MUSUL’DA SON, BAŞLANGICA DÖNMEK DEMEKTİR
Reva Goujon (Stratfor Küresel Analizler
Başkan Yardımcısı)
Stratfor, 18.10.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
(…)
(…) Ortadoğu’nun mevcut haritasını Musul savaşının ötesine uzanarak anlamak
için yaklaşık yüzyıl geriye, Lozan’daki o destansı diplomatik restleşmeye
gitmemiz gerekir.
(…)
Türkler İngilizlerden genişçe bir toprağın kendilerine geri verilmesini
istedi. (…)
Kendi demografik ve entografik çalışmalarını yaptırmış olan Lord Curzon,
her defasında Türk iddialarını devirdi geçti. Londra, Türkiye’nin yayılmacı
tehdidinin, İngiltere’nin Mezopotamya’da stratejik bir zemin elde etme ve
bölgenin enerji kaynaklarını tekeline alma hedefini başarısızlığa uğratmasına
izin veremezdi. (…)
(…)
(…) Ancak Türkiye’nin Musul ve çevresine yönelik saplantısı hiçbir zaman
bitmedi.
Türk-İran Rekabeti Yeniden Doğuyor
Onlarca sene sonra Türkiye bir kez daha bölgede hak talebinde bulundu.
(…)1990’larda PKK tehdidini kontrol altında tutmak için Türk askeri birlikleri,
Kuzey Irak’ın farklı yerlerinde bir dizi küçük ileri harekât üsleri ve
istihbarat noktaları kurdu. Ardından iktisadi istila başladı. Son 10 yılda Türk
müteahhitleri, enerji yatırımcıları ve işadamları Irak Kürdistan’ına aktılar
(…). Musul’un herkese açık hale gelmesiyle ve kuzey Suriye’nin karmakarışık
olmasıyla birlikte Türkiye’nin askerî ayak izleri, artık eski Osmanlı
vilayetlerinde ciddi bir şekilde genişlemeye başladı. Suriye’nin kuzeyinde Türk
birlikleri, Rus birlikleriyle çarpışmadan İslam Devleti’nin kontrolündeki
bölgeyi Suriye rejim ordusu ve Kürt YPG’den evvel ele geçirme ümidiyle Halep
vilayeti içinde güneye doğru hızla ilerliyor. Bu arada Türkiye, sınır boyunca
sözde güvenli bölge kurma planını hayata geçirmek için hızlı davranırken Türk
müteahhitler de Suriyeli mültecilere ev inşa etmekle meşguller. Ankara bu
planların uluslararası kabul görmesi için eli kolu bağlı beklemiyor. Türkiye,
bir yandan sınırlarından Avrupa’ya mülteci akışını kontrol altına aldığı için
ileride Batı’nın kendisine müteşekkir olacağı beklentisiyle ve öte yandan Suriyeli
Kürtlerin devletleşme arzularını dizginlemek için Suriye’nin kuzeyinde güçlü
bir askeri savunma noktası geliştirmeye odaklanacak.
Türkiye, Irak’taki eski vilayetinde himayesi altına alacağı Sünni bir yapı
kurmak için bölgedeki demografik mühendislik tehlikesini kullanacak. Musul
Sünni Arap çoğunluklu bir şehir ve İslam Devleti şehri ele geçirdiğinde Kürt,
Şii Arap, Türkmen, Yezidi ve Şabak azınlıkların ekseriyetini dışarı sürdü.
Amerikan destekli Irak güvenlik güçleri, Kürt peşmergeler, İran destekli Şii
milisler ve Türkiye destekli Sünni milisler karışımı bölgeyi ele
geçirdiklerinde, buradaki gayrimenkuller üzerinde hak iddialarının ve Sünni
Araplara karşı –azıcık da olsa İslam Devleti’ne yataklık suçu atfedilen herkese
karşı– intikam cinayetlerinin kapısı açılacak. Belirli bir bölgeyi doğrudan
geri alan ve koruyan her grup, bu toprakların kendine ait olduğunu iddia edip
buraları kendi etnik grubundan ve mezhebinden insanlarla doldurmaya kalkışacak.
Ankara’ya göre, Kürtler ve Şiiler bu şekilde Musul’a yayılırlarsa
Sincar-Musul-Erbil-Kerkük hattı boyunca Türkiye’nin yeniden kurmaya çalıştığı
nüfuz kuşağını tehdit edebilirler. Bunu engellemek için Türkiye, –bölgedeki
İran nüfuzuna karşı koymak üzere (şimdilik) tekyürek olan Suudi Arabistan ile
diğer Körfez İşbirliği Konseyi üyelerinin sessiz desteğiyle– kendisini Sünni
Arapların hamisi olarak konumlandıracak.
İranlılar doğal olarak, Ankara’nın temelleri sağlam olmayan zayıf
ittifaklar ağına baskı uygulamak için Şiilerin hakim olduğu Bağdat’taki
nüfuzunu ve kolayca boyun eğen yerel valiler ile rakip Kürt grupları kullanarak
[Türklerin planını] püskürtecek. Güçlü İngiliz imparatorluğu Musul
vilayetini Türkiye’nin pençesinden alabilmişse de Türkler, stratejik
derinliklerini ikiye katlama tarihi hedeflerini Irak gibi parçalanmış mezhepçi
bir uyduruk devletin yok saymasına izin vermezler. Ankara için bu topraklar, ya
Türkiye’nin elinde bir tampon bölge ya da düşmanlarının elinde bir tehdit
olacak. Tahran, Şam, Moskova, PKK ve İslam Devleti arasında Türkiye’nin düşmanları
hiç de eksik değil; dahası, bunların her birinin ellerinde Türkiye devletini
zayıflatmak için birçok da vekilleri (proxy) var.
Değişken bir savaş alanı
Aslına bakarsanız, Türk ve Fars nüfuz alanları Musul vilayeti üzerinden
yüzyıllardır birbiriyle çakışageldi. Türkiye, İran’ın Şii hilalini parçalayarak
buradaki varlığını derinleştirdikçe bu rekabet daha da yoğunlaşmaya mahkûm.
Türkler ve İranlılar günümüz haritasının siyasi sınırlarına uymuyorlar. Öte
yandan her ikisi de devletlerin etnik-mezhebi çizgilerde düzgünce yeniden
bölündüğü Sykes-Picot sonrası düzenin yeni haritasını çizmeye niyetli değiller;
zira sıra özellikle Kürtlere geldiğinde bu onların da toprak bütünlüğünü tehdit
edecektir. Bu değişken savaş alanında, en güçlü bölgesel oyuncular arasındaki
rekabetin gidişatını vinçler, tanklar ve para şekillendirecekken, eski
imparatorlukların zayıf ve huysuz kalıntılarına düşen ise kendilerini savunmak
adına kendi milliyetçi korlarını doldurarak ateşi harlamaya çalışmakta.
Bu sahada iş tutan daha uzaktaki güçlerin hedefleri, mezhepçi bir nüfuz
savaşıyla tarihi yeniden yazmaktan çok daha mütevazı. ABD ve Avrupa, IŞİD’i (…)
kullandığı son derece sembolik olan topraklardan çıkarmaya odaklanmış durumda.
Ancak onların hedefi [bölgesel güçlerinkine kıyasla] sınırlı olmakla
birlikte daha az zorlu değil. Musul ve Rakka’daki çifte taarruz ve daha sıkı
sınır kontrolleri altında Irak ve Suriye’de topraklar el değiştirirken, birçok
savaşçı İslam Devleti merkezinin ötesinde çok daha zekice saldırılar gerçekleştirmek
üzere yeraltına inecekler. İslam Devleti tehdidi azaldığında, bu defa da ortak
düşmanın ortadan kalkmasıyla, toprak ve mezhep ihtilafları yeniden ateşlenecek
ve rakip cihatçı gruplar kendilerini gösterme/otoritelerini kabul ettirme
fırsatı yakalayacaklar. El-Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi veya yeni
ismiyle Fethu’ş-Şam Cephesi, Suriye’deki savaş alanında ciddi bir varlık
gösteriyor. Bu arada Yemen’de Arap Yarımadası el-Kaidesi, eski Cumhurbaşkanı
Ali Abdullah Salih ve Husi isyancılara karşı Suudi öncülüğündeki askeri
harekâtı, kabile bağlarını daha da genişletmek ve toprak kazanımları için bir
avantaj olarak kullanmayı başardı. Böyle bir ortamda Haremeyn-i Şerifeyn’in
muhafızı olarak Suudi Arabistan ise ekonomisini [petrole bağımlılıktan kurtarıp]
çeşitlendirme, gençleri istihdam etme, siyasi ve toplumsal reformları
Vehhabi dinî kurumun talepleriyle dengeleme ve militanların derinden bölünmüş
haldeki Yemen’den kendi toprağına doğru taşmasını kontrol altına alma gibi bir
yığın mücadele yürütürken sonunda Arap Yarımadası’nda kalıcı bir cihatçı
tehditle yüzleşecek.
Cihatçılığın marka ismi her ne olursa olsun, Osmanlı, Safevi ve Batılı
işgalcilere karşı savaş naraları potansiyel yeni acemi savaşçılar üzerinde
güçlü bir toparlanma etkisi yaratacaktır. ABD gibi uzaktaki güçler,
mezhepçiliğin etkisini azaltmak amacıyla milliyetçiliği kışkırtmayı, rakip
nüfuzlara karşı bir siper oluşturmayı ve devlet kurumları üzerinden yerel güç
dengelerini kontrol etmeyi tercih ederek Türkiye’nin ve İran’ın değişken harita
yorumlarına karşı direneceklerdir. [Z.T.K. Bu cümle son derece hayati.
“Arap Baharı”yla birlikte tamamen tükenen Arap milliyetçiliğinin yeniden
canlandırılıp etkili bir akıma dönüştürülmesi, hele de bölgede bunun üzerinden bir
sistem kurulması veya statükonun korunması pek mümkün görünmüyor. Ancak Arap
milliyetçiliğini köpürterek Türkiye’nin ve İran’ın politikalarına darbe
vurulabilir. Zaten mevcut olan Arapları Osmanlı’yla/Türklerle korkutma ve
“işgalci Türkler/Osmanlılar” propagandasının bundan böyle iyice artıp
sistematikleşmesi beklenebilir. Suriye ve Irak’a ilişkin söylemlerimize çekidüzen
vererek ve Lozan yerine milli menfaat ve bölge barışı vurgusunu artırarak dışarıda
tezgâhlanacak kışkırtmalara ve sistematik propagandalara kendi dilimizden dökülenlerle
bizzat malzeme vermekten ve uygulayacağımız bölge politikalarına kendi
kendimize darbe vurmaktan kaçınmamız gerekir kanaatindeyim.] Bölgesel
rekabetlerin alevlendirdiği mezhepçi şiddetin, yerel halkları –zayıf ve parçalı
kurumlardansa– kendini koruma gayesiyle rezil diktatörlerin kucaklarına doğru
itmesi çok daha muhtemel görünüyor. Bu durum, kendi patronaj ağlarını
zenginleştirmek ve güçlendirmek için bir yandan çevrelerindeki kurumları
zayıflatırken ve sömürürken diğer yandan mezhepçi döngüyü körükleyen Esedleri
ve Malikileri yerinden oynatmayı son derece zorlaştıracaktır.
ABD, diğer coğrafyalarda gelişmekte olan krizlerle baş etmek için
Ortadoğu’ya daha fazla saplanmaktan kaçınmaya çalışırken; Rusya, Akdeniz’deki
askeri zeminini iyice derinleştirerek Batı’yla pazarlık fırsatları aramayı
sürdürecektir. Ancak uzaktaki güçlerin sahada ustalıkla kullanacakları
etkileri/güçleri sınırlı ve bu da çatışma bölgelerinde Rusya’yı çözüm üretenden
ziyade yıkıcı bir rol oynamakta daha iyi bir pozisyona sokmakta. Bu durum
Moskova’nın Batı’dan taviz koparmak için savaş alanını bir koz olarak
kullanmasını zorlaştıracaktır. ABD, İslam Devleti’ni geriletme konusunda daha
fazla ilerleme kaydettikçe, uzaktaki güçler savaşan tarafların yeterince tükendikleri
takdirde ciddi bir şekilde müzakereye hazır hale gelecekleri ümidiyle bir kez
daha desteklerini geri çekme fırsatı elde edeceklerdir. Ancak bunun için de
ABD’yle Rusya arasında Ortadoğu’nun çok ötesinde bir uzlaşma olması gerekiyor
ve [maalesef iş bununla da bitmiyor; zira] mezhepçi rekabet içindeki
bölgesel güçler de her şeye rağmen vekâlet savaşlarını sürdürme araçlarını
ellerinde tutacaklardır. Birçok bakımdan bu çatışma başladığı şekilde
bitecektir: etno-mezhepçi fırında pişen ve büyük güç entrikasıyla kaplanmış bir
tarihî kurtarılma kalıbıyla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder