15 TEMMUZ’LA ORTADOĞU’DAKİ KARŞI-DEVRİMCİ GÜÇLER İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI
Munsif Merzuki (Arap dünyasının en
önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus
cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 17.7.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Tunus eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki'nin 23.7.2016 tarihinde yine El-Cezire
Arapça'da yayınlanan “Türkiye’nin Tam Bir Zafer Kazanmasının Yolu” başlıklı önemli yazısının tercümesini okumak için TIKLAYINIZ.
3 Temmuz 2013 gecesi sabaha kadar uyanık kalıp saniye saniye seçilmiş meşru
cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren gelişmeleri ve Mısır’daki askeri
darbenin başarıya ulaşmasını yakından takip etmiştim.
Ertesi gün Kartaca Sarayı’ndaki çalışma ofisime gitmiş, oradan da Tunus’a
ilk resmi ziyaretini gerçekleştirecek olan Fransa Cumhurbaşkanı Holland’ı
karşılamak üzere havalimanına geçmiştim. Mısır’ın ve aynı şekilde Tunus’un bundan
sonra karanlık bir tünele gireceğine dair içimde giderek büyüyen bir endişe
vardı. Mısır’daki operasyon, Arap Baharı’nı başarısız kılmakla görevli
uluslararası harekât dairesinin parmak izlerini taşıyordu ve ben Mısır’ın bir
son değil, bir başlangıç olduğunun bilincindeydim.
Bundan sonraki sıranın Libya’ya ve Tunus’a geleceğinden neredeyse emindim
ve bir cumhurbaşkanı olarak yazın sonunu getiremeyebilirdim bile.
Tunus’ta 2013’ün 25 Temmuz’unda Milletvekili Muhammed el-Burahimi’nin
suikasta uğramasının ardından o şeytani medya mekanizması devreye girerek halkı
ve hatta orduyu 23 Ekim 2011’de yapılan Kurucu Meclis seçimleriyle oluşmuş
meşru hükümete karşı kışkırtmaya başladı.
Çok şükür ki ordunun milliliği/vatanseverliği ve disiplini, Tunusluların demagogların
peşinden sürüklenmeyi reddetmeleri, ayrıca hükümetle birlikte cumhurbaşkanı
olarak benim Tunus’un kayıp gitmesini engelleyici icraatlara elden geldiğince imza
atmamız ve son saniyeye kadar demokratik sistem içinde kalmamız sayesinde bu
plan başarısızlığa uğradı.
Ancak dehşetiyle Mısır darbesi Tunus’taki karşı-devrimin acımasızlığını
artırdı. Tunus’taki karşı-devrim, 2011’deki devrimden itibaren bütün
stratejisini meşru hükümetin çalışmasını engellemeye ve alt etmeye dayandırdı; meydana
gelen her türlü terör saldırısını, -en iyi halde- hükümeti engel olmaktan aciz
kalmakla, -en kötüsü ise- teröre bizzat ortak olmakla suçlamak için istismar
etti. Ardından 2014 seçimlerini kazanmak için hayali vaatler ortaya atarak elindeki
tüm kirli parayı ve yozlaşmış medyayı kullandı.
Tunus’un adından uluslararası harekât dairesi, yakıp yıkmak ve kana boğmak
için var gücüyle Libya, Yemen ve Suriye dosyalarına odaklandı.
Böylece 2013 yazından 2015 yazına kadarki iki yıllık süreçte Arap Baharı
Devrimlerinin tasfiyesi ve Arap halklarının tüm ümitlerinin kırılması
aşamalarını yaşadık. Arap halkları, harekât dairesinin telkin etmek istediği
acımasız dersin baskısı altındaydı: susturma, boyun eğdirme, “yoksa göğü
başınıza yıkarız” tehdidi.
***
Dün gece Türkiye’de yaşananlar önceki tecrübelere ne kadar da çok
benziyordu ve fakat işler bir anda nasıl da değişiverdi.
15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece (dikkat edin yine aynı ay!), İstanbul
ve Ankara’da yaşananları el-Cezire ve diğer kanallardan sabaha kadar takip
ettim ve ilk üç saatte, bu trajedinin son sahnesini seyrediyor olmanın
inanılmaz bir korkusu içindeydim. Nitekim 15 Temmuz Kalkışması’nın başarıya
ulaşması, harekât dairesinin bütün bölge halklarına yönelik son öldürücü
darbesi ve Arap Baharı’nın nihai olarak tasfiyesi demekti.
“Türkiye’nin Arap Baharı’ndaki dahli neydi ki?” diye soranlar olabilir.
Türkiye’nin Katar’la birlikte Arap halklarının özgürleşmesi dalgasına hiçbir
şart öne sürmeden, amasız fakatsız destek verdiğini (ve bu yüzden de yozlaşmış
medya tarafından sürekli hedef alındığını) burada uzun uzadıya anlatmaya gerek
yok. Zira meselenin özüne, yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara
gelmesinden bu yana Türkiye’nin oynadığı devasa siyasi role değinmek istiyorum.
Bu döneme kadar benimsenmesi arzu edilen Arap devlet modelleri ya sosyalist
bloktan ya da Batı’dan örnek alınmıştı. Ve neticelerini gördük. Türkiye modeli
ise beş ilkeyle öne çıkıyor: Kimlik, milli bağımsızlık, demokratik sistem,
yolsuzlukla mücadele ve azami sayıda insanın fakirlikten kurtarılmasına dönük
serbest ekonomi. Bu beş mekanizma sayesinde Türkiye’nin gelinen noktada büyük
bir sıçrama kaydettiği aşikâr.
İşte bu, bizim tam da arayıp durduğumuz ama hem geçmişte hem de şu anda
erişmemizin engellendiği bir model. Her türlüsüyle Arap siyasi rejimleri, bu
beş ilkenin tam zıttı üzerine kurulu durumda. Arap rejimleri –istisnaları varsa
Allah bilir- dışarıya bağımlı, yozlaşmış, otoriter, öz kimliğiyle mücadele eder
ve ekonomiyi halkının refahı uğruna değil, çetelerin ve belirli ailelerin
zenginleşmesi için var gücüyle kullanır durumda.
Tabii ki Türkiye Arap Baharı’nın başlamasında herhangi bir rol oynamadı.
Zira Arap Baharı, uzun baskı ve zulümlerin ardından toplumun derinliklerinden
gelen bir halk ayaklanmasıydı. Ancak Türkiye, Arap Baharı’nın gidişatına el
atarak verdiği destekle çok büyük bir rol oynadı; çünkü bölgede benzer temayüldeki
rejimlerin kendi desteği olmaksızın gerçekleşemeyeceğinin gayet iyi farkındaydı.
Bu sürecin siyasi liderleri olarak bizler, kurtlarla kuşatıldığımızı ve
dostlarımızın bir elin parmaklarını geçmediğini biliyorduk. Bu nedenle Türkiye
ve Katar’ın dostluğu, boğulmakta olan bizler için bir can simidi
mesabesindeydi. Hem tarihin bir tanığı olarak hem de hakkını vermek için şunu
belirtmeliyim ki Türkiye, arka planına ve kim olduğuna bakmadan, bir karşılık
beklemeden Arap Baharı ülkelerine ve bilhassa Tunus’a dostluğunu gösterdi.
2013’ün bir yaz gecesini hatırlıyorum. Terör saldırıları artmıştı;
girilmesi hiç de kolay olmayan dağlarda onlarca askerimizi kaybetmekteydik.
Dağlara girebilmek için bize Tunus ordusunun envanterinde bulunmayan hafif
tanklardan temin etmesi talebiyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le görüştüm. “İçiniz
rahat olsun, en kısa zamanda size bu tankların yollanmasını sağlayacağım” dedi.
Ve tanklar birkaç hafta içinde geldi… Oysa bazı zengin Batı ülkeleri, 2012’den
beri talep ettiğimiz bazı helikopterlerin verilmesini kasıtlı olarak halen daha
geciktirmekte.
İstanbul ve Ankara’daki terör saldırıları yoğunlaşmaya başladığında kendi
kendime demiştim ki bu, harekât dairesinin daha evvel bize karşı uyguladığı
metodun aynısı ve Türkiye’nin tasfiyesi bu projenin en son aşaması olacaktır. Nitekim
Türkiye örneği var olmaya devam ettiği ve başarılarına başarı kattığı sürece
cazibesi ve dolayısıyla tehlikesi de artacaktır.
Harekât dairesi, -doğal ve mantıksal olarak- Türkiye’nin oluşturduğu bu büyük
umutların “odağı”nı tasfiye edene kadar rahata kavuşamayacaktır. Ancak gördüğümüz
gibi rüzgâr tersten esiyor. Türkiye’deki darbenin başarıya ulaşarak harekât
dairesinin projesini taçlandırması şöyle dursun, tam aksine, kalkışmanın
başarısızlığa uğramasıyla bu projede sonun başlangıcına gelindiği söylenebilir.
Birçoklarının idrak edemediği şey şu: Harekât dairesinin bu başarısızlığı,
bazılarının tahayyül ettiğinden çok daha derin ve çok daha tehlikeli ve bu, bölgede
“istikrarı” dayatmak için vekillere bel bağlayan harekât dairesindeki hâkim
güçlerin hesaplarını yeniden gözden geçirmelerini tetikleyebilir.
Libya, Yemen ve Suriye arasındaki ortak payda, her şeye rağmen halkların
direnişinin halen daha devam etmesi ve karşı-darbecilerin kanlı her türlü
girişiminin zamanı geriye döndürmekten aciz kalmasıdır.
Hâlihazırda Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile Tunus Cumhurbaşkanı Sibsi
arasındaki ortak payda derin başarısızlıklarıdır. Her iki ülkede de harekât dairesinin
ve yerel piyonlarının stratejisi, halk devrimleriyle gelen yeni yönetimlerin iş
yapmasını engelleyip onları başarısızlığa mahkum etmeye, ardından da bu
başarısızlıklarını kullanarak mümkünse seçimler yoluyla, mümkün değilse askeri
darbelerle iktidara geri dönmeye odaklıydı. Mesele şu ki kendinden evvelkilerin
başarısızlığını bahane ederek “vatanı acilen kurtarma” bahanesiyle başa geçen
Sisi ve Sibsi, çok çok daha büyük başarısızlıklara imza attı. Karşı-darbecilerin
iktidarıyla bu iki ülkede ne ekonomide bir hareketlenme yaşandı ne de terör olayları
ortadan kalktı; halkın şahit olduğu tek şey, isyan ettiği dışa bağımlılığın, yolsuzlukların,
artan fakirliğin, şiddetin ve istikrarsızlığın geri dönmesi oldu.
Harekât dairesinin sırf gelecek devrimlere hazırlık için devasa paralar
harcadığının ve ahmakça siyasetiyle, bir gün göğün başlarına yıkılabileceğinin
farkında bile olmayan güçlerle anlaşıp onlara vaatlerde bulunduğunun açığa
çıkması ne büyük bir maskaralık. Harekât dairesi, Türkiye’yi kolayca yutabilecek
bir güce sahip olduğuna inanıyordu; ama dişleri paramparça döküldü. Türkiye’deki
darbenin Mısır’daki darbeyle başlayan zaferleri taçlandıracağı vehmine kapıldı;
ama gidişat tersine dönerek, Türkiye’deki darbenin sadece birkaç saat içinde
başarısızlığa uğramasıyla birlikte hezimetin önü açıldı. Gün gelecek bu gidişat
tamamen bir hezimetle son bulacak ve Mısır’daki darbe seneler sürse de önünde
sonunda başarısızlığa uğrayacak.
Her halükarda tüm ülkelerdeki karşı-devrimci güçler için geri sayım
başladı. Zira karşı-darbeciler düzenledikleri askeri darbeler, terör saldırıları
ve sahte seçimler üzerinden heybelerinde her ne varsa ortaya döktüler. Arap
halklarına gelince, özellikle Türk halkının verdiği manevi moral motivasyondan
sonra, onların heybesinde hala daha harekât dairesinin ve yerli piyonlarının gücünün
yeteceğinden çok daha fazlası var. Şüphesiz her gecenin bir sabahı vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder