Robert Kaplan (Amerikalı dış
politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve
Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)
National Interest, 5.3.3018
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin
bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
Giriş
Binlerce
yıldır siyasetin trajedisi, imparatorluğun kaosa cevap üretebilmesiydi. Oxford
Üniversitesinden tarihçi John Darwin’e göre emperyalizm, “tarihin büyük kısmı
boyunca kusurlu bir siyasi örgütlenme biçimi oldu”; zira güçlü devletler inşa
etmek için gerekli imkânlar ve kabiliyetler, –coğrafi şekiller yüzünden– hiçbir
zaman dengeli bir şekilde dağıtılmadı ve bu nedenle bir etnik grup genellikle
başkalarının topraklarını yönetmek üzere ortaya çıktı. Ancak fetih kibre,
militarizme, aşırı yayılmaya ve bürokratik taşlaşmaya yol açtığından, Alman
filozof Oswald Spengler’a göre, bir imparatorluk inşa etmenin bizatihi kendisi
çöküşün ve kültürel gerilemenin göstergesidir. İmparatorluklar (özellikle de
Büyük Britanya ve Fransa) çöküşleri öncesinde olduğu kadar gözle görünür hale
hiç gelmemişti.
Ama eğer ki
imparatorluklar, trajik şekilde sona ermelerine rağmen birer normsa, bunun
ardından sürdürülebilir bir yapı olarak ne gelmeli? Spengler’in belirttiği
illetlere eğilim göstermeden hangi sistem düzeni sağlayabilir? Çin’in Kuşak ve
Yol İnisiyatifi, Rusya’nın Orta ve Doğu Avrupa’daki yıkıcı seferberliği, Avrupa
Birliği projesi ve Amerikan öncülüğündeki liberal dünya düzeni hep bu sorunu
çözmeye dönük girişimler. Politika üreten elitlerin zihinlerinde bir saplantıya
dönüşen büyük strateji (grand strategy)
aslında imparatorluk tuzağını önlemekle alakalı.
Çin: Coğrafyanın yönlendirdiği aydınlanmacı
otoriterlik
Bu sorunla
uğraşının bir hattını Çin ve Rusya, diğerini AB ve ABD oluşturuyor. Her iki
modelin de kendince güçlü ve zayıf yönleri var.
Çin ve Rusya
karaya bağımlı, demokratik olmayan emperyal geleneklerin mirasçıları. Yayılma
girişimleri ideallere değil, coğrafyaya dayanıyor. Ama bu demek değil ki
yaklaşımları, onları dişli rakipler kılarak incelikten/kurnazlıktan yoksun.
Çinli
liderler, Ming ve Qing hanedanlarının hüküm sürdüğü erken modern dönem
Asya’sının (14. yüzyılın ortalarından 19. yüzyıl ortalarına) –Avrupa’daki
güçler dengesine vurgu yapan Vestfalyan devletler sistemine kıyasla– emperyal
vergi/haraç sistemi altında çok daha ustaca yönetildiği bilgisine dayanıyorlar.
Güney Kaliforniya Üniversitesinden siyaset bilimci David Kang, bu vergi/haraç
sisteminin “Çin’in kendi otoritesini kabul eden tâbi devletleri sömürmemeye
dair güvenilir taahhütler içerdiği”ni anlatıyor. Dolayısıyla Ming ve erken
dönem Qing emperyal hegemonyası, sadece hâkimiyeti değil, aynı zamanda
“meşruiyeti ve mutabakatı” da içeriyordu. Çin emperyalizmi yaygın kabul gören
bir sistemle Asya’ya yüzyıllarca görece barışı getirdiğinden, bugün Çinli
liderler bölgelerini bir kez daha yönetmeye kalkışmakta herhangi bir yanlış
görmüyorlar; zira onlara göre bu, sadece ve sadece bölgesel uyumun yeni ve çok
daha incelikli bir emperyal düzen altında yeniden canlandırılması anlamına
geliyor.
Çin ne bir
demokrasi ne de totaliter bir rejim. İşte bu, tam da onu cazip kılan yön.
Rejimin otoriterliği –ki bu, düzenin sağlandığı ve politikanın öngörülebilir
olduğu, tartışmaların bütünüyle liderlik, Pekin düşünce kuruluşları ve genel
nüfus içinde ortaya çıktığı bir otoriterlik– Manişeist kavramlarla basitçe
diktatörlük olarak niteleyebileceğimiz türden. Dahası, Çinli lider Şi
Cinping’in bölgesel uyumu yeniden canlandırma fikri, geleneksel olarak başarılı
imparatorlukları ve onların varyasyonlarını tanımlayan türden ulvi amaçlar
sağlıyor. Ortaçağ Çin hanedanlarının yolunu izleyen –ve Pekin’i hem İran’a hem
de Avrupa’ya bağlayan– Kuşak ve Yol İnisiyatifi, Çin’in Orta Asya’ya ve
Ortadoğu’ya –coğrafi tecridi, fakirliği ve istikrarsızlığı hafifletebilecek–
ümitvar bir vizyon sunmasına imkan veriyor. Biz [ABD olarak] Çin’i iktisadi bir meydan okuma olarak görüyoruz. Ama
aslından bundan çok daha fazlası. O, aynı zamanda felsefi bir meydan okuma;
zira onun benzersiz sistemi, en azından bu safhada, kendi halkına ve komşularına
kalkınma için somut ve güvenilir politikalar sunuyor. Şi düpedüz bir diktatör
değil: Anarşiyi önlerken halkına belli bir dozda bireysel özgürlük ve iktisadi
büyüme de sunabilecek türden bir diktatör. Bu da içinde yaşadığımız
otoriterliğin cazibesi aslında. İktidarını sınırlayan iki dönem şartını
yürürlükten kaldırsa bile bu böyle devam edecek. Her şeye rağmen Çin –Rusya’nın
aksine– güçlü bir kurumsal yapıya sahip ve Şi’nin iktidarı hala daha Irak’ın
Saddam Hüseyin’inin veya Suriye’nin Esedlerinin mutlakiyetçiliğinden çok
uzaklarda.
Yine de
Çin’in iktisadi dinamizmi, Batılı güçlerin elinde iki yüzyıl boyunca tecrübe
ettiği anarşi ve çöküşten duyduğu muazzam nefretle birleştiğinde, onu kibre
meyyal kılıyor ve bu, Yale Üniversitesinden tarihçi Paul Kennedy’nin tabiriyle
“emperyal aşırı yayılma”ya yol açarak ölümcül hale gelebilir. Çin kendini
alamayabilir. Bu on yıldaki dinamizmi, yavaşlayan Çin ekonomisinin bir sonraki
on yılda Kuşak ve Yol sistemini ayakta tutamayacağı bir hızda büyümesine yol
açabilir. [Bu durumda] Hayatta
kalabilmek için Çin’in modeli geleneksel emperyal rejime son derece
yakınlaşabilir. Bütün bunlar, giderek büyüyen Çin orta sınıfının –en zeki
otoriterlerin daha karşılayamayacağı türden– kurumlar talep ettiği bir dönemde
cereyan ediyor olabilir.
Rusya: Coğrafyanın yönlendirdiği aydınlanmamış
otoriterlik
Ruslara
gelince, Ukrayna’da kar maskeli silahlı eşkıyalarıyla henüz acemi olabilirler;
ama demokratik yönetimleri çökertmek için siber alana bel bağlamaları hem ucuz
hem de rahatlıkla inkâr edilebilir bir yöntem. Dahası, Orta ve Doğu Avrupa’da
–geleneksel emperyalizmin her türlü kibrini ve diğer mahzurlarını bünyesinde
taşımış– Varşova Paktı’nı yeniden diriltmek yerine sadece yıkıcı bir rol
oynamaya çalışıyorlar. Suriye’de sahaya ciddi sayıda kara birliği getirmemeye
dikkat ettiler. Yakın çevrelerinde agresif olsalar da aynı ölçüde tedbirli,
dikkatliler. Sovyet coğrafyasını geri kazanmayı hedefliyorlar, ama
imparatorluğun masrafı ve riski olmadan. Bütünüyle fethetmek değil, etki kurmaya
çalışıyorlar. Bu, akıllıca bir post-emperyal strateji.
Ancak Rus
Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Orta ve Doğu Avrupa’daki post-emperyal yıkıcı
projesi, sınırları aşmamakla birlikte, liberal demokrasileri çökertme
saplantısının bir tezahürü; öyle ki bu saplantı onu kendi arka bahçesinde
yükselen Çin tehdidini dahi göremez hale getirdi. Hatta siber savaş
seferberliğinin ardındaki temel saik de büyük ölçüde Soğuk Savaş’ın bitişinden
duyduğu kin, yoksa daha üst bir amaç taşımıyor. Ve kendisine yol gösterenici
ulvi bir hedefi olmaksızın Putin’in düşük kalorili emperyalizmi nihai olarak
duvara toslamaya mahkûm. Tarih bize emperyalizmin kalıcı olabilmesi için –en
azından kendince– daha ulvi, medenileştirici bir hedefi olması gerektiğini
tekrar tekrar göstermekte. Venedikliler ve İngilizler, ticaretle dünyayı daha
iyi bir yere çevirdiklerini farz etmişlerdi; Roma da kurumlarının ve yollar
ağının insanlığı geliştirici bir araç olduğuna inanmıştı. Gerek Habsburglar
gerekse Osmanlılar, hükümdarlarına sadakatin ihtilaf içindeki etnik
toplulukları birbirlerini katletmekten alıkoyduğuna inanmışlardı. Çin, tamamen
bu gelenekten geliyor; Rusya ise öyle değil. Rusya, Çin gibi güçlü kurumlarla
desteklenmiş değil ve Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi gibi iktisadi kalkınma ümidi
de sunmuyor. İşte bu yüzden Çin, Rusya’nın yapamadığı kadar bize [yani Batı’ya] meydan okuyor. Bazen
otoriterlik türleri arasındaki farklılık, otoriterlikle demokrasi arasındaki
kadar muazzamdır.
Avrupa Birliği: Zahirî imparatorluk
AB,
imparatorluğa en yaratıcı cevaptı. Yale Üniversitesinden tarihçi Timothy
Snyder’a göre, hukukiliğe vurgusu ve küçük devletler[den oluşması] onu geleneksel emperyalizmden kurtarıyordu. Ancak
yine onun vurguladığı gibi, Avrupa’nın geçmişi neredeyse tamamen imparatorluk
ve dolayısıyla Avrupa’daki birçok devletin, özellikle de Doğu Avrupa’dakilerin
–büyüklüğü ve çeşitliliği bakımından emperyal boyutlar taşıyan– AB şemsiyesi
altına girmek dışında başka bir geleceği yok. Aslında AB; Habsburg ve Osmanlı
imparatorluklarının kozmopolitliğinin gerçek varisi ve dolayısıyla kibre
düşmeden imparatorluk işlevini kıta çapında gerçekleştirme potansiyeline sahip.
Ancak AB, Rusya’nın post-emperyalizm çeşidiyle yüzleştiğinde, güvenliğini
tamamen kendi başına sağlayamaz. Bu nihayetinde ABD’nin işi.
Ancak AB,
popülist milliyetçi dalgaya yol açan Borç Krizi yüzünden belli bir tevazuyu
öğrendi; bunu en iyi açığa vuran, Davos’ta “kozmopolit dijital elitin kibri”
konusunda yoldaşı Avrupalıları uyaran İtalya Başbakanı Paolo Gentiloni oldu.
Mevkidaşları Emmanuel Macron ve Angela Merkel, milliyetçiliği suçlamakla
birlikte, Davos’taki konuşmalarında bu dalganın içine çekilenleri memnun etmeye
çalışır şekilde konuştular. Sadece ve sadece Brüksel’i daha az uzak ve daha az
bürokratik kılarak AB’nin yarı-emperyal üst yapısının hayatta kalabileceğinin
artık farkına vardılar. Dolayısıyla AB, neredeyse bir çöküş deneyimi yaşadıktan
sonra bundan böyle geleceğe hükmetmekte daha iyi bir konumda olabilir. Avrupalı
liderler artık trajediyi önlemek için trajik düşünüyorlar ki bu, krizden evvel
(en azından bugünkü ölçüde) yaptıkları bir şey değildi.
Rusya’nın
otoriterliği eşkıyalıktan ayrışamazken ve bu nedenle gelecek için bir model
teşkil edemezken Çin’in sistemi bireysel özgürlükleri siyasi baskıyla özgün bir
şekilde harmanlaması sayesinde işliyor. AB ise ancak ve ancak elitist olmayan
bir demokrasiye daha fazla dönüşerek ama güçlü bürokratik unsurunu da koruyarak
hayatta kalabilir. Ölçülü düzenlemeler bu noktada hayati. İdeoloji yüzyılının [20. yüzyılı kastediyor] ardından gelen
bu yeni jeopolitik yüzyılı [yani 21.
yüzyıl], çeşitli rakip sistemler arasındaki farklılıkların İkinci Dünya
Savaşı ve Soğuk Savaş’takine kıyasla daha ince/kolaylıkla fark edilemez türden
olacağı anlamına gelir. Manişeist görüşün problemi, diktatörlükle demokrasi
arasındaki savaşta sadece bir tarafın kazanabileceği sonucunu çıkarması. Ama
her iki taraf da kazanamayabilir. Ve bir avantaj sağlayan taraf, her iki
sistemin de unsurlarını yavaş yavaş [zihinlere]
aşılayabilir.
Amerika: Yönetmesi mukadder [mi]?
Amerikan
öncülüğündeki liberal dünya düzeni, en azından Donald Trump’ın Beyaz Saray’a
gelişine kadar, evrensel değerleriyle kendisini güvence altında hissediyordu.
Ama bu onu otomatikman post-emperyal kılmıyordu. Bunu uygulamaya dökenlerin
zihninde emperyalizm, genellikle yüceltici, medenileştirici bir misyon
olageldi. Her ne kadar bu misyon geçmişte özellikle Avrupa sömürgeciliği
bağlamında ırkçı ve ikiyüzlü olabildiyse de, Harvard Profesörü Odd Arne
Westad’ın dikkat çektiği gibi, aynı zamanda emperyalistlerin Amerikalı ve
Sovyet Soğuk Savaşçılarıyla özünde paylaştıkları “sorumluluk ve fedakarlık
hissi” bağlamında “cezbedici ve hatırlatıcı”ydı da. Gerçekten de Soğuk Savaş
iki imparatorluğun mücadelesiydi, her ne kadar kendilerini başka şekilde
isimlendirseler de... Ayrıca Amerikan düzeni, okyanusların ötesine uzandığı
için muazzam askerî harcamaları da gerektiriyordu. Ve bu, birçok tarihçiye
göre, emperyal çöküşü kışkırttı. Irak ve Afganistan istilaları ve Suriye’deki
özel harekât operasyonları, –bir toprak parçasını istila etmek orayı yönetmek
anlamına da geldiğinden– emperyal seferlerin her türlü alamet-i farikasına
sahipti. Tabii ki ABD kendi değerlerini en uzak diyarlarda da savunmak zorunda;
ama bunu kendi iç cephesini mali külfetlere ve ceset torbalarına boğmadan
yapmalı. Bu zannedildiğinden daha zordur; zira ihtiyari savaşlar ilk bakışta
zaruri savaşlar gibi görünebilir.
Başkan
Trump, Washington’daki dış politika egemen çevrelerinin arzu ettiği doğrultuda
Suriye diktatörü Beşşar Esed’i devirmeye kalkışmak yerine sadece IŞİD’i
yenilgiye uğratmayı tercih ederek Ortadoğu’da emperyalvari savaşlara verilen
önemi azalttı. Bununla birlikte o da korumacılık ve dar çerçevede tanımlı bir
Amerikan çıkarları çağrısıyla Amerikan dış politikasını herhangi bir gerçek
moral yükseltici hedeften mahrum bıraktı ki bu da çöküşün bir diğer kat’i
işareti. Ayrıca Trump’ın orduyu idolleştirirken diplomatik kadrolarda büyük bir
kıyıma gitmesi, –İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin kadim Asur Krallığı
hakkında “zırhlı içindeki bir mevta” tanımlamasını akla getirerek– aslında
bütün askerî imparatorlukların kaderini hatırlatıyor.
ABD bir
dönemeçte. İngiliz coğrafyacı Halford Mackinder’in işaret ettiği gibi, Kuzey
Amerika’nın ılıman bölgesi, Afro-Avrasya’nın ada uydularının en muazzamı: Eski
Dünya’dan coğrafi olarak korunurken aynı zamanda ona etki edebilen bir bölge…
Dolayısıyla eğer ki ABD, emperyalizme benzer modelini düzgün tutturabilirse
hala daha [dünyayı] yönetmesi mukadderdir. Ancak 75 yıldır ilk kez ABD dünyayı
harekete geçirici büyük bir fikirden mahrum. Ve işte bu, diğer her şeyden çok
daha fazla ABD’yi tehlikeye atıyor. Post-emperyal bir dünya, liderliğin büyük
fikirlere dayandığı, ama coğrafi fetihlere veya boyun eğdirmeye yönelmediği bir
dünyadır.
Sonsöz
Liberal
demokrasinin insanlığın siyasi gelişiminde son söz olduğunu varsaymamalıyız.
Muzaffer çıkacak sistem, içeride vatandaşlarına çok daha fazla haysiyet/onur
sunan ve dışarıda kendisine tâbi ve müttefik olanlara daha fazla ümit vaat eden
sistem olacaktır. Aslında biz, Rusya’dan ziyade, iktisadi başarısı ve iyi
organize edilmiş –imparatorluğu epeyce andıran– büyük stratejisi (grand strategy) genel oy hakkına
dayanmayan Çin yüzünden otoriter bir çağda yaşıyoruz. Ama çok daha derin soru
bizim kendi içimizde yatıyor. ABD matbaa ve daktilo çağında ilham verici bir
demokrasiydi. Acaba Trump’ın otoriter tarzı bir sapma mı, yoksa farklılaşan
söylemlere vurgusu bölünmeyi teşvik eden ve nesnel hakikati tahrif eden yeni ve
pespaye dijital-video çağının bir ürünü mü? Eğer ikincisiyse, bu durumda Çin’in
kendi halkını iyice zapturapt altına alan modelinin imparatorluk sisteminin
yerine geçmesi çok daha mümkün. Yine de tüm çekiciliğine rağmen bu, hem liberal
olmayan çağın hem de sadece ABD’nin değil genel olarak Batı’nın çöküşünün
habercisi bir tuzaktır. Dolayısıyla biz aydınlanmacı otoriterliği bir kader
değil, bir meydan okuma olarak görmeliyiz.
NOT: Robert Kaplan'ın bu konuyla ilgili birçok makalesini tercüme edip bu blogda yayınladım. Bunlardan özellikle iki tanesini okumanızı tavsiye ederim.
NOT: Robert Kaplan'ın bu konuyla ilgili birçok makalesini tercüme edip bu blogda yayınladım. Bunlardan özellikle iki tanesini okumanızı tavsiye ederim.
AVRASYA’DA YAKLAŞAN ANARŞİ (Foreign Affairs, Mart-Nisan 2016)
TRAJEDİYİ ÖNLEMEK İÇİN TRAJİK DÜŞÜN: ‘BÜYÜK GÜÇ ANARŞİSİ’ ÇAĞINDA ABD’NİN BEKLENTİSİ NE OLMALI? (The Washington Free Beacon, 16.9.2016)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder