29 Haziran 2020 Pazartesi

C.LISTER: ESED DÜŞMEK ÜZERE Mİ?




ESED DÜŞMEK ÜZERE Mİ?

Charles Lister (Suriye uzmanı, Ortadoğu Enstitüsü kıdemli araştırmacısı)
Politico, 11.6.2020

Tercüme ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 17.6.2020 tarihinde yayınlanmıştır.

İngilizcesi “Is Assad About to Fall?” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

Özet: Bir aylık maaşa bir karpuzun ancak alınabildiği Suriye’nin önündeki üç senaryo ne? Halkın hızla Türk Lirası kullanmaya başlaması, neyin habercisi? Rusya ve İran, Suriye için ne hazırlığı yapıyor? ABD önündeki fırsatı değerlendirebilecek mi? Suriye uzmanı Charles Lister’ın Politico dergisindeki analizinin önemli bölümleri…

Suriye rejimi ülkenin büyük kısmında askeri olarak kontrolü sağlasa da şu an muazzam bir iktisadi krizle, hatta çöküşle karşı karşıya. Bu durum şimdiye kadar rejime karşı silahlı isyana girişmemiş bölgelerde dahi kitlelerin muhalefete kayışını ve gösterileri tetikliyor.
Bundan 11 ay evvel, “Esed kazandı, Suriye’de savaş sona doğru yaklaşıyor” sözlerinin sıkça dillendirildiği bir dönemde Suriye uzmanı Charles Lister, Foreign Policy dergisi için Esed Aslında Hiçbir Şey Kazanmadı başlığıyla önemli bir analiz kaleme almıştı.
Ortadoğu Enstitüsü kıdemli araştırmacısı ve aynı enstitüde Suriye ile Terörle Mücadele ve Aşırıcılık programlarının direktörü olan Lister, 11 Haziran tarihinde bu defa Politico dergisinde “Esed düşmek üzere mi?” başlıklı bir makale yayımlayarak iktisadi krizle köşeye sıkışan rejimin içinde bulunduğu duruma ışık tuttu.
Lister, Suriye’nin güneyindeki Süveyda bölgesinde üç gün süren yoğun protestoların ardından 9 Haziran’da Beşşar Esed’in bölgedeki Dürzi cemaatine yönelik çarpıcı mesajıyla yazısına başlıyor: ‘Biz işleri barışçıl yürütme sözü vermiştik… ama istediğiniz kurşunsa onu da yersiniz.’
Bundan sonra Esed rejimine yönelik muhalefetin daha da sertleştiğini, protestocuların ‘Lanet olasıca, seni almaya geliyoruz’ sloganıyla Esed’i doğrudan hedef aldığını ve muhaliflerin son kalesi 3 milyon nüfuslu İdlib’e desteklerini dillendirdiklerini anlatan Lister, Dürzilerin 9 yıldır çatışmaların büyük ölçüde dışında kalsa da, giderek büyüyen iktisadi kriz nedeniyle sokağa döküldüklerini belirtiyor.
Lister’a göre, Süveyda’daki protestolar, Esed rejimini ve onun hayatta kalma beklentilerini tam kalbinden vuran çok daha büyük bir krizin sadece bir belirtisi. Esed’in Başbakan İmad Hamis’i 11 Haziran’da görevden alma kararı, gerek iktisadi çöküşün gerekse lafını sakınmayan yeni muhalefetin rejimin meşruiyetine gerçek bir meydan okuma teşkil ettiğinin açık bir göstergesi.
Esed’i Suriye’deki savaşın muzafferi ilan eden açıklamalar yaygınlaşsa da, yazara göre, bu hiçbir zaman isabetli bir bakış değildi:
“Esed, diktatör yönetimine karşı muhalefeti ülkenin %60’ında ezmiş olabilir; ancak 2020’ye gelindiğinde, 2011 isyanının temel nedenlerinden her biri varlığını sürdürmekle kalmadı, çok daha kötüleşti. Rejimin refahına, güvenilirliğine ve bekasına yönelik meydan okumalar ülkenin her köşesinde devam ediyor. On yıldır neredeyse ilk kez, Esed’i açıkça destekleyen veya yönetimine sessizce sadık kalan milyonlarca Suriyeli, duydukları öfke ve bıkkınlığı fısıldamaya başladı. Çoğu için 2020’deki hayat, silahlı çatışmanın ülke çapında zirveye çıktığı 2014-2015’tekinden çok daha kötü. Esed, iktidarı elinde tutarken ülkesini ve ekonomisini bilfiil -ve bile bile- yok etti.”

Suriye için üç senaryo
Yazara göre mevcut tüm koşullar dikkate alındığında Suriye için ufukta üç senaryo görünüyor:
“Birincisi, Esed ülkesini -küresel ekonomiden tecrit ederek, küresel parya statüsünü sağlamlaştırarak ve kendisine sadık nüfusu mağduriyet altında dayanışma duygusuyla birleştirmeye çalışarak- Kuzey Kore rotasına çekebilir. Esed, başta Suriye’nin azınlık grupları olmak üzere kendisine sadık tabanını, geçtiğimiz 9 yıllık çatışmada tam da bu senaryo için hazırladı; ancak yönetimi etrafında gerçek ve sarsılmaz bir kişi kültünün ne ölçüde tesis edildiği tartışmaya açık.
İkincisi, Suriye -ülkenin tüm katmanlarını hallaç pamuğu gibi atarak iyice zayıflatan bir krize düşerek ve 2020’de tahayyülü zor bir şekilde, çok daha büyük bir fakruzarurete, kıtlığa ve daha feci suçluluğa ve yağmacı davranışa yol açarak- kelimenin tam anlamıyla eşi benzeri görülmemiş şekilde kötüye gidebilir. Bu senaryoda rejime sadık olanların birlik beraberlik hali tamamen çözülecek ve ardında, hem bir insan hakları felaketi hem de tehlikeli aşırıcıların ve bölgesel istikrarsızlığın yeşerdiği bir alan olan Somali tarzı bir başarısız devlet bırakacak.
Ya da üçüncüsü, uzun süre rejime sadık kalanların son günlerde bana özel olarak söylediği gibi, bu olağanüstü iç kriz en üstte bir değişimin kıvılcımını ateşleyebilir. Onlara göre halihazırdaki durum, Esed’in iktidarda kalmasına yönelik -muhalefetin zirvede olduğu geçmiş yıllardakine kıyasla- çok daha büyük bir tehdit teşkil ediyor. Bu senaryoda Esed’in ülkesi için çizdiği yol Suriyelilerin birçoğuna o denli nahoş gelebilir ki sonunda istikrarsızlık, öfke, hayal kırıklığı ve belki de bir Rus hamlesiyle müesses nizamdan başka bir isim onu koltuğundan edebilir.”

Bir ihtimal daha var
Lister’a göre bu senaryoları sindirmek kolay değil; ancak ABD’nin Avrupa ve bizzat Ortadoğu’daki birçok müttefikiyle anlamlı bir rol oynayabileceği başka bir senaryo da olabilir:
“Suriye’deki durum, -İran ile birlikte Esed’in başlıca dış destekçisi olan- Rusya için zaten büyük bir endişe kaynağı. Moskova’da Esed’e yönelik -gerek açıktan gerekse örtülü- dillendirilen eleştirel söylem hiç bu denli belirgin ve güçlü olmamıştı. Suriye’nin hızlı ve muhtemelen geri döndürülemez bir şekilde iktisaden felce uğraması, uluslararası toplumdan sürekli ve agresif bir soyutlanma politikasıyla birleştiğinde, Rusya ve İran’da -eğer hâlâ başlamadıysa- derin bir rahatsızlığı tetikleyerek -tedrici bir yeniden angajman ve yaptırımların hafifletilmesi şartıyla- bir çeşit uluslararası çözümün düşünülmesinin önünü açabilir.”
Bu noktada Lister, Trump yönetiminin Suriye’ye ilişkin kararlarında öngörülemez ve tutarsız biçimde davranmasına rağmen, ABD’nin hâlâ bölgede ve dünyada önem taşıdığını ve Esed’in şu anki zayıflığı karşısında -diplomatik çabalarla ve Amerikan müttefikleriyle de iş birliği içinde- sonucu şekillendirme şansı bulunduğunu vurguluyor.

Bir aylık maaşa bir karpuz
Yazar, Suriye’deki iktisadi durumu şöyle özetliyor:
“Son aylarda Suriye ekonomisi çöktü ve bu da aşırı enflasyona, işletmelerin toplu kapanmasına, yaygın gıda kıtlığına ve artan işsizliğe yol açtı. Tek bir Amerikan dolarının 2400 ila 3000 Suriye Lirası arasında dalgalanmasıyla birlikte şu an Suriye’deki ortalama bir aylık maaşla kabaca bir karpuz ya da iki kilo limon alınıyor. Suriyelilerin en az %85’i yoksulluk içinde; rejim 2020’nin geri kalanı için yeterli miktarda buğday temin edebilmiş değil ve bu da demek oluyor ki ekmek kıtlığı artık an meselesi. Sivil toplum sektöründeki bazı kişiler bu yıl içinde ya da 2021’de ortaya çıkabilecek kıtlık konusunda sessizce uyarılarda bulunuyorlar. Ve bütün bunların üzerinde bir de COVID-19 vakalarının yavaş yavaş yükselişi var.”

Bazı bölgeler hızla Türk Lirası’na geçiyor
“Bu arada son dönemde Türkiye’nin (…) kontrolü altında bulunan kuzey Halep’in ekonomisini Türk Lirası’na çevirme kararı, Suriye nüfusunun yaklaşık %10’unu Suriye para birimini kullanmaz hale getirdi ve Suriyelilerin %18’inin ikamet ettiği İdlib’de de aynı şeyi yapma planı işliyor. Halkın yaklaşık üçte birinin milli para birimlerinden ayrılması, Suriye ekonomisinin tabutuna çakılmış son çivi olabilir. Esed’in iki ana müttefiki olan Rusya ve İran’ın Suriye’yi bu krizden kurtarmak için iktisaden yapabileceği veya yapacağı neredeyse hiçbir şey yok.”
Lister, Esed’in para bulmakta zorlandığı bir dönemde kendi iç politikasında kaotik yeni cepheler açtığı kanaatinde. Bu bağlamda 9 yıldır sağladığı finansmanla rejimi ayakta tutan ana aktör olan kuzeni, kadim yoldaşı ve Suriye’nin en zengin iş adamı olan Alevi (Nusayri) milyarder Rami Mahluf’un -ülkenin başlıca cep telefonu şebekesi olan SyriaTel de dahil- en değerli varlıklarının Suriye istihbarat servislerinin eşgüdümlü bir çabasıyla ele geçirildiği ve ev hapsine alındığını hatırlatıyor. Suriye’nin mali çöküşü altında ayakta kalmaya çalışan Esed’in iktidar hırsının Mahluf gibi başka hedefleri de olacağını öngörüyor.
ABD ve Avrupa tarafından bilhassa savaş suçuna karıştığı değerlendirilen şahıslara ve işletmelere yönelik uygulamaya konan geniş yaptırımlar Suriye’nin yaşadığı iktisadi krizi şiddetlendirse de, yazara göre krizin ana kaynağı, rejim ile hükümet yapılarını felç edici düzeyde yolsuzluklar ve beceriksizlikler ile komşu Lübnan’daki mali kriz.
Lister’a göre, Esed rejiminin eski muhalefet bölgelerini istikrara kavuşturmayı başaramaması ve devam edegelen vahşi ve yozlaşmış uygulamaları da istikrarsızlığın artmasına neden oluyor:
“Süveyda’daki ayaklanmanın yanı sıra, [2018 yazında rejimin yeniden ele geçirdiği] Deraa’daki ‘devrimin beşiği’, son bir yıldır yüzlerce saldırıya ve yüzlerce kişinin ölümüne yol açan bir silahlı isyana şahit oldu. IŞİD, rejimin kontrolündeki çöl bölgelerinde yeniden diriliyor. Türkiye, mart ayında Suriye ordusuna karşı benzeri görülmemiş bir hava harekâtına girişerek, kuzeybatıdaki muhalefet topraklarından geriye kalanları savunma noktasında bahsi ikiye katladı. Bu arada İsrail, bilinçli bir şekilde İran hedeflerini vurarak Suriye’nin egemenliğiyle dalga geçmeye devam ediyor ve Türkiye’nin de Halep’in kuzeyindeki kalıcı varlığını pekiştirdiği neredeyse kesin.”
Lister’a göre Suriye’nin sorunlarından birçoğunun sihirli bir çözümü yok; eğer olsaydı da ABD bunu sağlayacak konumda olmazdı. Ancak Suriye, ABD’nin Ortadoğu ve ötesindeki ulusal güvenliği ve çıkarları açısından önemli. Nitekim “Suriye krizinden kaynaklanan ve son on yılda dünyayı dönüştüren istikrarsızlaştırıcı etkilerin olağanüstü listesi de Suriye’nin öneminin apaçık delilleri. Avrupa’ya kitlesel göçmen akışı, bir yandan Brexit’e ve Avrupa Birliği’nin zayıflamasına, diğer yandan dünya çapında popülizm ve aşırı sağ politikalarda ani artışa yol açtı. IŞİD’in patlayıcı yükselişi ve buna karşı muazzam uluslararası askeri mukabele de Suriye iç savaşının bir sonucuydu. Trump’ın 2016’da dramatik şekilde seçilmesinin -kısmen- Suriye’deki kaos nedeniyle gerçekleşebildiğini söylemek, fazla abartı olmasa gerek.”
“350’yi aşkın kimyasal silah saldırısı da dahil uzun bir savaş suçları listesiyle Esed, modern tarihte başka hiçbir aktörün yapmadığı kadar uluslararası normları geriletti. Rusya, meydan okurcasına Ortadoğu’ya geri döndü ve NATO’nun ikinci en büyük daimi ordusunu (Türkiye’yi) neredeyse ittifaktan çekti ve ABD’nin bölge çapında nüfuzunu ve güvenilirliğini baltaladı. İran, on yıllardır var olan -bölgesel güç dinamiklerini bilfiil resetleyerek- Tahran’dan Beyrut ve Filistin’e uzanan bir nüfuz yayı oluşturma yönündeki bölgesel hedefini başarmak için Suriye’nin sorunlarından faydalandı. Ve son olarak, dünyanın Esed’in rekor kıran savaş suçları listesinin yanı sıra 700.000 kişinin can vermesine ve yaklaşık 12 milyon kişinin yerinden edilmesine karşı boğuk tepkisi, diktatörlerin gelişip serpilmesinin muhtemel olduğu bir uluslararası tecrit dönemine ilham veriyor gibi görünüyor.”

ABD’nin önündeki Suriye fırsatı
Yazar, bu şekilde Suriye’nin mevcut fotoğrafını çektikten sonra bu ülkenin krizlerini çözme noktasında ABD’nin nadir bir fırsatla karşı karşıya olduğunu savunuyor. Suriye’nin bu yeni yoğunlaşan krizden çıkışı için tek yolun uluslararası diplomasi ve yeniden iktisadi bağlantı kapılarının açılması olduğunu düşünüyor.
Bugün sımsıkı kapalı olan bu kapılardaki kilidi açmanın yakında Sezar Yasası’nın yürürlüğe girmesiyle çok daha fazla zorlaşacağı görüşünde. Zira bu yasa, Suriye’ye şimdiye kadar uygulanan yaptırımlar rejiminin en önemlisi olup dünyada herhangi bir aktörün Esed rejimiyle herhangi bir iktisadi bağlantısını yasaklıyor. Yazar bunu önemli ve yerinde bir adım olarak görse de ciddi bir diplomatik eylem rotası olmamasını eleştiriyor. Lister ayrıca, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın son haftalarda kapalı kapılar ardında Moskova’yla yeni bir Suriye diplomatik sürecinin imkanı konusunda istişarelerde bulunduğunu belirtiyor, ancak mevcut girişimleri yetersiz görüyor.
Yazara göre Washington’ın ültimatomu basit olmalı: Şam’dan gelecek anlamlı siyasi tavizler karşılığında Esed rejimine yönelik iktisadi tecridin hafifletilmesi… Verilmesi gereken siyasi tavizlerden birkaçını da sıralıyor: Bir çeşit iktidar paylaşımına, ülke çapında ateşkese, binlerce siyasi mahkumun serbest bırakılmasına, anayasa reformuna, adem-i merkeziyetin kabulüne ve -uluslararası gözlemcilerin müdahil olduğu- bölgeye yayılan Suriyelileri de kapsayan seçimlere yol açacak gerçek bir siyasi süreç.
Lister, “Eğer ki bu elverişli anda müttefiklerimizle uyum içinde iddialı bir şekilde hareket etmeyi başaramazsak ileride pişman olacağız,” uyarısıyla yazısını bitiriyor.


28 Haziran 2020 Pazar

M. MERZÛKÎ: İLERLEMECİLİĞİ YENİDEN DÜŞÜNMEK




KORONAVİRÜS SONRASI ACI VERİCİ GÖZDEN GEÇİRMELER: İLERLEMECİLİĞİ YENİDEN DÜŞÜNMEK 

Munsif Merzûkî (Tunus eski cumhurbaşkanı [2011-2014], Arap dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden, alanında öncü bir tıp doktoru, tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi)
El-Cezire Arapça, 30.5.2020

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Bu tercüme Perspektif web sitesinde 28.6.2020 tarihinde yayınlanmıştır.

المراجعات الموجعة (4): التقدمية” başlığıyla yayınlanan yazının Arapçasını okumak için TIKLAYINIZ

Daha evvel el-Cezire’de yayınlanmış 16 makalesini Türkçeye tercüme ederek ve Munsif Merzûkî Beyefendiyle iki röportaj yaparak yayınladığım “Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” (Küre Yayınları) kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.

NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.

Özet: Sahip olduğumuz tüm gücümüzle, küçük adımlarla da olsa özgürleştirici projeyi ilerletmek için çalışmamız ve her seferinde yıkıntıyı yeniden inşa etmemiz gerektiğine inanmamız lazım. Kaçınılmaz olan tek şey budur.

1960’lı ve 1970’li yıllarda gerek Arap gerekse Avrupa üniversitelerinde insanlar üç kategoriye ayrılıyordu: ilerlemeciler, gericiler ve kökenlerinden şüphe duyanlar.
Komünistler ilerlemeci yelpazenin ortasını işgal ederken sollarında radikal sol, sağlarında ise ılımlı sosyalizm/demokrasi çağrısı yapan laikler vardı. Bunların arasındaki ortak payda; açık, medeni, insanın kaderi hakkında iyimser ve insanoğlunun kaderini iyileştirmek için çalışan iyiliksever olduklarına dair mutlak inançtı.
Onlara göre gericiler ise, –esasen vatanperverler, milliyetçiler ve daha sonradan da İslamcılar olup– maymunlar ile insanlar arasındaki kayıp halkaydı. Onlar geri kalmış, geçmişin efsaneleriyle bağlantılı, ezilenlerin acılarını ve kadınların halini umursamayan, tarihin nereye aktığını anlamayan ve meşhur çöplüklerinde bitip gidecek bir güruhtu.
İlerlemecilerin bakış açısına göre, iki grup arasında bir de onlara şüphe duyanlar vardı. Talihsizliğimden olsa gerek ben de onların arasında kategorize edildim ve bugüne kadar “yarı ilerlemeci” olarak kaldım. Öyle ya, fakirlerin, kadınların ve ezilen halkların haklarını sözlü ve fiilî açık açık savunmana rağmen, Arapçılık eğilimi gibi şovenist/küçük burjuva fikirleri taşırken veya “Din halkın afyonudur” sözüyle dalga geçerken nasıl ilerlemeci kategorisine sokulma şerifine nail olursun?
1960’lar ve 1970’lerde ilerlemecilerin öne çıkışının birden fazla nedeni vardı: Komünist rejimler yeryüzünün altıda birini kontrol ediyor, komünist partiler Batı’da bile yayılıyor, sömürüye, ırkçılığa ve sömürgeciliğe karşı devrimleri ilerlemeci güçler yönlendiriyor, kültürel alan ilerlemecilerle doluyor ve Sovyetler Birliği ilk kadını uzaya gönderiyordu.
Buna bir de her alanda bilimsel ve teknolojik keşiflerin tırmanışını ekleyin. Bütün bunlar bilimsel, teknolojik ve iktisadi ilerlemenin her daim ileriye doğru bir sel gibi akacak ve hiç kimsenin durduramayacağı bir proje olduğunu teyit ediyordu.
Hakikatin bu kuruntuları boşa çıkarmasından sonra ilerlemecilerin kibrinden geriye ne kaldı? Rus toplumu da dahil tüm toplumlara “halkın afyonu”nun güçlü bir şekilde geri dönüşünü ve hatta kadınların –ne korkunç ki!!– tamamen kendi iradeleriyle başlarını örttüklerini gördüler; oysaki onlara göre kadının ilerlemesinin göstergesi eteklerin boyu, yani dizden ne kadar yukarıda olduğuydu. Kapitalizmin tüm hayallerini nakavtla alt ederek zafer kazanmasını ise hiç sormayın.
Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasından, 1980’lerde Polonya’da işçilerin kendilerini temsil ettiği iddiasındaki bir partiye karşı devriminden, her yerde komünist partilerin çöküşünden ve en büyükleri olan Çin Komünist Partisi’nin de kapitalizmin en iyi muhafızına dönüşmesinden sonra ilerlemeciler için geriye ne kaldı? Neredeyse hiçbir şey…
İnandıkları her şeyi geçersiz kılan bir İslami sıçramayla yüzleşen birçok Arap ilerlemecinin tepkisi ne kadar da üzücüydü. Fikirlerini gözden geçirmek ve bu olgunun nedenlerini, teorilerinin kusurunu ve eksikliğini sorgulamak yerine burunlarının dikine gittiler. Sonunda “gerici, karanlık kafalılar”a olan nefretleri, istibdatla girdikleri ittifakla sonuçlandı; öyle ki Tunus’ta istibdada en iyi teorisyenlerini, hizmetkârlarını ve cellatlarını verdiler ya da devrimcilerin yolunu kestiler. Bununla birlikte hiçbir şey onların gerilemesine çare olmadığı ve durdurmadığı gibi, tamamen çöküp ortadan kalkmalarının da kaderleri olmayacağı görülüyor.
Şöyle diyenler olabilir: Öyleyse sadece ölü bir beden veya zar zor nefes alan bir hasta taşıyan ambulansa [yani ölüm döşeğindeki ilerlemeciliğe] kurşun sıkmak niye? Çünkü hastalara merhamet kurşunu sıkmak doktorun alışkanlığı değildir; onun ahlakı ve mesleğinin gereği, hastalığın nedenini mümkün mertebe objektif bir şekilde anlamak ve hastayı sağlığına kavuşturmak için olabildiğince empati kurarak yardımcı olmaktır. Bu, dünyanın her zamankinden çok daha fazla ilerlemeciliğe –ama mevcuttan bambaşka bir ilerlemeciliğe– ihtiyaç duyduğuna dair mutlak inancımın gereği [mesleğimin doktor olmasından da kaynaklanan] her zaman çabaladığım bir şeydir.
***
İlerlemeciliğin –modern anlamıyla– bize Fransızca progressisme kelimesinden tercüme edildiğini, bu kelimenin progrès kelimesinden türetildiğini ve ilk kullananın da 1546’da Fransız yazar François Rabelais olduğunu hatırlatayım. Yani biz bir kez daha, Aydınlanma çağı (1715-1789) denilen bir süreçte gelişen, Batılı –özellikle de Fransızca– bir kavramla karşı karşıyayız. Bu kavramın büyük teorisyenleri arasında filozof Denis Diderot ve Marquis de Condorcet bulunuyor.
Daha sonraki aşamada bu kavram tüm Avrupa’ya yayıldı ve 19. yüzyılın sonundan itibaren tamamen Marksistlerce sahiplenildi. Daha sonra kavram tüm dünyayı istila etti ve biz Araplara vatanseverlik, sosyalizm ve demokrasi gibi diğer kavramlarla birlikte 20. yüzyılda ulaştı. Bugüne kadar biz, tarihin kurbanları olma değil, yeniden tarih yapar hale gelme ümidiyle ve Allah’ın bu ümmetin önünü açması beklentisiyle bu fikir ve değerlerin tüketicisi olageldik.
Kavramı incelediğinizde, gerek muhalif siyasi hareketler gerekse farklı türlerde ilerlemeciliğe dayanan iktidardaki rejimler için fikrî bir referans ve güçlü bir manevî katalizör olan üç ana inançtan oluştuğunu görürsünüz:
1. İlerlemenin zorunlu ve kaçınılmaz olduğu inancı.
2. İçinde iyilikten başka bir şey barındırmadığı inancı.
3. Sadece insanı ve toplumu geliştirmekle kalmayıp onların doğasını da değiştirebileceği inancı.
Ancak bu inançların her biri kendi içinde zayıf noktalara sahip:
İlk zayıf nokta determinizmdir: İlerlemecilerin bu yerleşik doktrinine göre, insanlık tarihi bir ok gibidir, yaydan çıktığında durdurulması imkânsızdır ve yönü daima ileriye doğrudur. Yaydan çıkmış bir okun aniden duracağını veya geriye döneceğini kim düşünebilir?
Bu, desteklenebilir bir doktrindir. Mesela sağlık sektörünü ele alalım. Hastalıklarla mücadelede kaydedilen muazzam ilerlemeyi kim reddedebilir? Bunun kanıtı, bir insanın ortalama hayat beklentisinin 10.000 yıl önce 30 yılı geçmezken bugün en gelişmiş ülkelerde 80 eşiğini aşmak üzere olmasıdır.
Ama aynı zamanda bu doktrin basitlikten ve hatta saflıktan da ârî değildir. Sovyetler Birliği emperyalizme karşı zaferle taçlanan “kaçınılmaz” ilerleyişini devam ettirdi mi? Herhangi bir ülkede sömürü ve kölelik çöktü mü, yoksa sadece şekli ve şiddeti mi değişti?
Bugün kim, günümüz toplumlarının –hele de koronavirüs pandemisi ve küresel ısınmayla sendelerken– arzulanan geleceğe doğru “kaçınılmaz” zafer yürüyüşünü sürdüreceğini söylemeye cesaret edebilir? Geleceğe dair zar zor hayal kurar olduk ve artık tek temennimiz, işlerin mevcut haliyle aynen kalması…
İkinci zayıf nokta bilim ve teknoloji perestliktir: Ne yazık ki tarihsel tecrübe, hesaba katılmamış iki şeyi gösterdi: Tıpkı Batı’da, Çin’de ve Hindistan’da olduğu gibi bir ülkeyi, çevreyi tahrip etmeksizin on milyonlarca insanı fakirlikten kurtaran fabrikalarla dolduramazsınız. Herkese ucuz ve bol elektrik sağlayan nükleer enerji üretirseniz, bu aynı zamanda yeryüzünde hayatı kökten bitirme gücüne sahip binlerce atom bombası biriktirme anlamına da gelir. Geceleri şehirleri aydınlatan elektriği icat ederseniz, işkence amaçlı da kullanılır.
Böylece –tarihî tecrübenin gelişmesiyle birlikte– içinde iyilikten başka bir şey barındırmayan bilim ve teknoloji hayali yavaş yavaş buharlaştı ve –nasıl ki gölge güneş altında yürüyenin ayrılmaz bir parçasıysa– 21. yüzyıl dünyasında kötülüğün de bilim ve teknolojinin ayrılmaz bir parçası olduğu ve teknolojinin yağdaki zehir olabileceği açığa kavuştu. Bunun bir kanıtı da oturduğumuz dalı –yani onsuz hayatın mümkün olmadığı çevreyi– bu şekilde biçmekte olmamız.
Bugün bilim ve teknolojinin iyicil doğasına olan güvenimizi azaltan bir başka olgu, “bahse girilen değerin çok yükselmesi” olarak tanımladığım şeydir. Bu kurala göre, teknolojinin gücü ve kapasitesi ile getirisi ne kadar artarsa, ona eşlik eden riskler de o kadar büyür. Yani yaratıcılık ve türeticilik kapasitesini ne kadar artırdıysak, –aynı şekilde ve paralel olarak– tahrip ve yıkım kapasitesini de o kadar yükselttik.
Medyanın sağladığı muazzam ayrıcalıklara bakın ve bir de yalanları, şayiaları ve nefret söylemini yaymaktaki yıkıcı rolünü görün. Ama çok daha tehlikeli olanın, yani gözetleme ve zihinlerin manipülasyonu alanında istibdat yönetimlerine korkunç bir silah sağladığının da farkına varın. Tıpkı uyuşturucu satıcıları ve tüketicilerinde olduğu gibi, on milyonların ekran bağımlılığı karşılığında, sahiplerinin cebine milyarları akıtan video oyunları endüstrisinin günahlarından hiç bahsetmiyorum bile…
Yapay zekâ alanındaki ilerlemenin bize ne vaat ettiğini ve sadece dünyadaki milyonlarca iş için değil, aynı zamanda insanın kendi konumu için de ne gibi tehlikeler arz ettiğini açık açık konuşalım. Zira insan, kendi icat ettiği yapay zekânın bir tutsağına ve kendisine hizmetkâr olduğunu zannederken bir kölesine dönüşebilir.
Son zayıf nokta ilerleme ile tekâmülün karışmasıdır: İlerlemeci düşüncenin dayandığı temel teze göre, insanlık “gericilik”ten, yani “uzun zamandır pranga vuran dinî efsaneler”den aşama aşama kurtulmaktaydı ve –ilerlemecilerin yönlendirdiği siyasi sistemlerin öncülüğünde– sadece herkesin hayat şartlarını iyileştirmekle kalmayacak, aynı zamanda yeni bir insan da yaratabilecekti.
Ancak sorun şu: Tarih –şimdiye kadar– bilimsel bilginin geliştiğini, etkili ilaçların çoğaldığını ve –tıpkı Batı toplumlarında son iki yüzyılda benzeri görülmemiş şekilde gerçekleştiği gibi– hayat şartlarını iyileştiren çok sayıda makinenin ortaya çıktığını gösterdi; ancak bütün bunlar, bireylerin veya toplumların doğasında herhangi bir iyileşme ile uyumlu gelişmedi. Bunun en gerçekçi delili, “ileri” toplumların işlediği sömürgecilik suçları ve İkinci Dünya Savaşı sırasında soykırım kamplarında –insanlık tarihinde benzeri görülmemiş şekilde– barbarlıkta ulaştığı noktadır.
Burada hep karıştırılan iki kavramı birbirinden ayırmak gerekir: İlerleme maddi nicelik alanında, tekâmül ahlaki nitelik alanındadır. Amazon havzasının ve Yeni Gine dağlarının kabilelerine dayatılan ilerlemenin bir tekâmül olduğu söylenebilir mi? Aksine bu, insanların başına gelen en büyük felaket değil mi? Dahası bu, ilerlemenin tekâmül ile gelmediği, –daha gelişmiş insanın açgözlülüğünün yol açtığı– milyonların ölümü, belirli yerleşimlerde alıkonan geriye kalanların ise obezite hastalığı ve alkol bağımlılığı ile geldiği Kuzey Amerika kabilelerinin felaketinin bir uzantısı değil mi?
Bu da demek oluyor ki ilerleme, gerçekten bir tekâmül olabilir de, olmayabilir de ve hatta –tıpkı Stalin ve Pol Pot rejimleri gibi– ilerlemeden ve ilerlemecilerin tamamından sizi nefret ettiren medeniyetsel bir cevap da olabilir. Bu iki rejimin vahşiliğini anlatmak isterseniz, onların tarihin en büyük projesine hizmet ettiklerine dair inançlarından bahsetmelisiniz, yani yeni bir insan yaratma projesinden… Böyle bir projenin karşısında duranın değeri nedir? Tabii ki hiçtir. Bu yüzden insanlık tarihinin en son ve en yüksek aşaması olan yeni insanın gelişine hazırlık olarak “eski” insanın milyonlarca kopyasını feda etmekte hiçbir beis görmediler.
Yüzeysel ilerleme teorisinin kavrayamadığı –ve fakat bugün biyoloji bilimindeki araştırmacılar arasında giderek yaygınlaşan anlayış– şudur: Homo sapiens adı verilen (ve bugün bunun yedi milyar kopyası olan) canlı türü, yüz binlerce yıldır fiziksel olarak herhangi bir değişime uğramadı; yeni bir organı ortaya çıkmadığı gibi, beyninin büyüklüğü de ikiye katlanmadı.
Aynı şekilde –yaygın düşüncenin aksine– zekâsı da artmadı, sadece tecrübe birikimi sağladı. Tarihin başlangıcında insanoğlunun taş ve kemikten alet edevat yapması ve tehlikelerle dolu bir dünyada avlanma teknikleri geliştirmesi için gerekli olan zekâ, modern insanın füze yapmak için ihtiyaç duyduğu zekâdan daha az değildi.
Yine bu insan, tarih boyunca tüm duruş ve davranışlarını, yani tüm meziyetleri ve kusurlarını muhafaza etti ve bu durum, –belki de doğal veya yapay bir biyolojik mutasyon sonucu– yeni bir insan türü ortaya çıkana kadar böylece devam edecek. Ancak şu ya da bu siyasi sistemle mevcut insan doğasının değiştirilebileceğini düşünmek, daha kaliteli kıyafetler giymek suretiyle vücut organlarının değiştirilebileceğini söylemeye benziyor.
***
Bu değerlendirmeden sonra hangi sonuca varmalıyız? İlerlemecilikle kastedilen bildiğimiz her şeyden ümidimizi tamamen kesmeli miyiz?
Bu durumda içimizdeki nefsimizin kötülüğü teşvik eden yarısı, kendilerini hala ilerlemeci olarak tanımlayanlara şunu söyleyebilir: Hasımlarınızı tehdit edip durduğunuz tarihin çöplüğü, sizi “hoş geldiniz safalar getirdiniz” diyerek bekliyor… Nefsimizin iyiliği teşvik eden yarısı ise onlara şöyle diyebilir: [Hadis-i Şerifte buyurulduğu üzere] Kim içtihat yapar ve içtihadında isabetli olursa iki sevap alır ve kim içtihat yapar ama isabet edemezse bir sevap alır; [vaatlerinde ve öngörülerinde isabet edemeyen] ilerlemecilere gelince, yarı sevap size yeter, arayı bozmayı gerek yok…
Hayır, asla; çünkü biz şimdiye kadar bardağın sadece boş kısmına odaklandık. Gerçekten de ilerlemecilik bize vaat ettiği hayallerinin çoğunu yerine getirmekte başarısız oldu; ama bana herhangi bir din veya başka bir ideoloji söyleyin ki vaatlerini gerçekleştirebilmiş olsun? Sosyal güvenliğin, insani çalışma koşullarının ve daha az sömürücü ücretlerin sağlanması, herkes için sağlık ve eğitim imkânlarının sunulması, kadınların ve sömürgelerin özgürleşmesi… Bütün bunlar ilerlemecilerin başarılarından birkaçı değil mi?
Daha da önemlisi, ilerlemecilerin çözmeye çalıştığı sorunlar buharlaştı mı? Diğerleri fakirlik-cehalet-adaletsizlik üçlüsünden kurtuluş için etkili çözümler bulabildi mi? Tarihin beyhude ve anlamsız olaylar silsilesi olmadığına güvenerek, geleceğe yönelik biraz olsun ümide ihtiyacımız yok mu?
Elbette tüm sorunlar hala daha yakıcılığıyla ortada; rüzgârda uçuşan bir tüy olmadığımıza ve geleceğimizi kontrol edebileceğimize inanmamız lazım. Hiç şüphesiz ilerlemeciliğin hayali ve ilk projesi olan, ülke içinde ve dünya çapında tüm insanlar için azami sosyal adaleti, eşitliği ve onuru temin etmeyi sürdürecek bir vizyona ihtiyacımız var.
Ama aynı zamanda tarihin tüm ihtimallere açık bir alan olduğunu; insanı, kusurları ve meziyetleriyle, –önemi [ilerlemeciler tarafından] takdir edilmeyen dinî ihtiyaçları da dahil– çeşitli ihtiyaçlarıyla, olduğu gibi muhatap almak gerektiğini; bilim ve teknolojinin her daim hesaba katılması gereken tehlikeleri olduğunu; asil ve yüksek hedeflere kirli yollardan erişilemeyeceğini; insanın özgürleşmesinin, –ilerlemeci seçkinlerden başka kimsenin ne olduğunu bilmediği, her yere çekilebilir “yüce menfaatler” adına kısacık bir süreliğine de olsa– onu kul-köle kılmaktan alsa geçmeyeceğini kabul eden, daha alçakgönüllü bir vizyona ihtiyacımız var.
Ayrıca umudumuzu asla kaybetmememiz, sahip olduğumuz tüm gücümüzle, küçük adımlarla da olsa özgürleştirici projeyi ilerletmek için çalışmamız ve her seferinde yıkıntıyı yeniden inşa etmemiz gerektiğine inanmamız lazım. Kaçınılmaz olan tek şey budur. Artık bir hayali veya yol gösterici pusulası kalmayan Arap toplumlarımızın ihtiyacı olan şey, acı verici gözden geçirmeleri kabul edenlerin ve tarihi tekerrür ettirmeyip ondan ders çıkaranların teorileştireceği ve pratiğe dökeceği olgunlaşmış bir ilerlemeciliktir.

NOT: Oldukça ağır bir Arapça ile yazan Munsif Merzûkî’nin yazılarını tercüme ederken içinden çıkamadığım veya emin olamadığım bazı cümlelerde kendisine her ne zaman başvursam vaktini ayırıp yardımcı olan gazeteci Ola Karakurt’a ve Firas Sancaktar’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım. 


19 Haziran 2020 Cuma

Z.T.KOR: ORTADOĞU İLE İLGİLİ YOUTUBE'A YÜKLÜ KONUŞMALARIM




ORTADOĞU İLE İLGİLİ YOUTUBE’A YÜKLÜ KONUŞMALARIM
Zahide Tuba Kor

YouTube veya Instagram'da yüklü 60 küsur saatlik konuşmalarımın linkleri aşağıdadır. İyi seyirler.

Bilim ve Sanat Vakfı, 2019 Güz Seminerleri (12 Ekim-16 Kasım 2019)
Toplamda 6 saatlik 6 video
Ortadoğu’da toplumsal hareketlerin son yüzyılda ortaya çıkışının tarihi ve siyasi arka planını; Arap milliyetçiliği ve Baas’ı, İslamcılık ve Müslüman Kardeşler’i, geleneksel Selefi hareketler ve Vehhabiliği, cihatçı Selefi hareketler ve IŞİD ile el-Kaide’yi, Şii hareketler ve Hizbullah’ı anlatıyorum.

Bilim ve Sanat Vakfı, 2017 Güz Seminerleri (14 Ekim-2 Aralık 2017)
Toplamda 10,5 saatlik 7 video
Arap coğrafyasının Osmanlı’dan kopuşundan günümüze son yüzyılda yaşadığı siyasi dönüşümü kilit olaylar ve savaşlar üzerinden anlatıyorum.

Son yüzyılda Ortadoğu'da mülteci hareketliliğini anlattıktan sonra bir mülteci neler yaşar konusunu bireysel ve toplumsal boyutlarıyla ele alıyorum.

Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Afganistan

Vav TV, Enderun Sohbetleri, 9 Eylül 2021

İsmail Güleç, Zeki Bulduk ve Zahide Tuba Kor 


Ortadoğu’da Savaşların Siyasal, Toplumsal ve Bireysel Sonuçları

İLEMER Semineri, 26 Kasım - 25 Aralık 2021

(NOT: Bu seminer dizisi internet ortamına yüklü değildir; aşağıda konu başlıklarına tıklayınca çıkacak linklerden indirerek ses kayıtlarını dinleyebilirsiniz.)

İran-Irak Savaşı (1980-1988), Körfez Savaşı (1991) ve Amerikan işgali (2003-2011) (Irak seminerinin son 1 saatine başlığa tıklayarak ulaşabiliyorsunuz; ilk 13 dakikasını indirmek için TIKLAYINIZ.

Suriye: iç savaş (2011-2021)

Lübnan: iç savaş (1975-1990) ve İsrail işgali (1982-2000)

Filistin: İsrail işgali (1948-2021)

Afganistan: Sovyet işgali (1979-1989), iç savaş (1990’lar), Amerikan işgali (2001-2021)


Bilim ve Sanat Vakfı, “Savaş ve Hafıza” temalı yaz seminerleri, 27 Ağustos 2015


Politic Cast, 23 Nisan 2020
Koronovirüs sonrası başlayan küreselleşme tartışmaları, uluslararası sistemin ve Ortadoğu’nun bu virüsten nasıl etkilenebileceği üzerine konuştuk.

Fettah Efendi Eğitim ve Düşünce Derneği/Üsküp, 19 Ağustos 2020
Koronovirüsün uluslararası sisteme ve Balkanlara muhtemel etkilerini anlattım.

Şehir Siyaset Kulübü, 22 Nisan 2020
Konuklar: Zahide Tuba Kor, Özgür Dikmen
Arap Baharı sonrası belirginleşen Ortadoğu manzarasında bölgeyi statükocu bir şekilde dizayn etmek isteyen BAE-İsrail eksenini tartıştık. 
BAE'nin bölge politikalarını, hedeflerini ve kullandığı araçları anlatıyorum.

Davet ve Kardeşlik Vakfı, 17 Haziran 2020
Konuklar: Maruf Çelik, Turan Kışlakçı, Zahide Tuba Kor
Mısır bağlamında Arap Baharı sürecini ve bu ülkeyi gelecekte nelerin beklediğini anlatıyorum.

Beytülmakdis Akademi, 1 Nisan 2020
Siyonizmin ortaya çıkışını ve İngiliz Manda dönemini anlatıyorum.

Beytülmakdis Akademi, 21 Nisan 2020
Filistin topraklarının bölüştürüldüğü 1947 BM Taksim Planından bugüne Filistin Meselesinin son 70 yılını anlatıyorum.

Genç Memur-Sen, 15 Haziran 2021

Medeniyet TV, Aşikar 1.Bölüm, 22 Ekim 2019
Nevzat Çiçek, Veysel Kurt, Taha Kılınç, Tuba Kor’un anlatımıyla Arap Baharı...


MÜİF Kudüs Araştırmaları, 2 Aralık 2019

MÜİF Kudüs Araştırmaları, 9 Aralık 2019

MÜİF Kudüs Araştırmaları, 16 Aralık 2019
Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’te yaşayan Filistinliler günlük hayatta neler yaşarlar? Sorusunun cevabı bu konuşmada.

MÜİF Kudüs Araştırmaları, 23 Aralık 2019
Filistinliler ve Araplar nasıl başarısız oldu? Siyonistler ve İsrailliler nasıl başarılı oldu? Bizim üzerimize hangi görevler düşüyor? Sorularının cevabı bu konuşmada.

ORMER ve Hariciye Kalemi öğrenci kulübü, Sakarya Üniversitesi, 14 Nisan 2015
Ortadoğu’ya bakışımızda ne gibi problemler var? Düzgün bir bölge analizi için nasıl bir perspektife sahip olmalıyız? Sorusunun cevapları bu videoda.


@birvaize Instagram hesabı, 4 Temmuz 2020

Burak Derneği Kudüs Yaz Okulu, 6 Temmuz 2020

Bilim ve Sanat Vakfı, 5 Şubat 2020
Tufan Buzpınar, Özgür Dikmen, Zahide Tuba Kor’un katıldığı “Vefa Sohbetleri” serisinin ikinci programı olarak 5 Şubat 2020’de düzenlenen “Yüzyılın Karmaşası ve Kudüs: Dini, Siyasi ve İnsanî Bakışlar” başlıklı paneldeki konuşmadır.


İTÜ Diriliş ve Medeniyet Kulübü Kudüs Masası
(2 ay sürmesi planlanan okuma grubumuz koronavirüs nedeniyle sadece 3 hafta yapılabildi.)
(Bu okuma grubunda William Cleveland’in

İTÜ Kudüs Masası, 21 Şubat 2020

İTÜ Kudüs Masası, 28 Şubat 2020

İTÜ Kudüs Masası, 6 Mart 2020


MAYIS 2021’DE YAPTIĞIM FİLİSTİN KONUŞMALARIM


Filistin’le ilgili doğru bildiğimiz yanlışlarımız:

Mitler ile Gerçekler Arasında Kudüs ve Filistinliler – 1

Kahramanmaraş Müftülüğü Aile ve Dini Rehberlik Bürosu (@diyanet_kmarasadrb), 17.5.2021

Mitler ile Gerçekler Arasında Kudüs ve Filistinliler – 2

Kahramanmaraş Müftülüğü Aile ve Dini Rehberlik Bürosu (@diyanet_kmarasadrb), 24.5.2021

 

İnsani boyutuyla Filistin konuşmalarım:

Kudüs’teki Filistinliler

Önder Genç YouTube, 11.5.2021

Kudüs’te İşgal Altında Bir Gün

Meridyen Genç (@meridyen.genc), 12.5.2021 

Gazzelilerin Hayatta Kalma Mücadelesi

@mervegulcemal, 25.5.2021


Filistin’de yaşananlarla ilgili gündem değerlendirmelerim / Siyasal boyutuyla Filistin konuşmalarım:

Gazze Savaşı

Ankara Diyanet Gençlik (@genc_diyanet_ankara), 27.5.2021

Irkçı Ayrımcı Tecritten İsyana Filistin’de Yaşananlar

Bilim ve Sanat Vakfı, Filistin-İsrail Çatışmasında Yenilenen Fay Hatları Paneli, 20.5.2021 (Diğer konuşmacılar: Özgür Dikmen, Fatih Yavuz)

Filistin ve İsrail’de Yaşanan Son Gelişmeler

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi, 16.5.2021 

Kudüs Özel

Üsküdar Diyanet Gençliği (@uskudardiyanetgencligi), 12.5.2021 (Diğer konuklar: Mustafa Alphayta, Esat Fırat, Zekeriya Bülbül)

İsrail’in Mescid-i Aksa Baskını

Genç İHH (@gencihh), 8.5.2021

Kudüs’ten Gazze’ye Filistinlilerin İsyanının Kökenleri ve Muhtemel Sonuçları

İnsan ve Medeniyet Hareketi, Filistin’e Vefa Gecesi etkinliği, 28.5.2021 (Diğer konuşmacılar: Mehmet Irız, Ersin Çelik, Melek Aslanbenzer)

 

Diğer Filistin konuşmalarım:

Kudüs Özel

Sivas Diyanet Gençlik (@sivasdiyanetgenclik), 18.5.2021

Mukaddes Şehir Kudüs ve Mescid-i Aksa

Gaziantep Müftülüğü Aile ve Dini Rehberlik Bürosu, 26.5.2021