelikli vaadi olan Arap halklarının onurunu,
hürriyetini, demokrasisini ve ekonomisini geliştirmeyi gerçekleştiremezse ve
gerçekleştiremedikçe, tüm bölgeyi kökünden sarsmaya devam edecektir.
Kısa vadeciliğe ve konjonktürel politikalara öncelikle bu
depremlerin üstesinden gelmek için başvuruldu; fakat bunlar çözümsüz kaldığı
gibi, halihazırda cereyan eden –DAEŞ gibi grupların terörist eylemlerinden
tutun Avrupa ve ABD’de gerçekleşen son seçimlerdeki popülist dalgaya kadar
geniş bir yelpazede yükselen aşırıcılık formatında– sistematik bir depreme de
kapı araladı. Bu depremlerin en endişe verici sonuçlarından biri ise popülist
otokrasilerin, dışlayıcılığın, tek-taraflılığın ve ortak değerler ve menfaatler
pahasına dar tanımlı bencil ulusal çıkar arayışının yükselişi oldu.
Daha kişisel bir not düşmek gerekirse, Türkiye tüm bu
depremlerin merkezinde yer almakta. Entelektüel ve akademik hayatının hatırı
sayılır bir kısmını bu depremlerin kökeninde yatan sebepleri incelemeye
harcamış bir akademisyen ve daha sonra bu sismik hadiselere verilecek siyasi
karşılıkları formüle etmek zorunda kalmış Türkiye’nin dışişleri bakanı ve
başbakanı olarak, kısa vadeci ve tepkisel ulusal, bölgesel ve uluslararası
karşılıkların küresel yönetişime ve sistemik düzene dair daha esaslı sorunlara
çözüm üretmede ne denli başarısız kaldığına bizzat şahit oldum.
2. Mevcut “Düzen”in Eksikleri ve Meydan Okumalar
Gerçek ötesi (post-truth), düzen ötesi (post-order),
olgu ötesi (post-fact)[1] ve benzer kavramlar,
dünyanın nasıl bir dönemden geçtiğini tarif etmek için sıkça kullanıldı.
Örneğin “gerçek ötesi” kavramına, halihazırda tecrübe ettiğimiz duruma yol açan
faktörleri izah etmek için başvurulurken “düzen sonrası” kavramı, küresel
sistemi, daha doğrusu bunun eksikliğini tarif etmek için kullanılageldi. Eğer
bu kullanımlara biraz şüphecilikle bakılmaz ve mesafe konmazsa bu kavramlar,
amacını aşarak, olan bitenden sorumlu aktörlerin kendilerini rahatlatmasına
hizmet edecek şekilde entelektüel veya analitik donukluğa davetiye çıkarır.
Yeni popülerleşen kavramlar tarafından esir alınmamış taze düşünceler, bir
dönemin açıklayıcı sağ ve sol gibi kavramlarının geleneksel kullanımının
günümüzün olgularını izah etmede artık son derece sınırlı olduğu anlayışıyla
birleştirilmelidir.
Demokrasi, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa gibi
değerlerle ve BM, G20, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla
desteklendiği varsayılan, ancak büyük ölçüde Amerikan gücüyle ayakta tutulan
mevcut uluslararası “düzen” çok ciddi meydan okumalarla karşı karşıyadır. İlk
olarak, “Önce Amerika” şeklinde ilan edilen politikasıyla Trump yönetiminin
sistemden yüz çevirir görünmesi, bugünkü krizlerin en güncelidir. Bunun
etkileri ise muhtemelen ya ABD’nin müesses nizamının dünya düzenine yönelik
taahhütlerini gözetmesiyle ya da bu değerlere daha kolektif bir şekilde sahip
çıkmasıyla hafifletilebilir. İkincisi, hakim düzenin ilan edilmiş değerler
sistemi, birçok bağlamda ya seçici bir biçimde uygulandı ya da hiç uygulanmadı.
Örneğin Arap dünyasındaki isyanların doğurduğu dördüncü deprem sırasında
uluslararası aktörler, düzenin demokrasi gibi ilan edilmiş değerlerinin yanında
durmak yerine, genel olarak kısa vadeci ve kendi değerler sisteminin altını
oyan politikaları benimsedi. Bu durum ise insanları nahoş bir tercihe, teröre
karşı polis devletini tercih etmeye sevk etti ki bu da neticede, dünya
nüfusunun geniş kesimleri nezdinde uluslararası düzenin meşruiyetini ciddi
anlamda zayıflattı. Üçüncüsü, hakim uluslararası düzenin kurumları acil bir
reform ve güncellenme ihtiyacı içerisindedir. BM örneğini ele alalım; başarı
hikayelerinden ve güvenilirlikten büyük ölçüde yoksun bir kurumdur. Üstelik bu
tarz kurumların yönetimsel yapısı kapsayıcı da değildir. Zayıfların pahasına
güçlülerin menfaatlerine hizmet etmek için tasarlanmış özel birer kulüp gibi
davranmaları da bu yüzdendir. Uluslararası kurumlar böyle addedildiği müddetçe
meşruiyetleri sorgulanmaya devam edecektir.
Uluslararası “düzen”in geleceğine dair mevcut
tartışmalar, sandıklardan Brexit kararının ve Trump’ın çıkmasıyla tetiklendi.
Fakat günümüzde yaşananların hararetli doğası, bu derin krize vereceğimiz
tepkileri şekillendirmemelidir. Bazı kavramlar, meseleler ve “olgular” ciddi
bir incelemeye tabi tutulmalıdır. Mevcut sistemik krize sürdürülebilir,
kapsayıcı ve adil herhangi bir cevap üretmeden evvel değişim ve düzen fikrinin
yanısıra değişim ve düzenin özneleri tümüyle gözden geçirilmelidir.
3. Değişim Zarureti ve Düzen Yaklaşımları
Mevcut sistemik depremler dikkate alındığında, siyasi ve
entelektüel sınıflar, değişimin zaruri ve kaçınılmaz olduğunu kabul ederek işe
başlamalıdır. Bu kabul yerleştikten sonra müteakip sorular, “Ne değişmeli?” ve
“Nasıl değişmeli?” olmalıdır. Mevcut uluslararası “düzen”i tanımlayıcı
eksikliklerden biri, teknokrasiye aşırı bağımlılıktır. Sistemin toplumsal
düzeyde sahiplenilmesinin gün geçtikçe azalmasına yol açan bu durum, özünde
demokrasi açığı sorunuyla, herkesi temsil etme özelliğini de ortadan kaldırmaktadır.
Bu da sonuçları itibariyle bir kısır döngüye sebep olmaktadır: Mevcut düzenin
toplumsal temelleri aşındıkça, ayakta kalmak için küreselci teknokrasiye daha
fazla bağımlı hale gelinmekte; fakat teknokrasiye daha fazla bağımlı hale
gelmek de daha fazla insanın sistemden yabancılaştırılmasına yol açmaktadır.
Dünyanın dört bir yanındaki toplumların büyük bir bölümü bu sistemi küresel
ölçekte bir vesayetin dayatılması olarak görmektedir. Bu rahatsızlık da
doğrudan popülist otokratların ekmeğine yağ sürmektedir. Bu yüzden sistemin
teknokratik doğası ile giderek yükselen daha temsil edici bir sistem talebi
arasındaki gerilimin üstesinden gelinmelidir.
Bu sorun çözüme kavuşturulduğunda mevcut “düzen”in reform
edilmiş versiyonunu muhafaza etmeyi savunanlar, popülistlerin daha gerici ve
dışlayıcı değişim taleplerine çok daha ilerleyici ve kapsayıcı bir değişim
fikriyle karşı koymalıdır. Kural ve değer esaslı olmayan ve insanlığın büyük
bir kısmının değerlerini ve menfaatlerini yansıtma ilkesi üzerine kurulmayan herhangi
bir uluslararası düzenin başarısız olması kaçınılmazdır. Söylemin eylemden daha
kolay olduğu aşikardır. Yine de iki temel yaklaşım söz konusudur.
İlk seçenek, bir ilkeler ve değerler bütünü üzerinde
hemfikir olmak ve düzeni bunun üzerine inşa etmektir. Böylece düzenin temel
değerleri herkes için açık ve net hale gelecektir. Herkes için geçerli olan bir
kurallar bütünümüz ve oyun rehberimiz olacaktır. Dahası bu yaklaşım, sistemin
performansını değerlendirmeyi ve herhangi bir işlevsizliği tespit etmeyi
sağlayacak kriterler ile kıstasları da sağlayacaktır. Böylesine değer esaslı ve
kapsayıcı bir düzen, daha fazla meşruiyete ve dünya çapında daha geniş bir
toplumsal zemine sahip olacaktır.
İkinci yaklaşım, konjonktürü ve pragmatizmi esas alan bir
düzen kurmayı denemektir. Böyle bir düzen, kaygan bir zemine sahip olacak ve
daha ilk günden sorgulanacaktır. Sıfır toplamlı rekabet ve düşmanlıkların
tetiklediği bir kriz döngüsüyle karşı karşıya kalacaktır. İşte bu yüzden, kural
esaslı kapsayıcılık ve ilkelerle işleyen adalet, herhangi bir düzenin
omurgasını oluşturmalı ve mevcut düzen, en azından bu faktörleri akılda tutarak
kendisini güncellemeye çalışmalıdır. Mevcut sistem halihazırda birinci
yaklaşımı yansıtıyor olsa da pratikteki uygulamalar, sistemin ikincisine daha
yakın olduğunu gösteriyor.
Düzeni kurmak ve muhafaza etmek kimin sorumluluğundadır?
Ulusal düzeyde iki aday vardır: Müesses nizam ya da yeni sistem karşıtı
dalgaların popülist liderleri. Sorun şu ki müesses nizam, eski düzenin yerine
yeni bir düzen inşa etmek ya da eski düzeni ciddi bir şekilde güncellemek için
gerekli olan meşruiyete sahip değildir. Fakat yeni popülistler de yeni bir
düzen kurmak ya da mevcut düzeni ciddi mânâda gözden geçirmek için gerçekçi bir
niyete de teknik bir bilgiye de sahip değildir. Bunlar arasındaki etkileşim ve
mücadele, ulusal düzeni ve bunun neticesinde uluslararası düzeni
şekillendirecektir. Uluslararası düzeyde BM, reforme edilmiş ya da tümden yeni
bir düzene ilişkin tartışmaların birincil platformu olarak işlev görmeliydi;
fakat bugüne kadarki sicili, bu konuda çok da ümit verici değildir.
4. Daha Kapsayıcı Bir Küresel Yönetişime Duyulan İhtiyaç
Neticede yükselen popülist dalga ve sistemik krizler,
mevcut uluslararası “düzen”in iki düzeyde meşruiyetini kaybetme sürecinde
olduğunu açıkça gösteriyor. Birincisi; haksızlığın, adaletsizliğin ve
dayatmanın bir kaynağı ve aynı zamanda küresel elitin çürümüşlüğünün, dünya
çapındaki toplumların sorunlarına karşı kayıtsızlıklarının ve kopukluklarının
bir göstergesi olarak reddediliyor. İkincisi; mevcut “düzen”, bilhassa düzenin
temsil kabiliyetini yeterli görmeyen ve neredeyse tamamen İkinci Dünya
Savaşı’nın galip Batılı güçlerinin projeksiyonlarını ve önceliklerini
yansıttığını düşünen aralarında Türkiye’nin de olduğu yükselen güçler başta
olmak üzere devletlerin büyük bir kısmı tarafından haklı bir şekilde
sorgulanıyor. Sistemin onları adil bir şekilde temsil etmedeki yetersizliği,
sadece kendi meşruiyetini zedelemekle kalmıyor, aynı zamanda işlevselliğinin de
altını oyuyor. Bu iki faktörün bileşimi, günümüzdeki meşruiyet krizini
üretiyor. Bu aşamada asıl mühim soru, meşruiyeti yitirme sürecinin, sistemin
tümden dağılmasına yol açıp açmayacağıdır. Bir başka deyişle, bu sistemik
depremin mevcut düzenin çözülmesine mi yoksa iyileşmesine mi yol açacağı henüz
öngörülemiyor. Dağılma önlenmek isteniyorsa meşruiyeti yeniden tesis etmek için
büyük reformlar yapılmalıdır ki zaten bu, mevcut düzenin sistemik depremlerde
ayakta kalmasının tek yoludur.
Aksi halde, mevcut gidişat endişe verici olup 19. yüzyıl
politikalarına veyahut İkinci Dünya Savaşı öncesi döneme benzemektedir.
Süregiden ekonomik kriz, büyük güçler arasında içe kapanmacı eğilimlerin
yükselişi, popülist politikaların ve otokrasilerin tırmanışı, tek-taraflılık,
siyaseti ve uluslararası etkileşimleri sıfır toplamlı bir oyun olarak algılama
ve benzerleri korkutucu eğilimler olmakla birlikte, pekâlâ tersine de
döndürülebilirdir. Seçenekler çok açıktır. Dünya ya bir kez daha “güçler
dengesi sisteminin” karşılıklı yıkıcılığına doğru yol alacak ya da karşılıklı
kazanç sağlayan, daha hayırhah, kapsayıcı, adil ve insancıl bir küresel
yönetişim yapısı kurmak için çaba gösterecektir. Dar bir çerçevede tanımlanan
menfaatler ve kendi altını oyan bir tek-taraflılık, eski sistemin esas karakterine
şekil verirken; ortak değerler ve kurallar ile karşılıklı kazanç sağlayan bir
çok-taraflılık, ikinci seçeneğin genel hatlarını belirlemektedir.
1990’lardan bu yana bir türlü gerçekleşemeyen ümit,
küresel yönetişim tarafından şekillendirilen bir gelecek kurulmasıydı. Küresel
yönetişim ile uluslararası düzen arasında bir fark vardır. Uluslararası düzen,
ulus-devletlerin esas birimler olduğuna ve düzenin bu uluslar arasındaki ilişki
ve diyaloğun bir sonucu olarak şekillendiğine işaret eder. Küresel yönetişim
ise daha interaktif, daha diyalog esaslı ve daha uluslar-ötesidir. Bu anlamda
sadece ulus-devletler arası değil, aynı zamanda insanlar arası bir diyalog
zeminiyle, daha interaktif ve birbirine bağlı bir sistemle uluslararası bir
düzen kurulabilir. İşte bu yüzden insanlık bu aşamada kural ve değer esaslı,
çok-taraflı, karşılıklı mutabakata dayalı, adil ve kapsayıcı bir küresel
yönetişim biçimine ihtiyaç duymaktadır.
[1] 1 Post-truth ya da post-fact kavramları nesnel hakikatlerin
belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel
kanaatlerden daha az etkili olması durumuna denir (çev. notu).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder