MİLLİ KİMLİK SİYASETİ: EVANJELİKLER NİÇİN TRUMP’A OY
VERİYOR?
Philip S. Gorski (Yale Üniversitesi Sosyoloji Profesörü)
Social Sciences Research Council (SSCR), 4.10.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Son kamuoyu yoklamaları, Mitt
Romney’nin yarıştığı 2012 Amerikan başkanlık seçimlerine kıyasla 2016’da daha
fazla Evanjelik’in Donald Trump’a oy vereceğini ortaya koyuyor. Peki ama niçin?
Beyaz Evanjelikler savunucusu olduklarını iddia ettikleri –aile değerleri,
dindarlık, tevazu ve affetmek başta olmak üzere- hemen her şeyin canlı bir
antitezi olan bir adama niye destek çıkacaklar? Hem de üç eşinden toplamda altı
çocuğu olan bu adamın onlarca yıldır daha bir kere bile kilise kapısını
çalmamış olmasına, finansal ve cinsel zaferlerinden kurum kurum kurulmasına ve
bugüne kadar affedilmeyi gerektirecek hiçbir şey yapmadığını iddia etmesine
rağmen...
Hiç şüphesiz sorunun cevabı kısmen
siyasi kutuplaşma ve parti hizipçiliğinde aranmalı. Evanjeliklerin birçoğu,
anketörlere Donald Trump’ı destekten ziyade Hillary Clinton’a karşı
olduklarından Cumhuriyetçi Parti’ye oy vereceklerini söylüyorlar. Onlara göre
Trump sadece bir ehven-i şer. Diğerleri, muhtemelen Trump’ın şahsına değil
Cumhuriyetçi Parti’ye, yani antrenöre değil takıma oy verecekler.
Ancak Hillary nefreti ve parti
sadakati bu tercihin nedenlerinin tamamı olamaz. Zira Cumhuriyetçilerin ön
seçimlerinde sapasağlam iyi niyetli Evanjelik aday adayları da yarıştı. Ve buna
rağmen beyaz Evanjeliklerin çoğu Trump’ı Jeb Bush ve Ted Cruz’a tercih etti.
Bunu “müesses nizam”a karşı halkın
bir başkaldırısı olarak mı okuyacağız? Bu çok kolaycılık olur. Nitekim Evanjelik
egemen çevrelerin bazı üst düzey mensupları çok daha evvel Trump’a destek
çıkmıştı. Mesela Jerry Falwell Jr. ve yine Billy Graham’ın oğlu ve mirasçısı
Franklin Graham... Trumpçılarla “Trump’a Asla”cı (#NeverTrump) Evanjelikler
arasındaki bölünme yatay değil dikeydi. Yani bu, kitlelerle liderlik arasında
bir bölünme değildi, her ikisini de çapraz kesiyordu.
Trumpçılığın ne olduğuyla ilgili
birçok açıklama var. Kimileri “alternatif sağ [Z.T.K. yani Amerikan ana-akım
muhafazakârlığına bir alternatif olan ve küreselleşme, göç ve çok-kültürlülüğe
karşı çıkan sağcı ideolojik alt grup]” içinden beyaz milliyetçilere cazip
gelmesinden hareketle bunu bir faşizm olarak okuyorlar. Trumpçılığı bir
popülizm olarak okuyanlar ise Trump’ın cazibesini “Washington’daki müesses
nizam”dan bıkıp usanan beyaz çalışan sınıf üzerinden açıklıyorlar. Bunu
otoriterlikle açıklayanlar ise seçmenlerin otoriter kişiliklerine vurgu
yapıyorlar. Bu yorumlara yanlış denemez; ancak bunlar Trump’ın Evanjelikler
nezdindeki cazibesini Evanjelikler üzerinden açıklamıyor.
Benim okumama göre Trumpçılık dini milliyetçiliğin seküler bir
formu. “Dini milliyetçilik”ten kastım, dini kimliği milli aidiyetin bir
turnusol kağıdı kılan bir milliyetçilik türü olması. “Dini milliyetçiliğin
seküler bir formu”yla kastettiğim şey, dini kimliğin etnik muhtevasından ve
aşkın referanslardan sıyrılması. Trumpçılıkta din temelde etnisiteye işaret
ediyor.
Dini milliyetçiliğin Amerikan
versiyonunun çok uzun bir geçmişi var. Kökenleri 17. yüzyılda Püritenlerin
yerli halklarla yaptığı savaşlara kadar geri gider. Başlangıçta Püritenler
kendilerini ahitleşilmiş bir millet –yani Yeni İngiltere’nin Yeni İsrail’i-
olarak gördüler. Bu kanlı çatışmalarda bazı Püritenler kendilerini fetheden bir
millet – yani Yeni Kenan diyarını yerli Kenanlılardan alıp fethedenler- olarak
yeniden tanımladılar. Kimileri bu çatışmayı apokaliptik terimlerle
çerçevelendirdiler, yani aydınlık güçlerle karanlık güçler arasındaki kozmik
bir mücadele olarak gördüler.
Kanlı fetih ve şiddet dolu kıyamet…
İşte bu, bugüne kadar uzanan Amerikan tarzı dini milliyetçiliğin temel bir
formülü haline geldi. Her zaman geri planda kısık ateşte kaynamaya devam eden
Amerikan dini milliyetçiliği, savaş kıvılcımlarının çakılmasıyla birlikte -Yedi
Yıl Savaşları, Amerikan İç Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve kısa
süre evvel de “Terörle Savaş” sırasında- tekrar tekrar fokurdadı.
Bugünlerde Amerikan dini
milliyetçiliği, daha masum bir tınıya sahip “Amerikan İstisnacılığı” adı
altında dolaşımda. Reagan Devrimi’nin ardından geçen otuz yılda eski formülde
bazı ufak tefek değişiklikler yapıldı. “Kan feda (blood sacrifice)”sından daha az bahsedilirken “Hz.
İsa’nın insanoğlunun günahları için kurbanlığı (ultimate sacrifice)” daha fazla dile getirildi; kanlı
“fetih”ten dem vurmak azaldı, “özgürlük ihracı”na vurgu arttı. Hassas damaklara
göre bir dini milliyetçilik.
Ancak Trumpçılık yine formülü
değiştiriyor. Kan ve kıyamet söylemi, apaçık olan dini muhtevası aşınarak
sekülerleşiyor. Ronald Reagan ve George W. Bush’un söylemi dini imalarla
doluydu; mesela Reagan’ın “tepedeki parıldayan şehir” ve Bush’un “Şeytan
Ekseni” gibi. Trump’ın nutukları ise bu tür ifadelerden tamamıyla yoksun.
Ancak yine de söylemi kan ve
kıyametle dolu. Kitlelere hitap ederken Trump’ın sıkça anlatıp durduğu General
John Pershing hakkında (doğruluğu çürütülen) şu soğuk hikâyesi bunu ele
veriyor: “Filipinler’de 50 Müslüman teröristi yakaladıktan sonra Pershing,
elindeki domuzların kanına bulanmış 50 mermiyi esirlerin 45’ini öldürmek için
kullanmış. Ardından son mermiyi 50. adama vermiş ve kendi insanlarının yanına
dönmesini söylemiş” dedikten sonra Trump, “Bundan sonraki yaklaşık 30 yıl
boyunca İslami terör eylemi diye bir şey kalmamış” sonucuna muzafferane bir
edayla varıyor. Bu, Trump’ın seçim konuşmalarında en çok alkışı alan bir
hikâye. Şüphesiz ki Trump, bu şekilde ateşli destekçilerinin çoğunun en derin
bilinçaltlarına hitap ediyor.
Aynı mantık Trump’ın terörizm
ve daha genelde jeopolitik hakkındaki düşüncelerinin de temelinde. Ona göre
eski zapt etme ve caydırıcılık stratejileri işe yaramaz, daha sert taktikler
şart. Nihayetinde kanın dökülmesi gerekiyor. Görünen o ki Trump’a göre kanın
feda edilmesinin sihirli güçleri var. Trump’ın kan yorumu, (…) bir gaftan
ziyade Freudyen bir dil sürçmesi.
Emek ve paylaşımınız için teşekkürler..
YanıtlaSil