KORONAVİRÜS SONRASI ACI VERİCİ GÖZDEN
GEÇİRMELER: İLERLEMECİLİĞİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Munsif
Merzûkî (Tunus eski cumhurbaşkanı [2011-2014], Arap
dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden, alanında öncü bir tıp doktoru,
tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi)
El-Cezire
Arapça, 30.5.2020
NOT: Bu tercüme Perspektif web
sitesinde 28.6.2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Daha
evvel el-Cezire’de yayınlanmış 16 makalesini Türkçeye tercüme ederek ve
Munsif Merzûkî Beyefendiyle iki röportaj yaparak yayınladığım “Diktatörlük
ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” (Küre
Yayınları) kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.
NOT:
Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki
yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.
Özet: Sahip olduğumuz tüm
gücümüzle, küçük adımlarla da olsa özgürleştirici projeyi ilerletmek için
çalışmamız ve her seferinde yıkıntıyı yeniden inşa etmemiz gerektiğine
inanmamız lazım. Kaçınılmaz olan tek şey budur.
1960’lı ve 1970’li yıllarda gerek Arap gerekse Avrupa
üniversitelerinde insanlar üç kategoriye ayrılıyordu: ilerlemeciler, gericiler
ve kökenlerinden şüphe duyanlar.
Komünistler ilerlemeci yelpazenin ortasını işgal
ederken sollarında radikal sol, sağlarında ise ılımlı sosyalizm/demokrasi
çağrısı yapan laikler vardı. Bunların arasındaki ortak payda; açık, medeni,
insanın kaderi hakkında iyimser ve insanoğlunun kaderini iyileştirmek için
çalışan iyiliksever olduklarına dair mutlak inançtı.
Onlara göre gericiler ise, –esasen vatanperverler,
milliyetçiler ve daha sonradan da İslamcılar olup– maymunlar ile insanlar
arasındaki kayıp halkaydı. Onlar geri kalmış, geçmişin efsaneleriyle
bağlantılı, ezilenlerin acılarını ve kadınların halini umursamayan, tarihin
nereye aktığını anlamayan ve meşhur çöplüklerinde bitip gidecek bir güruhtu.
İlerlemecilerin bakış açısına göre, iki grup arasında
bir de onlara şüphe duyanlar vardı. Talihsizliğimden olsa gerek ben de onların
arasında kategorize edildim ve bugüne kadar “yarı ilerlemeci” olarak kaldım.
Öyle ya, fakirlerin, kadınların ve ezilen halkların haklarını sözlü ve fiilî
açık açık savunmana rağmen, Arapçılık eğilimi gibi şovenist/küçük burjuva
fikirleri taşırken veya “Din halkın afyonudur” sözüyle dalga geçerken nasıl
ilerlemeci kategorisine sokulma şerifine nail olursun?
1960’lar ve 1970’lerde ilerlemecilerin öne
çıkışının birden fazla nedeni vardı: Komünist rejimler yeryüzünün altıda birini
kontrol ediyor, komünist partiler Batı’da bile yayılıyor, sömürüye, ırkçılığa
ve sömürgeciliğe karşı devrimleri ilerlemeci güçler yönlendiriyor, kültürel
alan ilerlemecilerle doluyor ve Sovyetler Birliği ilk kadını uzaya
gönderiyordu.
Buna bir de her alanda bilimsel ve teknolojik
keşiflerin tırmanışını ekleyin. Bütün bunlar bilimsel, teknolojik ve iktisadi
ilerlemenin her daim ileriye doğru bir sel gibi akacak ve hiç kimsenin
durduramayacağı bir proje olduğunu teyit ediyordu.
Hakikatin bu kuruntuları boşa çıkarmasından sonra
ilerlemecilerin kibrinden geriye ne kaldı? Rus toplumu da dahil tüm toplumlara
“halkın afyonu”nun güçlü bir şekilde geri dönüşünü ve hatta kadınların –ne
korkunç ki!!– tamamen kendi iradeleriyle başlarını örttüklerini gördüler;
oysaki onlara göre kadının ilerlemesinin göstergesi eteklerin boyu, yani dizden
ne kadar yukarıda olduğuydu. Kapitalizmin tüm hayallerini nakavtla alt ederek
zafer kazanmasını ise hiç sormayın.
Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasından, 1980’lerde
Polonya’da işçilerin kendilerini temsil ettiği iddiasındaki bir partiye karşı
devriminden, her yerde komünist partilerin çöküşünden ve en büyükleri olan Çin
Komünist Partisi’nin de kapitalizmin en iyi muhafızına dönüşmesinden sonra
ilerlemeciler için geriye ne kaldı? Neredeyse hiçbir şey…
İnandıkları her şeyi geçersiz kılan bir İslami
sıçramayla yüzleşen birçok Arap ilerlemecinin tepkisi ne kadar da üzücüydü.
Fikirlerini gözden geçirmek ve bu olgunun nedenlerini, teorilerinin kusurunu ve
eksikliğini sorgulamak yerine burunlarının dikine gittiler. Sonunda “gerici,
karanlık kafalılar”a olan nefretleri, istibdatla girdikleri ittifakla
sonuçlandı; öyle ki Tunus’ta istibdada en iyi teorisyenlerini, hizmetkârlarını
ve cellatlarını verdiler ya da devrimcilerin yolunu kestiler. Bununla birlikte
hiçbir şey onların gerilemesine çare olmadığı ve durdurmadığı gibi, tamamen
çöküp ortadan kalkmalarının da kaderleri olmayacağı görülüyor.
Şöyle diyenler olabilir: Öyleyse sadece ölü bir beden
veya zar zor nefes alan bir hasta taşıyan ambulansa [yani ölüm döşeğindeki
ilerlemeciliğe] kurşun sıkmak niye? Çünkü hastalara merhamet kurşunu sıkmak
doktorun alışkanlığı değildir; onun ahlakı ve mesleğinin gereği, hastalığın
nedenini mümkün mertebe objektif bir şekilde anlamak ve hastayı sağlığına
kavuşturmak için olabildiğince empati kurarak yardımcı olmaktır. Bu, dünyanın
her zamankinden çok daha fazla ilerlemeciliğe –ama mevcuttan bambaşka bir
ilerlemeciliğe– ihtiyaç duyduğuna dair mutlak inancımın gereği [mesleğimin
doktor olmasından da kaynaklanan] her zaman çabaladığım bir şeydir.
***
İlerlemeciliğin –modern anlamıyla– bize
Fransızca progressisme kelimesinden tercüme edildiğini, bu
kelimenin progrès kelimesinden türetildiğini ve ilk kullananın
da 1546’da Fransız yazar François Rabelais olduğunu hatırlatayım. Yani biz bir
kez daha, Aydınlanma çağı (1715-1789) denilen bir süreçte gelişen, Batılı
–özellikle de Fransızca– bir kavramla karşı karşıyayız. Bu kavramın büyük
teorisyenleri arasında filozof Denis Diderot ve Marquis de Condorcet bulunuyor.
Daha sonraki aşamada bu kavram tüm Avrupa’ya yayıldı
ve 19. yüzyılın sonundan itibaren tamamen Marksistlerce sahiplenildi. Daha
sonra kavram tüm dünyayı istila etti ve biz Araplara vatanseverlik, sosyalizm
ve demokrasi gibi diğer kavramlarla birlikte 20. yüzyılda ulaştı. Bugüne kadar
biz, tarihin kurbanları olma değil, yeniden tarih yapar hale gelme ümidiyle ve
Allah’ın bu ümmetin önünü açması beklentisiyle bu fikir ve değerlerin
tüketicisi olageldik.
Kavramı incelediğinizde, gerek muhalif siyasi
hareketler gerekse farklı türlerde ilerlemeciliğe dayanan iktidardaki rejimler
için fikrî bir referans ve güçlü bir manevî katalizör olan üç ana inançtan
oluştuğunu görürsünüz:
1. İlerlemenin zorunlu ve kaçınılmaz olduğu inancı.
2. İçinde iyilikten başka bir şey barındırmadığı
inancı.
3. Sadece insanı ve toplumu geliştirmekle kalmayıp
onların doğasını da değiştirebileceği inancı.
Ancak bu inançların her biri kendi içinde zayıf
noktalara sahip:
İlk zayıf nokta determinizmdir: İlerlemecilerin bu yerleşik doktrinine göre,
insanlık tarihi bir ok gibidir, yaydan çıktığında durdurulması imkânsızdır ve
yönü daima ileriye doğrudur. Yaydan çıkmış bir okun aniden duracağını veya
geriye döneceğini kim düşünebilir?
Bu, desteklenebilir bir doktrindir. Mesela sağlık
sektörünü ele alalım. Hastalıklarla mücadelede kaydedilen muazzam ilerlemeyi
kim reddedebilir? Bunun kanıtı, bir insanın ortalama hayat beklentisinin 10.000
yıl önce 30 yılı geçmezken bugün en gelişmiş ülkelerde 80 eşiğini aşmak üzere
olmasıdır.
Ama aynı zamanda bu doktrin basitlikten ve hatta
saflıktan da ârî değildir. Sovyetler Birliği emperyalizme karşı zaferle
taçlanan “kaçınılmaz” ilerleyişini devam ettirdi mi? Herhangi bir ülkede sömürü
ve kölelik çöktü mü, yoksa sadece şekli ve şiddeti mi değişti?
Bugün kim, günümüz toplumlarının –hele de koronavirüs
pandemisi ve küresel ısınmayla sendelerken– arzulanan geleceğe doğru
“kaçınılmaz” zafer yürüyüşünü sürdüreceğini söylemeye cesaret edebilir?
Geleceğe dair zar zor hayal kurar olduk ve artık tek temennimiz, işlerin mevcut
haliyle aynen kalması…
İkinci zayıf nokta bilim ve teknoloji perestliktir: Ne yazık ki tarihsel tecrübe, hesaba katılmamış
iki şeyi gösterdi: Tıpkı Batı’da, Çin’de ve Hindistan’da olduğu gibi bir
ülkeyi, çevreyi tahrip etmeksizin on milyonlarca insanı fakirlikten kurtaran
fabrikalarla dolduramazsınız. Herkese ucuz ve bol elektrik sağlayan nükleer
enerji üretirseniz, bu aynı zamanda yeryüzünde hayatı kökten bitirme gücüne
sahip binlerce atom bombası biriktirme anlamına da gelir. Geceleri şehirleri
aydınlatan elektriği icat ederseniz, işkence amaçlı da kullanılır.
Böylece –tarihî tecrübenin gelişmesiyle birlikte–
içinde iyilikten başka bir şey barındırmayan bilim ve teknoloji hayali yavaş
yavaş buharlaştı ve –nasıl ki gölge güneş altında yürüyenin ayrılmaz bir
parçasıysa– 21. yüzyıl dünyasında kötülüğün de bilim ve teknolojinin ayrılmaz
bir parçası olduğu ve teknolojinin yağdaki zehir olabileceği açığa kavuştu.
Bunun bir kanıtı da oturduğumuz dalı –yani onsuz hayatın mümkün olmadığı
çevreyi– bu şekilde biçmekte olmamız.
Bugün bilim ve teknolojinin iyicil doğasına olan
güvenimizi azaltan bir başka olgu, “bahse girilen değerin çok yükselmesi”
olarak tanımladığım şeydir. Bu kurala göre, teknolojinin gücü ve kapasitesi ile
getirisi ne kadar artarsa, ona eşlik eden riskler de o kadar büyür. Yani
yaratıcılık ve türeticilik kapasitesini ne kadar artırdıysak, –aynı şekilde ve
paralel olarak– tahrip ve yıkım kapasitesini de o kadar yükselttik.
Medyanın sağladığı muazzam ayrıcalıklara bakın ve bir
de yalanları, şayiaları ve nefret söylemini yaymaktaki yıkıcı rolünü görün. Ama
çok daha tehlikeli olanın, yani gözetleme ve zihinlerin manipülasyonu alanında
istibdat yönetimlerine korkunç bir silah sağladığının da farkına varın. Tıpkı
uyuşturucu satıcıları ve tüketicilerinde olduğu gibi, on milyonların ekran
bağımlılığı karşılığında, sahiplerinin cebine milyarları akıtan video oyunları
endüstrisinin günahlarından hiç bahsetmiyorum bile…
Yapay zekâ alanındaki ilerlemenin bize ne vaat
ettiğini ve sadece dünyadaki milyonlarca iş için değil, aynı zamanda insanın
kendi konumu için de ne gibi tehlikeler arz ettiğini açık açık konuşalım. Zira
insan, kendi icat ettiği yapay zekânın bir tutsağına ve kendisine hizmetkâr
olduğunu zannederken bir kölesine dönüşebilir.
Son zayıf nokta ilerleme ile tekâmülün karışmasıdır: İlerlemeci düşüncenin dayandığı temel teze göre,
insanlık “gericilik”ten, yani “uzun zamandır pranga vuran dinî efsaneler”den
aşama aşama kurtulmaktaydı ve –ilerlemecilerin yönlendirdiği siyasi sistemlerin
öncülüğünde– sadece herkesin hayat şartlarını iyileştirmekle kalmayacak, aynı
zamanda yeni bir insan da yaratabilecekti.
Ancak sorun şu: Tarih –şimdiye kadar– bilimsel
bilginin geliştiğini, etkili ilaçların çoğaldığını ve –tıpkı Batı toplumlarında
son iki yüzyılda benzeri görülmemiş şekilde gerçekleştiği gibi– hayat
şartlarını iyileştiren çok sayıda makinenin ortaya çıktığını gösterdi; ancak
bütün bunlar, bireylerin veya toplumların doğasında herhangi bir iyileşme ile
uyumlu gelişmedi. Bunun en gerçekçi delili, “ileri” toplumların işlediği
sömürgecilik suçları ve İkinci Dünya Savaşı sırasında soykırım kamplarında
–insanlık tarihinde benzeri görülmemiş şekilde– barbarlıkta ulaştığı noktadır.
Burada hep karıştırılan iki kavramı birbirinden
ayırmak gerekir: İlerleme maddi nicelik alanında, tekâmül ahlaki nitelik
alanındadır. Amazon havzasının ve Yeni Gine dağlarının kabilelerine dayatılan
ilerlemenin bir tekâmül olduğu söylenebilir mi? Aksine bu, insanların başına
gelen en büyük felaket değil mi? Dahası bu, ilerlemenin tekâmül ile gelmediği,
–daha gelişmiş insanın açgözlülüğünün yol açtığı– milyonların ölümü, belirli
yerleşimlerde alıkonan geriye kalanların ise obezite hastalığı ve alkol
bağımlılığı ile geldiği Kuzey Amerika kabilelerinin felaketinin bir uzantısı
değil mi?
Bu da demek oluyor ki ilerleme, gerçekten bir tekâmül
olabilir de, olmayabilir de ve hatta –tıpkı Stalin ve Pol Pot rejimleri gibi–
ilerlemeden ve ilerlemecilerin tamamından sizi nefret ettiren medeniyetsel bir
cevap da olabilir. Bu iki rejimin vahşiliğini anlatmak isterseniz, onların
tarihin en büyük projesine hizmet ettiklerine dair inançlarından
bahsetmelisiniz, yani yeni bir insan yaratma projesinden… Böyle bir projenin
karşısında duranın değeri nedir? Tabii ki hiçtir. Bu yüzden insanlık tarihinin
en son ve en yüksek aşaması olan yeni insanın gelişine hazırlık olarak “eski”
insanın milyonlarca kopyasını feda etmekte hiçbir beis görmediler.
Yüzeysel ilerleme teorisinin kavrayamadığı –ve fakat
bugün biyoloji bilimindeki araştırmacılar arasında giderek yaygınlaşan anlayış–
şudur: Homo sapiens adı verilen (ve bugün bunun yedi milyar
kopyası olan) canlı türü, yüz binlerce yıldır fiziksel olarak herhangi bir
değişime uğramadı; yeni bir organı ortaya çıkmadığı gibi, beyninin büyüklüğü de
ikiye katlanmadı.
Aynı şekilde –yaygın düşüncenin aksine– zekâsı da
artmadı, sadece tecrübe birikimi sağladı. Tarihin başlangıcında insanoğlunun
taş ve kemikten alet edevat yapması ve tehlikelerle dolu bir dünyada avlanma
teknikleri geliştirmesi için gerekli olan zekâ, modern insanın füze yapmak için
ihtiyaç duyduğu zekâdan daha az değildi.
Yine bu insan, tarih boyunca tüm duruş ve
davranışlarını, yani tüm meziyetleri ve kusurlarını muhafaza etti ve bu durum,
–belki de doğal veya yapay bir biyolojik mutasyon sonucu– yeni bir insan türü
ortaya çıkana kadar böylece devam edecek. Ancak şu ya da bu siyasi sistemle
mevcut insan doğasının değiştirilebileceğini düşünmek, daha kaliteli kıyafetler
giymek suretiyle vücut organlarının değiştirilebileceğini söylemeye benziyor.
***
Bu değerlendirmeden sonra hangi sonuca varmalıyız?
İlerlemecilikle kastedilen bildiğimiz her şeyden ümidimizi tamamen kesmeli
miyiz?
Bu durumda içimizdeki nefsimizin kötülüğü teşvik eden
yarısı, kendilerini hala ilerlemeci olarak tanımlayanlara şunu söyleyebilir:
Hasımlarınızı tehdit edip durduğunuz tarihin çöplüğü, sizi “hoş geldiniz
safalar getirdiniz” diyerek bekliyor… Nefsimizin iyiliği teşvik eden yarısı ise
onlara şöyle diyebilir: [Hadis-i Şerifte buyurulduğu üzere] Kim içtihat yapar
ve içtihadında isabetli olursa iki sevap alır ve kim içtihat yapar ama isabet
edemezse bir sevap alır; [vaatlerinde ve öngörülerinde isabet edemeyen] ilerlemecilere
gelince, yarı sevap size yeter, arayı bozmayı gerek yok…
Hayır, asla; çünkü biz şimdiye kadar bardağın sadece
boş kısmına odaklandık. Gerçekten de ilerlemecilik bize vaat ettiği
hayallerinin çoğunu yerine getirmekte başarısız oldu; ama bana herhangi bir din
veya başka bir ideoloji söyleyin ki vaatlerini gerçekleştirebilmiş olsun?
Sosyal güvenliğin, insani çalışma koşullarının ve daha az sömürücü ücretlerin
sağlanması, herkes için sağlık ve eğitim imkânlarının sunulması, kadınların ve
sömürgelerin özgürleşmesi… Bütün bunlar ilerlemecilerin başarılarından birkaçı
değil mi?
Daha da önemlisi, ilerlemecilerin çözmeye çalıştığı
sorunlar buharlaştı mı? Diğerleri fakirlik-cehalet-adaletsizlik üçlüsünden
kurtuluş için etkili çözümler bulabildi mi? Tarihin beyhude ve anlamsız olaylar
silsilesi olmadığına güvenerek, geleceğe yönelik biraz olsun ümide ihtiyacımız
yok mu?
Elbette tüm sorunlar hala daha yakıcılığıyla ortada;
rüzgârda uçuşan bir tüy olmadığımıza ve geleceğimizi kontrol edebileceğimize inanmamız
lazım. Hiç şüphesiz ilerlemeciliğin hayali ve ilk projesi olan, ülke içinde ve
dünya çapında tüm insanlar için azami sosyal adaleti, eşitliği ve onuru temin
etmeyi sürdürecek bir vizyona ihtiyacımız var.
Ama aynı zamanda tarihin tüm ihtimallere açık bir alan
olduğunu; insanı, kusurları ve meziyetleriyle, –önemi [ilerlemeciler
tarafından] takdir edilmeyen dinî ihtiyaçları da dahil– çeşitli ihtiyaçlarıyla,
olduğu gibi muhatap almak gerektiğini; bilim ve teknolojinin her daim hesaba
katılması gereken tehlikeleri olduğunu; asil ve yüksek hedeflere kirli
yollardan erişilemeyeceğini; insanın özgürleşmesinin, –ilerlemeci seçkinlerden
başka kimsenin ne olduğunu bilmediği, her yere çekilebilir “yüce menfaatler”
adına kısacık bir süreliğine de olsa– onu kul-köle kılmaktan alsa geçmeyeceğini
kabul eden, daha alçakgönüllü bir vizyona ihtiyacımız var.
Ayrıca umudumuzu asla kaybetmememiz, sahip olduğumuz
tüm gücümüzle, küçük adımlarla da olsa özgürleştirici projeyi ilerletmek için
çalışmamız ve her seferinde yıkıntıyı yeniden inşa etmemiz gerektiğine
inanmamız lazım. Kaçınılmaz olan tek şey budur. Artık bir hayali veya yol
gösterici pusulası kalmayan Arap toplumlarımızın ihtiyacı olan şey, acı verici
gözden geçirmeleri kabul edenlerin ve tarihi tekerrür ettirmeyip ondan ders
çıkaranların teorileştireceği ve pratiğe dökeceği olgunlaşmış bir
ilerlemeciliktir.
NOT: Oldukça ağır bir Arapça ile yazan Munsif Merzûkî’nin
yazılarını tercüme ederken içinden çıkamadığım veya emin olamadığım bazı
cümlelerde kendisine her ne zaman başvursam vaktini ayırıp yardımcı olan
gazeteci Ola Karakurt’a ve Firas Sancaktar’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder