Robert Kaplan (Amerikalı dış
politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve
Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)
Foreign Policy, 7.3.2018
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin
bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.
ABD, bundan 15 sene evvel 2003’te tam bu ay Irak’a askerî müdahalede
bulunmuş ve sonuç savaş ve kaos olmuştu. 2011’de Esed rejimine meydan
okunduğunda ise Suriye’ye müdahale etmedi ama sonuç yine savaş ve kaos oldu.
Her ne kadar medya geçtiğimiz 15 yılda Doğu Akdeniz bölgesinde yaşanan silahlı
çatışmaları yalnızca Amerikan politikalarının başarısızlığı üzerinden okusa da,
aslında Suriye’deki Amerikan politikasının Irak’takinden 180 derece farklı ama
sonuçlarının aynı olması, her iki ülkede de gazetecilerin ve tarihçilerin kabul
etmesi gereken çok daha derin ve çok daha temel güçlerin devrede olduğunun bir
göstergesi.
Sözkonusu daha derin güç, Baasçılık mirası. 1960’lardan itibaren onlarca
yıl boyunca iki ülkeye de hâkim olan seküler Arap milliyetçiliği ile Doğu Blogu
tarzı sosyalizmin zehirli karışımı, Suriye’de Esed ailesi ve Irak’ta Saddam
Hüseyin rejimlerini Arap dünyasında tamamen benzersiz kıldı. 21. yüzyılın
başlarında Akdeniz ile İran platosu arasındaki toprakları yıkan kanlı Hobbes’çu
kâbusun babası, George W. Bush veya Barack Obama’dan ziyade Baasçılıktır.
Genel kaide şudur: Bir ideoloji ne kadar soyut ve külli ise akabinde gelen
de o kadar kanlı olur. Zira bu türden ideolojiler, lider devrildiğinde veya
meydan okumayla yüzleştiğinde bir ülkeyi bir arada tutacak şekilde –en üstteki
rejim ile en alttaki kabile ve geniş aile arasında– hiçbir sivil toplum ara
katmanı sunmaz. 11 Eylül saldırılarından üç sene evvel 1998’de kamuoyuna mâl
olmuş bir entelektüel olan İlyas Huri (Elias Khoury) ile bir röportaj
yapmıştım. Bana Irak ve Suriye’yle ilgili “Bu rejimler sadece kendi
toplumlarını tahrip etmekle kalmadı, kendilerine alternatif her ne varsa
hepsini yok etti. [Baas’a karşı]
Hiçbir alternatif ayakta kalamaz; tek tercih, ya tam tahakküm ya da topyekun
kaos” dedi.
Huri’nin kehaneti, Hafız Esed ile Saddam Hüseyin’in onlarca yıllık
iktidarlarını, kendilerini devletin ta kendisi gibi sunan girift güvenlik ve
istihbarat aygıtları kurmak için kullandıkları bilgisine dayanıyordu. Halkları
vatandaş değil tebaaydı; etnik ve mezhebî zıtlıklar, sağlıklı bir iktisadi ve
siyasi gelişmeyle yatıştırılmak yerine, patlamaya hazır halde bastırılıp
kontrol altında tutuldu. Tiranlığın üst kabuğunun altı tamamen boşluktu.
Suriye ve Irak’ta etnik ve mezhebî çizgileri aşan canlı seküler kimlikler
yaratmakta tamamen başarısız olunmasının kökeninde, –Mısır, Tunus ve Arap
dünyasının diğer yerlerindeki sıradan burjuva tiranlıklarındakine kıyasla– çok
daha ölümcül ve boğucu olan Baas ideolojisi yatıyor. Mısır ve Tunus gibi
coğrafyalar, kadim medeniyet havzaları olup antik dönemden bu yana sağlam
kimliklere sahip, öyle veya böyle bir çeşit devlettiler. Irak ve Suriye ise
devlet olarak tarihleri çok daha zayıf olan muğlak birer coğrafi ibareydi
sadece; dolayısıyla bunları bir arada tutmak, zulmün çok daha aşırı çeşitlerini
gerektiriyordu. Bu bağlamda Baasçılık ideolojik tutkal oldu.
Baasçılığa İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında şekil veren, Şam orta
sınıfına mensup iki şahıstı: Hristiyan Mişel Eflak ve Müslüman Selahaddin
Bitar. Onlar, 1930’ların başlarında Fransa’da öğrenciyken Avrupa’yı girdap gibi
içine çeken sert ideolojilerin cazibesine kapıldılar. Ortaya çıkan şey Arap
milliyetçiliği, –Eflak’ı da Bitar’ı da büyüleyen– Marksizm ve –o dönem Naziler
arasında yaygın olan– kana ve toprağa dayalı kimliği idealleştiren Alman
teorilerinin bir karışımıydı. Fransız akademisyen Olivier Roy’un bugünün yarı
eğitimli İslamcı fundamentalistleri hakkında yazdıkları, seküler Baasçılara da
teşmil edilebilir: Kendi toplumları, alt ve orta sınıfların kitap okumaya
düşkün bu çocuklarını görmezden gelmiş; onlar da kendi statülerinden
içerlenerek/kızarak Arap burjuvasını tamamen kökünden temizleyip yerine proleter
bir zihniyetle seferber olmuş, aşırı merkezileşmiş devletleri geçirecek bir
devrimin hayallerini kurmuşlardı. Ve 1960’ların başlarında yükselişteki ordu
subaylarının ve Esed ile Saddam Hüseyin gibi aktivistlerin kulak verdikleri
kesim, –Şam ve Bağdat’taki geleneksel tüccar sınıfların mensupları da, yumuşak
bir yönetişim anlayışına sahip Osmanlı ve Avrupa manda çağının elitleri de
değil– Eflak ve Bitar gibi insanlardı.
Doğu Akdeniz bölgesinin büyük ölçüde okuma-yazma bilmeyen geleneksel
toplumlarıyla doğrudan karşılaştığında entelektüel manası buharlaşmaya başlayan
Baasçılığın o buğulu ve soyut fikirlerinin sonucu, maalesef ki baskıya, biraz
iktisadi kalkınmaya ve mezheplerin ve aşiretlerin manipülasyonuna dayanan
verimsiz polis devletleri oldu. Irak’ta Sünni iktidarı altında Baasçılık
sonunda Şii karşıtı bir felsefeye dönüşürken Suriye’de ise Esed iktidarı
altında fiilen Sünni karşıtı bir nitelik kazandı; ayrıca her ikisi de
–vurgulanan iddiaları her ne olursa olsun– Kürt karşıtıydı. Baasçılık, uygulamada
Arap milliyetçiliğinin aşırı hastalıklı bir türü olup ileride İslamcı
radikalizm güçleri tarafından alt edilecekti.
Hiç şüphesiz Baasçılığın içinde bölgesel farklılıklar her zaman
sözkonusuydu. İnsanların kendi evlerinde dahi rejim hakkında fısıldamaya
cesaret edemediği Saddam’ın Irak’ı, fikir ayrılıklarına/muhalefete aleni hale
dökülmediği sürece izin verilen Esed’in Suriye’sine kıyasla, çok daha
baskıcıydı. Bir gazeteci olarak 1970’lerden 1990’lara kadarki süreçte zaman
zaman Suriye’ye gittim ve bir refakatçiye gerek duymadan ülkeyi otobüsle
baştanbaşa gezerek her yerde insanlarla bir araya geldim. Ancak Irak’ta 1984
yılında başkent Bağdat’tan güneydeki Necef’e yaptığım günübirlik bir gezinin
ardından buna bir daha asla kalkışmamam konusunda en sert ifadelerle uyarıldım.
İki sene sonra Irak’ın kuzeyine gerçekleştirdiğim seyahatimi, pasaportumun
rejim yetkilileri tarafından geçici bir süreliğine alıkonması suretiyle, bir
refakatçi eşliğinde yapabildim. Irak’ta 1980’lerde yazdığım haberlerimin nüshasını
teleks makinesiyle [ABD’deki] editörlerime
yollaması için kalın bir camın ardındaki görevliye vermek zorundaydım.
Suriye’de ise istediğim her postaneye girip denetimden geçmeden yazımı
yollayabiliyordum.
Irak, yüksek
wattlık lambalarla aydınlanan muazzam genişlikte bir hapishane gibiydi. Bu
yüzden Saddam Hüseyin [bir arada
tutabilmek için] Irak toplumunu her daim seferberlik halinde olmaya
zorladı. 1980’lerde İran’la girdiği 8 yıllık bir savaşın ardından 1990’da
Kuveyt’i işgal etti. Bu işgal, 60 yıl evvel Sorbonne’da icat edilen Baasçılığın
patolojik bir şekilde kanlı sonunun da bir başlangıcı oldu.
Ve işte tam
da bu nedenle ben, bundan 15 sene evvel bugünlerde Irak’ı işgal eden ABD eğer
Saddam’ı iktidarda bıraksaydı Irak Baasçılarının 2011 Arap Baharı’nı zarar
görmeden atlatabileceğinden hiç emin değilim. Zira Irak’ta Sünniler, Şiiler ve
Kürtler arasındaki mezhebî ve etnik çizgiler –Suriye’ye kıyasla– hep çok daha
keskin bir şekilde çizilmişti; ayrıca Saddam rejiminin yoğunluğu ve zalimliği
nedeniyle iktidar cephesinde küçücük bir gedik bile (devam edegelen müeyyideler
ve ekonominin daha da yıkıma uğraması karşısında) bütün devlet yapısını
–Suriye’dekine kıyasla– çok daha hızlı bir şekilde paramparça ederdi.
“Direniş”in
Baasçılık ideolojisinin merkezî bir kavramı olduğuna şüphe yok. Bu nedenle
Saddam, ihtimaller her ne olursa olsun, mücadeleye devam ederdi ve sembolik de
olsa bir şekilde ayakta kalabilirdi, ama muazzam bir can kaybı ve devletin
görece zayıf düşmesi pahasına... Dolayısıyla ulema sınıfının kontrolündeki
İran, Amerikan işgali olmasa dahi, her hâlükârda Mezopotamya’nın hâkim gücüne
dönüşecekti. Bundan kurtulup rahat bir nefes alabilmek için İran’ın kendi
içinde bir isyanı beklemek durumda kalacağız, yoksa ABD’nin kendi başına
yapabileceği şeyler çok az.
Son 15
yıldır İran nüfuzunun Akdeniz’e kadar yayılması, Amerikan başkanlarının
kararları kadar Baasçılığın çürütücü toplumsal etkisinin de bir sonucu.
Amerikan işgalinden sonra Irak’ın tek ümidi, bir başka askeri diktatörün hızla
ortaya çıkması veya yerleştirilmesiydi, ama bu defa Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i
veya Pakistan’ın Pervez Müşerref’i çizgisinde: Yani Saddam’dan çok daha az
zalim, Batılılaşmış pragmatistler çizgisi… Ancak Saddam’ın ve Baas
ideolojisinin Irak toplumunu ne denli bozduğu dikkate alındığında bu dahi uzak
bir ihtimal olacaktı.
Baasçı
ideolojinin Suriye’de yaptığı hasar, her ne kadar Irak’takinden daha yumuşak
olsa da, rejim kritik bir meydan okumayla karşılaştığında kaos doğuracak kadar
ağırdı. Bağımsızlığın ilk 24 yılında yaşanan 21 hükümet değişikliğinin ardından
gelen bir askerî darbe Esed’i 1970’te iktidara taşıdı. İşkence ve gözetleme
taktikleriyle Sovyet blokunun güvenlik danışmanları ülkede istikrarın
kazanılmasına yardımcı oldu; ancak Esed istikrarla murat edilen hiçbir şeyi
yapmadı. Tebaasını vatandaşa dönüştürmek ve ülkedeki –Sünni, Şii, Kürt, Ermeni
ve Arap Hristiyan– bütün farklı grupları birleştirme maksadıyla bir anavatan
hissi inşa etmek yerine sadece fayda getirmeyen bir baskıya başvurdu
(Saddam’ınkinden daha hafif de olsa).
O zamanlar
Suriye’nin ihtiyaç duyduğu şey, Tunus’ta Habib Burgiba’nın ve Fas ile Ürdün’de
de krallarının sunduğuna benzer bir aydınlanmacı diktatörlüktü. Ancak bir Alevi
olarak Esed, kendi azınlık statüsü yüzünden, bunu yapmak için gerekli emniyet
halinden/kendine güvenden oldukça uzaktı. Maalesef ki Baasçılık, ideolojik
iddialarına rağmen, Arap krallıklarının özü itibarıyla sahip olduğuna inanılan
meşruiyetten yoksundu. Bu meşruiyet hissi sayesinde sözkonusu yönetimler
halklarına yeterli bir dozda özgürlük sağlayabildi ve bu özgürlük de –Baas
rejimlerinde var olmayan– sivil toplumun belli bir ölçüde de olsa yeşermesine
imkân verdi. Bu yüzden Suriye, Esed’in oğlunun rejimi ciddi protestolarla
karşılaştığında parçalandı. Peki, acaba ABD 2011’den kısa bir süre sonra
Suriye’ye müdahale etseydi yaşanan kıyımı durdurabilir miydi? Bunun cevabı
bilinemez.
Bunların
hiçbiri, benim de vakti zamanında destek verdiğim Irak işgalinin sonuçlarından
bir kaçma girişimi değil. Irak Savaşı’nın, yaklaşık 4500 Amerikalının hayatını
kaybetmesine ve on binlercesinin de ciddi bir şekilde yaralanmasına –ölenlerin
ABD’deki yüz binlerce sevdiklerinin hayatlarının mahvolmasına– değecek bir şey
olmadığı aşikâr; bundan çok çok daha fazla Iraklının hayatını kaybetmesi de
cabası. Benim bu savaşa destek vermem, 1980’lerde Saddam’ın Irak’ında yaşanan
baskıyı bizzat canlı canlı tecrübe edişimden kaynaklanıyordu, ki bunu ancak
–1980’ler boyunca görev yaptığım ve yine rejimi sosyalizmle nasyonel faşizmin
zehirli bir karışımı olan– Nikolay Çavuşesku’nun Romanya’sıyla
karşılaştırabilirdim. Ben de öyle yaptım ve o dönemde eğer ki Romanya
Çavuşesku’nun ardından toparlanabildiyse Irak da bir şekilde bunu başarabilir
diye düşündüm. Ama 11 Eylül’den sonra Huri’nin bana söylediklerini daha iyi aklımda
tutabilmeliymişim.
Huri, “Baas
yönetimi o denli totaliter ki kendisine alternatif geriye hiçbir şey bırakmadı;
işte bu yüzden Saddam devrildikten sonra Irak’ı yönetmek için Baasçılara en
azından alt düzeylerde ihtiyaç var” diye vurgulamıştı. Bu, işgalci yönetimlerin
farkına varması gereken bir şeydi; tıpkı Batılı ve Sovyet işgalcilerin Hitler
devrildikten sonra Almanya’yı idare edebilmek için alt düzeydeki Nazileri
affetmek gerektiğini idrak etmeleri gibi… Ama Almanya’dan alınan bu ders Irak’a
gelinceye kadar unutulup gitmişti.
Ama yine de
bu Suriye’de uygulanabilir; genç Esed uzak bir ihtimal de olsa
cumhurbaşkanlığından alınsa dahi, Beşşar Esed rejiminde yerleştirilmiş
görevliler işlerine devam etmeliler. Eğer ki Esed devrilirse, hala daha bir
şekilde sükûnet içindeki Şam –tıpkı daha evvel Baas yönetiminin çöktüğü Halep,
Musul ve Bağdat şehirleri gibi– sancılı ve kanlı bir cesetler diyarına
dönüşebilir. Batı, Suriye’de her ne yaparsa yapsın ardından ne geleceğine dair
ayrıntılı bir planımız önceden mutlaka var olmalı. Şunu unutmayın ki Romanya,
Çavuşesku’nun devrilmesinin ardından sadece birkaç gün süren anarşinin ardından
toparlanabildiyse bunun nedeni, gerçek demokrasi burada neşvünema bulmadan
evvel yıllar süren geçiş sürecinde Komünist Parti içindeki daha ılımlı bir
kanadın fiilen iktidarı ele almasıydı.
ABD’nin
Irak’taki ve belki de Suriye’deki hataları sayısız; ama şunu da bilmeliyiz ki
ABD –ister en iyi durumunda isterse de Irak’taki gibi en kötü konumunda olsun–
kadir-i mutlak değil. Mesela, bölgenin hegemonu olan İran’ın içinde öyle hemen
fark edilmeyen küçük bir siyasi dönüşümün dahi Ortadoğu üzerinde –ABD’nin
yaptıkları veya yapacaklarına kıyasla– çok daha büyük bir etkisi olacaktır.
Aynı şekilde
Irak’taki ve Suriye’deki anarşinin siyasi ve toplumsal zeminin sağlayan da her
şeyden evvel Baasçılıktı, yoksa bizim hareketlerimiz veya hareketsizliğimiz
değil. Saddam’ın tiranlığının aldatıcı görüntüsü altında Baasçılığın depderin
bir boşluk/girdap bırakmasının sonuçları, tabii ki biz Irak’ı işgal etmeden
evvel Amerikalıların öncelikle düşünmesi gereken bir konu olmalıydı.
2003’te
Irak’taki kibrin/güç zehirlenmesinin kökeninde yatan şey, 20. yüzyılın diğer
totaliter ideolojilerine karşı –yani 1945’te Nazizme ve 1989’da komünizme
karşı– kazanılan Amerikan zaferleriydi. Amerikan müdahaleleri, eğer ki 1945’ten
sonra Nazi Almanya’sını iyileştirebildiyse ve 1990’larda eski komünist
Yugoslavya’nın durumunu çarpıcı bir şekilde düzeltebildiyse, başaramayacağı
hiçbir şey yoktu veya en azından öyle görülüyordu. Dolayısıyla Irak’ın
dağılması, hem Baas ideolojisinin bomboş olduğunu hem de ABD’nin başkaları
üzerinde emperyalvari, tek kutuplu hâkimiyetinin sonuna gelindiğini ifşa etmiş
oldu. Ve Irak Amerikan işgalinden sonra kanlı bir kargaşaya sürüklenirken 20. yüzyıl
da gerçek tarihsel anlamıyla nihayet sona ermiş oldu.
NOT: Robert Kaplan'ın Suriye ve Baasçılık üzerine yazdığı daha eski makalelerinin tercümesini de okuyabilirsiniz:
NOT: Robert Kaplan'ın Suriye ve Baasçılık üzerine yazdığı daha eski makalelerinin tercümesini de okuyabilirsiniz:
SURİYE: KİMLİK KRİZİ (The
Atlantic, Şubat 1993)
ABD’NİN ESED ÇIKMAZI (The
National Interest, 17.10.2016)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder