Meron Rapoport (İsrailli
serbest gazeteci ve yazar. Filistinlilerin zeytin ağaçlarının çalınmasıyla
ilgili yaptığı araştırmacı gazetecilikle Napoli Gazetecilik Ödülü layık görüldü.
Daha evvel Haaretz gazetesi haber biriminin başındaydı)
Middle East Eye,
17.11.2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT:
Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını
kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
(...)
İsrail’in
kendisini yok etmeye adamış şeytani düşmanlar olarak tanımladığı İran,
Hizbullah, Esed rejimi ve diğer güçler tarafından kontrol edilen, İran’dan
başlayıp Lübnan üzerinden Akdeniz sahiline kadar uzanan eksene şimdilerde Rusya
gibi bir gücün resmen ve alenen onay vererek meşruiyet kazandırmasından daha
kötü bir senaryoyu tahayyül etmek İsrail açısından çok zor.
(…)
(…) Aynı zamanda
İsrailli bir general olan Konut Bakanı Yoav Galant, kısa bir süre evvel
Hizbullah’ın elinde fırlatılmaya hazır 100.000 füze olduğunu söyledi. Diğer tahminler
150.000’e kadar yükseliyor. Bu devasa bir rakam.
Her ne kadar
İsrail füze savunma sistemleri bunların bir kısmını havada durdurup etkisiz
hale getirecek olsa da gerçek bir savaş halinde bu füzeler İsrail’deki kritik
hedefleri vuracaktır. (…)
Hizbullah lideri
Hasan Nasrallah, Esed rejimini kurtarmak amacıyla Suriye savaşına girdiğinde
İsrail’deki uzmanlar pek bir memnundu. O dönemde şöyle diyorlardı: Kendi
kendisini tüketecek, savaşçılarını ve itibarını yitirecek ve İsrail’e karşı bir
düşman olmaktan çıkacak.
Savaşa hazır
Bugün ise durum
tam aksi görünüyor. Hizbullah 1000 kadar savaşçısını kaybetmiş ve İsrail’le
savaşırken kazandığı Arap dünyasındaki halk desteğinin bir kısmını yitirmiş
olabilir; ama Suriye İç Savaşı’ndan deneyimli bir askeri kuvvet olarak çıkmakta,
hem de gerilla savaşı değil gerçek bir savaş verme kapasitesine sahip bir kuvvet
olarak…
İsrail’de
Hizbullah’ın “küçük bir ordu” olarak görüldüğünün kanıtları iki ay evvel ortaya
çıktı. İsrail ordusu, Hizbullah’ın İsrail topraklarını işgal edip kentleri fethetmeye
kalkıştığı bir savaş senaryosunu baz alarak, on binlerce askerin katılımıyla,
“son 20 yılın en büyüğü” olarak nitelediği bir dizi askeri tatbikatlar
gerçekleştirdi.
(…)
İsrail bakışı
açısına göre, problem sadece Hizbullah değil; [Netanyahu yönetimi] yıllardır
İran’ın, sadece İsrail’e değil aynı zamanda tüm dünya barışına yönelik en büyük
varoluşsal tehdit olduğu iddiasını dillendiriyor.
Başbakan
Netanyahu, kariyerini bu argüman üzerine inşa etti ve bunu İsrail dış ve savunma
politikasının mihenk taşı haline getirdi. Tahran’la nükleer anlaşmayı
engellemekte veya iptal ettirmekte başarısız kalan Netanyahu, şimdilerde Golan
Tepeleri sınırından sadece 5 km
ötedeki İran askeri birlikleriyle karşı karşıya.
Diyelim ki
Suriye’de ciddi bir İran askeri varlığı hala yok; İran Hava Kuvvetleri oraya
üsler inşa etmedi. Yine de haritaya bir göz atmak, İran’dan Irak, Suriye ve
Lübnan’a uzanan doğrudan bir hattın varlığını görmek için yeterli; hele de
Esed’in Suriye’nin doğusundaki son zaferlerinin ve Musul’da İslam Devleti’nin
düşüşünün ardından…
İsrailli
televizyon yorumcuları, bu tehditkâr haritayı seyircilere mümkün olduğunca
fazla göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Netanyahu’nun BM
konuşmalarındaki bir soyut tehdit olmaktan çıkan İran tehdidi şimdilerde gerçek
ve çok yakın.
Putin’in
dostluğu başarısız oldu
Netanyahu, bu
belanın yaklaşmakta olduğunu gördü ve İran’ın artan gücünü Rusya üzerinden
dengelemekte başarılı olabileceğine inandı. Son iki yılda tam altı defa
buluşmak suretiyle Rus Devlet Bakanı Putin’e dünyanın bir başka liderinden çok
daha fazla yatırım yaptı.
Netanyahu’nun
her fırsatta iftiharla övündüğü gibi, iki lider arasındaki şahsi ilişkiler
belki gayet iyi olabilir ama bunun siyaseten pek de bir önemi yok. Rus
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Suriye’deki İran varlığının “meşruiyet”inden
bahsettiğini duyduğunda Netanyahu’nun ne hissettiğini tahmin edebilirsiniz.
Biri yüzünüze tükürdüğünde hissedeceğiniz duygunun muhtemelen bir benzerini...
Velhasıl
İsrail’in şu an karşı karşıya olduğu tercih hiç de kolay değil. Hizbullah-İran
terkibi zaten gerçek bir tehdit olarak algılanmakta. Esed rejimi istikrara
kavuştuğunda –ki tüm göstergeler buna işaret ediyor– Suriye ordusu da zaten var
olan bu tehditkâr denklemin bir faktörüne dönüşecek. Rus şemsiyesi bu eksenin
gücünü sadece daha da artırmış olacak. Amerikan Başkanı Trump, Twitter’dan İran
konusunda mesaj atmaya devam edebilir; ama onun tehditlerinin gerçek dünyada
hiçbir etkisi yok.
Düz mantık,
eksen daha da güçlenmeden İsrail’in derhal harekete geçmesinin faydalı olduğunu
salık veriyor. Son iki yılda İsrail Hava Kuvvetleri’nin Suriye hedeflerine
düzenlediği onlarca saldırıyla verilmek istenen mesaj da buydu.
Savunma Bakanı
Avigdor Lieberman, İran’ın Suriye’ye “kalıcı olarak yerleşmesi”ne de Suriye’nin
“İsrail’e karşı bir ileri mevzi hattı”na dönüşmesine de izin vermeyeceklerini perşembe
günü ilan etti. Lieberman, İsrail’in bu
süreci nasıl engelleyeceğine dair herhangi bir ayrıntı vermedi; ama kuvvet
kullanma tehdidi net.
O halde İsrail,
acaba Hizbullah’a veyahut Suriye’deki İran kuvvetlerine karşı bir savaşa doğru
mu gidiyor? İsrail televizyonlarındaki günlük haberlere bakılırsa bu, Suudi
Arabistan’ın tam da İsrail’den beklediği şey. İsrailli yorumcular, Lübnan
başbakanının “istifa”sının ardından Suudi Arabistan’ın Hizbullah’a ve Lübnan’a
karşı kaba tehditlerini böyle yorumluyorlar. Komşusu Yemen’de dahi yenilgiye
uğramış Suudi ordusu Lübnan’ı öyle uzaktan tehdit edemez. Ama Suudilere göre
bunu İsrail yapabilir.
Görünürde eşsiz
bir fırsata sahibiz: Suudi Arabistan’dan, Körfez ülkelerinden ve belki de
Mısır’dan verilecek açık destekle İsrail’in bir Arap ülkesine saldırması…
Bu tür bir durum
çok nadiren vuku bulur. 1982’de dönemin Başbakanı Menachem Begin, [Z.T.K.
1979’da imzalanan Mısır-İsrail barış antlaşmasıyla daha evvel 4 kez savaştığı
Mısır’ı yanına çekmenin rahatlığı içinde, 15 sene evvel işgal ettiği Sina
Yarımadası’nı (Nisan 1982’de) tamamen tahliye ederken] diğer Arap
devletlerine karşı harekete geçmekte elinin serbestleştiğini düşünerek
Lübnan’da FKÖ’ye karşı [topyekûn bir] savaşa girişmişti [Z.T.K.
Ağustos 1982]. Ancak mevcut durumda İsrail’in böyle bir fırsatı yakalamak
üzere olup olmadığı henüz net değil.
İsrail’in, Suudi
Arabistan’la bağlara büyük saygı gösterse de, Veliaht Prens Muhammed bin Selman
menfaatlerine erişsin diye kan dökmeye hevesi yok. Ayrıca Netanyahu, –Suudi
yönetimi gerçek anlamda Filistinlileri umursamasa da– Suud’da ve Arap
dünyasının tamamında kamuoylarının Filistin meselesinde sembolik de olsa bir
çeşit taviz elde etmeden Riyad’ın İsrail’le daha yakın bir ittifaka girmesine
izin vermeyeceğinin farkında. İsrail’in mevcut iç siyasi şartlarında Netanyahu
bu türden bir bedeli ödeyebilecek durumda değil.
Barışı
sonlandırma
Siyasi açıdan
bakıldığında önemi daha az olmayan bir başka konu var. İsrail kamuoyu
bağlamında Netanyahu’nun en dikkat çekici başarılarından biri, ikinci defa başbakanlığa
geçtiği 2009’dan bu yana son sekiz yıldır süregelen görece sessiz güvenlik durumu.
Netanyahu, ülkeyi
yönettiği on bir yılda (1996-1999 ve 2009-2017), –2014’teki [Z.T.K. Gazze’ye
yönelik 51 gün süren] Koruyucu Hat Operasyonu dışında– geniş çaplı askeri
harekatlardan geri durdu. Selefi Ehud Olmert ise başbakanlıkta kaldığı iki yıl
içinde biri 2006’da Lübnan’da, diğer 2008’de Gazze’de olmak üzere iki büyük
harekâta girişmiş ve 2500’ü aşkın Lübnanlı, Filistinli ve İsraillinin hayatını
kaybetmesine yol açmıştı.
Hizbullah’la
askeri bir çatışmanın Netanyahu’nun bu sicilini bozacağına dikkat çekiliyor. Bunun
nedeni, Hizbullah’ın geliştirdiği askeri güç veya temin ettiği on binlerce füze
değil.
Daha ziyade,
eğer Lübnan’daki Hizbullah’a bir saldırı düzenlenirse bunun karşılığının sadece
Lübnan’dan değil, aynı zamanda örgütün önemli bir askeri varlığının bulunduğu
Suriye’den de geleceği değerlendirmesi yapılıyor. İşte tam da bu yüzden artık
İsrail, “Lübnan cephesi” yerine hem Lübnan’ı hem de Suriye’yi içine alan “kuzey
cephesi”nden bahsediyor.
Tekrar etmek
gerekirse, bu ikilem öyle basit bir şey değil. İsrail, bütün zorluklarına ve
tehlikelerine rağmen, hâlihazırda Hizbullah’a karşı açık bir askeri üstünlüğe
sahip. Esed’in yönetimi altında Suriye ordusu zar zor ayakta kalsa ve İran da
Suriye’deki üssünü henüz tam sağlama almasa da önümüzdeki 2-3 yılda durum
İsrail aleyhine değişebilir. Dolayısıyla kısa vadede [İran’a karşı] harekete
geçmenin bir mantığı var.
Diğer bir faktör
de Netanyahu aleyhine yürütülen cezai soruşturmalar yüzünden 2018’in ilk
yarısında İsrail’de erken bir seçime gitme ihtimalinin giderek ağır basması ki
bu durum, “savaş sırasında halklar hükümetin arkasında kenetlenir” fikrine bel
bağlayarak onu askeri bir çatışma riskini göze almaya itebilir. Yine de bir
tahmin yürütmek gerekirse İsrail’in beklemeyi tercih etmesi daha muhtemel
görünüyor. Şu an için savaş üzerine bahis oynamak çok pahalıya patlayabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder