22 Kasım 2017 Çarşamba

R.FALK: DAVUTOĞLU’NUN MAKALESİNE BİR DEĞERLENDİRME




Richard Falk (Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk profesörü)
21st Century Global Dynamics, 18.5.2017, Cilt 10, Sayı 33

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Ahmet Davutoğlu, Global-e’de yayınlanan 30 Mart 2017 tarihli makalesinde, mevcut küresel gidişat ve bunun müstakbel dünya düzenine etkisi konusunda etkileyici ve kapsayıcı bir değerlendirmede bulunmuş. Davutoğlu’nun analizini diğerlerinden ayıran [en önemli özellik], mevcut yaygın yönetim krizinin doğurduğu felaketvari tehlikelerin, ancak ve ancak daha derin yapısal nedenlerden ve küresel düzeyde siyasi liderliğin tarihi başarısızlıklarından kaynaklandığı idrak edilebilirse eğer, kalıcı bir şekilde üstesinden gelinebileceği noktasındaki ısrarı. Hem etkili hem de meşru bir Soğuk Savaş sonrası küresel yönetişim [sistemi] kurulmasında ABD’nin hakimane bir liderlik göstermekteki isteksizliğine özellikle dikkat çekiyor.
Davutoğlu, birkaç sene evvel Henry Kissinger’ın hüzünle sorduğu “Acaba şu anda biz herhangi bir düzenin dizginleri altında olmayan güçlerin geleceği belirleyeceği bir dönemle mi karşı karşıyayız?” yakınmasını bazı bakımlardan tekrarlıyor. Bu yakınmaya Kissinger’ın derinlerde yatan şu endişesi eşlik ediyor: “Bizim çağımız ısrarla, zaman zaman da neredeyse çaresizce, bir dünya düzeni kavramının peşinde/arayışında.” (Henry Kissinger, World Order. New York: Penguin, 2014, s.2) Beklendiği üzere Kissinger, [bu sözleriyle] İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin kurulmasına öncülük ettiği liberal dünya düzenine özlemle dolu inancını ifade ediyor. Kissinger bu düzeni idealleştirirken öyle bir dil kullanıyor ki Küresel Güney’de hiç kimse bunu katıla katıla gülmeden okuyamaz. Bu sözümona altın çağ, “bir Amerikan uzlaşması”nın, yani “ortak kurallara ve normlara riayet eden, liberal iktisadi sistemi kucaklayan, fetih yoluyla toprak kazanımından tövbe eden, milli egemenliğe saygı duyan ve katılımcı ve demokratik yönetim sistemlerini benimseyen işbirliğine dayalı devletler düzeninin önlenemez şekilde genişlemesi”nin bir yansımasıydı.” (Kissinger, s.1)
Kissinger’ın geri dönüp baktığı, öncelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan hayırhah/iyicil dünya düzeni olsa da, –yüzyıllarca devlet egemenliğini sömürgeci yönetimle iç içe geçiren Avrupa merkezli sisteme meşruiyet ve etkinlik kazandıran– 17. yüzyıl Vestfalya çerçevesine de özlem duyuyor. Şu an bozulanı düzeltmek için teklif edebildiği en iyi şey, “günümüz realitelerine uygun şekilde Vestfalya sisteminin modernize edilmesi.” Bununla kastı, esas olarak Çin’in yükselişi ve küresel ortamın Batılılaşmadan arındırılması – ki bu da otoriter ve liberal demokratik yönetim şekilleri arasında karşılıklı yarar sağlayan ticaret ve güvenlik düzenlemelerinin yanısıra yönetişim ve işbirliği noktasında Batılı olmayan değerlerle bağdaşma şeklinde bir yeniden yapılanmayı gerektiriyor.
Kissinger ve Davutoğlu kıyaslamasını ilgi çekici kılan, örtüşen endişelerinden ziyade, [çözüm için ortaya attıkları] alternatif hedeflerle ne kastettikleri. Sert ve yumuşak gücün ayrıştığı ve özellikle Doğu’ya doğru kaydığı postkolonyal dönemde yazan Kissinger, meydan okumayı, –bilhassa Çin’in yükselişine odaklanarak– medeniyetlerarası uyum/bağdaşma ve karşılıklı saygı süreciyle devlet merkezli dünya düzenini reformdan geçirme olarak görüyor.
Aksine, Davutoğlu mevcut krizi, sistemi –meşruiyet algısını ve işlevselliğini, yani bu tarihsel anın en büyük meydan okumalarına çözümler sunma kapasitesini iyice azaltır şekilde– sarsan dört “deprem” dizisine karşı [verilen] yetersiz küresel tepkilerin bir sonucu olarak görüyor. Art arda gelen bu depremler (yani Soğuk Savaş’ın sona ermesi, 11 Eylül saldırıları, 2008’de başlayan mali altüst oluş ve 2011 Arap isyanları), Davutoğlu’nun “kısa vadecilik ve konjonktürel siyaset” diye küçümsediği cevaplara kapı araladı; yani [bu depremlerin] kökenindeki aslî sebeplere odaklanmakta başarısız olan ve böylelikle gelecekte krizlerin tekrarlanmasını önleyecek şekilde problemlerin üzerine eğilmeyen “hızlı çözümler/tamirler” peşinde koşuldu. İşte küresel liderliğin tekerrür eden bu başarısızlığı, Davutoğlu’nun “aşırıcılığın yükselişi” olarak nitelediği mevcut rahatsızlığa, yani bir ucunda IŞİD gibi devlet dışı aktörlerin diğer ucunda Brexit ve Trump gibi devletçi sonuçlar doğuran popülist dalganın bulunduğu bir siyasi yelpazeye yol açtı.
Davutoğlu, eleştirilerini açıklığa kavuşturmak için üç tür umut kırıcı eğilimi ele alıyor: (i) ABD’nin daha evvel kurup idare ettiği liberal dünya düzenini geri çekilerek kendi haline bırakması; (ii) Batı’nın cesaretlendirmekten sakındığı ve bazı örneklerde kendi demokratik değerlerine aykırı hareket ettiği Arap Baharı sürecinde görüldüğü gibi, otoriterlik karşıtı milli isyanlara karşı umut kırıcı tepkileri; (iii) daha da önemlisi, iktisadi ve siyasi alanda var olan uluslararası kurumları, özellikle de –son 70 yılda küresel görünümdeki köklü değişimler nazar-ı dikkate alınmadan etkili bir şekilde işlemesi mümkün olmayan– BM’yi reformdan geçirme konusundaki uzlaşmazlık. 
Davutoğlu ile Kissinger arasında bir kıyaslama yapmak aydınlatıcı olur. Kissinger’ın en temel meydan okuma olarak gördüğü şey, –hâkim devletlerin gücünün dengelendiği ve karşılıklı çıkarlarına hizmet ettiği takdirde en düzgün şekilde işleyecek– devlet merkezli bir dünya düzenine nezaret eden, [birbirlerini olduğu gibi kabullenip işlerine karışmadıkları] “yaşa ve bırak yaşasın” tarzı bir jeopolitik denklemde ABD ve Çin’i üstün kılmak suretiyle atlatabilecek bir kriz. Adalet, insan hakları, BM, iklim değişikliği ve nükleer silahların yasaklanması konularında ise tek bir kelime dahi etmiyor. Aslında Kissinger, geleceği, başarının güç oyunlarıyla ölçüldüğü, insan haklarının ve uluslararası hukukun ise devlet idaresinde önemsiz dikkat dağıtıcılar muamelesi gördüğü normatif bir çölde tehlikeli bir yolculuk olarak görüyor. Donald Trump’ın Comey krizinin ortasında tutup da Kissinger’ı Beyaz Saray’da misafir etmesi veyahut Kissinger’ın içeriden patlamakta olan başkanlığın meydan okunan meşruiyetine destek çıkmak üzere Oval Ofis’te [Trump’la] bir fotoğraf vermesi çok da büyük bir sürpriz değil. Dış politika bilgisi benim 10 yaşındaki torunumdan bile daha az olan Trump, ziyareti “bir şeref” olarak niteledi.
Davutoğlu’nun bakış açısı ise, küresel duruma ilişkin eşit derecede karamsar bir teşhis koysa da, çok daha cazip bir çözüm üretiyor. Korkuları ve ümitleri, “normatif realizm” veya “etik pragmatizm” olarak tanımlanabilecek bir yaklaşım etrafında şekilleniyor. Davutoğlu, insanlığın yüzleştiği meydan okumaları mevcut uluslararası yapılar ışığında analiz ediyor. Ve bu yapıların mevcut realitelere uyarlanmasını savunuyor; ancak [sözkonusu yapıların] insani ve demokratikleştirici potansiyellerini hayata geçirmeye dönük güçlü bir normatif etkiyle birlikte... ABD’nin, bilhassa bir normatif lider ve problem çözücü olarak, ağırlığı nispetince yeniden rol oynamaya başlayacağı beklentisinde. Bu nedenle Trump’ın kulak tırmalayıcı “Amerika öncelik” sloganının yansıra yeryüzünün başka yerlerinde aşırı milliyetçi otokratların yükselişine yol açan sağ popülizmi son derece esefle karşılıyor.
Son 15 yıldır Türkiye’deki önde gelen siyasilerden olan Davutoğlu, uluslararası kurumlarda ve süreçlerde temsil edilebilirliği çok daha düzgün bir şekilde sağlayan küresel reformlar aracılığıyla, gelişmekte olan ekonomilerin ve devletlerin kaynaşması için çaba sarf eden bir enternasyonalist. Dışişleri Bakanlığı dönemindeki şahsi başarılarından hiçbirisi, –ona göre ülkesinin dünyadaki statüsünün en yüksek seviyede onaylanması anlamına gelen– Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesi kadar onu memnun etmemiş. Davutoğlu için asıl önemli olan şey, devlet davranışının meşruluğunun –BM’de temsil edilen milletler topluluğunun ortak onayıyla ifadesini bulan– bir şekilde tasdiki. Kissinger[ın perspektifi] güce dayalı iken, Davutoğlu[nunki] ise insan, değer ve toplum odaklı. Bu bağlamda Davutoğlu’nun dünya görüşü, –bilhassa insan onuru, adalet ve insan haklarıyla bağlantılı hayatî evrenselci boyutlarla takviye edilmiş farklı medeniyetsel kurguları/yapıları kabul eden– normatif çoğulculuk istikametinde.
Her ne kadar Davutoğlu’nun teşhislerini ve genel reçetelerini paylaşsam da farklı düşündüğüm konulara sadece birer vurgu yapacağım. Bana göre dünya düzeni krizinin karakteristik özelliklerinden biri, en başta iklim değişikliği ve ayrıca nükleer silahların varlığı ve yavaş yavaş yayılması olmak üzere küresel ölçekli meydan okumalara çözüm üretmekteki yetersizliği. Vestfalyan dünya düzeni yaklaşımı, temelde jeopolitik ve devlet merkezli güçlerin karşılıklı etkileşimine dayanmakta olup, son birkaç on yıla kadar parçadan (devlet, imparatorluk, bölge, medeniyet) ayrı olarak bütünün (canlı türü veya dünya) refahını ve belki de bekasını tehlikeye atan tehditlerle hiç yüzleşmemişti. ABD, nükleer silahları ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, bu silahların yayılmasını asgariye indirmeyi hedefleyen bir rejim üzerinde kontrol kuruyor. Bu da temel tehdidin nükleer silaha sahip olanlardan ziyade henüz nükleer silah elde edememiş ülkelerden kaynaklandığı varsayımına dayanıyor. Bu tür bir düzenleme tehlikeli olup insan topluluğunu tam kalbinden bölen bir kırılma yaratıyor. Bu kırılma, tam da ortak meydan okumaların üzerine etkin ve dosdoğru şekilde gidilebilmesi için, insanoğlunun birliğine daha fazla güvenmeye acilen ihtiyaç duyulduğu bir dönemde vuku buluyor.
Aslında ben, Davutoğlu’nun normatif/kurallara dayalı vizyonunun mevcut krizin altında yatan şu temel sebebe doğrudan eğilmediğini iddia ediyorum: milli menfaatlerin yanısıra gerek insanoğlunun çıkarlarına gerekse küresel çıkarlara önayak olacak kurumsal mekanizmaların ve siyasi iradenin bulunmayışı. Mevcut düzenlemeler ve yaklaşımlar göz önüne alındığında, küresel meydan okumalara, jeopolitik liderlik tarafından veyahut milli menfaatlerin yığışmasıyla yeterince cevap üretilmiyor. 2015 Paris İklim Değişikliği Anlaşması, çok-taraflılığın sınırlarını kahramanca esneten/zorlayan bir çabayı temsil ediyor; ancak [anlaşma maddelerinde getirilen düzenlemeler,] bilimsel mutabakatın bizi uyardığı üzere, küresel ısınmanın aşırı derecede zararlı düzeyinden korunmak için elzem olanın hala daha tehlikeli şekilde altında kalarak beklentileri karşılayamadı. Benzer şekilde, Kuzey Kore Krizi’ne karşı üretilen öfkeli ama anlamsız cevaplar, nükleer silahlar politikasında jeopolitik yaklaşımın ne denli tehlikeli bir şekilde işlevsiz kaldığı konusunda bir uyarı zili olmalı.

Sonuçta ben Davutoğlu’nun, [mevcut] “uluslararası düzen”in değişmesi (Kissinger modeli), ama bunun (Davutoğlu tarafından “kural ve değer esaslı, çok taraflı, karşılıklı mutabakata dayalı, adil ve kapsayıcı bir küresel yönetişim” olarak ayrıntılandırılan) “küresel yönetişim”le yer değiştirmesi çağrısını paylaşıyorum. Davos’taki 2017 Dünya Ekonomik Forumu’unda konuşan Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in de benzer görüşler serdetmesi belki de ümit verici bir işaret.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder