30 Ekim 2016 Pazar

P.S.GORSKI: EVANJELİKLER NİÇİN TRUMP’A OY VERİYOR?



MİLLİ KİMLİK SİYASETİ: EVANJELİKLER NİÇİN TRUMP’A OY VERİYOR?

Philip S. Gorski (Yale Üniversitesi Sosyoloji Profesörü)
Social Sciences Research Council (SSCR), 4.10.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor
 
Son kamuoyu yoklamaları, Mitt Romney’nin yarıştığı 2012 Amerikan başkanlık seçimlerine kıyasla 2016’da daha fazla Evanjelik’in Donald Trump’a oy vereceğini ortaya koyuyor. Peki ama niçin? Beyaz Evanjelikler savunucusu olduklarını iddia ettikleri –aile değerleri, dindarlık, tevazu ve affetmek başta olmak üzere- hemen her şeyin canlı bir antitezi olan bir adama niye destek çıkacaklar? Hem de üç eşinden toplamda altı çocuğu olan bu adamın onlarca yıldır daha bir kere bile kilise kapısını çalmamış olmasına, finansal ve cinsel zaferlerinden kurum kurum kurulmasına ve bugüne kadar affedilmeyi gerektirecek hiçbir şey yapmadığını iddia etmesine rağmen...

Hiç şüphesiz sorunun cevabı kısmen siyasi kutuplaşma ve parti hizipçiliğinde aranmalı. Evanjeliklerin birçoğu, anketörlere Donald Trump’ı destekten ziyade Hillary Clinton’a karşı olduklarından Cumhuriyetçi Parti’ye oy vereceklerini söylüyorlar. Onlara göre Trump sadece bir ehven-i şer. Diğerleri, muhtemelen Trump’ın şahsına değil Cumhuriyetçi Parti’ye, yani antrenöre değil takıma oy verecekler.

Ancak Hillary nefreti ve parti sadakati bu tercihin nedenlerinin tamamı olamaz. Zira Cumhuriyetçilerin ön seçimlerinde sapasağlam iyi niyetli Evanjelik aday adayları da yarıştı. Ve buna rağmen beyaz Evanjeliklerin çoğu Trump’ı Jeb Bush ve Ted Cruz’a tercih etti.

Bunu “müesses nizam”a karşı halkın bir başkaldırısı olarak mı okuyacağız? Bu çok kolaycılık olur. Nitekim Evanjelik egemen çevrelerin bazı üst düzey mensupları çok daha evvel Trump’a destek çıkmıştı. Mesela Jerry Falwell Jr. ve yine Billy Graham’ın oğlu ve mirasçısı Franklin Graham... Trumpçılarla “Trump’a Asla”cı (#NeverTrump) Evanjelikler arasındaki bölünme yatay değil dikeydi. Yani bu, kitlelerle liderlik arasında bir bölünme değildi, her ikisini de çapraz kesiyordu.

Trumpçılığın ne olduğuyla ilgili birçok açıklama var. Kimileri “alternatif sağ [Z.T.K. yani Amerikan ana-akım muhafazakârlığına bir alternatif olan ve küreselleşme, göç ve çok-kültürlülüğe karşı çıkan sağcı ideolojik alt grup]” içinden beyaz milliyetçilere cazip gelmesinden hareketle bunu bir faşizm olarak okuyorlar. Trumpçılığı bir popülizm olarak okuyanlar ise Trump’ın cazibesini “Washington’daki müesses nizam”dan bıkıp usanan beyaz çalışan sınıf üzerinden açıklıyorlar. Bunu otoriterlikle açıklayanlar ise seçmenlerin otoriter kişiliklerine vurgu yapıyorlar. Bu yorumlara yanlış denemez; ancak bunlar Trump’ın Evanjelikler nezdindeki cazibesini Evanjelikler üzerinden açıklamıyor.

Benim okumama göre Trumpçılık dini milliyetçiliğin seküler bir formu. “Dini milliyetçilik”ten kastım, dini kimliği milli aidiyetin bir turnusol kağıdı kılan bir milliyetçilik türü olması. “Dini milliyetçiliğin seküler bir formu”yla kastettiğim şey, dini kimliğin etnik muhtevasından ve aşkın referanslardan sıyrılması. Trumpçılıkta din temelde etnisiteye işaret ediyor.

Dini milliyetçiliğin Amerikan versiyonunun çok uzun bir geçmişi var. Kökenleri 17. yüzyılda Püritenlerin yerli halklarla yaptığı savaşlara kadar geri gider. Başlangıçta Püritenler kendilerini ahitleşilmiş bir millet –yani Yeni İngiltere’nin Yeni İsrail’i- olarak gördüler. Bu kanlı çatışmalarda bazı Püritenler kendilerini fetheden bir millet – yani Yeni Kenan diyarını yerli Kenanlılardan alıp fethedenler- olarak yeniden tanımladılar. Kimileri bu çatışmayı apokaliptik terimlerle çerçevelendirdiler, yani aydınlık güçlerle karanlık güçler arasındaki kozmik bir mücadele olarak gördüler.

Kanlı fetih ve şiddet dolu kıyamet… İşte bu, bugüne kadar uzanan Amerikan tarzı dini milliyetçiliğin temel bir formülü haline geldi. Her zaman geri planda kısık ateşte kaynamaya devam eden Amerikan dini milliyetçiliği, savaş kıvılcımlarının çakılmasıyla birlikte -Yedi Yıl Savaşları, Amerikan İç Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve kısa süre evvel de “Terörle Savaş” sırasında- tekrar tekrar fokurdadı.

Bugünlerde Amerikan dini milliyetçiliği, daha masum bir tınıya sahip “Amerikan İstisnacılığı” adı altında dolaşımda. Reagan Devrimi’nin ardından geçen otuz yılda eski formülde bazı ufak tefek değişiklikler yapıldı. “Kan feda (blood sacrifice)”sından daha az bahsedilirken “Hz. İsa’nın insanoğlunun günahları için kurbanlığı (ultimate sacrifice)” daha fazla dile getirildi; kanlı “fetih”ten dem vurmak azaldı, “özgürlük ihracı”na vurgu arttı. Hassas damaklara göre bir dini milliyetçilik.

Ancak Trumpçılık yine formülü değiştiriyor. Kan ve kıyamet söylemi, apaçık olan dini muhtevası aşınarak sekülerleşiyor. Ronald Reagan ve George W. Bush’un söylemi dini imalarla doluydu; mesela Reagan’ın “tepedeki parıldayan şehir” ve Bush’un “Şeytan Ekseni” gibi. Trump’ın nutukları ise bu tür ifadelerden tamamıyla yoksun.

Ancak yine de söylemi kan ve kıyametle dolu. Kitlelere hitap ederken Trump’ın sıkça anlatıp durduğu General John Pershing hakkında (doğruluğu çürütülen) şu soğuk hikâyesi bunu ele veriyor: “Filipinler’de 50 Müslüman teröristi yakaladıktan sonra Pershing, elindeki domuzların kanına bulanmış 50 mermiyi esirlerin 45’ini öldürmek için kullanmış. Ardından son mermiyi 50. adama vermiş ve kendi insanlarının yanına dönmesini söylemiş” dedikten sonra Trump, “Bundan sonraki yaklaşık 30 yıl boyunca İslami terör eylemi diye bir şey kalmamış” sonucuna muzafferane bir edayla varıyor. Bu, Trump’ın seçim konuşmalarında en çok alkışı alan bir hikâye. Şüphesiz ki Trump, bu şekilde ateşli destekçilerinin çoğunun en derin bilinçaltlarına hitap ediyor.

Aynı mantık Trump’ın terörizm ve daha genelde jeopolitik hakkındaki düşüncelerinin de temelinde. Ona göre eski zapt etme ve caydırıcılık stratejileri işe yaramaz, daha sert taktikler şart. Nihayetinde kanın dökülmesi gerekiyor. Görünen o ki Trump’a göre kanın feda edilmesinin sihirli güçleri var. Trump’ın kan yorumu, (…) bir gaftan ziyade Freudyen bir dil sürçmesi. 

Trump; Jerry Falwell veya Pat Robertson gibi eski ekol dini milliyetçilerin “Büyük Felaket” veya “Hz. İsa’nın İkinci Gelişi” imasında bulunmuyor. Ancak Trump günümüz dünyasını apokaliptik bir cehhennemvari yer olarak görüyor. Burada şeytanlar veya melekler yok, canavarlar veya ejderhalar da yok. “Gerçek Amerikalılar”, sadece Suriyeli mülteciler akınıyla, Müslüman terörist çetelerle ve Meksikalı tecavüzcülerin bıraktığı çocuklarla tehdit ediliyor. Trump’ın kıyameti seküler bir kıyamet.

İsa’nın resimden çıkarılmasıyla bir kez daha Mesih’e rol biçiliyor. Trump’ın iddiasına göre sadece ama sadece kendisi bu canavarları geldikleri çukurlarına yollama gücü ve kudretine sahip, tabii ki destekçileri ona güven duyduğu müddetçe. Sıklıkla “Millet, bana inanın” diyor, “Bunu ben yapacağım”. Sizi kötülüklerden ve fakirlikten kurtaracağım ve bir kez daha tüm ırkların üzerine çıkaracağım. Amerika yeniden “kazanacak”. Trumpçılığa göre Hz. İsa’nın ikinci gelişi, Donald’ın ilk başkanlık devresi olacak.

Trumpçılık bu güruhun dışındakilere tutarsız bir önyargılar ve korkular karmaşası gibi görünebilir. Ama içeriden bakıldığında söylemlerindeki birçok unsur, gizli bir mantık, yani kan ve kıyamet mantığı dâhilinde birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı. Kan metaforu; beyazların ırkçılığı (kanın saflığı), kontrolsüz/aşırı militarizm (kanın fethi) ve elinden geleni ardına koymayan/her yola başvuran anti-terör politikaları (kanın fedası) ile irtibatlı. ABD sınırlarına duvar inşasıyla IŞİD’i yok etme vaadi arasında irtibat kuran ve Cenevre Konvansiyonu’nu yok sayan işte bu gizli mantıksal temel.

Benzer şekilde kıyamet söylemi, Trumpçılığın görünüşte bambaşka duran bir dizi unsurunu birbirine bağlıyor: ekonomik çöküş, terör saldırısı ve kültürel dönüşüm korkusu vs. Trump’a göre tehlikenin kaynağı, işlenen büyük hatalar/günahlar değil “zayıflık”. Bu yüzden de çözüm beyazla süslenmiş “bembeyaz kuzu”ya geri dönüşte değil, [halkın] siparişler[iy]le donanmış “başarılı” birinin seçilmesinde. Bir yorumcunun esprisiyle, Trump sanki Amerikan Başkanlığı için değil, Tanrılık için yarışıyor.

Trumpçılığı dini milliyetçiliğin seküler bir versiyonu olarak okumak, niçin bu kadar çok Evanjelik’in Trump’a destek verdiğin açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda hangi Evanjeliklerin destek çıktığına da ışık tutuyor. Destekçiler daha dindar Evanjelik kitleler de değil, teolojik olarak daha ferasetli Evanjelik liderler de… 2016 ilkbaharında yapılan anketler çok ilginç bir bulguya ulaştı: Kiliseye devam edenler ile Trump’a destek verenler arasında ters bir ilişki var. Graham Jr. ve Falwell Jr.’a gelince bunlar Evanjelizmin fikrî değil, siyasi liderleri.

Kısaca, sözkonusu ilişki gerçekte Trump’la Hristiyanlık değil, Trumpçılıkla Hristiyanlık arasında. Hristiyancılıkla kastım, etnik muhtevasından soyutlanmış siyasi bir kimlik olarak Hristiyanlık. Trumpçılık da siyasi teolojinin Hristiyanvari bir versiyonu.

Trumpçılık, sıklıkla Avrupa’daki yeni-popülizmin Amerika’daki eşdeğeri olarak anlaşılıyor. Bu mukayesenin epeyce haklılık payı var. Her iki ideoloji de yerlici tepkinin ve iktisadi endişenin aynı kokuşmuş toprağında kök saldı. Ve her ikisi de dindar muhafazakârları cezbetti.

Ancak Amerikan ve Batı Avrupa varyasyonları arasında ince de olsa önemli farklılıklar var. Avrupalı popülistler, geleneksel Hristiyanlıktan ziyade Batı sekülerliğini savundukları iddiasındalar. Ama aksine, ABD’de dindar muhafazakârlar genellikle “seküler hümanizm”i bir çözüm değil, bir problem olarak görüyorlar. Hiç şüphesiz “sekülerlik” savunması, İslam’a örtülü saldırıdan biraz daha fazlasından başka bir anlam ifade etmiyor ve ilerlemeci entelektüeller sıklıkla seküler hümanizme karşı polemiklerin kasıtlı bir hedefi. Buna rağmen “din” her iki bağlamda da farklı değerlere sahip: ABD’de olumlu, Batı Avrupa’da olumsuz. Bu bağlamda Trumpçılık yeni-popülizmin Doğu Avrupa versiyonuna muhtemelen daha çok benziyor.


Her halükarda Trumpçılığın yükselişi, zaten kaygı verici olan bu ideolojinin tarihinde tedirgin edici bir dönüm noktasına işaret ediyor. Dini dayanağından uzaklaşan dini milliyetçilik, artık Hristiyan etiğinin ve siyasi teolojinin ahlaki bağlarından sıyrılarak, aşınan halata tutunan sözümona bir kurtarıcıyla su üstünde serbestçe yüzüyor. Seküler ilerlemeciler sıklıkla dini muhafazakârlığın sonunun gelmesini arzuladı. Makul bir seküler muhafazakârlık formunun bunun yerini alacağını zannettiler. Ama bu artık sadece bir hayalden ibaret.

1 yorum: