Robert C. Johansen (Notra
Dame Üniversitesi Kroc Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü emekli profesörü ve kıdemli araştırmacı)
21st
Century Global Dynamics, 1.6.2017, Cilt 10,
Sayı 37
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Dışlayıcı Kimliklerden Kapsayıcı Kimliklere Geçiş
Ahmet Davutoğlu, “popülist otokrasilerin, dışlayıcılığın, tek-taraflılığın
ve ortak değerler ve menfaatler pahasına dar tanımlı bir bencil ulusal çıkar
arayışının yükselişi”nin tehlikeleri konusunda çok doğru bir şekilde bizi ikaz
ediyor. Her ne kadar dünyanın farklı coğrafyalarındaki birçok toplumda yabancı
düşmanı, dar milliyetçi, popülist hareketleri ortaya çıkaran çeşitli nedenler
olsa da bütün bu hareketlerin ortak bir özelliği dikkat çekiyor: Her biri,
düşman olarak gördüğü diğer insanları dışlayan bir kimliği benimsiyor. Ve yine
her biri, kapsayıcı bir kimliği besleyen insanlara karşı çıkıyor. Popülistler
kendi gruplarını önceleyip diğerlerini daha önemsiz sayarken “kapsayıcılar”
evrensel insan haklarına ve ortak menfaatlere vurgu yapıyor. Dışlayıcı
kimlikleri kucaklayan yüksek sesler, şimdiye kadar demokrasi ve evrensel insan
hakları cenneti farz edilen ABD ve Avrupa gibi toplumlarda dahi yükselişe geçiyor.
Aynı zamanda Davutoğlu, küresel yönetişimin, dar görüşlü popülizmin etkili
ve cazip bir panzehiri olabileceği tezini ileri sürüyor. Ancak bunun gerçekleşebilmesi
için öyle herhangi bir küresel yönetişim tarzının yeterli olmadığını vurgulamak
gerekir. Zira mevcut uluslararası sistem de bir "yönetişim" çeşidi olup fiiliyatta etkisiz, güvenilmez ve adaletsizdir. Eğer ki küreselleşmeye büyük şirketler hâkim olursa bu bir çeşit “özel
yönetişim” olacaktır. Eğer ki kontrolsüz piyasalar neyin üretileceğini ve
tüketileceğini belirlerse bu (kimileri için) kazançlı da olsa yırtıcı/yağmacı bir
yönetişim haline gelecektir. Eğer ki bir veya birkaç büyük güç egemen olursa bu
yeni-emperyal, şiddete meyyal bir yönetişime dönüşecektir.
Bunların aksine, tercihe şayan bir küresel yönetişim şekli, karar alma
süreçlerinde dünyanın tüm halklarını adil şekilde temsil etmeye çalışan ve ortak
menfaate hizmet etme hedefinden ilham alan kapsayıcı kimliklerle şekillenmeli.
Bu tür bir yönetişim, dışlayıcı popülizmi (ve terörizmi) geriletip insan
onurunu besleyen değerlerin daha da güçlenmesine geçit veren fırsatları ve
faydaları sağlayabilir. Faydaların, fakirlikten kurtulma ve hayatta kalmak için
temel ihtiyaçları elde etme hakkı da dahil tüm bireylerin insan haklarına fiilî
saygıyı içermesi beklenir. Küresel fakirliği ortadan kaldırmak maddi açıdan
mümkün olmakla birlikte siyaseten hep imkânsız olageldi. Peki ama niçin?
Hem Davutoğlu’nun hem de hepimizin bu soruya ısrarla cevaplar bulmamız
lazım. Zira sözkonusu cevaplar, arzu edilen küresel yönetişime doğru gidişatın
niçin yavaş seyrettiğine ışık tutacaktır. Eğer ki yeterli sayıda insan ısrarcı
olsaydı ve bu ısrarlarını siyasi iktidara aktarabilselerdi, tıpkı fakirliği
ortadan kaldırabileceğimiz gibi, şu an iyi bir küresel yönetişimimiz de olabilirdi.
Bunun gerçekleşmesi, kapsayıcı kimliklere çok daha yaygın bir bağlılığı
gerektirmekte olup genel ve özel eğitimin, dini ve seküler felsefi terbiyenin
ve sivil toplum örgütleri, yenilikçi hükümetler ve hükümetlerarası örgütlerin
vizyoner liderliğinin bir vazifesidir.
Küresel Yönetişim İçin Gelişen Bir Hareket
Küresel Yönetişim İçin Gelişen Bir Hareket
Popülist bir zihniyeti dillendirenler mi yoksa iyi yönetişim
arayışındakiler mi galip gelecek bu henüz tamamen belirsiz. Kamuoyları, çoğunlukla
doğru düzgün bilinçlendirilmemiş olup kapsayıcı kimliklerden ziyade dışlayıcı
olanların cazibesine daha fazla kapılmış görünüyorlar. Davutoğlu’nun ikazlarına
genel anlamda mutabık olanların karşısındaki temel meydan okuma, ahlaki
hassasiyeti olan insanların bir yandan şirket yöneticilerini ve hissedarları yırtıcı/yağmacı
kazançlarından mahrum bırakırken, aşırı tüketimi kısarken ve “önce ben”
milliyetçiliğini dönüştürürken, diğer yandan ya mevcut BM kuruluşlarını yeniden
yapılandırmak yahut insan hayatını ve çevre sağlığını koruyabilecek yeni
kurumlar tesis etmek için elzem olan siyasi desteği üretecek kararlı bir
toplumsal hareket inşa etmek maksadıyla dünya çapında gerekli eğitimi ve
bireysel motivasyonu nasıl gerçekleştirecekleri meselesini çözmektir. Bu türden
bir hareket, askeri gücün faydasına dair tamamen mesnetsiz bir inancı da dizginlemek
zorundadır; zira askeri güç, küresel demokratik kurumları ayakta kalma ve
gelişme fırsatından mahrum bırakan menfi güçleri alttan alta üretir.
Barış ve Adaleti ve Bunun İçin Gerekli Amaçları ve Araçları Kurumsallaştırmak
Barış ve Adaleti ve Bunun İçin Gerekli Amaçları ve Araçları Kurumsallaştırmak
İyi yönetişim arayışındakiler, birçok ölçülemezler ve öngörülemezlerle
devasa bir taahhüt altına girerler. Bununla birlikte stratejik küresel barış
inşası için iki unsurun gerekli olduğu aşikârdır.
Birincisi, adil bir barış inşa etmek, –milli ordunun savaşa hazır halde
bulunmasının ve başarılı savaş önlemenin öyle salt bir yan ürünü olarak
yaklaşıldığı takdirde– mümkün olmaz. Barışın sürdürülebilir ve asgari düzeyde
adil olması için dünya çapında tasavvur edilmeli, planlanmalı ve
kurumsallaştırılmalıdır. Ulus-devletlerin barışçıl bir şekilde bir arada var
olduğu ve uluslararası problemlerini –yavaşça, bir süper gücün liderliği
altında ve iyi davranışı hedefleyen icraî kurallar olmaksızın– çözdüğü muhayyel
bir liberal uluslararasıcılık çağı nostaljisine geri dönüş artık mümkün değildir.
Bu, siyaseten uygulanabilir değildir ve adil de olmayacaktır.
İkincisi, arzu edilen amaçlara (yani insan onuru arayışıyla şekillenen, barışın
hâkim olduğu etkili bir küresel yönetişime) ulaşmak kapsayıcı araçları gerekli
kılar. Amaçlar araçlardan neşet eder. Barış adaletin eseridir. Ya birlikte
başarıya ulaşırlar ya da asla başarılı olamazlar. Küresel yönetişim inşası için
bütün toplumları gerçek anlamda kapsayıcılığın ve onların karar alma
süreçlerine adil katılımlarının öyle kestirme bir yolu yoktur. Bu kapsayıcılık,
küresel yönetişimin siyaseten uygulanabilirliğini sağlamak için elzemdir.
Benzer şekilde, küresel yönetişimin demokratik kurumları olmaksızın
kapsayıcılığı mümkün ve etkili kılmanın da herhangi bir yolu yoktur.
Kuzey’deki bazıları, bugüne kadar Küresel Güney’i, –küresel yönetişimin
araçları ve amaçlarının belirlenmesine hayati katkılarda bulunan toplumlar
olarak değil de– Kuzey’in sermaye yatırımlarını çekmeye uygun alıcılar olarak
muamele etti. Ancak Güney amaçları belirlemeye iştirak etmediği müddetçe
araçlar, hem küreselleşmenin nimetlerinden istifade etmede hem de küreselleşmenin
yol açtığı problemleri çözmek için gerekli siyasi desteği üretmede yeterince
kapsayıcı olmayacaktır. Keza hakkaniyetli bir yönetişim için elzem olan
egemenliğin bir kısmının dikey dağıtımına karşı zenginleri ayak diretmekten
vazgeçirmeye dönük teşvik ve tedbirleri yeniden yapılandırmak için gerekli
siyasi destek de sağlanamayacaktır.
Gönülsüzleri Beklemeden Gönüllüleri Yetkilendirmek
Gönülsüzleri Beklemeden Gönüllüleri Yetkilendirmek
Sanayileşmiş ülkeler, Soğuk Savaş’ın ardından gelen fırsat yıllarını iyi
değerlendirmediler. Geriye kalan tek süper gücün [performansı] özellikle
umut kırıcıydı; zira o, demokratik küresel yönetişime geçiş için güçlü ve
planlı bir harekete öncülük edebilecek yeterli servete, teknolojiye, bilgiye,
özgürlüğe ve jeostratejik milli güvenliğe sahipti. Hukukun
egemen olduğu küresel bir toplum için sağlam adımlar atmak yerine nice fırsatları heba etti; bu
yönde adımlar attığında güvenliğinin tehdit altına girmeyeceği dönemlerde dahi.
1989’dan bu yana defalarca, özellikle de 2001-2009 yılları arasında ve yine
2017’de Washington, uluslararası hukuku güçlendirmeye genel olarak karşı çıktı; [2003'te] meşru müdafaa haklı gerekçesi veya BM Güvenlik Konseyi izni olmaksızın (Irak’a)
savaş açarak BM Sözleşmesi’ni ihlal etti; ABD’nin savaşta olmadığı ülkelere
insansız hava uçaklarıyla sayısız askerî saldırılar düzenledi; işkenceyi
yasaklayan Cenevre Konvansiyonları’nı ihlal etti; müzakeresi çoktan tamamlanmış
Kapsamlı Nükleer Denemelerin Yasaklanması Antlaşması’nı onaylamayı reddetti; Nükleer
Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması çerçevesinde bir yükümlülüğü olan
nükleer silahsızlanmayı müzakere etmeyi reddetti; soykırım, savaş suçları ve
insanlığa karşı suçları caydırmak maksadıyla kurulan Uluslararası Ceza
Mahkemesi’ne taraf olmaktan imtina etti;
sera gazı salınımını sınırlandırmak amacıyla uluslararası standartların
belirlenmesine karşı çıktı; BM Güvenlik Konseyi yapısının demokratikleşmesini
istememeyi tercih etti; uluslararası iktisadi kalkınma için BM’nin talep ettiği
kendine düşen payı ödemedi; kısa süre evvel de BM’ye ödemesi gereken aidatları
keseceğini duyurdu.
Avrupa’nın çoğu ise dünya meselelerinde hukukun egemenliğini güçlendirme
noktasında çok daha olumlu bir tavır takınageldi; ama Soğuk Savaş sonrası
ABD’nin dünyada daha iyi bir küresel yönetişime öncülük edeceği beklentisine
girmekle belki de bir hata yaptı. Avrupa ABD’den daha iyisini yapmış olabilir;
zira ardı ardına Avrupa’yı yerle bir eden savaşlardan birtakım dersler
çıkarmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından güvenliklerini yeni askerî teyakkuzda
olma politikalarına emanet etmek yerine, Batı Avrupalılar, –yeni bir Maginot
hattı veya savaşa hazırlıklı olma politikasından çok daha güçlü ve çok daha
etkili bir barış inşası projesine dönüşen– [Z.T.K. AB’nin nüvesi
olacak] ortak bir Kömür ve Çelik Topluluğu kurmak için tahayyülü, planlamayı
ve kurumsallaşmayı gerektiren bilinçli bir çaba yürüttüler. Birçok Alman,
Nuremberg Savaş Suçları Mahkemelerinin üzerinde durduklarından dersler
çıkardılar. Akabinde Uluslararası Ceza Mahkemesi için Avrupa’dan geniş bir
destek çıkmasına öncülük ettiler. Bu ulus-ötesi barış inşası inisiyatifleri,
Nazi milliyetçiliğinin dışlayıcı kimliğinden gerek bölgesel gerekse küresel
olarak çok daha kapsayıcı kimliklere geçişi sağlayan kurumsallaştırıcı hareketi
açıkça gösteriyor.
Bugün AB’nin problemlerinin siyasi ve iktisadi entegrasyon fikrinin
bizatihi kendinden kaynaklanmadığını belirtmek, küresel yönetişimin geleceği
için öğretici olur. Problemler, en azından kısmen, demokrasi açığının yeterince
giderilmemesi nedeniyle üye devletlerden yükselen siyasi şikayetlere yeterince
dikkat kesilmemesinden kaynaklanıyor. Ayrıca AB, siyasi topluluğun iyi işlemesi
için gerekli değerleri ve yaklaşımları inşa etmeye yeterince dikkatini
yoğunlaştırmadan çok hızlı bir şekilde genişlemiş de olabilir. Bu teşhis bize –dönüp
dolaşıp bir kez daha– yerel, bölgesel ve küresel düzeyde siyasi eğitim için
yeni yollar bulmakta daha yaratıcı ve düşünceli olmamız gerektiğini telkin
ediyor ki böylelikle kamuoyları daha iyi haberdar olsun ve siyasi kurumlar da
daha duyarlı/cevap verebilir hale gelsin. Çok az toplumda vatandaşlık eğitimi,
gençleri uluslararası sistemin yapısını değiştirmeye hazır hale getiriyor ki bu
aslında tam da ihtiyaç duyulan şey.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünya tarihi göz önüne alınırsa, dünya
halklarının ABD veya Avrupa’nın küresel yönetişime öncülük edeceğini bekleyip
durması mantıksız olur. Tabii ki bu süreçte onların katkıları hayati. Ancak
bunun için onlara tabandan mütemadiyen baskı yapılması lazım. Kamuoyları,
parlamentolarındaki oylamalarda kapsayıcı kimlikleri hayata geçirmeye
odaklanmayan tüm milletvekili adaylarından desteklerini geri çekmeliler. Tüketiciler
sadece ve sadece güçlü bir şekilde kapsayıcılığı savunan şirketlerin mallarını
satın alabilirler. Liderlik ve baskı; bireylerden, insan hakları ve sivil
toplum kuruluşlarından, dini cemaatlerden, yenilikçi/ilerlemeci hükümetlerden
ve uluslararası örgütlerden müteşekkil bir ulus-ötesi koalisyondan gelmeli. Küresel yönetişim yapısında sağlam ve kalıcı değişim için boyun eğmeyen, cesur ve aşağıdan yukarıya doğru baskılar –belki de
küresel bir halk meclisi aracılığıyla– gerekli olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder