22 Kasım 2017 Çarşamba

J.A.CAMILLERI: ÇALKANTININ ORTASINDA YENİ VE DAHA YARATICI BİR SİYASET BELİRİYOR




Joseph A. Camilleri (Avustralya La Trobe Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler emekli profesörü)
21st Century Global Dynamics, 6.7.2017, Cilt 10, Sayı 45

Tercüme: Zahide Tuba Kor

“Ulusal ve Küresel Düzen(sizlik)” başlıklı makalesinde ünlü akademisyen ve Türkiye’nin eski dışişleri bakanı ve başbakanı Ahmet Davutoğlu, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan karşılanmayan ümit ve beklentilerden yakınıyor. Çoklu uluslararası krizlerin temeli olarak, kısa vadeciliğe ve dar tanımlı bencil ulusal çıkara işaret ediyor. Ve bu üzücü kaçırılan fırsatlar hikâyesinin anlaşılabilmesi için dünyayı temelinden sarsan depremlere ilişkin tarihî bir perspektife ve bütüncül bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu çok doğru bir şekilde hatırlatıyor.
Şu veya bu çatışmanın, hatta jeopolitiğin ötesine geçip en az bunlar kadar önemli olana da bakmaya bir davet aslında bu. Bakışımızı sadece Soğuk Savaş sonrası dönemle sınırlayamayız. Siyasal yapı sağlığına nasıl kavuşturulabiliri düşünmeyi bir kenara bırakıp da hastalığın kökenindeki daha derin illetlere bir teşhis koyacaksak eğer, çok daha geniş bir tetkike ihtiyaç var.
Bir süreliğine, Büyük Buhran’ın ve İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde kurulan kurumlar, özellikle de refah devleti ve BM, Dünya Bankası ve IMF gibi çok-taraflı örgütler sanki güvenlik ve refahı temin edebilecekmiş gibi düşünüldü. Ancak Sovyet-Amerikan stratejik cepheleşmesi/yüzleşmesi ve son derece yıkıcı askeri aygıtların geliştirilmesi bu kurumların işleyişini fena halde bozdu.
Ekonomik ve teknolojik değişimin hızı dur durak bilmeden ilerlerken sınır ötesi akışlar –yani mal ve hizmet, sermaye, teknoloji, silahlar, virüsler, karbon emisyonu, bilgi, görüntü ve insan akışı– da daha evvel hiç görülmemiş ölçek, hız ve yoğunlukta devam etti. Genel olarak bu akışlar, çoğu zaman insanoğlunun ihtiyaçları veya Dünya’nın ekolojisi pek de dikkate alınmayarak, gerek devletler gerekse çok-uluslu kurumlar tarafından dosdoğru yönetilemedi. Sonuçlar herkesin malumu: mali ve insani krizler, çevre felaketleri, salgın hastalıklar, uzayıp giden askeri çatışmalar, insan haklarının sınırsız ihlali, soykırımlar, savaş suçları, askeri müdahaleler ve terör saldırıları. Davutoğlu tabii ki yönetişim açığının (governance deficit) altını çizmekte haklı; ancak onun analizi, kurumsal başarısızlığa dair ikna edici bir açıklama getirmekte yetersiz. Bizim mevcut açmazımızı şekillendiren bilhassa iki kilit faktöre, yani neoliberal düzenin hâkimiyetine ve küresel güç kaymasının kötü idare edilmesine hemen hemen hiç değinilmemiş. Şimdi biz bu faktörlere odaklanacağız.

Neoliberalizm ve Akıbeti
Son 40 yıldır neoliberal proje, iktisadi büyümenin ve böylelikle hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomilerin refahının bir anahtarı olarak mallarda, hizmetlerde ve sermayede kontrolsüz serbest piyasayı savundu. Bu hâkim öncülü bir dizi reçete takip etti: Devlet ciddi şekilde küçültülmeli, mevzuatlar asgari düzeye çekilmeli, vergiler indirilmeli, kurumlar vergisinin kaçırılması göz ardı edilmeli, işçi maliyetlerini düşürmek için göç teşvik edilmeli, gizlice müzakere edilen serbest ticaret anlaşmalarının faydaları her fırsatta öve öve bitirilememeli. Daha da önemlisi, cemaatçi değerler tenzili rütbeyle değersizleştirilmeli ve vatandaşlar atomize edilmiş birer arzu dünyacığına indirgenmeli.
Sindirimi zor olsa da, neoliberal proje, rakipsiz/türünün en iyisiymiş gibi kendisini sunarak hâkimiyet kurmayı başardı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, kontrolsüz piyasanın ve Batı tarzı liberal demokrasinin nihai zaferi olarak kutlandı; her ne kadar demokratik değerler sürekli aşınsa da ve şüpheli endüstriyel ve finansal uygulamalara müsamaha gösterilse ve hatta meşrulaştırılsa da. 
Her ne kadar neoliberalizm, henüz ölüm döşeğinden uzak olsa da bazı zorluklarla yüzleşiyor. ABD’de ve –farklı düzeylerde de olsa– başka ülkelerde göze batan ve artan eşitsizlikler, 2008 Finansal Krizi’nin neden olduğu tahribatlar ve Avrupa’nın çoğunda yaşanan iktisadi durgunluk yaygın iktisadi eleştirilere ve halk arasında huzursuzluklara yol açtı. ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbyn ve Fransa’da Luc Mélenchon tarafından önerilen tasarruf tedbirleri karşıtı programlar giderek ilgi görüyor.
Ama diğer tepkiler kaygı verici. Avrupa’nın çoğu ülkesinde aşırı sağcı partiler, siyasi yerleşik düzeni, genel olarak elitleri ve küreselleşmeyi hedef alıyorlar. Bu tür söylemler toplumun farklı kesitlerinde huzursuzluk ve öfkeyle yankı uyandırıyor. Bu partilerin birçoğu, seçmenlerin büyükçe ve giderek artan bir kesimini cezbediyor; ancak altta yatan mesaj, yabancılardan önyargı, korku ve hatta nefret öncülüne dayanıyor. Daha tedirgin edici olan ise, oylarının azalmasından korkan yerleşik partilerin, başkalarını günah keçisi yapan ve yabancı düşmanı mesajları ve politikaları dillendirmeyi veya en azından bunları görmezden gelmeyi tercih etmeleri.
Aynı temayül ABD’de de var. Oradakinin keyfiyeti farklı olabilir, ama aynı dinamik işliyor: geleceğin giderek belirsizleşmesine karşı öfke, kırgınlık ve endişe. Sonuç olarak seçmenlerin büyükçe bir kısmı, yabancıları, zayıfları ve korumasız olanları günah keçisi yapan mesajlara artık çok daha kolay kapılabilir halde. Bu, Trump’ın olduğu kadar, Gert Wilders ve Marie Le Pen’in de mesajı.

Küresel Güç Kayması
Sismik bir güç kayması alttan alta yaşanıyor. Bu, sadece hegemonik bir merkezden çok-merkezli bir sisteme değil, aynı zamanda Batı’dan Doğu’ya doğru da bir kayış. Ve bu aynı zamanda hem jeokültürel hem de jeopolitik bir kayış. Ne var ki Batı’da hala daha doğru düzgün idrak edilebilmiş değil. Bu kaymanın geniş kapsamlı sonuçlarıyla baş etmeyi bırakın, bunu değerlendirmekteki başarısızlık, gelecek için muazzam riskler barındırıyor.
Hâlihazırda ABD, artık Amerikan menfaatlerine ve önceliklerine boyun eğme ihtiyacı hissetmeyen veya bunu istemeyen iki güç merkeziyle, Rusya ve Çin’le karşı karşıya. Putin yönetimi altındaki Rusya, SSCB’nin dağılmasını müteakip yaşadığı o küçük düşürücü yılların ardından, şimdi kendi nüfuzunu yeniden tesis etmekle meşgul. Daha düşük bir profille işe başlayan Çin ise son 30 yılda modern tarihin en dikkat çekici iktisadi büyüme oranlarını kaydetti ve şimdilerde yeni iktisadi statüsüyle orantılı bir siyasi nüfuz elde etme arayışında. [Z.T.K. Bu konuda biraz daha farklı bir görüş serdeden Robert Kaplan’ın “Avrasya’da Yaklaşan Anarşi” makalesini okumanızı tavsiye ederim]
SSCB’nin dağılması ve ABD’nin kendini muzaffer ilan etmesi (triumphalism), bir süreliğine ABD’nin görece siyasi çöküşünü engellemiş olabilir. Ancak son olaylar, özellikle de Afganistan, Irak, Libya ve Suriye bataklıklarına maliyetli askeri müdahaleleri bu gidişata ivme kattı.  Trump’ın boş “ABD’yi yeniden yüceltme” vaadi bu gidişatın gönülsüz bir ikrarı aslında.
Hâlihazırda yaşanan güç kaymasının belki de en bariz belirtisi, bozulan Rus-Amerikan ilişkileri olup 1980’lerin ortalarından bu yana ilişkiler şu an en dip noktasında. Temel faktör, NATO’nun Doğu Avrupa’nın çoğunu ve hatta (daha evvel SSCB’nin bir parçası olan) üç Baltık ülkesini içine katarak Rusya’nın kapı eşiğine kadar genişlemiş olması.
BM Güvenlik Konseyi’nin onayı olmaksızın Sırbistan’ın bombalanması, ABD’nin Anti-Balistik Füze Antlaşması’ndan çekilmesi, BM’nin muhalefetini hiçe sayarak Irak’ı işgali, Rusya’nın kapı eğişinde (Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da) renkli devrimlere açık desteği ve Rusya’yı insan hakları ihlalleri nedeniyle hedef alan [Z.T.K. Amerikan Kongresi’nden 2012’de çıkan] Magnitsky Yasası da ikili ilişkilere ağır darbe vuran gelişmelerdi. Amerikan güvencelerine aykırı olarak, rejim değişikliğine yol açan Batı’nın Libya’ya askeri müdahalesi, derin güvensizliklerin de tohumlarını attı. 
Ukrayna Krizi, ABD’nin ve Avrupa’nın Rusya’ya karşı yaptırımları giderek genişletmesine ve NATO’nun Doğu Avrupa’da asker konuşlandırma ve askeri tatbikatlarını artırma çabasına bir kez daha yol açtı. ABD’nin Romanya’ya bir balistik füze savunma sistemi konuşlandırması ve kısa süre sonra bir benzerinin Polonya’ya yerleştirilecek olması, Moskova’da Amerikan çevreleme stratejisinin yeni kanıtları olarak görülüyor.
Putin’in cevabı ise 2008’de Gürcistan’da askeri güç kullanmak, kopma noktasındaki Abhazya ve Güney Osetya bölgelerinin bağımsızlığını desteklemek, Ukrayna’nın doğusunda Rusya’nın pozisyonunu güçlendirmek, Kırım’ı ilhak etmek, Libya’da Batı’nın askeri müdahalelerine meydan okumak, Esed rejimine güçlü bir askeri destek sunmak ve BM Güvenlik Konseyi’nde birçok bölgesel çatışmayla ilgili alınacak kararlarda çok daha iddialı bir duruş benimsemek oldu.
Çin’in yükselişi de benzer şekilde kötü idare edildi. “Asya’ya stratejik kayış” politikası boyunca Obama yönetimi, 2020’ye kadar hava ve deniz gücünün %60’ını Asya’ya konuşlandırma taahhüdünde bulunmuştu. Çin’le Güney Çin Denizi’ndeki ihtilaflarında Filipinleri destekledi; Japonya’ya olan güvenlik taahhütlerini güçlendirdi; Filipinler, Avustralya ve Singapur’a asker yolladı; Tayvan’a ileri teknoloji ürünü silah sistemleri tedarik etme sözü verdi. Trump yönetimi tarafından da desteklenmesi muhtemel bu ve benzeri tedbirler, Asya Pasifik’te Amerikan askeri üstünlüğünü sürdürmeye ve Çin’in büyük bir güç merkezi olarak yeniden ortaya çıkışını engellemeye dönük daha geniş stratejinin bir parçası.
Buna cevaben Çin; Filipinler ve Japonya’yla olan deniz ihtilaflarında güçlü bir şekilde kendi pozisyonunu savunuyor, 2016’da Daimi Tahkim Mahkemesi’nin verdiği kararı göz ardı ediyor, Orta Asya ve Güneydoğu Asya’da iktisadi cazibe hamlesi yapıyor ve Rusya’yla ilişkileri geliştiriyor (bugüne kadar Rusya-Çin ilişkilerindeki en çarpıcı gelişme, 2014 Mayıs’ında Şanghay’da imzalanan 400 milyar dolarlık doğalgaz anlaşması oldu). Çok daha iddialı proje ise Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in yeni bir “İpek Yolu” inşa etme kararı. Asya Altyapı Yatırım Bankası ve İpek Yolu Fonu’ndan gelen muazzam mali yatırımla desteklenen “İpek Yolu İktisadi Kuşağı”, Çin Rönesansının en çarpıcı ve kalıcı sembolü haline gelebilir.

Eşsiz Bir An
O halde bu, mevcut gidişatları ve müstakbel ihtimalleri hesaplamak için eşsiz bir an.
Yakın gelecekte bu üç büyük güç merkezinin politikalarında yeni baştan ayarlamaya gitme ihtimali uzak görünüyor. Daha ümit verici olan ise, ABD’nin dostları ve müttefikleri de dahil, küçük ve orta ölçekli güçlerin önümüzdeki yıllarda daha asil olan kendi ahlaki ve insani geleneklerine dayalı daha yaratıcı bir istikamete öncülük etme arayışları olacaktır.
Uluslararası Misket Bombalarının Yasaklanması Sözleşmesi (2010), Uluslararası Ceza Mahkemesi (2002) ve Kara Mayınları Sözleşmesi (1999)’nin kabul edilmesinin önünü açan başarılı koalisyonlar; hükümetler, çok-taraflı kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri arasındaki yapıcı işbirliklerine dayanıyor. Bu modelin, ulusaşırı diğer acil meydan okumalara kalıcı çözümler üretmek amacıyla gerek küresel gerekse bölgesel olarak başarılı bir şekilde uygulanabileceğini düşünmemiz için haklı gerekçelerimiz var.
Hem daha iyi düzenlenmiş bir uluslararası finansal sistem için hem de –Trump yönetiminin soytarılığına rağmen– hakkaniyet ve verilen taahhütlerin etkin şekilde izlenmesi prensiplerine dayalı, hukuken bağlayıcı bir uluslararası iklim değişikliği rejimi için giderek artan bir destek şu anda mevcut. Yine daha evvel benzeri görülmemiş sayıda insanın zulüm, şiddet ve çevresel bozulmadan kaçışına karşı tek uygulanabilir çözüm, küresel ve bölgesel olarak müzakere edilmiş düzenlemeler gibi görünüyor.
Askeri gücün faydası hızla azalırken Norveç, Yeni Zelanda, Kanada, İrlanda, Yunanistan, belki de Güney Kore, Filipinler ve hatta Avustralya gibi ülkeler, boşu boşuna verilen savaşlardan ve tehlikeli askeri karışıklıklardan geri çekilmeyi/kurtulmayı kendi menfaatlerine uygun görüp müşterek diplomasi arayışı içinde küçük ve orta ölçekteki güçlerin safına katılabilirler. Atlantik’in iki yakası arasındaki mevcut gerilimler, Avrupalıları, ortak çabaya dayalı çatışma çözümü ve barış inşası inisiyatifleri için gerekli becerileri ve altyapıyı geliştirmeye sevk edebilir. Bu, en azından bazı Amerikan müttefiklerinin nükleer silah kullanımını ve kullanma tehdidinde bulunmayı yasaklayan hukuken bağlayıcı bir [uluslararası] antlaşmaya varmak amacıyla BM destekli müzakerelere katılmaları için bir fırsat da olabilir. Bu tür eğilimlere, geleneksel siyasi aklın telkin edeceklerinden çok daha büyük bir kamuoyu ilgisi var.
Giderek büyüyen bilinçli kamuoyu, güvenlik ve gözetim devletinin [Z.T.K. biraz yorum katarak buna “güvenlik ve istihbarat devleti” demek de mümkün] müdahaleciliğini sorguluyor. Kemer sıkma politikalarını ve hem ülkelerin kendi içinde hem de ülkeler arasında artan refah ve gelir adaletsizliklerini eleştiren sesler günbegün daha da yüksek çıkıyor.
Kültürler ve medeniyetler arası diyalog hareketi, her ne kadar bu kavramı ilk teşvik eden Türkiye ve İspanya’nın da dahil olduğu hükümetlerin hevesi kaçsa da, ivme kazanmaya devam ediyor. Bu diyalog, birçok bakımdan Batı ile İslam arasında yapıcı ve kalıcı ilişkinin anahtarını elinde tutuyor. Daha da önemlisi bu, tek-taraflı uyarılardan ve müdahalelerden tam anlamıyla çok-merkezli bir dünyayı kabule doğru geçişe ivme katabilir.
Bu iddialı ama sağduyulu gündem; toplumsal hareketler, eğitimciler, entelektüeller, bilim adamları, din adamları, kültürel ve profesyonel öncüler ve ayrıca toplumsal duyarlılığı yüksek şirketler ile hayır kuruluşları tarafından giderek daha büyük bir şevkle kucaklanıyor.

Yeni ve daha yaratıcı bir siyaset ufukta beliriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder