ORTADOĞU’DA SAVAŞA
BİR ŞANS VERİN
Edward Luttwak (Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CSIS) kıdemli
ortağı; Amerikan Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Ulusal Güvenlik
Konseyi, Ordu, Donanma ve Hava Kuvvetlerinde, aynı zamanda finansal kurumlar,
uluslararası şirketler ve bir dizi müttefik devletlerin hükümetlerinde
danışmanlık görevlerinde bulundu; çeşitli üniversitelerde ve askeri okullarda
dersler verdi; “Strategy: The Logic of War and Peace” kitabının yazarı)
The Cipher Brief,
13.10.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
1999’de Foreign
Affairs dergisine “Savaşa Bir Şans Verin” başlıklı, oldukça tartışma
yaratan bir makale kaleme almış; burada barış çabalarının –yani ateşkes,
müzakereler, barışı koruma operasyonlarının– acıları dindirmek yerine,
çoğunlukla iç savaşların hem süresini hem de şiddetini uzattığını iddia
etmiştiniz. Bu düşüncenizi biraz daha açabilir misiniz? Sizce Suriye’deki
çatışma da bu kalıba uyuyor mu?
Bu makalemin ilham
kaynağı Bosna müdahalesi olmuştu. Zira Yugoslavya’daki savaş, her defasında dış
müdahaleyle ve sonunda dayatılan anlaşmalarla kesintiye uğratıldı. Bundan sonra
bu bölgeye (…) barış gelmedi; barış yerine dondurulmuş savaş hali sözkonusu.
Mesela Saraybosna şehrine baktığınızda, belirli amaçlar için verilen AB
finansmanıyla inşa edilen, ama çoğunlukla işe yaramaz olan birçok bina
görürsünüz. Burada hayatın esaslı/organik bir canlanışı sözkonusu değil.
Avrupa’nın dört bir
yanında Saraybosnalar yok. Geçmişin tüm savaşları –iyi veya pek de iyi olmayan–
şekilde hayatın kaldığı yerden devamıyla sonuçlandı. İnsanlar evlerini tamir
ettiler, kendilerini iyileştirdiler, yeni aileler kurdular vs. “Savaşa bir şans
verin” makalesi, özetle “dünyayı barışla değil, dondurulmuş savaşlarla,
çözülmemiş çatışmalarla darmadağınık ediyoruz” diyor.
Filistinliler bunun
en ileri noktası. Mülteci konumuna düşen Filistinlilerin bugün torunlarının
çocukları dahi, Suriyeli veya Ürdünlü olmak veya Yeni Zelanda’ya göç etmek
yerine, hala mülteci kamplarında yaşıyorlar, UNRWA’nın verdiği yemekle karnını
doyuruyorlar. Eğer ki vakti zamanında Avrupa’da UNRWA’nın bir muadili olmuş
olsaydı bugün Londra, Paris, Milano, Roma veya Prag şehirleri olmazdı. Zor
duruma düşmüş Vizigotlar, tükenmiş Vandallar ve Romalı mülteciler için büyük
kamplar olurdu bunların yerinde.
Bu, felaketvari bir
süreç. Afrika örneğine bakarsanız, Raunda katliamının sonuçlarından birisi
Kongo’nun doğusunda kurulan mülteci kampları. Kamplar kurulduğunda hemen bir
STK’lar akını yaşandı, ücretsiz gıda dağıtımına başlandı ve böylece
mültecilerin yeni evler, yeni kimlikler bulabileceği, yeni vatandaşlıklar
edineceği ve sonunda yeni hayatlara kavuşabilecekleri organik bir sürecin
oluşumu engellendi. Hutular bu kamplarda çakılıp kaldılar. Bir daha evlerine
gidemediler; tabii ki geri gidip Ruanda’ya saldıranlar dışında… Yıllarca
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin Goma bölgesinin doğusundaki kamplarda kalıp
toparlanacaklar, ardından birkaç Tutsi daha öldürme gayesiyle ülkelerine geri
gideceklerdi. Bu böylece devam etti, ta ki Ruandalılar bu Hutu militanları
öldürmek veya en azından oradan sürüp çıkarmak için Kongo’nun doğusuna girip
saldırana kadar.
Bu tür suni
müdahalelerle ve bir çatışma başladığında yapılması gereken en doğru şeyin
ateşkes dayatmak olduğu inancıyla nüfusların organik şekilde yeniden
entegrasyonu engelleniyor. Bu yüzden biz dünyayı 65 milyon zorla yerinden
edilen iç göçmenle ve 21 milyon mülteciyle karmakarışık ettik. On milyonlarca
insan STK’lar, BM ve iyi niyetli ama yanlış yönlendirilmiş kurumlar tarafından
besleniyor ve Tazmanyalı, Belçikalı, Türk vs. olarak yeniden ortaya çıkışı
engelleniyor. 1945’ten sonra biz bir daha hiçbir zaman gerçek barışa
ulaşamadık; sadece çözülmemiş çatışmaları kemikleştirdik. Bunların bazıları çok
kanlıydı, bazıları değil. [Savaş sonrası] Bosna örneğinde
şiddet yok, ama geçmişteki toplumlara geri dönüş de yok. Oysa tarihte bu
topraklar onlarca savaşa sahne olmuş ve [toplumlar] her defasında
küllerinden yeniden doğup hayatlarını yeniden kurmuşlardı.
Konuyu Suriye’ye
getirirsek, burada yaşanan gerçek bir iç savaş değil. Başlangıçta bir iç
savaştı; ama hemen ardından önce İran’ın vekili Hizbullah üzerinden, daha sonra
doğrudan İranlı milislerin müdahalesi ve en sonunda Rus hava kuvvetlerinin
müdahalesi geldi. Bu müdahaleler dizisi iç savaştan ziyade kemikleşmiş bir
çatışmaya yol açtı.
Ayrıca Suriye’de
ABD’nin de bir rolü ve dostlarıyla düşmanlarını ayırt etmede bir acziyeti
sözkonusu. Mesela İslam Devleti (İD)’ni ele alalım. İD’in düşmanları Şiiler ve
bir Şii devleti olan İran. İran ABD’nin de bir düşmanı. Her ne kadar Taliban
Afganistan’daki Şiileri öldürüyor olsa da İran, Taliban’ın Amerikalılara karşı
saldırılarının arkasındaki güç. ABD’nin Irak işgali sırasında Amerikalılara
saldırmayı ahdetmiş Mehdi Ordusu milislerini fonlayan da yine İranlılardı; ama
öte yandan Amerikan birlikleri onları Sünnilerin saldırılarından korumaktaydı.
Yani Irak’ta Amerikalılar, Şii nüfusu Sünni milislerden korumak için müdahale
ettiğinde Şiiler Amerikalıları arkalarından vuracaktı; yine Amerikalılar,
Sünnileri korurken Sünniler de Amerikalılara arkalarından saldıracaktı.
Ve bugün ABD, İD’in
Sünnilerine saldıran Şii milislere askeri bilgi, teçhizat ve destek veriyor.
ABD Şiilerin İD’e karşı saldırılarına yardım ederken, aynı zamanda Şiiler
Halep’te Sünnilere saldırıyor. ABD Kürtleri takviye ederek dolaylı bir şekilde
Halep’te Sünnileri destekliyor. Yani ABD, şu anda Şiileri silahlandırıyor, ama
bunlar daha sonra Şiiler tarafından Amerikan müttefiklerine saldırmak için
kullanılacak. Diğer bir deyişle ABD, bir yandan dostlarıyla savaşması için
düşmanlarını silahlandırıyor, öte yandan düşmanlarına saldırması için dostlar
arıyor. Bu düşmanlara dost deme temel acziyeti, dostla düşmanı tanımlamak için
ürettiğimiz yanlış kategorilerin bir ürünü.
Aslında özünde bu,
kendi çıkarlarına uygun olmadığı halde, coğrafi açıdan kendisinden çok
uzaklardaki çevre bölgelerde ciddiyetsiz bir tavırla çatışmalara giren
ülkelerin bir olgusu. [ABD eski Dışişleri Bakanı] Hillary
Clinton, [ABD Ulusal Güvenlik Müsteşarı] Susan Rice veya [ABD’nin
BM Daimi Temsilcisi] Samantha Power gibi kişileri mesela Libya hakkında
konuşurken duyarsınız; bunlar aslında çok az bilgi sahibi oldukları, çok uzak
bir ülke üzerine spekülasyon yapan dar kafalı insanlar.
Mesela topraklarını
yönetmek için kendince bir sistem geliştirmiş olan Muammer Kaddafi’yi devirmek
üzere Libya’ya müdahale ettiler; ama yerine bir alternatif geliştirmeden onu
devirdiler. Eğer ki birazcık araştırma yapsalardı tarihte Libya diye bir
devletin hiçbir zaman olmadığını öğrenirlerdi. Antik çağlarda dahi batıda
Trablusgarp, doğuda Sireneyka olarak ayrılmıştı ve Sireneyka Grekçe,
Traplusgarp ise Latince konuşurdu. Modern suni Libya yapısı sadece Kaddafi
sayesinde bir arada tutulabildi. Eğer Kaddafi’yi deviriyorsan Libya’yı
hemencecik 100.000 kişilik bir orduyla işgal edip orada 50 yıl kalman gerekir
ki belki sonunda yeni bir yapı oluşabilsin.
Burada hepsi de
aynı şeyden türeyen üç olgu sözkonusu. (i) Çok az bildiğimiz, (ii) ama
araştırmaya tenezzül etmediğimiz ülkelere (iii) uzun süreli müdahaleler
yapıyoruz. Yoksa ABD’nin Saddam Hüseyin’i devirirsem Irak’a demokrasi gelir
düşüncesiyle 2003’te Irak’a müdahalesini başka nasıl açıklayabilirsiniz ki?
Olabilecek en yanlış kategori de Iraklılıktır; Iraklılık diye bir şey hiçbir
zaman var olmadı. Bunun yerine Sünniler ve Şiiler, Araplar ve Türkmenler,
Türkmenler ve Kürtler, Kürtler ve Yezidiler vardı. Bütün bu gruplar zaten
oradaydı ve onların sayısal varlıkları Amerikan müdahalesinin bir iç savaştan
başka bir şey getirmeyeceğinin apaçık garantisiydi. Yani biz uzun süreli bir
cehalete sahibiz ve en hayret verici şey de hala daha öğrenme sürecimizin
olmaması.
(…)
Sözü Suriye’ye
getirelim. Diyelim ki Batı, Suriye’ye müdahale etmedi; bunun mantıki sonucu
olan senaryo nedir?
Suriye’de mantıki
sonuç şu: Herkes şikâyet edip ağlaşsa da kimse ordu yollamaya istekli değil.
ABD’nin Suriye’de hiçbir müttefiki yok. Hiç kimse sizin safınızda değilken
tutup da bir müdahalede bulunamazsınız. Suriye Cumhurbaşkanı Esed daha başta
hemencecik İran’ın vekili oldu. Buna karşı Nusra Cephesi de İslam Devleti de
ABD’nin bir müttefiki olamaz. Bu yüzden ABD’nin müdahale edebilmesinin tek
yolu, kendine müttefik büyük bir orduyu konuşlandırmak olabilirdi.
Obama yönetimi,
Suriye’de işlenen zulümlere karşı sözlü müdahaleyi sürdürmeye istekliydi, ama
Amerikan ordusunu yollamaya değildi. ABD’nin destekleyebileceği hiçbir taraf
olmadığından müdahale edemedi. Böyle bir ortamda Suriye’nin kuzey kenarında yaşayan
Kürtlerle işbirliği yaptı. Kürtler, Esed birlikleri dikkatli bir şekilde Kürt
topraklarından uzakta durduğundan iç savaşa taraf olmamıştı. ABD zamanla
Kürtleri sahiplenerek savaştaki bir tarafı yanına çekmiş oldu; her ne kadar bu,
Suriye’nin çok dar bir kısmında gerçekleşse de. Böylece ABD, Suriye’nin
kenarında da olsa, bir şekilde müdahale için bir araç edindi.
Bu adım, ABD’nin
Suriye’nin kenarına iyi düşünülmüş bir müdahalede bulunmasına ve buraya
yerleşmesine imkân vermiş olmalı. Bundan sonra ABD, Washington’ın destekleyip
koruyacağı küçük bir eyalet oluşturabilir. Eğer ki Amerikan politikası Irak’ta
ve Türkiye’de Kürdistan’ın oluşumunu sağlamaksa [Suriye’deki bu yapı] oldukça
anlamlı hale gelir. Nitekim Suriye Kürdistan’ı bunun mantıksal bir tamamlayıcısı
olacaktır. Yoksa bu adım anlamsız; zira Esed, Kürt topraklarında faal değil.
Evet, İslam Devleti burada faaldi; ama Kürtler, doğu Kürdistan’a girdiklerinde
IŞİD militanlarını görece az bir yardımla püskürttüler. Bu nedenle İslam
Devleti’ni uzak tutmak için burada bir orduya ihtiyaç yoktu.
(…)
Özelikle Suriye
konusunda müstakbel Amerikan başkanına ne tavsiye edersiniz?
Rusların
başladıkları işi sürdürmesine müsaade edin derim. Başka devletlerin işine
karışmama, onlara müdahale etmemek demektir, oraya buraya girmek değildir.
Bırakın Ruslar devam etsinler; bırakın İran yerine Ruslar Esed’in zaferinin
başkahramanı olsunlar. Zira İran zaferine kıyasla Rus zaferi ABD için daha az
maliyetli olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder