25 Eylül 2016 Pazar

M.HAYDEN: YENİ AMERİKAN BAŞKANI TEKTONİK HAREKETLİLİKLERLE YÜZLEŞECEK




YENİ AMERİKAN BAŞKANI TEKTONİK HAREKETLİLİKLERLE YÜZLEŞECEK
Michael Hayden (Amerikan Hava Kuvvetlerinden emekli general, CIA [2006-2009] ve Ulusal Güvenlik Ajansı NSA [1999-2005] eski direktörü)
The Chipher Brief, 5.9.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Kısa süre evvel bana, “Herhangi bir başkan adayına veya seçilmiş başkana bugünün dünyasında en çok neyden endişelenmesi gerektiğini söylerdin?” diye soruldu. Bu soru insanın uykularını kaçıran türdendi.
Cevabı düşünürken aklıma gelenler, (muhtemelen CIA’deki görevim sırasındaki operasyonel ortamı de yansıtacak şekilde) Kuzey Kore nükleer programının kontrolden çıkması, İran’la nükleer anlaşmanın zayıflığı ve Tahran’ın anlaşmadan bu yana dengesizce saldırganlığı, Vladimir Putin’ın kontrolsüz maceracılığı, Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki tehdit edici kumdan kaleleri [Z.T.K. Pekin’in inşa ettiği yapay adaları kastediyor olmalı] veyahut siber saldırı veya terör saldırısı yakın tehdidi gibi güncel konulardı.
(…)
Birkaç ay evvel Baltimore’da Brookings Enstitüsü’nün ferasetli jeopolitik uzmanlarından Robert Kagan’ı dinledim; bugünün kaotik dünyasını İkinci Dünya Savaşı sonrasının Amerikan merkezli liberal, küresel düzeninin erimesinin bir sonucu olarak değerlendirdi. Bu değerlendirmesi beni etkiledi. Endüstri Çağı’nın zirvesinde, büyük dünya savaşlarının sonunda, 20. yüzyılın ortalarında büyük ölçüde Amerikalıların eliyle şekillenen kurumlara dayalı olarak biz yaklaşık 75 yıl boyunca görece barış, refah ve ilerleme içinde yaşadık.
Bretton Woods’taki anlaşmalar, ABD ve diğerlerinin kurallara dayalı bir uluslararası sistem geliştirme taahhüdü ve Dünya Bankası, IMF ve BM gibi kurumların inşası (mükemmel olmasa da) dikkate şayan başarılardı. Ancak küresel yapının dayandığı sanayileşmiş, devlet temelli, birbiriyle daha az bağlantılı olan bu dünya dramatik bir şekilde değişmiş durumda.
ABD’nin –çoğunlukla küresel menfaatleri, daha dar tanımlı milli menfaatlerinin önüne geçirmesini gerektiren– kendine has özel rolünü hayata geçirme taahhüdü de değişmekte. Dikkatle incelerseniz Donald Trump’ın “Önce Amerika” sloganı ile Başkan Obama’nın küresel yükümlülükleri ve harcamaları azaltma politikası (global retrenchment) arasındaki şaşırtıcı tutarlılıkları görürsünüz. (…)
Kagan’ın önermesinden hareketle, bana öyle geliyor ki eriyen sadece İkinci Dünya Savaşı sonrası düzen değil; biz hâlihazırda Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünyanın, özellikle de devletler ve devlet sınırlarının da parçalanmasına şahit oluyoruz. Avrupa zaten [1919] Versay Antlaşması’nın bir ürünü olan Yugoslavya ve Çekoslavakya’nın dağılmasını [Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından] tecrübe etmişti. Aynı çağın dolaylı bir ürünü olan SSCB de ortadan kalktı.
Bugüne gelirsek, aynı dönemde aynı aktörlerce oluşturulan Ortadoğu devletleri de şu an parçalanmakta. Açıkça söylemek gerekirse, Irak ve Suriye devletleri artık yok ve bir daha asla eskiden var olan –veya en azından var olduğu iddia edilen– üniter ulus-devletlere dönülemeyecek.
Her ikisi de yıkıcı iç savaşlara maruz kaldı. Irak’ta belki de “Irak” adı altında çarpışan tek organize askeri kuvvet, 4000 üniformalı Amerikalı. Diğer herkes çok daha dar bir vizyonla çarpışıyor. Suriye’de “demokratlara karşı otokratlar” formülasyonu içinde başlayan çatışma, hızla rezil bir Sünni-Alevi/Şii mezhep çatışmasına dönüştü ve artık eski Suriye devleti sınırları veya yapısı içinde bir uzlaşma ümidi neredeyse kalmadı.
İşleyen bir hükümeti olmayan Lübnan aynı eşikte sallantıda; Libya da egemenlik yarışı içinde kabileciliğin tuzağına düştü. Her iki devletin de ismi dışında hayatta kalma şansı yok.
Mesele, “Esed kötü adamdı, gitmeli” öncülüne karşı bir argüman geliştirmek değil; Esed iktidarda kalsın veya kalmasın hiç fark etmez, bölgenin devlet yapısı çökmüş durumda. Benzer şekilde bugünün acil sorusu olan Kürdistan’ın geleceği, bundan böyle Bağdat’taki milli birlik hükümetiyle yeni bir petrol anlaşması imzalamak suretiyle çözülemeyecek; zira Bağdat’taki yapı ne bir milli ve birlik içinde ne de gerçek bir hükümet.
Eğer ki şu anda Bretton Woods ve Versay sistemleri eriyorsa, Avrupa’da Otuz Yıl Savaşlarını sonlandıran ve birçok tarihçinin Batı’da modernitenin doğuşu olarak andığı 1648 Vestfalya Antlaşması’nın da yavaş yavaş çözülmeye başladığına şahit oluyoruz demektir.
Daha da açmak gerekirse, Vestfalya, Hristiyan dünyanın dini ve dünyevi olanı büyük ölçüde birbirinden ayırmak suretiyle devletin zor gücünü teolojik sorulardan ayrıştırdığı, ulus-devletler olarak kendini yeniden yapılandırma kararı verdiği andır. Bu yaklaşım 17. yüzyıl Avrupa’sının aşkın inançtan çark edip akıl, bilim ve deneye dönmesini sağladı.
Müteakip yüzyıllarda bütün bunları kendimize hatalarıyla, kusurlarıyla tatbik etmiş olsak da Avrupa gücünün zirvesine ulaştığımızda bu geniş kavramları [kusurlarına rağmen] dış dünyaya ihraç ettik. Hristiyan dünyanın bu inanç, olgusal gerçeklik, güç/iktidar ve yönetişim gerilimlerine kendi içinde ürettiği çözümü evrensel doğru olarak farz ettik.
Bu, en iyimser görüşle erken [bir faraziyey]di. Bugün tek tanrılı diğer bir büyük din olan İslam, 17. yüzyılda Hristiyan dünyanın “hallettiği” sorularla boğuşuyor; akıbet henüz daha net değil, mücadele de daha az zorlu değil. Ortadoğu’daki kıyımdan tiksinerek yüzümüzü çevirsek de unutmamalıyız ki Otuz Yıl Savaşları, tahminlere göre o dönemde Alman topraklarında yaşayan her üç kişiden en az birinin ölümüyle sonuçlanmıştı. O dönemde [bugüne kıyasla] tek eksik olan şey CNN, BBC, el-Cezire ve sosyal medyanın grafiklere dökülmüş belgeleri.
Bugün Ortadoğu’da Vestfalya’nın kanlı canlı bir antiteziyle karşılaşıyoruz; yani kendini bir Hilafet ve insanın değil Allah’ın iradesinin doğrudan bir tecellisi olarak tanımlayan bir siyasi yapıyla yüz yüzeyiz. Bu yapıya göre ulus-devletler, Yaratıcı ile yaratılanlar arasına insan yapımı bir kurumu koyduğundan bizatihi birer küfür.
Tarih, bize bunun uzun bir mücadele olacağını gösteriyor; İslam’ın bizim modernite dediğimiz şeyle ilişkisine karar vereceği bir mücadele... Bu demek değil ki Batı’nın hava kuvvetleri önümüzdeki 30 yıl boyunca Ortadoğu’yu bombalayıp durmak zorunda; (İslam Devleti’nin halifesi) Ebu Bekir el-Bağdadi’yi öldürmekle veya başkenti Rakka’yı ele geçirmekle işlerin bir anda yoluna gireceğini falan düşünmemeliyiz.
Avrupa’nın bizzat kendisi dahi bu temel değişimlerden muaf değil. Vladimir Putin’in Kırım’ı, Ukrayna’nın doğusunu ve Gürcistan’ın bazı bölgelerini ele geçirmesi gayet tehlikeli gelişmeler. Hesap hatası, tepki veya aşırı tepki ihtimali her daim mevcut. 2014 Temmuz’unda Malezya Havayollarına ait bir uçağın [Ukrayna semalarında] vurulması buna bir örnek.
Daha da önemlisi, Putin, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenin kurallara dayalı bir uzlaşması olan “Avrupa sınırlarının kuvvet kullanarak değiştirilemeyeceği” temel prensibine meydan okuyor. Yine Vestfalya’nın “ikamet yerine dayalı vatandaşlık” kavramına da meydan okuyor: x bölgesinde ikamet ediyorsanız x-li sinizdir! Putin bunu reddediyor veya en azından buna bir ekleme yapıyor: Vatandaşlık, çocukken evinde konuştuğun annenin veya babanın diliyle de tanımlanabilir. Böylelikle her nerede yaşarlarsa yaşasınlar Rusça konuşanları savunma hakkı ve sorumluluğu olduğuna inanıyor (ve herhangi bir dirençle karşılaşmadığından bu doğrultuda adımlar da atıyor). Bu, müsamahasız bir Hilafet kadar istikrarsızlaştırıcı bir kavram.
Asya’da Çin, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenden belki de diğer herhangi bir ülkeden çok daha fazla istifade etti. Çin iktisadi mucizesi Amerikan düzeninin oluşturduğu küresel istikrar ortamına dayandı ve Çin’in merkantilist iştahını besleyen de deniz yollarının güvenliğini sağlayan Amerikan donanması oldu. Ama Çin, kendisini bu düzenin sahibi hissetmiyor ve (kısmen haklı bir şekilde) bu düzenin yönetişiminde meşru bir söz hakkından mahrum bırakıldığına inanıyor. Pekin, –sanal âlemde sınırsız endüstriyel casusluk faaliyeti yürütmek veya Güney Çin Denizi’nde kurallara dayalı toprak iddiaları tanımını reddetmek gibi– kendine has birtakım telafi çabalarına girerken, hangi küresel sistem ortaya çıkarsa çıksın, dünyanın bu ikinci büyük ekonomisi nasıl gerçek bir paydaş yapılabilir?
İşte Sayın Clinton veya Sayın Trump’ı taşıyacağım yer burası.
Zeminin kaymasına ve suyun bulanmasına yol açan ortada gerçek tektonik hareketlenmeler var. Baştaki soruya dönersek, başkanlık koltuğuna oturduklarında eğer bir gün karşılaşırsam onlara ısrarla şunu tavsiye ederim: Günlük çalkantılara veya dalgalara saplanıp kalarak bu tektonik hareketlenmeleri sakın gözden kaçırmayın.

(…)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder