2008 YILI, DÜNYADA HER ŞEYİ NASIL DEĞİŞTİRİVERDİ
George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve 2015 yılına
kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 28.9.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Göç, geçtiğimiz birkaç yılda Batı’da temel bir meseleye dönüştü. Amerikan
başkanlık seçimlerinde merkezi tartışma konularından biri haline gelirken,
Avrupa Birliği’nde de kilit bir siyasi mesele. Aslına bakarsanız göç hep bir
çekişme konusu olmuştur. Mesela ABD’de bir ulus inşasının ayrılmaz parçası
olduğu halde 1840’larda İrlandalı Katoliklerin göçü derin bir krize yol
açmıştı. Hâkim güç olan Protestanlar Katoliklerin sadakatinden endişeliydi.
Benzer şekilde 19. yüzyılda Rus Çarlığı’ndan Orta Avrupa’ya Yahudi göçü,
kültürel açıdan farklı olan ve asimilasyonu imkânsız gibi görünen Ostjuden’den
(Doğu Avrupa Yahudilerinden) korkuları tetikledi.
Avrupa’da ulus tanımının kişinin doğum yerine ve kültürüne dayalı olması
göçü özellikle zorlaştırdı. ABD’de de aşırı göçün [bedelinin] ulusun kültürel
[devamlılığı açısından pahalıya] mâl olacağına dair ciddi bir korku var.
Bu korkuyu saçma bulanlar veya açıktan eleştirenler kültürün insan hayatındaki
merkeziliğini anlamayanlardır. Toplumumuz bize ayna tutar ve bir toplumu toplum
yapan ortak değerler ve inançlardır. Göç, ortak kültürün ve böylece kim
olduğumuzun, kimliğimizin kaybedileceğine dair makul bir korkuyu tetikler.
Göçmenlerle inşa edilmiş ABD gibi ülkelerdeki göç tartışmalarının ardındaki
gizli ima, aslında göçmenlerin asimile edilemeyeceği korkusudur.
Ancak göçten duyulan korkuların son dönemde kabarmasının daha özel bir
kökeni var: 2008 Krizi. Bu yüzden de sözkonusu mesele ancak 2008 Krizi’nin
diğer yansımalarıyla birlikte anlaşılabilir. 2008’de küresel ekonomi, 1982’de
başlayan aşırı yüksek büyüme gidişatından ciddi bir şekilde saptı. Problem
kısmen mali hilekârlık ve kredi notu iyi olmayanlara verilen yüksek faizli
ipotekli konut kredisindeki krizin (subprime crisis) yanlış
hesaplanmasından kaynaklanıyordu. Ama aslında kriz çok daha derindi. Ekonomik
hızlı büyüme devasa verimsizliklere yol açmıştı; çok büyük miktardaki nakit
fazlası, bu parayı gıda, giyecek ve barınma için harcamayıp paradan para
kazanmaya yatıranların ellerindeydi. (…)
Ancak bu döngünün sonuna doğru iki şey gerçekleşti: Kalite yatırımı fırsatı
düştü ve verimlilik azaldı. (Demiryolları, radyo, bilgisayar gibi) icatları
tetikleyen geçmişteki ilerlemeler, ezber bozan niteliklerinden sıyrılarak
giderek sıradanlaşan birer emtiaya dönüşmeleriyle birlikte, büyüme patlamasına
yol açma kapasitelerini yitirdi. Bu noktada basiretli/ihtiyatlı yatırım
fırsatları azaldı. Yatırımcıların parası bol; ama para kendi başına yüksek
verimlilik yaratamaz.
Sonuç, yatırım fırsatları için yoğun bir arayış oldu. Daha evvel pek de
dikkate alınmayan spekülatif fırsatlar yatırım fırsatı olarak görülmeye
başlandı. Basiretli/ihtiyatlı yatırım arayışı, yüksek faizli ipotekli konut
kredisi krizine (subprime crisis) yol açtı. Varsayım şuydu: Konut, kesin
olarak güvenli bir yatırımdır; zira konut fiyatları sürekli yükselişte.
İpotekli konut yatırımı muhafazakâr bir yatırımdı ve bunun harici türevlerine
yatırım da basiretli/ihtiyatlı bir yatırım olup getirisi de oldukça iyiydi.
Konut fiyatlarının her daim yükseleceği temel varsayımının yanlış olduğu ortaya
çıktı. Bunun kökeninde finansal üçkâğıtçılar değil, güvenli yatırım yerinin
bulunmasının zorlaştığı bir ortamda güven içinde yatırım yapmak isteyen muhafazakâr
yatırımcılar vardı. Risk almadan büyük servetler vaat eden üçkâğıtçılar,
aslında hepimizin içinde var olan o tabii açgözlülükten sadece istifade
ettiler, o kadar.
2008’de yaşanan, sistem üzerindeki devasa basıncın boşalmasıydı. Yüksek
faizli ipotekli konut kredisi krizi (subprime crisis) tetikleyici oldu.
Yatırıma yönelmeyen sermaye fazlalığı bir problemdi. (…) 1929’daki Büyük Buhran
sırasında ABD’de yaşanan infilak edici bir basınç boşalması yerine bu defa
2008’de bir infilak hali yaşandı; ancak yavaş yavaş ve uzun vadeli bir basınç
boşalmasına yol açtı.
Sözkonusu basınç boşalması, yatırımcıların bir anda çok daha dikkatli ve
fakat yatırım sermayesinden yoksun bir hale gelmesi demekti. Bu olayın
sonuçlarının yavaş yavaş ortaya çıkacağı uzunca bir süreç başladı. Bu öyle
muazzam bir olaydı ki sona ermesi çok uzun bir süre alacaktı. Makul görünen
tahmin, bir nesil süren hızlı büyümenin yerine yine bir nesil sürecek sistemik
işlevsizliğin alması. Baskı ancak zaman içinde dengelenebilecek.
Bu ilk kez yaşanmıyor. Ancak bunda daha önce görülmemiş bir boyut da var:
1980’lerden bu yana ülkeler ve ekonomileri çok ciddi bir oranda birbirleriyle
bağımlı halde büyüdü. O dönemde karşılıklı bağımlılık çılgınca alkışlanmıştı;
ama sonuç tam bir felaket oldu: Herhangi bir yangın önleme hattının bulunmadığı
bir ortamda orman yangınına yol açtı. Üretim ve tüketimde karşılıklı bağımlılık
tek bir ülkeyle sınırlı değildi, küresel bir olgu halini almıştı. “Serbest
ticaret ve paranın serbest akışı iktisadi refah için zaruridir” fikrinin
mantıksızlığı, sistemdeki herhangi bir başarısızlık halinde saklanacak delik
bulunamaması demekti. Her şey birlikte yükseldiyse her şey yine hep birlikte
düşecekti. İktisadi coşkunluğun ikiz kardeşi ideolojik coşkunluktu. İktisadi
değişimin sonuçlarından kendisini koruyabilecek çok az ülke vardı ve bütün
insanlık hep birlikte acı çekti. Ancak 1930’ların derin ve geniş çaplı ızdırabı
yerine şu anda uzun bir sistemik işlevsizlik süreci yaşanıyor.
Karşılıklı bağımlılık ikilemi en net şekilde uluslararası ticarette
görülebilir. İdeolojik olarak en güçlü ihracatçılar en etkili ekonomilerdi,
aynı zamanda sistemik bir başarısızlıktan en fazla etkilenecek olanlar da yine
onlardı. ABD ve Avrupa eskisi gibi mal satın alamaz hale geldiğinde bunun ceremesini
çeken ihracat devi Çin oldu. Olaylar yavaş yavaş gelişirken Çin’in
düzelemeyeceği aşikâr hale geldiğinde, petrol ve diğer emtia fiyatları
düşerken, Çin’in ihtiyaç duyduğu sanayi mallarının üreticileri sarsıntı
geçirdi. Birçokları gibi Avustralya, Suudi Arabistan ve Rusya da petrol ve
diğer emtia fiyatlarının düşmesinden doğrudan etkilendi. GSYH’lerinin neredeyse
yarısını ağır aksak işleyen ve hatta daralan küresel piyasaya yaptıkları
ihracatla elde eden Almanya ve Güney Kore gibi diğer ülkeler de sırada tetikte
bekler hale geldi. Yavaş ama engellenemez bir süreçte herkes küreselleşmenin
bedelini ödemekte ve bu halen daha sona ermiş değil. Dünyanın en güçlü
ekonomisi olan ABD, büyük ekonomiler arasında GSYH’sinde ihracat oranı en düşük
ülke. İhracatının çoğu Kanada ve Meksika’ya gittiğinden karşılıklı bağımlılığın
aşırıya varmaması bu ticaret krizi darbesinin etkisini azalttı.
Şimdiye kadar bir bütün olarak ülkelerden bahsettim; ama önemli bir boyut
da ülkelerin halkları olup onlar bu krizi farklı bir şekilde tecrübe ettiler.
Zenginler 2008’den sonra büyük bir kayıp yaşadılar. Ama kaybettikleri şey
yatırım sermayesiydi, kira parası değil. Dolayısıyla birçoğu için bu darbe
varoluşsal bir darbe değildi ve hayatları da değişmedi. Ancak parasını
tüketimde kullananlar için darbenin etkisi hayatiydi. Ticaret krizi yayıldıkça
insanlar işlerini kaybettiler, kendilerine yeni iş bulanlar da eskisinden daha
düşük maaşlar almaya başladılar. 2008’in sıradan vatandaşlar üzerindeki etkisi
farklıydı. Ancak siyasi kontrol, karşılıklı bağımlılık ideolojisi üzerine
fikirlerini inşa etmiş yatırımcı sınıfın elinde kalmaya devam etti. Dolayısıyla
işsizlik dalgasının kabarması, eksik istihdam ve halkın alım gücünün düşmesi
meseleleri yerine finansal sistemin istikrarına odaklanmayı sürdürdüler. Her
ülkede farklı şekillerde de olsa hemen hepsinde aynı oyun oynandı.
Mali kriz iktisadi bir hastalığa dönüştü ve bu da sosyal bir krizi
tetikledi. Toplumsal kriz ise küresel siyasi bir krize yol açtı. 2008
varoluşsal darbesini atlatan sınıf, elit sınıfa ve onların değerlerine düşman
hale geldi. Saplantı derecesinde kendi menfaatlerine ve ideolojisine odaklanan
elitler bu isyanı fark edemedi. Şu anda ABD’de Donald Trump, İngiltere’de
Brexit ve Kıta Avrupa’sında birçok siyasi parti, karşılıklı bağımlılık inancına
ve finansal sınıfın menfaatlerinin üstünlüğüne meydan okuyor. Bu sınıf ve
müttefikleri, 2008 öncesinin inançlarına temelden bir meydan okumayla
yüzleşmeye tamamen hazırlıksızdı. O eski sakin günlere geri dönüş mücadelesi
veriyorlardı. Onlara meydan okuyanlar ise artık geriye dönüş olmadığını
hissettiler ve elit sınıfa akılsızca görünen tamamen farklı bir paradigma
arayışına girdiler. Ama ardından elit kesim, kendisininkinden başka herkesin
menfaatine fena halde kayıtsız kalan bir görüntü çizmeye başladı.
Siyasi isyan hali sadece Avro-Amerika toplumuyla sınırlı değil.
Diktatörlüğe evirilen, iktidardaki şahsiyetleri korumaya kararlı rejimlerde de
bu görülebilir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çin Devlet Başkanı Xi
Jinping bunun birer örneği. Kendi mali elitlerine saldırıp daha baskıcı bir
tutum takındıkça itibar ve güç kazanıyorlar. Aşağıdan gelen tepkilerle yükselen
bir Trump veya bir Brexit yerine, bunların niyeti iktidarlarını güçlendirmek
için bu hareketliliği kendi tasarruflarına almak. Bu süreç Suudi Arabistan ve Türkiye’de de
görülebilir.
2008’le birlikte yükselişe geçen konu, artık küresel sistemin veya finansal
topluluğun menfaatleri değil de bir bütün olarak ülke menfaatlerini korumada
halkların önemi ve milli liderliğin başatlığı haline geldi. Karşılıklı
bağımlılığın başarısızlığa uğramasının mantıkî sonucu milliyetçiliğin yeniden
ortaya çıkışı oldu. 2008 öncesindeki ideolojinin temel varsayımı, kısmen
“kümülatif iktisadi büyümeden herkes istifade eder” üzerine kuruluydu. 2008
sonrasının ideolojisi ise “durguluğun bedelini orta ve alt sınıflar öder”
fikrine dayandı. Ve bu da gelinen noktada siyasi bir hesaplaşmaya yol
açıyor.
Bu da azami büyümenin temel çıkar olmadığı bir durum yaratıyor. Eğer ki
ekonomi %10 büyüyorsa ama sen işsizsen azami büyüme senin şahsi menfaatine
değildir. Eğer ki orta gelir grubunun üstü bu %10’luk büyümeden istifade ediyor
ama altındaki sınıf tüketim kapasitesinin daraldığını düşünüyorlarsa bunun
sonucu ortadadır. Mesela serbest ticaret ekonominin bütününe fayda
sağlayabilir, ama bu fayda sadece en tepedekilere akıp maliyeti aşağıdakiler
çekebilir. Bu durumda orta gelirin altında para kazananlar, uzun vadede
kümülatif büyümeyi feda edip orta gelirin altındakilere daha fazla gelir
sunmaya hazır olan partilere gelecek 20 yılda oy vereceklerdir. 2008 öncesi
hakim olan ideolojiye karşı olanların dillendirdiği argüman tam da budur.
Serbest ticaret bir bütün olarak ekonomiye fayda sağlarken sınıflardan birini
perişan edebilir. Bu sınıf düşük ücretlerin sonuçlarındansa düşük büyüme
oranını kabul edecektir. 2008 öncesinin ideolojisi için bu, anlaşılmaz bir
görüştü, ama artık Avro-Amerikan toplumunun yaklaşık yarısının hâkim
ideolojisine dönüşmüş durumda.
Yeni bir ideoloji ortaya çıkmakta. Henüz iktidara gelmese de giderek
büyümekte. Bu ideolojiye göre, ulus-devletin dışa bağımlılığını kontrol altına
alması ve sınırlaması karşılıklı bağımlılığa kıyasla çok daha evladır. Yine
ulus-devlet küreselleşmenin sağlayamadığı birtakım faydalar sunar: topluma aidiyet
bilinci, kültürü koruma ve ben-idraki. Bu bakış açısına göre, bir ülkesi
olmayan insanlar topluma aidiyet bilinci olmayan insanlardır; onlar tek başına,
yalnız ve çaresizdir. Bunun kökeninde “paradan çok daha önemli şeyler vardır”
iddiası bulunuyor.
Bu bağlamda göç akına karşı Avrupa ve Amerika’dan yükselen muhalefet
anlaşılabilir. Karşılıklı bağımlılığa karşı giderek büyüyen bir itiraz var ve
bu sadece ticari bir mesele değil, aynı zamanda ulusu koruma meselesi. Kitlesel
göçmen akışı, bilhassa yasadışı olanlar, (…) ulus-devlet için, tanıdığım ve
kaderini paylaştığım insanlar için bir tehlike. Göçe karşı düşmanlık,
değerlerde ve inançlarda yaşanan büyük değişimin sadece küçük bir boyutu.
Elit kesim bunu bir ırkçılık olarak lanetliyor. İster böyle olsun ister
olmasın, bu aslında 2008 sonrasında hâkim ideolojiye verilen bir cevap
niteliğinde. 2008’in yansımaları, 1929 Büyük Buhranı’na kıyasla çok daha
yumuşak ve yavaş yavaş gelmekte. Ancak sistemi çok daha dramatik bir şekilde
yere sermekte. Basit bir hakikat hala baki: 1929 sonrası dünya değişmiş ve bir
daha asla eskisine geri dönmemişti. Bugün de aynısı geçerli. Tüm rejimler
işleyiş biçimlerini değiştirmekte; demokrat elitlerin ekseriyeti değişimler
karşısında şaşkına dönmüş durumda ve meydan okuyucularının nezaketsizliğini
küçümsemeleri statükoyu sürdürmek için yeterli değil.
2008 senesi, tıpkı 1991, 1945 ve 1929 gibi bir dönüm noktası. Dünyanın
işleyişinde gerçek bir nesil değişimi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder