30 Eylül 2016 Cuma

M.MERZUKİ: 15 TEMMUZ’LA ORTADOĞU’DAKİ KARŞI-DEVRİMCİ GÜÇLER İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI


15 TEMMUZLA ORTADOĞU’DAKİ KARŞI-DEVRİMCİ GÜÇLER İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI 

Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 17.7.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Tunus eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki'nin 23.7.2016 tarihinde yine El-Cezire Arapça'da yayınlanan Türkiye’nin Tam Bir Zafer Kazanmasının Yolu” başlıklı önemli yazısının tercümesini okumak için TIKLAYINIZ.

3 Temmuz 2013 gecesi sabaha kadar uyanık kalıp saniye saniye seçilmiş meşru cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren gelişmeleri ve Mısır’daki askeri darbenin başarıya ulaşmasını yakından takip etmiştim.
Ertesi gün Kartaca Sarayı’ndaki çalışma ofisime gitmiş, oradan da Tunus’a ilk resmi ziyaretini gerçekleştirecek olan Fransa Cumhurbaşkanı Holland’ı karşılamak üzere havalimanına geçmiştim. Mısır’ın ve aynı şekilde Tunus’un bundan sonra karanlık bir tünele gireceğine dair içimde giderek büyüyen bir endişe vardı. Mısır’daki operasyon, Arap Baharı’nı başarısız kılmakla görevli uluslararası harekât dairesinin parmak izlerini taşıyordu ve ben Mısır’ın bir son değil, bir başlangıç olduğunun bilincindeydim.
Bundan sonraki sıranın Libya’ya ve Tunus’a geleceğinden neredeyse emindim ve bir cumhurbaşkanı olarak yazın sonunu getiremeyebilirdim bile.
Tunus’ta 2013’ün 25 Temmuz’unda Milletvekili Muhammed el-Burahimi’nin suikasta uğramasının ardından o şeytani medya mekanizması devreye girerek halkı ve hatta orduyu 23 Ekim 2011’de yapılan Kurucu Meclis seçimleriyle oluşmuş meşru hükümete karşı kışkırtmaya başladı.
Çok şükür ki ordunun milliliği/vatanseverliği ve disiplini, Tunusluların demagogların peşinden sürüklenmeyi reddetmeleri, ayrıca hükümetle birlikte cumhurbaşkanı olarak benim Tunus’un kayıp gitmesini engelleyici icraatlara elden geldiğince imza atmamız ve son saniyeye kadar demokratik sistem içinde kalmamız sayesinde bu plan başarısızlığa uğradı.
Ancak dehşetiyle Mısır darbesi Tunus’taki karşı-devrimin acımasızlığını artırdı. Tunus’taki karşı-devrim, 2011’deki devrimden itibaren bütün stratejisini meşru hükümetin çalışmasını engellemeye ve alt etmeye dayandırdı; meydana gelen her türlü terör saldırısını, -en iyi halde- hükümeti engel olmaktan aciz kalmakla, -en kötüsü ise- teröre bizzat ortak olmakla suçlamak için istismar etti. Ardından 2014 seçimlerini kazanmak için hayali vaatler ortaya atarak elindeki tüm kirli parayı ve yozlaşmış medyayı kullandı.
Tunus’un adından uluslararası harekât dairesi, yakıp yıkmak ve kana boğmak için var gücüyle Libya, Yemen ve Suriye dosyalarına odaklandı.
Böylece 2013 yazından 2015 yazına kadarki iki yıllık süreçte Arap Baharı Devrimlerinin tasfiyesi ve Arap halklarının tüm ümitlerinin kırılması aşamalarını yaşadık. Arap halkları, harekât dairesinin telkin etmek istediği acımasız dersin baskısı altındaydı: susturma, boyun eğdirme, “yoksa göğü başınıza yıkarız” tehdidi.

***
Dün gece Türkiye’de yaşananlar önceki tecrübelere ne kadar da çok benziyordu ve fakat işler bir anda nasıl da değişiverdi.
15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece (dikkat edin yine aynı ay!), İstanbul ve Ankara’da yaşananları el-Cezire ve diğer kanallardan sabaha kadar takip ettim ve ilk üç saatte, bu trajedinin son sahnesini seyrediyor olmanın inanılmaz bir korkusu içindeydim. Nitekim 15 Temmuz Kalkışması’nın başarıya ulaşması, harekât dairesinin bütün bölge halklarına yönelik son öldürücü darbesi ve Arap Baharı’nın nihai olarak tasfiyesi demekti.
“Türkiye’nin Arap Baharı’ndaki dahli neydi ki?” diye soranlar olabilir. Türkiye’nin Katar’la birlikte Arap halklarının özgürleşmesi dalgasına hiçbir şart öne sürmeden, amasız fakatsız destek verdiğini (ve bu yüzden de yozlaşmış medya tarafından sürekli hedef alındığını) burada uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Zira meselenin özüne, yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden bu yana Türkiye’nin oynadığı devasa siyasi role değinmek istiyorum.
Bu döneme kadar benimsenmesi arzu edilen Arap devlet modelleri ya sosyalist bloktan ya da Batı’dan örnek alınmıştı. Ve neticelerini gördük. Türkiye modeli ise beş ilkeyle öne çıkıyor: Kimlik, milli bağımsızlık, demokratik sistem, yolsuzlukla mücadele ve azami sayıda insanın fakirlikten kurtarılmasına dönük serbest ekonomi. Bu beş mekanizma sayesinde Türkiye’nin gelinen noktada büyük bir sıçrama kaydettiği aşikâr.
İşte bu, bizim tam da arayıp durduğumuz ama hem geçmişte hem de şu anda erişmemizin engellendiği bir model. Her türlüsüyle Arap siyasi rejimleri, bu beş ilkenin tam zıttı üzerine kurulu durumda. Arap rejimleri –istisnaları varsa Allah bilir- dışarıya bağımlı, yozlaşmış, otoriter, öz kimliğiyle mücadele eder ve ekonomiyi halkının refahı uğruna değil, çetelerin ve belirli ailelerin zenginleşmesi için var gücüyle kullanır durumda.
Tabii ki Türkiye Arap Baharı’nın başlamasında herhangi bir rol oynamadı. Zira Arap Baharı, uzun baskı ve zulümlerin ardından toplumun derinliklerinden gelen bir halk ayaklanmasıydı. Ancak Türkiye, Arap Baharı’nın gidişatına el atarak verdiği destekle çok büyük bir rol oynadı; çünkü bölgede benzer temayüldeki rejimlerin kendi desteği olmaksızın gerçekleşemeyeceğinin gayet iyi farkındaydı.
Bu sürecin siyasi liderleri olarak bizler, kurtlarla kuşatıldığımızı ve dostlarımızın bir elin parmaklarını geçmediğini biliyorduk. Bu nedenle Türkiye ve Katar’ın dostluğu, boğulmakta olan bizler için bir can simidi mesabesindeydi. Hem tarihin bir tanığı olarak hem de hakkını vermek için şunu belirtmeliyim ki Türkiye, arka planına ve kim olduğuna bakmadan, bir karşılık beklemeden Arap Baharı ülkelerine ve bilhassa Tunus’a dostluğunu gösterdi.
2013’ün bir yaz gecesini hatırlıyorum. Terör saldırıları artmıştı; girilmesi hiç de kolay olmayan dağlarda onlarca askerimizi kaybetmekteydik. Dağlara girebilmek için bize Tunus ordusunun envanterinde bulunmayan hafif tanklardan temin etmesi talebiyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le görüştüm. “İçiniz rahat olsun, en kısa zamanda size bu tankların yollanmasını sağlayacağım” dedi. Ve tanklar birkaç hafta içinde geldi… Oysa bazı zengin Batı ülkeleri, 2012’den beri talep ettiğimiz bazı helikopterlerin verilmesini kasıtlı olarak halen daha geciktirmekte.
İstanbul ve Ankara’daki terör saldırıları yoğunlaşmaya başladığında kendi kendime demiştim ki bu, harekât dairesinin daha evvel bize karşı uyguladığı metodun aynısı ve Türkiye’nin tasfiyesi bu projenin en son aşaması olacaktır. Nitekim Türkiye örneği var olmaya devam ettiği ve başarılarına başarı kattığı sürece cazibesi ve dolayısıyla tehlikesi de artacaktır.
Harekât dairesi, -doğal ve mantıksal olarak- Türkiye’nin oluşturduğu bu büyük umutların “odağı”nı tasfiye edene kadar rahata kavuşamayacaktır. Ancak gördüğümüz gibi rüzgâr tersten esiyor. Türkiye’deki darbenin başarıya ulaşarak harekât dairesinin projesini taçlandırması şöyle dursun, tam aksine, kalkışmanın başarısızlığa uğramasıyla bu projede sonun başlangıcına gelindiği söylenebilir.
Birçoklarının idrak edemediği şey şu: Harekât dairesinin bu başarısızlığı, bazılarının tahayyül ettiğinden çok daha derin ve çok daha tehlikeli ve bu, bölgede “istikrarı” dayatmak için vekillere bel bağlayan harekât dairesindeki hâkim güçlerin hesaplarını yeniden gözden geçirmelerini tetikleyebilir.
Libya, Yemen ve Suriye arasındaki ortak payda, her şeye rağmen halkların direnişinin halen daha devam etmesi ve karşı-darbecilerin kanlı her türlü girişiminin zamanı geriye döndürmekten aciz kalmasıdır.
Hâlihazırda Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile Tunus Cumhurbaşkanı Sibsi arasındaki ortak payda derin başarısızlıklarıdır. Her iki ülkede de harekât dairesinin ve yerel piyonlarının stratejisi, halk devrimleriyle gelen yeni yönetimlerin iş yapmasını engelleyip onları başarısızlığa mahkum etmeye, ardından da bu başarısızlıklarını kullanarak mümkünse seçimler yoluyla, mümkün değilse askeri darbelerle iktidara geri dönmeye odaklıydı. Mesele şu ki kendinden evvelkilerin başarısızlığını bahane ederek “vatanı acilen kurtarma” bahanesiyle başa geçen Sisi ve Sibsi, çok çok daha büyük başarısızlıklara imza attı. Karşı-darbecilerin iktidarıyla bu iki ülkede ne ekonomide bir hareketlenme yaşandı ne de terör olayları ortadan kalktı; halkın şahit olduğu tek şey, isyan ettiği dışa bağımlılığın, yolsuzlukların, artan fakirliğin, şiddetin ve istikrarsızlığın geri dönmesi oldu.

Harekât dairesinin sırf gelecek devrimlere hazırlık için devasa paralar harcadığının ve ahmakça siyasetiyle, bir gün göğün başlarına yıkılabileceğinin farkında bile olmayan güçlerle anlaşıp onlara vaatlerde bulunduğunun açığa çıkması ne büyük bir maskaralık. Harekât dairesi, Türkiye’yi kolayca yutabilecek bir güce sahip olduğuna inanıyordu; ama dişleri paramparça döküldü. Türkiye’deki darbenin Mısır’daki darbeyle başlayan zaferleri taçlandıracağı vehmine kapıldı; ama gidişat tersine dönerek, Türkiye’deki darbenin sadece birkaç saat içinde başarısızlığa uğramasıyla birlikte hezimetin önü açıldı. Gün gelecek bu gidişat tamamen bir hezimetle son bulacak ve Mısır’daki darbe seneler sürse de önünde sonunda başarısızlığa uğrayacak. 
Her halükarda tüm ülkelerdeki karşı-devrimci güçler için geri sayım başladı. Zira karşı-darbeciler düzenledikleri askeri darbeler, terör saldırıları ve sahte seçimler üzerinden heybelerinde her ne varsa ortaya döktüler. Arap halklarına gelince, özellikle Türk halkının verdiği manevi moral motivasyondan sonra, onların heybesinde hala daha harekât dairesinin ve yerli piyonlarının gücünün yeteceğinden çok daha fazlası var. Şüphesiz her gecenin bir sabahı vardır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder