Richard Falk (Princeton
Üniversitesi Uluslararası Hukuk profesörü)
21st
Century Global Dynamics, 18.5.2017, Cilt 10,
Sayı 33
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Ahmet Davutoğlu, Global-e’de yayınlanan 30 Mart 2017 tarihli makalesinde,
mevcut küresel gidişat ve bunun müstakbel dünya düzenine etkisi konusunda etkileyici
ve kapsayıcı bir değerlendirmede bulunmuş. Davutoğlu’nun analizini
diğerlerinden ayıran [en önemli özellik], mevcut yaygın yönetim krizinin
doğurduğu felaketvari tehlikelerin, ancak ve ancak daha derin yapısal
nedenlerden ve küresel düzeyde siyasi liderliğin tarihi başarısızlıklarından
kaynaklandığı idrak edilebilirse eğer, kalıcı bir şekilde üstesinden
gelinebileceği noktasındaki ısrarı. Hem etkili hem de meşru bir Soğuk Savaş
sonrası küresel yönetişim [sistemi] kurulmasında ABD’nin hakimane bir liderlik
göstermekteki isteksizliğine özellikle dikkat çekiyor.
Davutoğlu, birkaç sene evvel Henry Kissinger’ın hüzünle sorduğu “Acaba şu
anda biz herhangi bir düzenin dizginleri altında olmayan güçlerin geleceği
belirleyeceği bir dönemle mi karşı karşıyayız?” yakınmasını bazı bakımlardan
tekrarlıyor. Bu yakınmaya Kissinger’ın derinlerde yatan şu endişesi eşlik
ediyor: “Bizim çağımız ısrarla, zaman zaman da neredeyse çaresizce, bir dünya
düzeni kavramının peşinde/arayışında.” (Henry Kissinger, World Order. New
York: Penguin, 2014, s.2) Beklendiği üzere Kissinger, [bu sözleriyle] İkinci Dünya Savaşı
sonrası ABD’nin kurulmasına öncülük ettiği liberal dünya düzenine özlemle dolu
inancını ifade ediyor. Kissinger bu düzeni idealleştirirken öyle bir dil
kullanıyor ki Küresel Güney’de hiç kimse bunu katıla katıla gülmeden okuyamaz. Bu
sözümona altın çağ, “bir Amerikan uzlaşması”nın, yani “ortak kurallara ve
normlara riayet eden, liberal iktisadi sistemi kucaklayan, fetih yoluyla toprak
kazanımından tövbe eden, milli egemenliğe saygı duyan ve katılımcı ve
demokratik yönetim sistemlerini benimseyen işbirliğine dayalı devletler
düzeninin önlenemez şekilde genişlemesi”nin bir yansımasıydı.” (Kissinger, s.1)
Kissinger’ın geri dönüp baktığı, öncelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası
ortaya çıkan hayırhah/iyicil dünya düzeni olsa da, –yüzyıllarca devlet
egemenliğini sömürgeci yönetimle iç içe geçiren Avrupa merkezli sisteme
meşruiyet ve etkinlik kazandıran– 17. yüzyıl Vestfalya çerçevesine de özlem
duyuyor. Şu an bozulanı düzeltmek için teklif edebildiği en iyi şey, “günümüz
realitelerine uygun şekilde Vestfalya sisteminin modernize edilmesi.” Bununla
kastı, esas olarak Çin’in yükselişi ve küresel ortamın Batılılaşmadan
arındırılması – ki bu da otoriter ve liberal demokratik yönetim şekilleri
arasında karşılıklı yarar sağlayan ticaret ve güvenlik düzenlemelerinin
yanısıra yönetişim ve işbirliği noktasında Batılı olmayan değerlerle bağdaşma şeklinde
bir yeniden yapılanmayı gerektiriyor.
Kissinger ve Davutoğlu kıyaslamasını ilgi çekici kılan, örtüşen
endişelerinden ziyade, [çözüm için ortaya attıkları] alternatif hedeflerle
ne kastettikleri. Sert ve yumuşak gücün ayrıştığı ve özellikle Doğu’ya doğru
kaydığı postkolonyal dönemde yazan Kissinger, meydan okumayı, –bilhassa Çin’in
yükselişine odaklanarak– medeniyetlerarası uyum/bağdaşma ve karşılıklı saygı
süreciyle devlet merkezli dünya düzenini reformdan geçirme olarak görüyor.
Aksine, Davutoğlu mevcut krizi, sistemi –meşruiyet algısını ve işlevselliğini,
yani bu tarihsel anın en büyük meydan okumalarına çözümler sunma kapasitesini iyice
azaltır şekilde– sarsan dört “deprem” dizisine karşı [verilen] yetersiz
küresel tepkilerin bir sonucu olarak görüyor. Art arda gelen bu depremler (yani
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, 11 Eylül saldırıları, 2008’de başlayan mali altüst
oluş ve 2011 Arap isyanları), Davutoğlu’nun “kısa vadecilik ve konjonktürel
siyaset” diye küçümsediği cevaplara kapı araladı; yani [bu depremlerin]
kökenindeki aslî sebeplere odaklanmakta başarısız olan ve böylelikle gelecekte
krizlerin tekrarlanmasını önleyecek şekilde problemlerin üzerine eğilmeyen “hızlı
çözümler/tamirler” peşinde koşuldu. İşte küresel liderliğin tekerrür eden bu başarısızlığı,
Davutoğlu’nun “aşırıcılığın yükselişi” olarak nitelediği mevcut rahatsızlığa, yani
bir ucunda IŞİD gibi devlet dışı aktörlerin diğer ucunda Brexit ve Trump gibi
devletçi sonuçlar doğuran popülist dalganın bulunduğu bir siyasi yelpazeye yol
açtı.
Davutoğlu, eleştirilerini açıklığa kavuşturmak için üç tür umut kırıcı eğilimi
ele alıyor: (i) ABD’nin daha evvel kurup idare ettiği liberal dünya düzenini geri
çekilerek kendi haline bırakması; (ii) Batı’nın cesaretlendirmekten sakındığı
ve bazı örneklerde kendi demokratik değerlerine aykırı hareket ettiği Arap
Baharı sürecinde görüldüğü gibi, otoriterlik karşıtı milli isyanlara karşı umut
kırıcı tepkileri; (iii) daha da önemlisi, iktisadi ve siyasi alanda var olan
uluslararası kurumları, özellikle de –son 70 yılda küresel görünümdeki köklü
değişimler nazar-ı dikkate alınmadan etkili bir şekilde işlemesi mümkün olmayan–
BM’yi reformdan geçirme konusundaki uzlaşmazlık.
Davutoğlu ile Kissinger arasında bir kıyaslama yapmak aydınlatıcı olur.
Kissinger’ın en temel meydan okuma olarak gördüğü şey, –hâkim devletlerin gücünün
dengelendiği ve karşılıklı çıkarlarına hizmet ettiği takdirde en düzgün şekilde
işleyecek– devlet merkezli bir dünya düzenine nezaret eden, [birbirlerini
olduğu gibi kabullenip işlerine karışmadıkları] “yaşa ve bırak yaşasın” tarzı
bir jeopolitik denklemde ABD ve Çin’i üstün kılmak suretiyle atlatabilecek bir
kriz. Adalet, insan hakları, BM, iklim değişikliği ve nükleer silahların yasaklanması
konularında ise tek bir kelime dahi etmiyor. Aslında Kissinger, geleceği, başarının
güç oyunlarıyla ölçüldüğü, insan haklarının ve uluslararası hukukun ise devlet
idaresinde önemsiz dikkat dağıtıcılar muamelesi gördüğü normatif bir çölde
tehlikeli bir yolculuk olarak görüyor. Donald Trump’ın Comey krizinin ortasında
tutup da Kissinger’ı Beyaz Saray’da misafir etmesi veyahut Kissinger’ın
içeriden patlamakta olan başkanlığın meydan okunan meşruiyetine destek çıkmak üzere
Oval Ofis’te [Trump’la] bir fotoğraf vermesi çok da büyük bir sürpriz değil.
Dış politika bilgisi benim 10 yaşındaki torunumdan bile daha az olan Trump,
ziyareti “bir şeref” olarak niteledi.
Davutoğlu’nun bakış açısı ise, küresel duruma ilişkin eşit derecede
karamsar bir teşhis koysa da, çok daha cazip bir çözüm üretiyor. Korkuları ve
ümitleri, “normatif realizm” veya “etik pragmatizm” olarak tanımlanabilecek bir
yaklaşım etrafında şekilleniyor. Davutoğlu, insanlığın yüzleştiği meydan
okumaları mevcut uluslararası yapılar ışığında analiz ediyor. Ve bu yapıların
mevcut realitelere uyarlanmasını savunuyor; ancak [sözkonusu yapıların]
insani ve demokratikleştirici potansiyellerini hayata geçirmeye dönük güçlü bir
normatif etkiyle birlikte... ABD’nin, bilhassa bir normatif lider ve problem
çözücü olarak, ağırlığı nispetince yeniden rol oynamaya başlayacağı
beklentisinde. Bu nedenle Trump’ın kulak tırmalayıcı “Amerika öncelik”
sloganının yansıra yeryüzünün başka yerlerinde aşırı milliyetçi otokratların
yükselişine yol açan sağ popülizmi son derece esefle karşılıyor.
Son 15 yıldır Türkiye’deki önde gelen siyasilerden olan Davutoğlu, uluslararası
kurumlarda ve süreçlerde temsil edilebilirliği çok daha düzgün bir şekilde
sağlayan küresel reformlar aracılığıyla, gelişmekte olan ekonomilerin ve
devletlerin kaynaşması için çaba sarf eden bir enternasyonalist. Dışişleri
Bakanlığı dönemindeki şahsi başarılarından hiçbirisi, –ona göre ülkesinin
dünyadaki statüsünün en yüksek seviyede onaylanması anlamına gelen– Türkiye’nin
BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesi kadar onu memnun etmemiş.
Davutoğlu için asıl önemli olan şey, devlet davranışının meşruluğunun –BM’de
temsil edilen milletler topluluğunun ortak onayıyla ifadesini bulan– bir
şekilde tasdiki. Kissinger[ın perspektifi] güce dayalı iken, Davutoğlu[nunki]
ise insan, değer ve toplum odaklı. Bu bağlamda Davutoğlu’nun dünya görüşü, –bilhassa
insan onuru, adalet ve insan haklarıyla bağlantılı hayatî evrenselci boyutlarla
takviye edilmiş farklı medeniyetsel kurguları/yapıları kabul eden– normatif
çoğulculuk istikametinde.
Her ne kadar Davutoğlu’nun teşhislerini ve genel reçetelerini paylaşsam da farklı
düşündüğüm konulara sadece birer vurgu yapacağım. Bana göre dünya düzeni
krizinin karakteristik özelliklerinden biri, en başta iklim değişikliği ve
ayrıca nükleer silahların varlığı ve yavaş yavaş yayılması olmak üzere küresel
ölçekli meydan okumalara çözüm üretmekteki yetersizliği. Vestfalyan dünya
düzeni yaklaşımı, temelde jeopolitik ve devlet merkezli güçlerin karşılıklı
etkileşimine dayanmakta olup, son birkaç on yıla kadar parçadan (devlet,
imparatorluk, bölge, medeniyet) ayrı olarak bütünün (canlı türü veya
dünya) refahını ve belki de bekasını tehlikeye atan tehditlerle hiç yüzleşmemişti.
ABD, nükleer silahları ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, bu silahların
yayılmasını asgariye indirmeyi hedefleyen bir rejim üzerinde kontrol kuruyor. Bu
da temel tehdidin nükleer silaha sahip olanlardan ziyade henüz nükleer silah
elde edememiş ülkelerden kaynaklandığı varsayımına dayanıyor. Bu tür bir
düzenleme tehlikeli olup insan topluluğunu tam kalbinden bölen bir kırılma
yaratıyor. Bu kırılma, tam da ortak meydan okumaların üzerine etkin ve dosdoğru
şekilde gidilebilmesi için, insanoğlunun birliğine daha fazla güvenmeye acilen
ihtiyaç duyulduğu bir dönemde vuku buluyor.
Aslında ben, Davutoğlu’nun normatif/kurallara dayalı vizyonunun mevcut
krizin altında yatan şu temel sebebe doğrudan eğilmediğini iddia ediyorum:
milli menfaatlerin yanısıra gerek insanoğlunun çıkarlarına gerekse
küresel çıkarlara önayak olacak kurumsal mekanizmaların ve siyasi iradenin bulunmayışı.
Mevcut düzenlemeler ve yaklaşımlar göz önüne alındığında, küresel meydan
okumalara, jeopolitik liderlik tarafından veyahut milli menfaatlerin yığışmasıyla
yeterince cevap üretilmiyor. 2015 Paris İklim Değişikliği Anlaşması,
çok-taraflılığın sınırlarını kahramanca esneten/zorlayan bir çabayı temsil
ediyor; ancak [anlaşma maddelerinde getirilen düzenlemeler,] bilimsel
mutabakatın bizi uyardığı üzere, küresel ısınmanın aşırı derecede zararlı
düzeyinden korunmak için elzem olanın hala daha tehlikeli şekilde altında
kalarak beklentileri karşılayamadı. Benzer şekilde, Kuzey Kore Krizi’ne karşı üretilen
öfkeli ama anlamsız cevaplar, nükleer silahlar politikasında jeopolitik
yaklaşımın ne denli tehlikeli bir şekilde işlevsiz kaldığı konusunda bir uyarı
zili olmalı.
Sonuçta ben Davutoğlu’nun, [mevcut] “uluslararası düzen”in değişmesi
(Kissinger modeli), ama bunun (Davutoğlu tarafından “kural ve değer esaslı, çok taraflı,
karşılıklı mutabakata dayalı, adil ve kapsayıcı bir küresel yönetişim”
olarak ayrıntılandırılan) “küresel yönetişim”le yer değiştirmesi çağrısını
paylaşıyorum. Davos’taki 2017 Dünya Ekonomik Forumu’unda konuşan Çin Devlet
Başkanı Xi Jinping’in de benzer görüşler serdetmesi belki de ümit verici bir
işaret.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder