25 Mart 2018 Pazar

R.KAPLAN: İMPARATORLUK TUZAĞI VE OTORİTERLİK






Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)
National Interest, 5.3.3018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

Giriş
Binlerce yıldır siyasetin trajedisi, imparatorluğun kaosa cevap üretebilmesiydi. Oxford Üniversitesinden tarihçi John Darwin’e göre emperyalizm, “tarihin büyük kısmı boyunca kusurlu bir siyasi örgütlenme biçimi oldu”; zira güçlü devletler inşa etmek için gerekli imkânlar ve kabiliyetler, –coğrafi şekiller yüzünden– hiçbir zaman dengeli bir şekilde dağıtılmadı ve bu nedenle bir etnik grup genellikle başkalarının topraklarını yönetmek üzere ortaya çıktı. Ancak fetih kibre, militarizme, aşırı yayılmaya ve bürokratik taşlaşmaya yol açtığından, Alman filozof Oswald Spengler’a göre, bir imparatorluk inşa etmenin bizatihi kendisi çöküşün ve kültürel gerilemenin göstergesidir. İmparatorluklar (özellikle de Büyük Britanya ve Fransa) çöküşleri öncesinde olduğu kadar gözle görünür hale hiç gelmemişti.
Ama eğer ki imparatorluklar, trajik şekilde sona ermelerine rağmen birer normsa, bunun ardından sürdürülebilir bir yapı olarak ne gelmeli? Spengler’in belirttiği illetlere eğilim göstermeden hangi sistem düzeni sağlayabilir? Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi, Rusya’nın Orta ve Doğu Avrupa’daki yıkıcı seferberliği, Avrupa Birliği projesi ve Amerikan öncülüğündeki liberal dünya düzeni hep bu sorunu çözmeye dönük girişimler. Politika üreten elitlerin zihinlerinde bir saplantıya dönüşen büyük strateji (grand strategy) aslında imparatorluk tuzağını önlemekle alakalı.

Çin: Coğrafyanın yönlendirdiği aydınlanmacı otoriterlik
Bu sorunla uğraşının bir hattını Çin ve Rusya, diğerini AB ve ABD oluşturuyor. Her iki modelin de kendince güçlü ve zayıf yönleri var.
Çin ve Rusya karaya bağımlı, demokratik olmayan emperyal geleneklerin mirasçıları. Yayılma girişimleri ideallere değil, coğrafyaya dayanıyor. Ama bu demek değil ki yaklaşımları, onları dişli rakipler kılarak incelikten/kurnazlıktan yoksun.
Çinli liderler, Ming ve Qing hanedanlarının hüküm sürdüğü erken modern dönem Asya’sının (14. yüzyılın ortalarından 19. yüzyıl ortalarına) –Avrupa’daki güçler dengesine vurgu yapan Vestfalyan devletler sistemine kıyasla– emperyal vergi/haraç sistemi altında çok daha ustaca yönetildiği bilgisine dayanıyorlar. Güney Kaliforniya Üniversitesinden siyaset bilimci David Kang, bu vergi/haraç sisteminin “Çin’in kendi otoritesini kabul eden tâbi devletleri sömürmemeye dair güvenilir taahhütler içerdiği”ni anlatıyor. Dolayısıyla Ming ve erken dönem Qing emperyal hegemonyası, sadece hâkimiyeti değil, aynı zamanda “meşruiyeti ve mutabakatı” da içeriyordu. Çin emperyalizmi yaygın kabul gören bir sistemle Asya’ya yüzyıllarca görece barışı getirdiğinden, bugün Çinli liderler bölgelerini bir kez daha yönetmeye kalkışmakta herhangi bir yanlış görmüyorlar; zira onlara göre bu, sadece ve sadece bölgesel uyumun yeni ve çok daha incelikli bir emperyal düzen altında yeniden canlandırılması anlamına geliyor.
Çin ne bir demokrasi ne de totaliter bir rejim. İşte bu, tam da onu cazip kılan yön. Rejimin otoriterliği –ki bu, düzenin sağlandığı ve politikanın öngörülebilir olduğu, tartışmaların bütünüyle liderlik, Pekin düşünce kuruluşları ve genel nüfus içinde ortaya çıktığı bir otoriterlik– Manişeist kavramlarla basitçe diktatörlük olarak niteleyebileceğimiz türden. Dahası, Çinli lider Şi Cinping’in bölgesel uyumu yeniden canlandırma fikri, geleneksel olarak başarılı imparatorlukları ve onların varyasyonlarını tanımlayan türden ulvi amaçlar sağlıyor. Ortaçağ Çin hanedanlarının yolunu izleyen –ve Pekin’i hem İran’a hem de Avrupa’ya bağlayan– Kuşak ve Yol İnisiyatifi, Çin’in Orta Asya’ya ve Ortadoğu’ya –coğrafi tecridi, fakirliği ve istikrarsızlığı hafifletebilecek– ümitvar bir vizyon sunmasına imkan veriyor. Biz [ABD olarak] Çin’i iktisadi bir meydan okuma olarak görüyoruz. Ama aslından bundan çok daha fazlası. O, aynı zamanda felsefi bir meydan okuma; zira onun benzersiz sistemi, en azından bu safhada, kendi halkına ve komşularına kalkınma için somut ve güvenilir politikalar sunuyor. Şi düpedüz bir diktatör değil: Anarşiyi önlerken halkına belli bir dozda bireysel özgürlük ve iktisadi büyüme de sunabilecek türden bir diktatör. Bu da içinde yaşadığımız otoriterliğin cazibesi aslında. İktidarını sınırlayan iki dönem şartını yürürlükten kaldırsa bile bu böyle devam edecek. Her şeye rağmen Çin –Rusya’nın aksine– güçlü bir kurumsal yapıya sahip ve Şi’nin iktidarı hala daha Irak’ın Saddam Hüseyin’inin veya Suriye’nin Esedlerinin mutlakiyetçiliğinden çok uzaklarda. 
Yine de Çin’in iktisadi dinamizmi, Batılı güçlerin elinde iki yüzyıl boyunca tecrübe ettiği anarşi ve çöküşten duyduğu muazzam nefretle birleştiğinde, onu kibre meyyal kılıyor ve bu, Yale Üniversitesinden tarihçi Paul Kennedy’nin tabiriyle “emperyal aşırı yayılma”ya yol açarak ölümcül hale gelebilir. Çin kendini alamayabilir. Bu on yıldaki dinamizmi, yavaşlayan Çin ekonomisinin bir sonraki on yılda Kuşak ve Yol sistemini ayakta tutamayacağı bir hızda büyümesine yol açabilir. [Bu durumda] Hayatta kalabilmek için Çin’in modeli geleneksel emperyal rejime son derece yakınlaşabilir. Bütün bunlar, giderek büyüyen Çin orta sınıfının –en zeki otoriterlerin daha karşılayamayacağı türden– kurumlar talep ettiği bir dönemde cereyan ediyor olabilir.

Rusya: Coğrafyanın yönlendirdiği aydınlanmamış otoriterlik
Ruslara gelince, Ukrayna’da kar maskeli silahlı eşkıyalarıyla henüz acemi olabilirler; ama demokratik yönetimleri çökertmek için siber alana bel bağlamaları hem ucuz hem de rahatlıkla inkâr edilebilir bir yöntem. Dahası, Orta ve Doğu Avrupa’da –geleneksel emperyalizmin her türlü kibrini ve diğer mahzurlarını bünyesinde taşımış– Varşova Paktı’nı yeniden diriltmek yerine sadece yıkıcı bir rol oynamaya çalışıyorlar. Suriye’de sahaya ciddi sayıda kara birliği getirmemeye dikkat ettiler. Yakın çevrelerinde agresif olsalar da aynı ölçüde tedbirli, dikkatliler. Sovyet coğrafyasını geri kazanmayı hedefliyorlar, ama imparatorluğun masrafı ve riski olmadan. Bütünüyle fethetmek değil, etki kurmaya çalışıyorlar. Bu, akıllıca bir post-emperyal strateji.
Ancak Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Orta ve Doğu Avrupa’daki post-emperyal yıkıcı projesi, sınırları aşmamakla birlikte, liberal demokrasileri çökertme saplantısının bir tezahürü; öyle ki bu saplantı onu kendi arka bahçesinde yükselen Çin tehdidini dahi göremez hale getirdi. Hatta siber savaş seferberliğinin ardındaki temel saik de büyük ölçüde Soğuk Savaş’ın bitişinden duyduğu kin, yoksa daha üst bir amaç taşımıyor. Ve kendisine yol gösterenici ulvi bir hedefi olmaksızın Putin’in düşük kalorili emperyalizmi nihai olarak duvara toslamaya mahkûm. Tarih bize emperyalizmin kalıcı olabilmesi için –en azından kendince– daha ulvi, medenileştirici bir hedefi olması gerektiğini tekrar tekrar göstermekte. Venedikliler ve İngilizler, ticaretle dünyayı daha iyi bir yere çevirdiklerini farz etmişlerdi; Roma da kurumlarının ve yollar ağının insanlığı geliştirici bir araç olduğuna inanmıştı. Gerek Habsburglar gerekse Osmanlılar, hükümdarlarına sadakatin ihtilaf içindeki etnik toplulukları birbirlerini katletmekten alıkoyduğuna inanmışlardı. Çin, tamamen bu gelenekten geliyor; Rusya ise öyle değil. Rusya, Çin gibi güçlü kurumlarla desteklenmiş değil ve Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi gibi iktisadi kalkınma ümidi de sunmuyor. İşte bu yüzden Çin, Rusya’nın yapamadığı kadar bize [yani Batı’ya] meydan okuyor. Bazen otoriterlik türleri arasındaki farklılık, otoriterlikle demokrasi arasındaki kadar muazzamdır.

Avrupa Birliği: Zahirî imparatorluk
AB, imparatorluğa en yaratıcı cevaptı. Yale Üniversitesinden tarihçi Timothy Snyder’a göre, hukukiliğe vurgusu ve küçük devletler[den oluşması] onu geleneksel emperyalizmden kurtarıyordu. Ancak yine onun vurguladığı gibi, Avrupa’nın geçmişi neredeyse tamamen imparatorluk ve dolayısıyla Avrupa’daki birçok devletin, özellikle de Doğu Avrupa’dakilerin –büyüklüğü ve çeşitliliği bakımından emperyal boyutlar taşıyan– AB şemsiyesi altına girmek dışında başka bir geleceği yok. Aslında AB; Habsburg ve Osmanlı imparatorluklarının kozmopolitliğinin gerçek varisi ve dolayısıyla kibre düşmeden imparatorluk işlevini kıta çapında gerçekleştirme potansiyeline sahip. Ancak AB, Rusya’nın post-emperyalizm çeşidiyle yüzleştiğinde, güvenliğini tamamen kendi başına sağlayamaz. Bu nihayetinde ABD’nin işi.
Ancak AB, popülist milliyetçi dalgaya yol açan Borç Krizi yüzünden belli bir tevazuyu öğrendi; bunu en iyi açığa vuran, Davos’ta “kozmopolit dijital elitin kibri” konusunda yoldaşı Avrupalıları uyaran İtalya Başbakanı Paolo Gentiloni oldu. Mevkidaşları Emmanuel Macron ve Angela Merkel, milliyetçiliği suçlamakla birlikte, Davos’taki konuşmalarında bu dalganın içine çekilenleri memnun etmeye çalışır şekilde konuştular. Sadece ve sadece Brüksel’i daha az uzak ve daha az bürokratik kılarak AB’nin yarı-emperyal üst yapısının hayatta kalabileceğinin artık farkına vardılar. Dolayısıyla AB, neredeyse bir çöküş deneyimi yaşadıktan sonra bundan böyle geleceğe hükmetmekte daha iyi bir konumda olabilir. Avrupalı liderler artık trajediyi önlemek için trajik düşünüyorlar ki bu, krizden evvel (en azından bugünkü ölçüde) yaptıkları bir şey değildi.
Rusya’nın otoriterliği eşkıyalıktan ayrışamazken ve bu nedenle gelecek için bir model teşkil edemezken Çin’in sistemi bireysel özgürlükleri siyasi baskıyla özgün bir şekilde harmanlaması sayesinde işliyor. AB ise ancak ve ancak elitist olmayan bir demokrasiye daha fazla dönüşerek ama güçlü bürokratik unsurunu da koruyarak hayatta kalabilir. Ölçülü düzenlemeler bu noktada hayati. İdeoloji yüzyılının [20. yüzyılı kastediyor] ardından gelen bu yeni jeopolitik yüzyılı [yani 21. yüzyıl], çeşitli rakip sistemler arasındaki farklılıkların İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’takine kıyasla daha ince/kolaylıkla fark edilemez türden olacağı anlamına gelir. Manişeist görüşün problemi, diktatörlükle demokrasi arasındaki savaşta sadece bir tarafın kazanabileceği sonucunu çıkarması. Ama her iki taraf da kazanamayabilir. Ve bir avantaj sağlayan taraf, her iki sistemin de unsurlarını yavaş yavaş [zihinlere] aşılayabilir.

Amerika: Yönetmesi mukadder [mi]?
Amerikan öncülüğündeki liberal dünya düzeni, en azından Donald Trump’ın Beyaz Saray’a gelişine kadar, evrensel değerleriyle kendisini güvence altında hissediyordu. Ama bu onu otomatikman post-emperyal kılmıyordu. Bunu uygulamaya dökenlerin zihninde emperyalizm, genellikle yüceltici, medenileştirici bir misyon olageldi. Her ne kadar bu misyon geçmişte özellikle Avrupa sömürgeciliği bağlamında ırkçı ve ikiyüzlü olabildiyse de, Harvard Profesörü Odd Arne Westad’ın dikkat çektiği gibi, aynı zamanda emperyalistlerin Amerikalı ve Sovyet Soğuk Savaşçılarıyla özünde paylaştıkları “sorumluluk ve fedakarlık hissi” bağlamında “cezbedici ve hatırlatıcı”ydı da. Gerçekten de Soğuk Savaş iki imparatorluğun mücadelesiydi, her ne kadar kendilerini başka şekilde isimlendirseler de... Ayrıca Amerikan düzeni, okyanusların ötesine uzandığı için muazzam askerî harcamaları da gerektiriyordu. Ve bu, birçok tarihçiye göre, emperyal çöküşü kışkırttı. Irak ve Afganistan istilaları ve Suriye’deki özel harekât operasyonları, –bir toprak parçasını istila etmek orayı yönetmek anlamına da geldiğinden– emperyal seferlerin her türlü alamet-i farikasına sahipti. Tabii ki ABD kendi değerlerini en uzak diyarlarda da savunmak zorunda; ama bunu kendi iç cephesini mali külfetlere ve ceset torbalarına boğmadan yapmalı. Bu zannedildiğinden daha zordur; zira ihtiyari savaşlar ilk bakışta zaruri savaşlar gibi görünebilir.
Başkan Trump, Washington’daki dış politika egemen çevrelerinin arzu ettiği doğrultuda Suriye diktatörü Beşşar Esed’i devirmeye kalkışmak yerine sadece IŞİD’i yenilgiye uğratmayı tercih ederek Ortadoğu’da emperyalvari savaşlara verilen önemi azalttı. Bununla birlikte o da korumacılık ve dar çerçevede tanımlı bir Amerikan çıkarları çağrısıyla Amerikan dış politikasını herhangi bir gerçek moral yükseltici hedeften mahrum bıraktı ki bu da çöküşün bir diğer kat’i işareti. Ayrıca Trump’ın orduyu idolleştirirken diplomatik kadrolarda büyük bir kıyıma gitmesi, –İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin kadim Asur Krallığı hakkında “zırhlı içindeki bir mevta” tanımlamasını akla getirerek– aslında bütün askerî imparatorlukların kaderini hatırlatıyor.
ABD bir dönemeçte. İngiliz coğrafyacı Halford Mackinder’in işaret ettiği gibi, Kuzey Amerika’nın ılıman bölgesi, Afro-Avrasya’nın ada uydularının en muazzamı: Eski Dünya’dan coğrafi olarak korunurken aynı zamanda ona etki edebilen bir bölge… Dolayısıyla eğer ki ABD, emperyalizme benzer modelini düzgün tutturabilirse hala daha [dünyayı] yönetmesi mukadderdir. Ancak 75 yıldır ilk kez ABD dünyayı harekete geçirici büyük bir fikirden mahrum. Ve işte bu, diğer her şeyden çok daha fazla ABD’yi tehlikeye atıyor. Post-emperyal bir dünya, liderliğin büyük fikirlere dayandığı, ama coğrafi fetihlere veya boyun eğdirmeye yönelmediği bir dünyadır.

Sonsöz
Liberal demokrasinin insanlığın siyasi gelişiminde son söz olduğunu varsaymamalıyız. Muzaffer çıkacak sistem, içeride vatandaşlarına çok daha fazla haysiyet/onur sunan ve dışarıda kendisine tâbi ve müttefik olanlara daha fazla ümit vaat eden sistem olacaktır. Aslında biz, Rusya’dan ziyade, iktisadi başarısı ve iyi organize edilmiş –imparatorluğu epeyce andıran– büyük stratejisi (grand strategy) genel oy hakkına dayanmayan Çin yüzünden otoriter bir çağda yaşıyoruz. Ama çok daha derin soru bizim kendi içimizde yatıyor. ABD matbaa ve daktilo çağında ilham verici bir demokrasiydi. Acaba Trump’ın otoriter tarzı bir sapma mı, yoksa farklılaşan söylemlere vurgusu bölünmeyi teşvik eden ve nesnel hakikati tahrif eden yeni ve pespaye dijital-video çağının bir ürünü mü? Eğer ikincisiyse, bu durumda Çin’in kendi halkını iyice zapturapt altına alan modelinin imparatorluk sisteminin yerine geçmesi çok daha mümkün. Yine de tüm çekiciliğine rağmen bu, hem liberal olmayan çağın hem de sadece ABD’nin değil genel olarak Batı’nın çöküşünün habercisi bir tuzaktır. Dolayısıyla biz aydınlanmacı otoriterliği bir kader değil, bir meydan okuma olarak görmeliyiz.

NOT: Robert Kaplan'ın bu konuyla ilgili birçok makalesini tercüme edip bu blogda yayınladım. Bunlardan özellikle iki tanesini okumanızı tavsiye ederim.

AVRASYA’DA YAKLAŞAN ANARŞİ (Foreign Affairs, Mart-Nisan 2016)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder