30 Eylül 2016 Cuma

EYLÜL 2016 - İÇİNDEKİLER




EYLÜL 2016       (Dış basından makale tercümeleri)

İÇİNDEKİLER

Amerikan dış politikası ve yüzleştiği küresel meydan okumalarla ilgili tercümeler

Michael Hayden (Amerikan Hava Kuvvetlerinden emekli general, CIA [2006-2009] ve Ulusal Güvenlik Ajansı NSA [1999-2005] eski direktörü)

Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı)

Geoffrey Wheatcroft (İngiliz gazeteci ve yazar)

Nouriel Roubini (Hâlihazırda New York Üniversitesi Stern İşletme Fakültesi profesörü ve Roubini Macro Associates başkanı; Clinton yönetimi sırasında Beyaz Saray Ekonomi Danışmanları Konseyi kıdemli ekonomistiydi. IMF, Dünya Bankası ve Amerikan Merkez Bankası’nda görevler yaptı. )

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)


Türkiye'nin Suriye'ye yönelik Fırat Kalkanı Operasyonu'yla ilgili Amerikan ve Rus basınından tercümeler

David Ignatius (Washington Post gazetesi köşe yazarı, ödüllü gazeteci ve kitapları en çok satanlar listesinde yer alan casusluk romanı yazarı)

Sudarsan Raghavan (Washington Post Kahire büro şefi) Liz Sly (Washington Post Beyrut büro şefi)

Andrew Korybko (Rus siyaset bilimci, gazeteci, yazar; Rusya Halkların Kardeşliği Üniversitesi Stratejik Araştırmalar ve Öngörüler Enstitüsü uzman konseyi üyesi)

Valentin Vasilescu (Romanyalı askeri uzman, Romanya’daki Otopeni Havalimanı’nın eski komutan yardımcısı)

Alexandr Bovdunov

Katehon


15 Temmuz Kalkışması'yla ilgili dış basından tercümeler

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)

Aaron Stein (Atlantik Konseyi Refik Hariri Ortadoğu Merkezi kıdemli araştırmacı)
War on the Rocks, 24.7.2016

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)

Jared Malsin (Time dergisi Ortadoğu büro şefi)

Aron Lund (Carnegie Endowment Ortadoğu Programında misafir araştırmacı ve Suriye’deki muhalif hareketler hakkında birçok raporun, makalenin ve kitabın yazarı)

Eran Lerman (İsrail emekli albay; İsrail Başbakanlık Milli Güvenlik Konseyi Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler eski temsilcisi; Amerikan Yahudi Konseyi eski İsrail direktörü; şu anda Begin-Sedat (BESA) Stratejik Araştırmalar Merkezinde kıdemli araştırmacı ve Şalem Akademik Merkezinde öğretim üyesi)

Keith Johnson (Foreign Policy enerji jeopolitiği kıdemli muhabiri ve yazarı, daha evvel 10 yılı aşkın bir süre the Wall Street Journal’da çalıştı) & John Hudson (Foreign Policy’nin diplomasi ve Amerikan milli güvenliği konularında yazan kıdemli muhabiri)

Steven A. Cook (Amerikan Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezinde kıdemli araştırmacı) & Michael J. Koplow (İsrail Politika Forumu politika direktörü)

Eric Schlosser (Amerikalı gazeteci; ana-akım medyanın göz ardı ettiği konulara odaklanan ve toplumun dışlanmış kesimlerine kulak veren araştırmacı gazeteciğiyle meşhur bir yazar. “Command and Control: Nuclear Weapons, the Damascus Accident, and the Illusion of Safety” kitabının yazarı)

Eric Trager (Washington Enstitüsü’nde Mısır ve Müslüman Kardeşler uzmanı)

(Ağustos ayında bloga yüklenen Türkiye’deki başarısız darbe teşebbüsüyle ilgili Amerikan, İngiliz, Alman, Rus, İsrail ve Arap basını, düşünce kuruluşları vs. tarafından yayınlanmış toplamda 85 yazının ve makalenin tercümesine ulaşmak için TIKLAYINIZ.)


Ortadoğu'yla ilgili dış basından makale tercümeleri

David Hearst (The Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)

Hassan Hassan (Tahrir Ortadoğu Siyaseti Enstitüsünde araştırmacı ve “IŞİD: Terör Ordusunun İçinde” kitabının yazarı)

Aaron David Miller (Woodrow Wilson Bilim İnsanları Merkezi başkan yardımcısı)                        

Bijan Khajehpour (Stratejik danışmanlık hizmeti veren Tahran merkezli Atieh Şirketler Grubu’nun Viyana merkezli uluslararası kolu Atieh International’ın yönetici ortaklarından)

ŞAM, “KABİL’İN FETHİ”NDEN HANGİ DERSLERİ ÇIKARABİLİR?
Cemal Kaşıkçı (Suudi kraliyet ailesi ve istihbaratına en yakın gazetecilerden. Daha evvel Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi Prens Türki el-Faysal’ın basın müşavirliğini yürüttü)



Diğer konularda tercümeler

ALMANYA’NIN TÜRKİYE VE RUSYA KARŞISINDA ZAYIF MÜZAKERE GÜCÜ
Lili Bayer (Geopolitical Futures kıdemli analisti)

Ben Judah (İngiliz gazeteci, “This Is London” ve “Fragile Empire” kitaplarının yazarı)

George Soros (Soros Vakfı ve Açık Toplum Vakfı Başkanı)

Caroline B. Glick (Amerikalı-İsrail gazeteci; Washington merkezli Güvenlik Politikaları Merkezi’nde Ortadoğu kıdemli uzmanı)
Suman Bhattacharyya

Richard Talley (New York’ta yerleşik serbest müşavir; New York ve Amsterdam’ın eski emtia analisti)

Sophie Knight (Amsterdam’da yaşayan serbest gazeteci ve yazar)

BU BLOGDA NELER VAR? - tüm içerik

M.MERZUKİ: 15 TEMMUZ’LA ORTADOĞU’DAKİ KARŞI-DEVRİMCİ GÜÇLER İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI


15 TEMMUZLA ORTADOĞU’DAKİ KARŞI-DEVRİMCİ GÜÇLER İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI 

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 17.7.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Tunus eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki'nin 23.7.2016 tarihinde yine El-Cezire Arapça'da yayınlanan Türkiye’nin Tam Bir Zafer Kazanmasının Yolu” başlıklı önemli yazısının tercümesini okumak için TIKLAYINIZ.

3 Temmuz 2013 gecesi sabaha kadar uyanık kalıp saniye saniye seçilmiş meşru cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren gelişmeleri ve Mısır’daki askeri darbenin başarıya ulaşmasını yakından takip etmiştim.
Ertesi gün Kartaca Sarayı’ndaki çalışma ofisime gitmiş, oradan da Tunus’a ilk resmi ziyaretini gerçekleştirecek olan Fransa Cumhurbaşkanı Holland’ı karşılamak üzere havalimanına geçmiştim. Mısır’ın ve aynı şekilde Tunus’un bundan sonra karanlık bir tünele gireceğine dair içimde giderek büyüyen bir endişe vardı. Mısır’daki operasyon, Arap Baharı’nı başarısız kılmakla görevli uluslararası harekât dairesinin parmak izlerini taşıyordu ve ben Mısır’ın bir son değil, bir başlangıç olduğunun bilincindeydim.
Bundan sonraki sıranın Libya’ya ve Tunus’a geleceğinden neredeyse emindim ve bir cumhurbaşkanı olarak yazın sonunu getiremeyebilirdim bile.
Tunus’ta 2013’ün 25 Temmuz’unda Milletvekili Muhammed el-Burahimi’nin suikasta uğramasının ardından o şeytani medya mekanizması devreye girerek halkı ve hatta orduyu 23 Ekim 2011’de yapılan Kurucu Meclis seçimleriyle oluşmuş meşru hükümete karşı kışkırtmaya başladı.
Çok şükür ki ordunun milliliği/vatanseverliği ve disiplini, Tunusluların demagogların peşinden sürüklenmeyi reddetmeleri, ayrıca hükümetle birlikte cumhurbaşkanı olarak benim Tunus’un kayıp gitmesini engelleyici icraatlara elden geldiğince imza atmamız ve son saniyeye kadar demokratik sistem içinde kalmamız sayesinde bu plan başarısızlığa uğradı.
Ancak dehşetiyle Mısır darbesi Tunus’taki karşı-devrimin acımasızlığını artırdı. Tunus’taki karşı-devrim, 2011’deki devrimden itibaren bütün stratejisini meşru hükümetin çalışmasını engellemeye ve alt etmeye dayandırdı; meydana gelen her türlü terör saldırısını, -en iyi halde- hükümeti engel olmaktan aciz kalmakla, -en kötüsü ise- teröre bizzat ortak olmakla suçlamak için istismar etti. Ardından 2014 seçimlerini kazanmak için hayali vaatler ortaya atarak elindeki tüm kirli parayı ve yozlaşmış medyayı kullandı.
Tunus’un adından uluslararası harekât dairesi, yakıp yıkmak ve kana boğmak için var gücüyle Libya, Yemen ve Suriye dosyalarına odaklandı.
Böylece 2013 yazından 2015 yazına kadarki iki yıllık süreçte Arap Baharı Devrimlerinin tasfiyesi ve Arap halklarının tüm ümitlerinin kırılması aşamalarını yaşadık. Arap halkları, harekât dairesinin telkin etmek istediği acımasız dersin baskısı altındaydı: susturma, boyun eğdirme, “yoksa göğü başınıza yıkarız” tehdidi.

***
Dün gece Türkiye’de yaşananlar önceki tecrübelere ne kadar da çok benziyordu ve fakat işler bir anda nasıl da değişiverdi.
15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece (dikkat edin yine aynı ay!), İstanbul ve Ankara’da yaşananları el-Cezire ve diğer kanallardan sabaha kadar takip ettim ve ilk üç saatte, bu trajedinin son sahnesini seyrediyor olmanın inanılmaz bir korkusu içindeydim. Nitekim 15 Temmuz Kalkışması’nın başarıya ulaşması, harekât dairesinin bütün bölge halklarına yönelik son öldürücü darbesi ve Arap Baharı’nın nihai olarak tasfiyesi demekti.
“Türkiye’nin Arap Baharı’ndaki dahli neydi ki?” diye soranlar olabilir. Türkiye’nin Katar’la birlikte Arap halklarının özgürleşmesi dalgasına hiçbir şart öne sürmeden, amasız fakatsız destek verdiğini (ve bu yüzden de yozlaşmış medya tarafından sürekli hedef alındığını) burada uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Zira meselenin özüne, yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden bu yana Türkiye’nin oynadığı devasa siyasi role değinmek istiyorum.
Bu döneme kadar benimsenmesi arzu edilen Arap devlet modelleri ya sosyalist bloktan ya da Batı’dan örnek alınmıştı. Ve neticelerini gördük. Türkiye modeli ise beş ilkeyle öne çıkıyor: Kimlik, milli bağımsızlık, demokratik sistem, yolsuzlukla mücadele ve azami sayıda insanın fakirlikten kurtarılmasına dönük serbest ekonomi. Bu beş mekanizma sayesinde Türkiye’nin gelinen noktada büyük bir sıçrama kaydettiği aşikâr.
İşte bu, bizim tam da arayıp durduğumuz ama hem geçmişte hem de şu anda erişmemizin engellendiği bir model. Her türlüsüyle Arap siyasi rejimleri, bu beş ilkenin tam zıttı üzerine kurulu durumda. Arap rejimleri –istisnaları varsa Allah bilir- dışarıya bağımlı, yozlaşmış, otoriter, öz kimliğiyle mücadele eder ve ekonomiyi halkının refahı uğruna değil, çetelerin ve belirli ailelerin zenginleşmesi için var gücüyle kullanır durumda.
Tabii ki Türkiye Arap Baharı’nın başlamasında herhangi bir rol oynamadı. Zira Arap Baharı, uzun baskı ve zulümlerin ardından toplumun derinliklerinden gelen bir halk ayaklanmasıydı. Ancak Türkiye, Arap Baharı’nın gidişatına el atarak verdiği destekle çok büyük bir rol oynadı; çünkü bölgede benzer temayüldeki rejimlerin kendi desteği olmaksızın gerçekleşemeyeceğinin gayet iyi farkındaydı.
Bu sürecin siyasi liderleri olarak bizler, kurtlarla kuşatıldığımızı ve dostlarımızın bir elin parmaklarını geçmediğini biliyorduk. Bu nedenle Türkiye ve Katar’ın dostluğu, boğulmakta olan bizler için bir can simidi mesabesindeydi. Hem tarihin bir tanığı olarak hem de hakkını vermek için şunu belirtmeliyim ki Türkiye, arka planına ve kim olduğuna bakmadan, bir karşılık beklemeden Arap Baharı ülkelerine ve bilhassa Tunus’a dostluğunu gösterdi.
2013’ün bir yaz gecesini hatırlıyorum. Terör saldırıları artmıştı; girilmesi hiç de kolay olmayan dağlarda onlarca askerimizi kaybetmekteydik. Dağlara girebilmek için bize Tunus ordusunun envanterinde bulunmayan hafif tanklardan temin etmesi talebiyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le görüştüm. “İçiniz rahat olsun, en kısa zamanda size bu tankların yollanmasını sağlayacağım” dedi. Ve tanklar birkaç hafta içinde geldi… Oysa bazı zengin Batı ülkeleri, 2012’den beri talep ettiğimiz bazı helikopterlerin verilmesini kasıtlı olarak halen daha geciktirmekte.
İstanbul ve Ankara’daki terör saldırıları yoğunlaşmaya başladığında kendi kendime demiştim ki bu, harekât dairesinin daha evvel bize karşı uyguladığı metodun aynısı ve Türkiye’nin tasfiyesi bu projenin en son aşaması olacaktır. Nitekim Türkiye örneği var olmaya devam ettiği ve başarılarına başarı kattığı sürece cazibesi ve dolayısıyla tehlikesi de artacaktır.
Harekât dairesi, -doğal ve mantıksal olarak- Türkiye’nin oluşturduğu bu büyük umutların “odağı”nı tasfiye edene kadar rahata kavuşamayacaktır. Ancak gördüğümüz gibi rüzgâr tersten esiyor. Türkiye’deki darbenin başarıya ulaşarak harekât dairesinin projesini taçlandırması şöyle dursun, tam aksine, kalkışmanın başarısızlığa uğramasıyla bu projede sonun başlangıcına gelindiği söylenebilir.
Birçoklarının idrak edemediği şey şu: Harekât dairesinin bu başarısızlığı, bazılarının tahayyül ettiğinden çok daha derin ve çok daha tehlikeli ve bu, bölgede “istikrarı” dayatmak için vekillere bel bağlayan harekât dairesindeki hâkim güçlerin hesaplarını yeniden gözden geçirmelerini tetikleyebilir.
Libya, Yemen ve Suriye arasındaki ortak payda, her şeye rağmen halkların direnişinin halen daha devam etmesi ve karşı-darbecilerin kanlı her türlü girişiminin zamanı geriye döndürmekten aciz kalmasıdır.
Hâlihazırda Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile Tunus Cumhurbaşkanı Sibsi arasındaki ortak payda derin başarısızlıklarıdır. Her iki ülkede de harekât dairesinin ve yerel piyonlarının stratejisi, halk devrimleriyle gelen yeni yönetimlerin iş yapmasını engelleyip onları başarısızlığa mahkum etmeye, ardından da bu başarısızlıklarını kullanarak mümkünse seçimler yoluyla, mümkün değilse askeri darbelerle iktidara geri dönmeye odaklıydı. Mesele şu ki kendinden evvelkilerin başarısızlığını bahane ederek “vatanı acilen kurtarma” bahanesiyle başa geçen Sisi ve Sibsi, çok çok daha büyük başarısızlıklara imza attı. Karşı-darbecilerin iktidarıyla bu iki ülkede ne ekonomide bir hareketlenme yaşandı ne de terör olayları ortadan kalktı; halkın şahit olduğu tek şey, isyan ettiği dışa bağımlılığın, yolsuzlukların, artan fakirliğin, şiddetin ve istikrarsızlığın geri dönmesi oldu.

Harekât dairesinin sırf gelecek devrimlere hazırlık için devasa paralar harcadığının ve ahmakça siyasetiyle, bir gün göğün başlarına yıkılabileceğinin farkında bile olmayan güçlerle anlaşıp onlara vaatlerde bulunduğunun açığa çıkması ne büyük bir maskaralık. Harekât dairesi, Türkiye’yi kolayca yutabilecek bir güce sahip olduğuna inanıyordu; ama dişleri paramparça döküldü. Türkiye’deki darbenin Mısır’daki darbeyle başlayan zaferleri taçlandıracağı vehmine kapıldı; ama gidişat tersine dönerek, Türkiye’deki darbenin sadece birkaç saat içinde başarısızlığa uğramasıyla birlikte hezimetin önü açıldı. Gün gelecek bu gidişat tamamen bir hezimetle son bulacak ve Mısır’daki darbe seneler sürse de önünde sonunda başarısızlığa uğrayacak. 
Her halükarda tüm ülkelerdeki karşı-devrimci güçler için geri sayım başladı. Zira karşı-darbeciler düzenledikleri askeri darbeler, terör saldırıları ve sahte seçimler üzerinden heybelerinde her ne varsa ortaya döktüler. Arap halklarına gelince, özellikle Türk halkının verdiği manevi moral motivasyondan sonra, onların heybesinde hala daha harekât dairesinin ve yerli piyonlarının gücünün yeteceğinden çok daha fazlası var. Şüphesiz her gecenin bir sabahı vardır.


25 Eylül 2016 Pazar

A.STEIN: TÜRK-AMERİKAN İTTİFAKI NASIL TAMİR EDİLMELİ?



15 TEMMUZ’UN ARDINDAN TÜRK-AMERİKAN İTTİFAKI NASIL TAMİR EDİLMELİ?

Aaron Stein (Atlantik Konseyi Refik Hariri Ortadoğu Merkezi kıdemli araştırmacı)
War on the Rocks, 24.7.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
Başarısız darbe teşebbüsü Türkiye hakkındaki bir dizi varsayımı sorgulattı. Ankara hiçbir zaman birlikte iş tutulacak öyle kolay bir müttefik olmamıştı; ancak ekseriyet, ülke çapındaki terör saldırılarına ve Güneydoğu’daki isyana rağmen Türkiye’nin siyaseten istikrarlı olduğunu zannediyordu. Başarısız darbe, Türkiye’nin kilit kurumları bölünmüş halde bulunan siyaseten istikrarsız bir ülke olduğunu gösterdi. Devlet kurumlarından Gülencileri temizleme harekatı ve Türk ekonomisinin durumu göz önüne alındığında bu konumunun devam etmesi muhtemel. Meydan okumalara rağmen ABD, gerek terörle mücadelede işbirliğini derinleştirmek gerekse personel temizliği yapılan kurumlarla bağlarını sürdürmek amacıyla Türk hükümetiyle kurumsal ilişkisini yeniden inşa etme arayışında.

Stratejik bir müttefik olarak Türkiye: İncirlik’in ötesine bakmak
(…) İncirlik Hava Üssü IŞİD’e karşı savaşta hayati önemde; ancak Batı’yla Rusya’nın herhangi bir çatışmasının daha ilk saatlerinde füze saldırısına maruz kalabileceğinden İncirlik, Rus tehdidine karşı NATO’nun Doğu Avrupa’daki savunma planlamasında o kadar da önemli değil. Rusya’nın gerek saldırı gerekse hava savunma füzeleri kapasitesinden duyulan endişe, (…).   War on the Rocks internet sitesine göre, ABD’nin Avrupa’nın savunması için Rus orta menzilli füzelerinin menzili dışında bulunan kıtanın batı ucundaki hava üslerine odaklanarak stratejiler geliştirmesi daha makul olacaktır. Bununla birlikte Türk Donanması, Montrö Antlaşması nedeniyle Karadeniz savunma planlamasının önemli bir bileşenidir.
Füze tehdidine rağmen Türkiye, bir dizi Amerikan menfaati çerçevesinde gerek Merkezi Komutanlık (CENTCOM) gerekse Avrupa Komutanlığı (EUCOM) için önemli bir aktör olarak kalacaktır. EUCOM onlarca yıl Türkiye’yle birlikte çalıştığından savunmayla ilgili konularda Türk hassasiyetlerine daha kolay uyum sağlayabiliyor. IŞİD’le savaşın ötesinde Türkiye, Rusya’nın donanma mevcudiyetinin artması nedeniyle şu anda daha da önemli hale gelen Doğu Akdeniz’de Amerikan deniz planlarında önemini koruyacaktır. 2003 Irak işgalindeki gerginlikler nedeniyle CENTCOM Türkiye’yle iş tutmakta zorlanıyor. 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’den geçmemesi yüzünden ABD’nin savaş planları son dakikada değişmek zorunda kalmış ve Amerikan askerlerinin Irak’ın kuzeyine girip operasyon düzenlemesinde büyük zorluklarla karşılaşılmıştı.
Bu kurumsal öfke hep Amerikan ordusunda devam etmiş ve geçen sene Türkiye’nin yaklaşık 10 ay boyunca IŞİD mevzilerini vurma ve arama-kurtarma misyonu için kullanılmak üzere İncirlik ve Diyarbakır Hava Üssü’nü açmayı reddetmesiyle bu öfke daha da artmıştı. Uzayıp giden müzakereler, ta Körfez’deki üslerden havalanıp gelmek durumunda kalan Amerikalı pilotların yükünü artırmış ve Amerikalı görevlileri çok büyük bir riske atarak arama-kurtarma misyonunu daha da zorlaştırmıştı. Türkiye ayrıca Amerikan ordusunun mağlup etmeye çalıştığı düşman IŞİD’e katılan yabancı savaşçılar için ana güzergah ve lojistik hattına dönüşmüştü.
İncirlik ihtilafı, Suriye siyasetindeki farklılaşmanın dar ölçekte bir yansımaydı. Taktik düzeyde destekledikleri devlet dışı aktörler farklıydı: (…) Daha geniş ölçekte ise Türkiye’nin İncirlik gibi kontrolü altındaki üslerde Amerikan hava operasyonlarına sınır koymak gibi bir geleneği var. EUCOM, NATO’da Ankara’yla birlikte çalışması eskilere dayandığından Türkiye’yi neyin harekete geçirip neyin geçirmediğine çok daha aşina; CENTCOM ise ekseriyeti yürüttüğü hava operasyonlarına çok az sınırlama koyan Arap yönetimleriyle birlikte çalışmanın avantajına ve alışkanlığına sahip.
Bu meydan okumalara rağmen, IŞİD’le savaşın sürdürülmesi dar tartışması arasında kaybolup giden bir gerçeklik var: ABD’nin küresel güç projeksiyonu için Türk topraklarına erişebilmesi bağlamında Türkiye hala önem arz ediyor. Michael O’Hanlon ve General David Petraeus’un da dikkat çektiği üzere, ABD için Türkiye’nin stratejik değeri, küresel iktisadi üretimin ve askeri kapasitensin üçte ikisine denk olan Amerikan öncülüğündeki ittifak yapısının bir parçası olarak kalmasında.
ABD, zar zor odaklanılan IŞİD’le savaşın kendi dış politikasını ve bölgedeki uzun vadeli menfaatlerini bir çırpıda silip süpürmesine izin vermemeli; dünyanın tek süper gücü olarak Amerikan menfaatlerinin küresel ölçekte tanımlandığı ve bunu gerçekleştirmek için de Türkiye gibi zorlu müttefiklerin işbirliğine ihtiyaç duyduğu gerçeğini aklından çıkarmamalı. Aynısı, uzun vadeli çıkarı Washington’la yakın bağları sürdürmek olan Türkiye’nin Gülen ve PKK gerilimleriyle bu ilişkileri baltalamasına müsaade eden Ankara için de geçerli; zira ABD Türkiye’nin güvenliğinin nihai garantörü ve en yakın –belki de tek- müttefiki.
Bu gerilimleri kurumsal ilişkileri derinleştirmek için kullanma imkanı da var ve bu her iki ülkenin de menfaatine olacaktır.

“Patlamanın öncesi”
[Z.T.K. Yazar, PKK’nın saldırılarını geçen seneden itibaren tekrar başlatması konusunu ele almış ve ardından şöyle devam etmiş:]
(…)
(…) Temmuz 2015-Ağustos 2016 arasındaki 14 ayda toplamda 656 Türk güvenlik görevlisi hayatını kaybetti. Yani günde ortalama 1,56 kişi. Bunların %46’sı el yapımı patlayıcılarla düzenlenen saldırılardan kaynaklanıyor. (…)
Çatışmalarda kullanılan araçlar ve taktikler 2004’te ABD’nin Felluce’deki tecrübesine benziyor. Türkiye-PKK çatışmasının yoğunlaşması, Türk-Amerikan askeri bağlarını güçlendirmek için bir mekanizma sağlıyor. Amerikan ordusu Irak’taki kararlı düşmanlarına karşı on yıldan fazla bir süre şehir savaşı yürütmüştü; burada edindiği tecrübeden hareketle, Türk ordusunu şehir savaşı stratejileri, el yapımı patlayıcılarla mücadele taktikleri ve özel operasyon birlikleri öncülüğünde isyancı hücreleri ve liderleri hedef alıp yok etmeye odaklı “isyanla mücadele operasyonları” konusunda eğitebilir. Bu tarz destekler, büyük çaplı bir tasfiyeden geçen Türk ordusunda birebir ilişkilerin yeniden kurulmasına yardımcı olabilir. İlk adım olarak ABD, Türkiye’deki askerlere yaklaşabilir ve ortak şehir savaşı eğitimi için birlikleri ülkesine davet edip Irak ve Afganistan operasyonlarında edindiği el yapımı patlayıcılarla mücadele tecrübesini paylaşabilir. [Z.T.K. Acaba bu “masum” görünen taktikler, ABD’nin 15 Temmuz sonrası tutuklamalar ve tasfiyelerle TSK içinde kaybettiği nüfuz ajanlarını yeni adamlar devşirerek tekrar kazanma taktiği olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum! “Zayıflayan TSK’ya ABD olarak nasıl yardım edebiliriz” konulu yazıların kalkışmadan bir müddet sonra Amerikan basınında ve analizlerinde boy göstermeye başladığına dikkatinizi çekmek isterim.]

Menbic Cebi: Diplomatik bir başarı
(…) Darbeden evvel ABD, aylarca Menbic’i İslam Devleti’nden geri alma amaçlı askeri operasyon hakkında Türkiye’nin endişelerini yatıştırmaya çalıştı. (…) İncirlik, Menbic operasyonunun planlandığı merkezdi ve IŞİD’den geri alındıktan sonra şehrin geleceği konusunda Arap, Amerikalı ve Türk yetkililer arasındaki bir toplantıyla nihai anlaşmaya varıldı. (…) Hiç şüphe yok ki bu dönemde Türkiye’yle çalışmak gerçekten zordu; ama sonunda Ankara bu operasyonu ve Amerikan destekli planı destek oldu.
Bu yaz başında yaptığım görüşmelerde Türk ordusu ve istihbaratı, düzenledikleri askeri operasyonlarda PKK’yı çok ciddi bir şekilde gerilettiklerine ve TSK’nın on yıllardır devam eden çatışmanın son aşamasını “kazanmak” üzere olduğuna kâniydi. Ancak bu özgüven, Silopi ve Van gibi PKK/YPS’den temizlendiği ilan edilen bölgelerde şiddetin yeniden baş gösterdiği gerçeğini göz ardı ediyor. Bu iyimserlik, Türk Hava Kuvvetleri ile Birinci ve İkinci Ordu’dan unsurların darbeyi planlaması da dahil Türk subaylar arasındaki problemlerle çelişiyor. Ki PKK’yla mücadeleden sorumlu İkinci Ordu’nun başındaki Adem Huduti de darbe planlamaktan tutuklandı.
ABD, [TSK’nın] Irak’taki PKK liderlini hedef almasına yardımcı olmayı teklif etmeye istekli. Perde arkasında PKK’yla barış masasına geri dönmesi için Türkiye’ye baskılarına devam etmeli. (…) Ayrıca ABD, YPG’nin Fırat’ın batısındaki topraklardan çekilmesi de dahil Türkiye’ye verdiği taahhütleri tutmalı. Cerablus operasyonunda işbirliği de buna dahil. Bu operasyon, IŞİD yenilgiye uğratıldıktan sonra uzun vadede çıkabilecek olan Arap-Arap, Kürt-Kürt iç çatışmasını engellemek için Suriye’nin kuzeyinde Araplarla Kürtlerin arzularını uzlaştırmaya dönük diplomatik çabaları da içermeli.

İletişimi genişletme
CENTCOM Komutanı General Votel, darbe sonrası Türk ordusunda ABD’nin birlikte çalıştığı subayların Gülen’le bağlantıları olduğu gerekçesiyle tasfiye edilmesinden endişelerini dile getirdi. Votel’ın yorumunun zamanlaması kötü oldu ve ABD’nin darbecilere destek verdiğinin bir “kanıt”ı olarak hemen üzerine atlandı. Türkiye’deki bu suçlamalar gerçekten komik olmakla birlikte ABD’ye karşı duyulan aşırı güvensizliğe de işaret ediyor. Dahası, diplomatik olmamakla birlikte Votel’in yorumu, Türk ordusundaki büyük tasfiyeden sonra Amerikan ordusunun karşı karşıya olduğu daha geniş kurumsal meydan okumaya da işaret ediyor. ABD, hem güveni yeniden tesis etmek hem de kendi menfaatlerine ulaşmak için Türk ordusundaki subaylarla yeniden temasa geçme arzusunda. Bu temaslar güven inşası için kullanılabilir ve nihayetinde Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili daha geniş tartışmanın önünü açabilir. (…)
Türkiye’nin AB’ye katılım süreci kesilmek üzere. (…) Bu nedenle AB’nin yakın gelecekte Ankara üzerinde pek bir kozu veya siyasi tesirinin olması beklenemez. ABD özellikle sivil-asker ilişkilerinde ve Türk ordusunun eğitim sisteminin reformunda boşluğu doldurabilir. (…)
(…)
[Z.T.K. Yazar bundan sonra ABD’nin TSK’nın yeniden dizaynında ve hukuki düzenlemelerde Türkiye’ye nasıl yol gösterebileceğini, savunma sanayisini nasıl daha da geliştirebileceğini vs. uzun uzun anlatmış. Ardından şunları yazmış:]
(…)
Bu yaklaşımlar tabii ki Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla eşgüdüm içinde yürütülmeli. Dışişleri mevcut politikaya benzer bir ikili hat takip edebilir: Bir yandan kamuoyu önünde Türk-Amerikan ilişkilerinin önemini vurgulamak, öte yandan ülkedeki insan hakları ihlallerine işaret etmek. İnsan hakları konusunda Dışişleri daha sert bir çizgiyi de tercih edebilir, hele de benim yakın dostum ve rehberim olan Wilson Merkezi’nden Henri Barkey vakasında olduğu gibi Türk hükümetine yakın medya organları Amerikan vatandaşlarına karşı şiddeti teşvik ederken…
Ankara, hem kendi güvenliğini sağlamada hem de bir dizi dış politika hedefini gerçekleştirmede ABD’nin ve NATO’nun diplomatik desteğine hala bağımlı: Suriye’de siyasi çözüm, AB üyeliği, Dağlık-Karabağ meselesinin çözümü, Karadeniz’in güvenliği, Doğu Akdeniz enerji meselesi ve Kıbrıs gibi. Bu yüzden Ankara, Türk medyasında artan Amerikan karşıtlığını bastırma konusunda somut adımlar atmakla işe başlayarak yükü paylaşmalı. (…)
Gülencilerin daha evvel Sayın Erdoğan’a zarar vermek için internete koydukları tapeler, Cumhurbaşkanının Türk medyasını yakından takip ettiğini çok net bir şekilde gösteriyordu. (…) Erdoğan’ın kendine müttefik olan medyayı kontrol altına alma gücü var ve uzun vadeli ilişkilerin yararı için bu gücünü kullanmalı.
Türk-Amerikan ilişkileri önemlidir. IŞİD’le savaş geçicidir ve gelecekte bir gün IŞİD elindeki toprakların kontrolünü kaybettiğinde bu hava savaşı da bitecektir. Dünyanın tek süper gücü olarak ABD’nin küresel çıkarları var ve askeri güç projeksiyonu için müttefiklerine bel bağlıyor. Türkiye de bu müttefiklerden biri. Mevcut gerginlik, dikkatleri Türk-Amerikan ilişkilerinin uzun vadeli faydalarından uzaklaştırmamalı, her ne kadar bunu sürdürmek zor olsa da. Türkiye bir siyasi istikrarsızlık sürecinden geçiyor ve siyasi liderler, 15 Temmuz başarısız darbesinin yaşanmasına yol açan derin çatlakları ve on yılı aşkın bir süredir bürokratik anlamda kötü yönetimi örtbas etmek için Amerikan karşıtlığını araçsallaştırıyor. Bu kurumların yeniden inşasına yardımcı olmak veyahut en azından devam edegelen süreç hakkında olabildiğince fazla bilgi edinmek Washington’ın menfaatine. Türkiye’ye yeniden elini uzatmak için ABD’nin elinde araçlar var ve bunu kullanmalı; zira ilişki problemli olsa da kurtarılmaya değer.

D.HEARST: ABD TÜRKİYE’Yİ KAYBEDİYOR MU?



ABD ACABA TÜRKİYE’Yİ KAYBEDİYOR MU?

David Hearst (Middle East Eye internet sitesi baş editörü; eski İngiliz Guardian gazetesi dış politika başyazarı)
Middle East Eye, 23.8.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Boris Yeltsin’in devlet başkanlığının son günlerinde Washington’daki ileri gelenlerin kafası karıştı ve kendi kendilerine şunu sormaya başladılar: “Rusya’yı kim kaybetti?”
Komünizmin çöküşünün ardından yeni Rusya, 1992’de Moskova’ya akın eden iktisatçılar, misyonerler ve fırsatçı siyasetçiler sürüsünün hayal ettiğinden çok daha istikrarsızdı. Ama sorunun kendisi önemliydi. Bill Clinton gerçekten de Amerikan diplomasisi açısından ender bir başarı kaydetmişti: Batı yanlısı Rusya Federasyonu’nu Amerikan karşıtına dönüştürmüştü. Peki, bunu nasıl başarmıştı?
Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden da Çarşamba günü Türkiye’ye uçarken benzer bir soruyu kendi kendine sormuş olmalı: Türkiye’yi kim kaybediyor? ABD’nin darbesi gerçekten kötü bir darbeydi. 15 Temmuz’un ilk saatlerinde Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry “istikrar ve devamlılık” ümidini dillendirdi. Beyaz Saray’ın demokrasi ve hukuk devletinden dem vuran müphem bir açıklama yayınlaması ise tam iki saati aldı. Bu gecikme Ankara’yı şüphelendirmeye yetti.
Cuma gecesi darbecilerin 35 savaş uçağı, 37 helikopter, 246 zırhlı araç, 4000 silah ve 3 gemiyle ulaştığı o ölümcül gücün şoku içindeki Türk milleti bir de baktı ki kendisine insan hakları dersi veriliyor.
Amerikan Dışişlerin Bakanı Kerry, Erdoğan’ın ordu ve bürokraside başlattığı tasfiyenin boyutundan duyduğu endişeyle bu meseleyi Türkiye’nin NATO üyeliğinin devamlılığıyla bağlantılandırdı. Bunun üzerine ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi James Jeffrey, Dışişleri Bakanı’nın halüsinasyon gördüğünü söylemek durumda kaldı. Bölgedeki en büyük askeri gücün NATO’dan çıkarılması halinde ABD’nin Rusya ve İran’la nasıl baş edeceğini merak eden Jeffrey, Kerry’ye “Ne içtin?” diye sordu.
(…)
[Z.T.K. Yazar, CENTCOM Komutanı Votel’in sözlerini eleştirmiş; Adil Öksüz’ün ABD ziyaretlerine girmiş, Rusya’nın darbeden faydalanmasına değinmiş… Ardından şunları yazmış:]
(…)
Erdoğan’ın NATO, ABD ve müttefikleriyle problemleri darbeden çok önce başlıyor. Türkiye’nin İslam Devleti savaşçılarının Suriye’ye geçişine izin vermesi, onunla ticaret yapması suçlamalarına dayanıyor ve aslına bakarsanız bu suçlamaları yapan Rusya’ydı. Geçen senenin kasım ayında Filistin’in sürgündeki güçlü lideri Muhammed Dahlan, Atlantik Antlaşması Birliği’nin düzenlediği bir güvenlik konferansında NATO’nun politika üretenlerine “Aynada kendinize bakın” dedi: “Bütün Avrupa IŞİD’in Türkiye’yle ticari ilişkisi olduğunu biliyor. Aynada kendinize bakın. 40 yıl evvel Arapların yaptıkları gibi konuşuyorsunuz. Suriye’de terör tamamen Türkiye’den geldi. İşi zorlaştıran sizsiniz.”
Ocak ayında Ürdün Kralı Abdullah, önde gelen Amerikan Kongresi üyeleriyle yaptığı dışa kapalı bir toplantıda Erdoğan’ın “bölgede radikal İslami bir çözüm”e inandığını söyledi. Kral, Türkiye’yi dünyaya yönelik stratejik bir meydan okuma olarak sundu: “Biz hala IŞİD’e karşı stratejik değil de taktik problemlerle mücadele etmek zorunda bırakılıyoruz. Bu konuda stratejik olarak bizim yanımızda durmayan Türkler meselesini unutuyoruz.”
Ve Türkiye’deki Batılı istihbarat teşkilatları da İslam Devleti’yle işbirliği iddialarını körükledi.
İngiliz istihbarat servisi MI6’in Türkiye’deki istasyon şefi, bir İngiliz gazeteciyi Türkiye ile İslam Devleti arasındaki bağlantı hakkında bilgilendirdi. Tecrübeli araştırmacı gazeteci Seymour Hersh de 2012-2014 yılları arasında Savunma İstihbarat Teşkilatı Başkanı Korgeneral Michael Flynn’ın adını vererek Türkiye’nin sınırında yabancı savaşçı ve silah kaçakçılığını durdurmak için yeterince gayret sarf etmediğini söylediğini yazdı.
(…)
Amerikan Genelkurmay Başkanlığından ismini vermek istemeyen bir müşavir Hersh’e dedi ki: “Amerikan istihbaratı, Erdoğan hükümetinin yıllardır (Nusra Cephesi’ni) desteklediğini gösteren dinlemeleri ve insan istihbaratını biriktirdi ve şu anda aynısını İslam Devleti için de yapıyor… Bunu kendisine söyleyip Türkiye’den yabancı cihatçı akışını kesmesini istedik. Ama onun hayalleri büyük, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etmek; bunda ne ölçüde başarılı olabileceğinin farkında bile değil.”
Müşavirin öldürücü cümlesi ise şuydu: “Türkiye’yle birlikte çalıştık, Erdoğan’a sadık olmayanlara güvendik. Ve Suriye’deki cihatçılara [1950-1953] Kore Savaşı’ndan beri kullanılmayan M1 karabinalar da dahil silah depolarında ne kadar modası geçmiş eski silah varsa yollamalarını sağladık. Bu, Esed’in anlayabileceği bir mesajdı: Biz kendi yöntemlerimizle başkanlığın [Z.T.K. Obama’yı kastediyor] politikasını gevşetecek/etkisini azaltacak güce sahibiz.”
“Erdoğan’a sadık olmayan” Türklerle çalışmak ifadesi, 15 Temmuz’da yaşananlar ışığında daha da somut bir anlam kazandı. Hersh ve diğerlerinin aldığı brifingler şu anda Ankara tarafından darbeye bir hazırlık olarak görülüyor.
Biden’ın aslında durumun böyle olmadığı, birlikte çalıştıkları Erdoğan’a sadık olmayan Türklerin onu öldürmeye çalışan ama küçücük bir zamanlama farkıyla bunu başaramayan Türklerin ta kendisi olmadığı konusunda Erdoğan’ı ikna için çok çalışması lazım.
Türkiye’nin NATO’dan ayrılma ihtimali çok düşük. Geçen sene bir Rus savaş uçağının vurulması üzerine Putin dişini gösterdiğinde Türkiye’nin yüzünü döndüğü yer NATO’ydu. Bir dış askeri tehdidin belirmesi halinde Türkiye’nin vereceği tepki yine NATO’ya dönmek olacaktır.
Öte yandan Türkiye’nin de aynı rolü oynayacağının bir garantisi yok, özellikle de hassas güney sınırında. Darbenin iki muhtemel etkisi oldu. Birincisi, Erdoğan Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin milli menfaatlerine göre hareket etmekte artık kendini daha serbest hissedecektir. ABD’nin belirlediği gündemle veyahut gündemsizlikle sınırlı kalmayacaktır. Bir Amerikan vetosuna maruz kalmış hissetmeyecektir.
Bunun sonuçlarını isyancı güçlerin Halep’te ilerleyişinde gördük bile. Esed, Putin’in onayı olmaksızın ABD destekli Kürt güçleri bombalayamazdı ve bu, Türkiye’nin güney sınırında çizdiği kırmızı çizgiye de uyuyordu.
Darbenin ikinci etkisi, Türk ordusunun kendisinde görülecektir. Önümüzdeki süreçte yeni bir ordu kurulacaktır; bunun daha İslami olması gerekmiyor, ama Türk devletine ve Erdoğan’ın bizzat kendisine sadakatini gösterebilmek için elinden gelen her şeyi yapacak bir ordu olacağından hiç şüphe yok. Darbenin ardından Türkiye’de şimdiye kadar yapılmış en büyük miting olan Yenikapı’da Genelkurmay Başkanı’nın verdiği mesaj tam da buydu. Darbe sonrasının yeni ordusu çok daha güçlü ve çok daha iddialı olacaktır, şu anda Suriye’de gördüğümüz gibi.
Suriye çatışmasında ilk kez büyük bir Türk tank birliği Suriye’ye girdi. (…)
Biden çarşamba günü Türkiye’ye uçtu ve bu, Türkiye’nin güney sınırı boyunca verilen Kürt alt-çatışmasının her iki tarafında da ABD’nin eşzamanlı olarak bulunduğu anlamına geliyor. ABD hem sınır boyunca bir devlet kurmaya çalışan Kürt PYD’yi hem de bunu durduracak Türk birliklerini destekliyor. Uyguladıkları Suriye politikasının onları içine düşürdüğü karmaşa işte tam da bu.

Bu çatışmanın tektonik katmanları, NATO’nun veya Pentagon’un rızası/onayı olsun veya olmasın bir kez daha değişti. ABD daha evvel neredeyse hiçbir yerde, şu anda Ortadoğu’da olduğu gibi, düşmanları kadar müttefiklerinden de bir yığın meydan okumayla yüzleşmemişti. Ve Rusya’nın gösterdiği gibi, hor görülen/küçümsenen bir müttefikten daha tehlikelisi yoktur.

J.MALSIN: TÜRK ORDUSUNUN İÇ SAVAŞI



TÜRK ORDUSUNUN İÇ SAVAŞI

Jared Malsin (Time dergisi Ortadoğu büro şefi)
Time, 31.8.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Türkiye’deki darbe büyük bir kargaşaya yol açtı ve generaller üstlerinin yardımı olmaksızın karar almak durumunda kaldılar.
[Z.T.K. Yazı, Tümgeneral İbrahim Aydın’ın Ankara’da bir düğün sırasında savaş uçaklarının sesini duyarak hemen koştuğu bir askeri üste Türkiye’nin siyasi geleceği için nasıl savaş verdiğini uzun uzun anlatarak başlıyor.]
(…)
Onlar Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan veya siyasi ve askeri bir liderden herhangi bir emir almamışlar. Kendisiyle yapılan iki röportajda Aydın, ordunun darbe karşıtı sadık kısmının verdiği tepkinin organik ve doğaçlama olduğunu söyledi. Özel birliklerden bir grubu Beştepe’deki ana jandarma üssünde darbecilerle çarpışmak üzere yollamışlar ve bu çatışmalar iki-üç saat sürmüş. Arkada kalan diğer bir grup ise ülkenin farklı yerlerindeki jandarma komutanlarından hangilerinin darbeye katılıp hangilerinin hükümete sadık kaldığını açığa çıkarmak için çalışmış.
(…)
(…) Darbenin başarılı olabilmesi için silahlı kuvvetlerin çoğunluğunun onlara katılması gerekirdi, ama bunun yerine ordu bölündü ve kilit konumdaki komutanlar aktif bir şekilde isyana direndi.
(…) 
Emeklilik için belgelerini darbeden evvel teslim etmiş olan Aydın, darbenin püskürtülmesinden iki hafta sonra ordudan ayrıldı. O ve yoldaşlarının darbeye verdiği tepkinin vatanperverliğin otomatik bir yansıması olduğu iddiasında. “(…) Bunu ordumuza ve kendimize bir hakaret olarak gördük. (…)” diyor.
Aydın’ın Erdoğan yönetimini darbeye karşı savunmadaki önemli rolü gerçekten sıradışı; zira 2015’te MİT TIR’ları davası kapsamında tutuklanmış (…) ve bir aylık tutukluğun ardından suçsuz bulunarak serbest bırakılmış.
15 Temmuz Kalkışması, Türkiye’nin siyasi satranç tahtasını yeniden kurdu ve Erdoğan’ı geçmişte ihtilaflar yaşadığı Aydın gibi subaylarla zımni bir koalisyona soktu. (…)
Ancak bu birlik hali Ankara’daki çok daha derin bir tedirginliği maskeliyor. Erdoğan agresif bir şekilde orduyu yönetmeye çalışırken kendisini eski düşmanlarına bel bağlar halde buldu. Daha evvel Erdoğan’ın İslamcılıktan esinlenen yönetimi altında yabancılaşan ulusalcı generaller şu anda hükümetin orduyu ıslah etme planlarında hayati bir rol oynuyorlar. Hükümet İslam Devleti ve Kürt militanlarla savaşmak üzere Suriye’nin kuzeyine tanklar ve savaş uçakları yollarken dahi gerek hükümet gerekse ordu hala daha darbenin şokunu atlatmaya çalışıyor.
Washington’daki Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Araştırmaları Merkezi Direktörü Gönül Tol diyor ki “Bence bu bir formalite evliliği ve kısa vadeli bir anlaşma. Şu anda Kemalist ordu ile hükümet birbirine muhtaç. Hükümetin perspektifinden Erdoğan, bölgede gücünü yansıtmak ve hem PKK hem de İslam Devleti’yle savaşı sürdürmek için tamamen kendi kontrolü altında güçlü bir orduya gerçekten ihtiyaç duyuyor. Ordunun da kendisini yeniden inşa etmesi gerekiyor. Bunun uzun yıllardan beri yaşanmış en büyük travma olduğu kanaatindeyim.”
Darbe teşebbüsünü atlattıktan sonra Erdoğan ve hükümeti, silahlı kuvvetleri yeniden şekillendirmek için tarihi bir adım attı. Yetkililer aralarında 143 general ve amiralin de olduğu neredeyse 10 bine yakın askeri tutukladı. Olağanüstü hal ilanından sonra hükümet, ordunun kuvvet komutanlıklarını doğrudan sivillerin kontrolüne alan bir kararname yayınladı. Reformların amacı (…) ordunun bir daha darbe yapmasını engelleme niyeti taşıyor. Tutuklananlar arasında elit pilotların ve NATO’ya bağlı pozisyonlarda hizmet etmiş birçok komutanın bulunması, darbenin Türkiye’nin Batılı güçlerle ilişkisindeki yıkıcı etkisini gözler önüne seriyor.
Erdoğan’ın şu anda kendisine güvendiği subaylardan bazılarının geçmişte darbe tezgahlama suçlamasıyla yargılananlar olması baş döndürücü siyasi kaderin bir cilvesi. (…) Balyoz Davası’nda hapse mahkum edilen 5 subay, Türkiye’deki haberlere göre, 15 Temmuz’da Ankara’da darbeyi engellemek için bilfiil çarpıştı.
New York merkezli Yüzyıl Vakfı’ndan Türkiye uzmanı Selim Sazak diyor ki “Şu anda Erdoğan’ın çevresindeki herkes potansiyel olarak Gülenci. Hangilerinin Gülenci olup hangilerinin olmadığının farkına varabilmesinin bir yolu, bir turnusol testi yok. Erdoğan’ın güvenebileceği insanlar sadece, geçmişte Gülen tarafından açıkça kurbanlaştırılmış ve iftiraya uğramış ve son on yıldır bu çevrelerde hiç bulunmamış insanlar.”
Türkiye, kilit siyasi, hukuki ve askeri liderler arasında çok derin güvensizliklerin olduğu bir anda ordusunu yeniden organize etmeye çalışıyor. Darbe teşebbüsü ve akabinde yaşanan baskı, ordunun moralini fena halde bozdu ve saflarını darmadağınık etti. Darbenin akabinde hükümet, Amerikan birliklerince kullanılan İncirlik’in elektriklerini kesti. Diğer askeri üslerin girişi kamyonlar park edilerek kesildi. Kanlı darbe girişiminin akabinde planlanan reformlara karşı kimse muhalefetini dillendirmedi, ama bazı eski askeri yetkililer mevut sivil-asker ilişkilerinin durumundan rahatsız.
(…)


A.LUND: TÜRKİYE’DEKİ DARBENİN SURİYE’YE ETKİSİ



TÜRKİYE’DEKİ BAŞARISIZ DARBE SURİYE’Yİ NASIL ETKİLEYECEK?
Aron Lund (Carnegie Endowment Ortadoğu Programında misafir araştırmacı ve Suriye’deki muhalif hareketler hakkında birçok raporun, makalenin ve kitabın yazarı)
Carnegie Endowment, 28.7.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

(…)
Daha güçlü bir Erdoğan, ama daha zayıf bir Türkiye?
Türkiye cumhurbaşkanı bu krizden çok daha güçlü bir şekilde çıkmış gibi görünüyor ve şu anda askeri ve sivil bürokraside büyük çaplı bir tasfiye yürütüyor. (…) Erdoğan’ı eleştirenlerin birçoğu, cumhurbaşkanının darbeci askerleri temizleme meşru bahanesi altında iktidarına yönelik anlamlı her türlü direnişi ezerek kendi karşı-darbesini fiilen başlatmasından korkuyor.
Doğrusu Erdoğan, siyasi hedeflerine ulaşmak, yani anayasayı değiştirip gücü cumhurbaşkanlığı altında toplamak için darbeyi çoktan kullanmaya başladı bile. (…)
Ancak daha güçlü bir Erdoğan illa da daha güçlü bir Türkiye anlamına gelmez. Gergin siyasi durum ve tasfiyenin boyutu, hükümeti zayıflatabilir ve Suriye’de menfaatlerini hayata geçirme kabiliyetini azaltabilir. Eğer böyle olursa Ankara, [Suriye’ye] müdahilliğinin ölçeğini düşürerek altından kalkabileceği bir seviyeye çekmek veyahut etki gücünü, hedeflerini tam anlamıyla paylaşmayan müttefiklerine devretmek zorunda kalabilir. Yine ordunun ve siyaset üreten aygıtların istikrarsızlaşması ve aşırı yoğun merkezi hükümetin gözetiminin azalması, Suriye’de daha lakayt/umursamazca politikalara dönüşebilir. Türkiye’de Alevi-Sünni çatışması ve birçok yerde karışıklık yaşandığı haberlerinin yanı sıra Suriye merkezli radikal cihatçıların Türkiye’deki hedefleri vurması yüzünden darbenin akabinde Suriyeli mülteciler olumsuz yönde etkilenebilirler.

Rusya’yla ilişkileri tamire devam etmek
(…)

Washington nasıl mukabele edecek?
Türkiye’nin ABD’yle ilişkileri darbe yüzünden gerginleşmiş gibi görünüyor. (…)
ABD ve Türkiye, Suriye’de hangi diplomatik süreçlerin izleneceği ve hangi muhaliflerin destekleneceği konusunda açıkça ihtilaf halinde olmalarına rağmen geçtiğimiz beş yıl boyunca bu ihtilaflarını kontrol altında tutup birlikte çalışabildiler. Darbe teşebbüsü bunu değiştirmeyecektir; ancak Türkiye’nin apaçık istikrarsızlığı ve Erdoğan’ın devam eden baskıları ve sıkı önlemlerinin ABD’de ciddi endişelere yol açması muhtemeldir. Erdoğan’ın İslamcı otoriterliğe doğru kayışı ona Washington’da hiçbir dost kazandırmayacak ve Türk-Amerikan ilişkilerini daha da zora sokarak Suriye konusunda yeni yeni çatlaklara yol açabilecektir.
Buna rağmen Washington’ın Erdoğan’la iyi ilişkileri sürdürme konusunda güçlü saikleri var. Zira Türkiye, Suriye’de Amerikan nüfuzunun vazgeçilmez kolaylaştırıcısı ve daha da önemlisi Amerikan öncülüğündeki bölgesel güvenlik mimarisinin köşe taşı. Bu görüşü, 2009-2013 yılları arasında NATO müttefik kuvvetler yüksek komutanı olarak görev yapan (ve başkan adaylarından Hillary Clinton’ın çalışma arkadaşlarından biri olacağı düşünülen) emekli Amerikalı general James G. Stavridis de açıkça dile getirdi. Stavridis Foreign Policy dergisinde yayınlanan son makalesinde diyor ki ABD, Ankara’yla ittifakı güçlendirerek ve demokratik yollardan seçilmiş Erdoğan hükümetine daha da açıktan destek çıkarak “Türk ordusunun görevlerini icra etme kabiliyetine yönelik muhtemel bir güçlü olumsuz etki”ye karşı koymak için hazır beklemeli. Stavridis ayrıca Washington’ın “İslam Devleti ve Beşşar Esed rejimiyle nasıl baş edileceği noktasında Türkiye’nin pozisyonuna yönelik daha hassas ve daha destekleyici” olması ve Türkiye’nin PKK’yla savaşına karşı Amerikan desteğini artırması gerektiğini salık veriyor. Washington’ın Suriye’nin kuzeyinde PKK’yla bağlantılı gruplara büyük ölçüde bel bağlaması nedeniyle Ankara’ya verilecek bu türden tavizler, sadece Türkiye’nin değil ABD’nin de Suriye’deki rolünü etkileyebilir.

Darbe sonrası karmaşada pirincin taşını ayıklamak
Stavridis’in endişesinin nedeni çok açık: Güçlü ve sempatik bir Türk komuta kademesini muhafaza etmek ABD’nin temel güvenlik çıkarı. Darbeden sonra (…) İncirlik Üssü geçici de olsa kapatıldı. Erdoğan’ın ordudaki tasfiyeleri o denli derin ki kendi cumhurbaşkanlığı muhafızlarını dahi lağvetti ve dahası generallerle amirallerin üçte biri darbeye katılmakla suçlanıyor.
(…)
Yüksek rütbelilerin bu denli büyük bir kısmını kaybetmek her orduyu kargaşaya sürükler. PKK’yla zaten bir iç savaşta olan ve Suriye’de Esed rejimine karşı düşük yoğunluklu bir savaş yürüten, üstelik bir de cihatçıların saldırılarına hedef olan bir hükümet için bu, oldukça elden ayaktan düşürücü bir hale bürünebilir. Durumun vahametine bir örnek vermek gerekirse, Erdoğan’a karşı bir darbe tezgahlamaktan tutuklanan en üst mevkideki askeri komutan, Suriye, Irak ve İran sınırlarından sorumlu İkinci Ordu Komutanı General Adem Huduti. Huduti’nin tutuklanması Türkiye’nin sınır devriyelerini, ordunun PKK’yla çatışma performansını ve Ankara’nın Suriye’nin kuzeyini şekillendirme becerisini acaba nasıl etkileyecek?
Diğer bir deyişle, politikadaki bilinçli değişim, darbe teşebbüsünün Suriye’yi etkileyeceği tek boyut değil. Türk hükümeti şimdiye kadarki politikasında sebat etmeye karar verse dahi iç kargaşa ve tasfiyelerle meşgulken zayıf düşebilir ve bu da onu kritik bir aşamada Suriye’deki savaştan uzaklaşmak zorunda bırakabilir. Türk iç politikası ve yönetici elitin yapısı değişirken hiç şüphesiz bunun karar alma süreçlerine ve hükümetin milli menfaat algılamasına uzun vadeli etkileri olacaktır. Bu arada darbe, Suriye savaşına müdahil olan Rusya ve ABD de dahil diğer aktörlerin taahhütlerini Türkiye’nin nasıl dengeleyeceğini de etkileyebilir.

Şimdilik net görünen tek şey şu: Türkiye değişirken Suriye’deki müdahilliğinin doğası da değişecek. Ve bu da Suriye’deki birçokları için bir hayat memat meselesine dönüşebilir.