ARAP DÜNYASININ YOLSUZLUK SORUNU
Muhammed Hüneyd (Tunuslu
araştırmacı ve akademisyen)
El-Cezire Arapça, 30.9.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT:
Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 31.10.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/arap-dunyasinin-yolsuzluk-sorunu
Yolsuzluk,
istibdatla terörün en büyük arka bahçelerinden biri; geri kalmış her otoriter
rejimin, özellikle de küreselleşen yeni sömürgeciliğin/emperyalizmin doğrudan
etkisi altındaki rejimlerin üzerine inşa edildiği temel dayanak.
Ancak,
Arapların en büyük kurtuluş savaşı haline gelen yolsuzlukla mücadelede problem,
bu fenomenin sadece sosyolojik, ekonomik ve siyasi bir sorun olmaktan çıkıp
kültürel ve davranışsal bir hale gelmesi.
Yolsuzluğun
gelişimi ve bir fiile dönüşümü, bölgesel Arap siyasi yapılarının varlığını
tehdit eden en büyük tehlike.
Yolsuzlukları sınıflandırma hatası
Para
ekonomisi ve finans literatürü, yolsuzluğu iki ana kategoride tasnif ediyor:
Büyük veya küçük yolsuzluk.
Büyük
yolsuzluk, adından anlaşılabildiği gibi, milyonlarca dolar değerinde yerel,
bölgesel ve uluslararası her türlü alışverişi, işlemi ve faaliyeti kapsar.
Bunlar, ticari anlaşmalar, fahiş fiyatlardan komisyonculuk, gayrimenkul
soygunları, sistematik kaçakçılık, milli servetin yağmalanması ve kara para
aklama olabilir.
Bu
büyüklükteki yolsuzluklar, genellikle devlet kurumları, bakanlıklar,
büyükelçilikler ve büyük işadamlarının dahil olduğu devasa mekanizmalarda ve
yine genellikle çok-uluslu şirketler, uluslararası bankalar, para fonları ile
kıtalar, uluslar ve bankalar arası özel ağlarla bağlantı içinde gerçekleşir.
Küçük
yolsuzluklar ise gruplardan ziyade bireylerle alakalı olduğundan ilkine kıyasla
maddi değer bakımından çok daha küçük miktardadır; zira çoğu zaman mikro
ölçekte bireysel olarak hareket edilir. Temel olarak vatandaşların resmi ve
özel kurumlarla ilişkilerinde günlük işlemlerini etkileyen rüşvet,
aracılık/torpil ve adam kayırmacılık şeklinde zuhur eder. Ancak her ne kadar
bireysel düzeyde maddi değer bakımından küçük olsalar da, bu tür yolsuzluklar,
bugün Arap ülkelerinde iyice yaygınlaşmış olmaları itibarıyla büyük
yolsuzluklardan fiilen çok daha tehlikeli bir hale gelmiş durumda.
Bu
bağlamda, literatürde yolsuzlukların büyük ve küçük şeklinde sınıflandırılması,
aslında bu olgunun gerçek tehlikesini örten ciddi bir yanılgıyı su yüzüne
çıkarıyor.
Zira
küçük yolsuzluklar, büyük yolsuzluklara kıyasla çok daha sık, yaygın ve derin
olup kökten temizliğe karşı daha dirençli. Yolsuzluğa bulaşmış işadamlarından
hesap sormak, sağlık hizmetleri sektörünü rüşvet, adam kayırma, organ ticareti,
ilaç kaçakçılığı, sahte tıp diploması gibi olgulardan temizlemekten çok daha
kolay.
Yolsuzluk ve değerler sistemi
Mısır,
Tunus ve Libya gibi Arap Baharı ülkeleri ve yine Cezayir ile diğer Arap
ülkelerinin çoğunda yolsuzluğun – devletin bizatihi kendisi diyemesek de –
devlet içinde devlete dönüştüğünü kim inkâr edebilir ki?
Durum
o denli vahim ki vatandaşlar rüşvet vermeden, nüfuzlu bir tanıdığa uğramadan
veya kanunun bir açığını yakalayıp hileye başvurmadan en basit hak ve
hizmetlere dahi erişemiyorlar.
Yolsuzluk
fiili, yolsuzluk olgusundan çok daha tehlikeli, zira yolsuzluk bir davranışa ve
zamanla toplumun zımnen kabullendiği bir kültüre dönüştü. Başlangıçta ses
çıkarılmayan, sonraları çirkin bulunsa da mecbur kalınan ve en nihayetinde
yapılması alenen mubah sayılan bir fiil haline geldi.
Böylece
hukukun olmadığı, daha doğrusu hukukun uygulanmasına izin verilmediği geri
kalmış devletlerin siyasi, iktisadi ve mali sisteminin bir olgusu ve sonucu
olan yolsuzluk fiili, zaman içinde yapısal bir karakter kazandı.
Özellikle
despot Arap devletlerinde bir salgın gibi yayılan yolsuzluk kültürü, bireysel
ve toplumsal yapının temel altyapı şebekesi niteliğindeki değerler sistemine
yönelik en büyük tehdit.
Nasıl
ki değerlere dayalı devlet inşası ancak ve ancak adalet şartına, yani hukukun
tatbikine, zulüm ve adaletsizliğin ortadan kaldırılmasına, otoriterlik ve
totaliterlikle mücadeleye bağlıysa, bunun çöküşü de tam aksi olan
adaletsizlikle, yani hukuki sistemin çöküşü ve yolsuzluğun yürütme ve yargı
erklerine sirayetiyle gerçekleşir.
Bu
meselede asıl sarsıcı olan boyut, Arap coğrafyasının gerek teorik açıdan,
gerekse dayandığı kaynaklar ve literatür bakımından arka plan olarak yoğun
biçimde Doğulu değerlere dayalı sağlam bir İslam akidesiyle öne çıkması.
İslam
dini, her şeyden evvel bireysel ve toplumsal değerleri değiştirmeye odaklanan,
bireyin ya da grubun her iki dünyada da kurtuluşunu garantilemesi için ahlaka
sarılması gerektiğini vurgulayan bir din. Kurtuluşla ahlak arasındaki bu bağ,
şair Ahmed Şevki’nin beyitlerine de yansımıştır. Milletlerin bekasını ve
egemenliğini ahlaka bağlayan, ahlak kaybını milletlerin yok olmasına vesile
sayan meşhur şiiri bu bağlamda ortaya çıkmıştır.
Buradaki
temel soru şu: Milletlerin hayatta kalıp gelişmelerinin bir şartı olarak
değerlere, ahlaka, ilkelere ve erdemlere en fazla vurgu yapan Arap İslam
ümmetinin beşiğinde milletlerin sonunu getiren şartlar nasıl gelişip de bu
denli yayılabildi?
Yolsuzluk ve devrim dalgalarının tekrarlanması
Arap
Baharı’nı ateşleyen kıvılcımın – devrim şehidi Muhammed Buazizi’nin bedenini
yakmak suretiyle dışa vurduğu – zulme ve yolsuzluğa itirazın sembolik bir ilanı
olduğunu kim inkâr edebilir? Tunus Devrimi’nde öne çıkan “İş bir haktır, ey
hırsızlar çetesi!” sloganının yurtdışına kaçan Cumhurbaşkanı Bin Ali'nin
liderlik ettiği rejimin yolsuzluğa batışını ortaya döken gayet net bir ifade
olduğunu kim reddedebilir?
Yolsuzluk,
baskıcı Arap devletlerinin en belirgin özelliği. Dahası, bu devletler
emperyalist güçler tarafından bu şartla kuruldu. Böylelikle servetin
yağmalanmasına bekçilik edip kalkınmanın, adalet ve hukuk devletinin tesisinin
önünde engel teşkil edecek bir düzen kurulacak ve küresel emperyalizmin
hedeflerini tehdit edecek bir kalkınma olmayacaktı.
Ancak
dikey yönlü büyük yolsuzluğun yatay bireysel yolsuzluğa doğru gelişmesi,
aslında devletin servetini yiyip bitirmekten bireylerin hayatta kalma gücünü
paramparça etmeye doğru bir değişimin işareti. Yolsuzluk doğrudan bireyin
gündelik hayatında sıradanlaştığında, devletin varlığı içeriden aşınarak
kanserli bir hale dönüşür – tıpkı bedenin hücrelerini yiyip bitirerek kendi
kendini yıkması gibi…
İşte
bu noktada devrimler ve devrimsel sallantılar, bu çapta bir aşınma durumuna
ulaşıldığının ve hastalığın bedenin artık kaldıramayacağı kadar ileri aşamaya
vardığının bir habercisi ve göstergesi. Devrimler, bedenin hücrelerinin artık
hayati işlevlerini sürdüremediğinin ve cerrahi müdahalenin bir zorunluluk
olduğunun ilanı. Dolayısıyla devrimler bir nevi iyi bir acı. Artık bir
tedavinin, bir ilacın gerektiğini hatırlatan olumlu bir işaret.
Arap
Devrimleri ve Büyük Halkların Baharı, ümmetin hastalığının rejimin ve
görevlerinin yeniden şekillendirilmesini gerektirecek denli ileri aşamalara
ulaştığının kanlı bir ilanı. Dolayısıyla karşı-devrimler ve Arap derin
devletinin despot rejimleri geri getirmek için gösterdiği hummalı çaba, ümmetin
varlığını tehdit eden öz yıkım mekanizmasını konsolide etmekten başka bir şey
değil.
Devrimler ve hayalkırıklığı
Mesela
Mısır’daki darbe, eğer ki birinci devrim dalgasının kazanımlarını geri
getirecek ikinci devrim ortaya çıkmazsa, Mısırlıların varlığına yönelik bir
yıkım, devletin kurtuluşunu engelleme ve devlet yapısını geri dönüşü olmayacak
bir şekilde paramparça etmek demek.
Örneğin
bugün doların değeri ve dış ticaret açığı astronomik bir seviyede.
Uluslararası
arenada Mısır, vatandaşların susuzlukla, çocukların açlıkla karşı karşıya
olduğu, zengin sınıfın vahşileştiği, cari açığın astronomik düzeye çıktığı,
yolsuzluğun adeta devleti yöneten bir devlet haline geldiği, darbeci askerlerin
devleti ellerinde tuttuğu gülünç bir ülkeye dönüşecek.
Tunus’ta
devlet, 2014 sonunda seçim yoluyla yapılan darbeden ve eski rejimin dünkü
düşmanı İslamcılarla ittifak kurarak yeni bir devrimci kılıfla geri dönmesinden
sonra çökmenin eşiğine geldi.
İslamcılar
burada sahte ulusal uzlaşı gerekçesiyle devrime ve tabanlarına sırt çevirdiler.
Yolsuzluk yapanların bir tanesi bile yargılanmadı. Tam aksine, ‘imkanlar ancak
bu kadarına el veriyor’ bahanesiyle yolsuzluk aklandı.
Tunus
ve Mısır, devrim dalgalarının esasında yolsuzlukla alakalı olduğunu ortaya
koyan en açık örnekler. Zira hem Bin Ali hem de Mübarek rejimi, yolsuzluğun ve
toplumsal adaletsizliğin yüksek seviyelere ulaştığı ve bunun da toplumsal
öfkeye yol açtığı zorba askeri devletlere birer örnekti. Ve yine her ikisi de
devrimsel dalganın bugün veya yarın ama elbet birgün tekrar kabaracağının en
kesin delili.
Devrim
hareketlerinin tekrarlanmaması, ümmetin geleceğindeki en tehlikeli eğilim
olabilir. Zira bu, ümmetin parçalanma ve dağılma akımına geri dönülmez bir
şekilde entegre olduğu anlamına geliyor. Çünkü yolsuzluk alışkanlığı, adaletin
yokluğu ve hukukun sonu her türlü medeniyetin harap olmasının habercisi.
Arap
halklarından yükselen özgürlük talebi, sosyal adalet arzusunun ve – yolsuzluğun
adresi ve bekçisi olan – istibdadı reddin diğer bir yönü aslında.
Küresel
emperyalizmin barışçıl halk devrimlerine karşı cevap olarak ürettiği kaos,
yolsuzluğu korumak için dışarıdan verilen desteğin silahlı versiyonu.
Bu
bağlamda aralarında IŞİD’in de bulunduğu gerek suni gerekse doğal yollarla
ortaya çıkmış kanlı terör örgütleri, despot rejimlerin yolsuzluklarının
doğrudan bir ürünü ve aynı zamanda Arap istibdat yapısının en öncelikli hamisi.
Terör,
Arap halklarının bir ürünü asla olamaz. Tam aksine, baskıcı rejimlerin ve hem
onları hem de yolsuzluklarını koruyup kollayan uluslararası güçlerin ürününden
başka bir şey değildir.
İstibdat-yolsuzluk-terör
üçgeni, bugün vücudunu yaralar saran Arap dünyasındaki en tehlikeli fonksiyonel
ittifaklardan biri. Piramit şeklini alan bu ittifakta siyasi istibdat piramidin
sivri tepesini oluşturuyor. Yolsuzluk ise, dikey ve yatay şekilleriyle
piramidin sağlam tabanı ve dayanıklı ekseni konumunda.
Mısır,
Tunus ve Libya’da piramidin görünen tepesi hızlı bir şekilde uçtu ve zalim
liderlerin tahtları çöktü. Ancak piramidin çelik tabanı, yani yolsuzluk
şebekesi ve yolsuzluğa yol açan kültür, yeni bir baş çıkarmayı/filizlenmeyi
başardı. Bu baş eskisinden daha sert ve dayanıklı. Bu da Arap dünyasındaki
özgürlük savaşının ya tabanda yatay bir düzlemde olacağını ya da hiç
olmayacağını ortaya koyuyor.
Adaletin
tesisi, hukukun güçlendirilmesi, cezaların uygulanması, yolsuzluk alışkanlığı
ve kültürüyle mücadele, siyasi istibdadın dayandığı sağlam tabanı kökünden
temizleyebilmenin tek çıkış yolu. Arap coğrafyasının istibdat hastalığından,
dış müdahalelerden ve eli kulağındaki patlamalardan – ki bunların öncekiler
gibi sessiz olacağının da bir garantisi yok – kurtulmasını sağlayacak olan da
işte bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder