YENİ AMERİKAN BAŞKANI TEKTONİK HAREKETLİLİKLERLE YÜZLEŞECEK
Michael Hayden (Amerikan Hava Kuvvetlerinden
emekli general, CIA [2006-2009] ve Ulusal Güvenlik Ajansı NSA [1999-2005] eski
direktörü)
The Chipher Brief, 5.9.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Kısa süre evvel bana, “Herhangi bir başkan adayına veya seçilmiş başkana
bugünün dünyasında en çok neyden endişelenmesi gerektiğini söylerdin?” diye
soruldu. Bu soru insanın uykularını kaçıran türdendi.
Cevabı düşünürken aklıma gelenler, (muhtemelen CIA’deki görevim sırasındaki
operasyonel ortamı de yansıtacak şekilde) Kuzey Kore nükleer programının
kontrolden çıkması, İran’la nükleer anlaşmanın zayıflığı ve Tahran’ın
anlaşmadan bu yana dengesizce saldırganlığı, Vladimir Putin’ın kontrolsüz
maceracılığı, Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki tehdit edici kumdan kaleleri [Z.T.K.
Pekin’in inşa ettiği yapay adaları kastediyor olmalı] veyahut siber saldırı
veya terör saldırısı yakın tehdidi gibi güncel konulardı.
(…)
Birkaç ay evvel Baltimore’da Brookings Enstitüsü’nün ferasetli jeopolitik
uzmanlarından Robert Kagan’ı dinledim; bugünün kaotik dünyasını İkinci Dünya
Savaşı sonrasının Amerikan merkezli liberal, küresel düzeninin erimesinin bir
sonucu olarak değerlendirdi. Bu değerlendirmesi beni etkiledi. Endüstri
Çağı’nın zirvesinde, büyük dünya savaşlarının sonunda, 20. yüzyılın ortalarında
büyük ölçüde Amerikalıların eliyle şekillenen kurumlara dayalı olarak biz
yaklaşık 75 yıl boyunca görece barış, refah ve ilerleme içinde yaşadık.
Bretton Woods’taki anlaşmalar, ABD ve diğerlerinin kurallara dayalı bir
uluslararası sistem geliştirme taahhüdü ve Dünya Bankası, IMF ve BM gibi
kurumların inşası (mükemmel olmasa da) dikkate şayan başarılardı. Ancak küresel
yapının dayandığı sanayileşmiş, devlet temelli, birbiriyle daha az bağlantılı
olan bu dünya dramatik bir şekilde değişmiş durumda.
ABD’nin –çoğunlukla küresel menfaatleri, daha dar tanımlı milli
menfaatlerinin önüne geçirmesini gerektiren– kendine has özel rolünü hayata
geçirme taahhüdü de değişmekte. Dikkatle incelerseniz Donald Trump’ın “Önce
Amerika” sloganı ile Başkan Obama’nın küresel yükümlülükleri ve
harcamaları azaltma politikası (global retrenchment) arasındaki
şaşırtıcı tutarlılıkları görürsünüz. (…)
Kagan’ın önermesinden hareketle, bana öyle geliyor ki eriyen sadece İkinci
Dünya Savaşı sonrası düzen değil; biz hâlihazırda Birinci Dünya Savaşı sonrası
kurulan dünyanın, özellikle de devletler ve devlet sınırlarının da
parçalanmasına şahit oluyoruz. Avrupa zaten [1919] Versay Antlaşması’nın
bir ürünü olan Yugoslavya ve Çekoslavakya’nın dağılmasını [Doğu Bloku’nun
çöküşünün ardından] tecrübe etmişti. Aynı çağın dolaylı bir ürünü olan SSCB
de ortadan kalktı.
Bugüne gelirsek, aynı dönemde aynı aktörlerce oluşturulan Ortadoğu
devletleri de şu an parçalanmakta. Açıkça söylemek gerekirse, Irak ve Suriye
devletleri artık yok ve bir daha asla eskiden var olan –veya en azından var
olduğu iddia edilen– üniter ulus-devletlere dönülemeyecek.
Her ikisi de yıkıcı iç savaşlara maruz kaldı. Irak’ta belki de “Irak” adı
altında çarpışan tek organize askeri kuvvet, 4000 üniformalı Amerikalı. Diğer herkes
çok daha dar bir vizyonla çarpışıyor. Suriye’de “demokratlara karşı otokratlar”
formülasyonu içinde başlayan çatışma, hızla rezil bir Sünni-Alevi/Şii mezhep
çatışmasına dönüştü ve artık eski Suriye devleti sınırları veya yapısı içinde
bir uzlaşma ümidi neredeyse kalmadı.
İşleyen bir hükümeti olmayan Lübnan aynı eşikte sallantıda; Libya da
egemenlik yarışı içinde kabileciliğin tuzağına düştü. Her iki devletin de ismi
dışında hayatta kalma şansı yok.
Mesele, “Esed kötü adamdı, gitmeli” öncülüne karşı bir argüman geliştirmek
değil; Esed iktidarda kalsın veya kalmasın hiç fark etmez, bölgenin devlet
yapısı çökmüş durumda. Benzer şekilde bugünün acil sorusu olan Kürdistan’ın
geleceği, bundan böyle Bağdat’taki milli birlik hükümetiyle yeni bir petrol
anlaşması imzalamak suretiyle çözülemeyecek; zira Bağdat’taki yapı ne bir milli
ve birlik içinde ne de gerçek bir hükümet.
Eğer ki şu anda Bretton Woods ve Versay sistemleri eriyorsa, Avrupa’da Otuz
Yıl Savaşlarını sonlandıran ve birçok tarihçinin Batı’da modernitenin doğuşu
olarak andığı 1648 Vestfalya Antlaşması’nın da yavaş yavaş çözülmeye
başladığına şahit oluyoruz demektir.
Daha da açmak gerekirse, Vestfalya, Hristiyan dünyanın dini ve dünyevi
olanı büyük ölçüde birbirinden ayırmak suretiyle devletin zor gücünü teolojik
sorulardan ayrıştırdığı, ulus-devletler olarak kendini yeniden yapılandırma
kararı verdiği andır. Bu yaklaşım 17. yüzyıl Avrupa’sının aşkın inançtan çark
edip akıl, bilim ve deneye dönmesini sağladı.
Müteakip yüzyıllarda bütün bunları kendimize hatalarıyla, kusurlarıyla
tatbik etmiş olsak da Avrupa gücünün zirvesine ulaştığımızda bu geniş
kavramları [kusurlarına rağmen] dış dünyaya ihraç ettik. Hristiyan
dünyanın bu inanç, olgusal gerçeklik, güç/iktidar ve yönetişim gerilimlerine
kendi içinde ürettiği çözümü evrensel doğru olarak farz ettik.
Bu, en iyimser görüşle erken [bir faraziyey]di. Bugün tek tanrılı
diğer bir büyük din olan İslam, 17. yüzyılda Hristiyan dünyanın “hallettiği”
sorularla boğuşuyor; akıbet henüz daha net değil, mücadele de daha az zorlu
değil. Ortadoğu’daki kıyımdan tiksinerek yüzümüzü çevirsek de unutmamalıyız ki
Otuz Yıl Savaşları, tahminlere göre o dönemde Alman topraklarında yaşayan her
üç kişiden en az birinin ölümüyle sonuçlanmıştı. O dönemde [bugüne kıyasla]
tek eksik olan şey CNN, BBC, el-Cezire ve sosyal medyanın
grafiklere dökülmüş belgeleri.
Bugün Ortadoğu’da Vestfalya’nın kanlı canlı bir antiteziyle karşılaşıyoruz;
yani kendini bir Hilafet ve insanın değil Allah’ın iradesinin doğrudan bir
tecellisi olarak tanımlayan bir siyasi yapıyla yüz yüzeyiz. Bu yapıya göre
ulus-devletler, Yaratıcı ile yaratılanlar arasına insan yapımı bir kurumu koyduğundan
bizatihi birer küfür.
Tarih, bize bunun uzun bir mücadele olacağını gösteriyor; İslam’ın bizim
modernite dediğimiz şeyle ilişkisine karar vereceği bir mücadele... Bu demek
değil ki Batı’nın hava kuvvetleri önümüzdeki 30 yıl boyunca Ortadoğu’yu
bombalayıp durmak zorunda; (İslam Devleti’nin halifesi) Ebu Bekir el-Bağdadi’yi
öldürmekle veya başkenti Rakka’yı ele geçirmekle işlerin bir anda yoluna
gireceğini falan düşünmemeliyiz.
Avrupa’nın bizzat kendisi dahi bu temel değişimlerden muaf değil. Vladimir
Putin’in Kırım’ı, Ukrayna’nın doğusunu ve Gürcistan’ın bazı bölgelerini ele
geçirmesi gayet tehlikeli gelişmeler. Hesap hatası, tepki veya aşırı tepki
ihtimali her daim mevcut. 2014 Temmuz’unda Malezya Havayollarına ait bir uçağın
[Ukrayna semalarında] vurulması buna bir örnek.
Daha da önemlisi, Putin, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenin kurallara
dayalı bir uzlaşması olan “Avrupa sınırlarının kuvvet kullanarak
değiştirilemeyeceği” temel prensibine meydan okuyor. Yine Vestfalya’nın “ikamet
yerine dayalı vatandaşlık” kavramına da meydan okuyor: x bölgesinde ikamet
ediyorsanız x-li sinizdir! Putin bunu reddediyor veya en azından buna bir
ekleme yapıyor: Vatandaşlık, çocukken evinde konuştuğun annenin veya babanın
diliyle de tanımlanabilir. Böylelikle her nerede yaşarlarsa yaşasınlar Rusça
konuşanları savunma hakkı ve sorumluluğu olduğuna inanıyor (ve herhangi bir
dirençle karşılaşmadığından bu doğrultuda adımlar da atıyor). Bu, müsamahasız
bir Hilafet kadar istikrarsızlaştırıcı bir kavram.
Asya’da Çin, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenden belki de diğer herhangi
bir ülkeden çok daha fazla istifade etti. Çin iktisadi mucizesi Amerikan
düzeninin oluşturduğu küresel istikrar ortamına dayandı ve Çin’in
merkantilist iştahını besleyen de deniz yollarının güvenliğini sağlayan
Amerikan donanması oldu. Ama Çin, kendisini bu düzenin sahibi hissetmiyor ve
(kısmen haklı bir şekilde) bu düzenin yönetişiminde meşru bir söz hakkından
mahrum bırakıldığına inanıyor. Pekin, –sanal âlemde sınırsız endüstriyel
casusluk faaliyeti yürütmek veya Güney Çin Denizi’nde kurallara dayalı toprak
iddiaları tanımını reddetmek gibi– kendine has birtakım telafi çabalarına girerken,
hangi küresel sistem ortaya çıkarsa çıksın, dünyanın bu ikinci büyük ekonomisi
nasıl gerçek bir paydaş yapılabilir?
İşte Sayın Clinton veya Sayın Trump’ı taşıyacağım yer burası.
Zeminin kaymasına ve suyun bulanmasına yol açan ortada gerçek tektonik
hareketlenmeler var. Baştaki soruya dönersek, başkanlık koltuğuna
oturduklarında eğer bir gün karşılaşırsam onlara ısrarla şunu tavsiye ederim: Günlük
çalkantılara veya dalgalara saplanıp kalarak bu tektonik hareketlenmeleri sakın
gözden kaçırmayın.
(…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder