25 Mart 2018 Pazar

R.KAPLAN: IRAK VE SURİYE’DEKİ KAOSUN MÜSEBBİBİ BAASÇILIK





Robert Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)
Foreign Policy, 7.3.2018

Tercüme: Zahide Tuba Kor

NOT: Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız.

ABD, bundan 15 sene evvel 2003’te tam bu ay Irak’a askerî müdahalede bulunmuş ve sonuç savaş ve kaos olmuştu. 2011’de Esed rejimine meydan okunduğunda ise Suriye’ye müdahale etmedi ama sonuç yine savaş ve kaos oldu. Her ne kadar medya geçtiğimiz 15 yılda Doğu Akdeniz bölgesinde yaşanan silahlı çatışmaları yalnızca Amerikan politikalarının başarısızlığı üzerinden okusa da, aslında Suriye’deki Amerikan politikasının Irak’takinden 180 derece farklı ama sonuçlarının aynı olması, her iki ülkede de gazetecilerin ve tarihçilerin kabul etmesi gereken çok daha derin ve çok daha temel güçlerin devrede olduğunun bir göstergesi.
Sözkonusu daha derin güç, Baasçılık mirası. 1960’lardan itibaren onlarca yıl boyunca iki ülkeye de hâkim olan seküler Arap milliyetçiliği ile Doğu Blogu tarzı sosyalizmin zehirli karışımı, Suriye’de Esed ailesi ve Irak’ta Saddam Hüseyin rejimlerini Arap dünyasında tamamen benzersiz kıldı. 21. yüzyılın başlarında Akdeniz ile İran platosu arasındaki toprakları yıkan kanlı Hobbes’çu kâbusun babası, George W. Bush veya Barack Obama’dan ziyade Baasçılıktır.
Genel kaide şudur: Bir ideoloji ne kadar soyut ve külli ise akabinde gelen de o kadar kanlı olur. Zira bu türden ideolojiler, lider devrildiğinde veya meydan okumayla yüzleştiğinde bir ülkeyi bir arada tutacak şekilde –en üstteki rejim ile en alttaki kabile ve geniş aile arasında– hiçbir sivil toplum ara katmanı sunmaz. 11 Eylül saldırılarından üç sene evvel 1998’de kamuoyuna mâl olmuş bir entelektüel olan İlyas Huri (Elias Khoury) ile bir röportaj yapmıştım. Bana Irak ve Suriye’yle ilgili “Bu rejimler sadece kendi toplumlarını tahrip etmekle kalmadı, kendilerine alternatif her ne varsa hepsini yok etti. [Baas’a karşı] Hiçbir alternatif ayakta kalamaz; tek tercih, ya tam tahakküm ya da topyekun kaos” dedi.
Huri’nin kehaneti, Hafız Esed ile Saddam Hüseyin’in onlarca yıllık iktidarlarını, kendilerini devletin ta kendisi gibi sunan girift güvenlik ve istihbarat aygıtları kurmak için kullandıkları bilgisine dayanıyordu. Halkları vatandaş değil tebaaydı; etnik ve mezhebî zıtlıklar, sağlıklı bir iktisadi ve siyasi gelişmeyle yatıştırılmak yerine, patlamaya hazır halde bastırılıp kontrol altında tutuldu. Tiranlığın üst kabuğunun altı tamamen boşluktu.
Suriye ve Irak’ta etnik ve mezhebî çizgileri aşan canlı seküler kimlikler yaratmakta tamamen başarısız olunmasının kökeninde, –Mısır, Tunus ve Arap dünyasının diğer yerlerindeki sıradan burjuva tiranlıklarındakine kıyasla– çok daha ölümcül ve boğucu olan Baas ideolojisi yatıyor. Mısır ve Tunus gibi coğrafyalar, kadim medeniyet havzaları olup antik dönemden bu yana sağlam kimliklere sahip, öyle veya böyle bir çeşit devlettiler. Irak ve Suriye ise devlet olarak tarihleri çok daha zayıf olan muğlak birer coğrafi ibareydi sadece; dolayısıyla bunları bir arada tutmak, zulmün çok daha aşırı çeşitlerini gerektiriyordu. Bu bağlamda Baasçılık ideolojik tutkal oldu.
Baasçılığa İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında şekil veren, Şam orta sınıfına mensup iki şahıstı: Hristiyan Mişel Eflak ve Müslüman Selahaddin Bitar. Onlar, 1930’ların başlarında Fransa’da öğrenciyken Avrupa’yı girdap gibi içine çeken sert ideolojilerin cazibesine kapıldılar. Ortaya çıkan şey Arap milliyetçiliği, –Eflak’ı da Bitar’ı da büyüleyen– Marksizm ve –o dönem Naziler arasında yaygın olan– kana ve toprağa dayalı kimliği idealleştiren Alman teorilerinin bir karışımıydı. Fransız akademisyen Olivier Roy’un bugünün yarı eğitimli İslamcı fundamentalistleri hakkında yazdıkları, seküler Baasçılara da teşmil edilebilir: Kendi toplumları, alt ve orta sınıfların kitap okumaya düşkün bu çocuklarını görmezden gelmiş; onlar da kendi statülerinden içerlenerek/kızarak Arap burjuvasını tamamen kökünden temizleyip yerine proleter bir zihniyetle seferber olmuş, aşırı merkezileşmiş devletleri geçirecek bir devrimin hayallerini kurmuşlardı. Ve 1960’ların başlarında yükselişteki ordu subaylarının ve Esed ile Saddam Hüseyin gibi aktivistlerin kulak verdikleri kesim, –Şam ve Bağdat’taki geleneksel tüccar sınıfların mensupları da, yumuşak bir yönetişim anlayışına sahip Osmanlı ve Avrupa manda çağının elitleri de değil– Eflak ve Bitar gibi insanlardı.
Doğu Akdeniz bölgesinin büyük ölçüde okuma-yazma bilmeyen geleneksel toplumlarıyla doğrudan karşılaştığında entelektüel manası buharlaşmaya başlayan Baasçılığın o buğulu ve soyut fikirlerinin sonucu, maalesef ki baskıya, biraz iktisadi kalkınmaya ve mezheplerin ve aşiretlerin manipülasyonuna dayanan verimsiz polis devletleri oldu. Irak’ta Sünni iktidarı altında Baasçılık sonunda Şii karşıtı bir felsefeye dönüşürken Suriye’de ise Esed iktidarı altında fiilen Sünni karşıtı bir nitelik kazandı; ayrıca her ikisi de –vurgulanan iddiaları her ne olursa olsun– Kürt karşıtıydı. Baasçılık, uygulamada Arap milliyetçiliğinin aşırı hastalıklı bir türü olup ileride İslamcı radikalizm güçleri tarafından alt edilecekti.
Hiç şüphesiz Baasçılığın içinde bölgesel farklılıklar her zaman sözkonusuydu. İnsanların kendi evlerinde dahi rejim hakkında fısıldamaya cesaret edemediği Saddam’ın Irak’ı, fikir ayrılıklarına/muhalefete aleni hale dökülmediği sürece izin verilen Esed’in Suriye’sine kıyasla, çok daha baskıcıydı. Bir gazeteci olarak 1970’lerden 1990’lara kadarki süreçte zaman zaman Suriye’ye gittim ve bir refakatçiye gerek duymadan ülkeyi otobüsle baştanbaşa gezerek her yerde insanlarla bir araya geldim. Ancak Irak’ta 1984 yılında başkent Bağdat’tan güneydeki Necef’e yaptığım günübirlik bir gezinin ardından buna bir daha asla kalkışmamam konusunda en sert ifadelerle uyarıldım. İki sene sonra Irak’ın kuzeyine gerçekleştirdiğim seyahatimi, pasaportumun rejim yetkilileri tarafından geçici bir süreliğine alıkonması suretiyle, bir refakatçi eşliğinde yapabildim. Irak’ta 1980’lerde yazdığım haberlerimin nüshasını teleks makinesiyle [ABD’deki] editörlerime yollaması için kalın bir camın ardındaki görevliye vermek zorundaydım. Suriye’de ise istediğim her postaneye girip denetimden geçmeden yazımı yollayabiliyordum.
Irak, yüksek wattlık lambalarla aydınlanan muazzam genişlikte bir hapishane gibiydi. Bu yüzden Saddam Hüseyin [bir arada tutabilmek için] Irak toplumunu her daim seferberlik halinde olmaya zorladı. 1980’lerde İran’la girdiği 8 yıllık bir savaşın ardından 1990’da Kuveyt’i işgal etti. Bu işgal, 60 yıl evvel Sorbonne’da icat edilen Baasçılığın patolojik bir şekilde kanlı sonunun da bir başlangıcı oldu.
Ve işte tam da bu nedenle ben, bundan 15 sene evvel bugünlerde Irak’ı işgal eden ABD eğer Saddam’ı iktidarda bıraksaydı Irak Baasçılarının 2011 Arap Baharı’nı zarar görmeden atlatabileceğinden hiç emin değilim. Zira Irak’ta Sünniler, Şiiler ve Kürtler arasındaki mezhebî ve etnik çizgiler –Suriye’ye kıyasla– hep çok daha keskin bir şekilde çizilmişti; ayrıca Saddam rejiminin yoğunluğu ve zalimliği nedeniyle iktidar cephesinde küçücük bir gedik bile (devam edegelen müeyyideler ve ekonominin daha da yıkıma uğraması karşısında) bütün devlet yapısını –Suriye’dekine kıyasla– çok daha hızlı bir şekilde paramparça ederdi.
“Direniş”in Baasçılık ideolojisinin merkezî bir kavramı olduğuna şüphe yok. Bu nedenle Saddam, ihtimaller her ne olursa olsun, mücadeleye devam ederdi ve sembolik de olsa bir şekilde ayakta kalabilirdi, ama muazzam bir can kaybı ve devletin görece zayıf düşmesi pahasına... Dolayısıyla ulema sınıfının kontrolündeki İran, Amerikan işgali olmasa dahi, her hâlükârda Mezopotamya’nın hâkim gücüne dönüşecekti. Bundan kurtulup rahat bir nefes alabilmek için İran’ın kendi içinde bir isyanı beklemek durumda kalacağız, yoksa ABD’nin kendi başına yapabileceği şeyler çok az.
Son 15 yıldır İran nüfuzunun Akdeniz’e kadar yayılması, Amerikan başkanlarının kararları kadar Baasçılığın çürütücü toplumsal etkisinin de bir sonucu. Amerikan işgalinden sonra Irak’ın tek ümidi, bir başka askeri diktatörün hızla ortaya çıkması veya yerleştirilmesiydi, ama bu defa Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i veya Pakistan’ın Pervez Müşerref’i çizgisinde: Yani Saddam’dan çok daha az zalim, Batılılaşmış pragmatistler çizgisi… Ancak Saddam’ın ve Baas ideolojisinin Irak toplumunu ne denli bozduğu dikkate alındığında bu dahi uzak bir ihtimal olacaktı.
Baasçı ideolojinin Suriye’de yaptığı hasar, her ne kadar Irak’takinden daha yumuşak olsa da, rejim kritik bir meydan okumayla karşılaştığında kaos doğuracak kadar ağırdı. Bağımsızlığın ilk 24 yılında yaşanan 21 hükümet değişikliğinin ardından gelen bir askerî darbe Esed’i 1970’te iktidara taşıdı. İşkence ve gözetleme taktikleriyle Sovyet blokunun güvenlik danışmanları ülkede istikrarın kazanılmasına yardımcı oldu; ancak Esed istikrarla murat edilen hiçbir şeyi yapmadı. Tebaasını vatandaşa dönüştürmek ve ülkedeki –Sünni, Şii, Kürt, Ermeni ve Arap Hristiyan– bütün farklı grupları birleştirme maksadıyla bir anavatan hissi inşa etmek yerine sadece fayda getirmeyen bir baskıya başvurdu (Saddam’ınkinden daha hafif de olsa).
O zamanlar Suriye’nin ihtiyaç duyduğu şey, Tunus’ta Habib Burgiba’nın ve Fas ile Ürdün’de de krallarının sunduğuna benzer bir aydınlanmacı diktatörlüktü. Ancak bir Alevi olarak Esed, kendi azınlık statüsü yüzünden, bunu yapmak için gerekli emniyet halinden/kendine güvenden oldukça uzaktı. Maalesef ki Baasçılık, ideolojik iddialarına rağmen, Arap krallıklarının özü itibarıyla sahip olduğuna inanılan meşruiyetten yoksundu. Bu meşruiyet hissi sayesinde sözkonusu yönetimler halklarına yeterli bir dozda özgürlük sağlayabildi ve bu özgürlük de –Baas rejimlerinde var olmayan– sivil toplumun belli bir ölçüde de olsa yeşermesine imkân verdi. Bu yüzden Suriye, Esed’in oğlunun rejimi ciddi protestolarla karşılaştığında parçalandı. Peki, acaba ABD 2011’den kısa bir süre sonra Suriye’ye müdahale etseydi yaşanan kıyımı durdurabilir miydi? Bunun cevabı bilinemez.
Bunların hiçbiri, benim de vakti zamanında destek verdiğim Irak işgalinin sonuçlarından bir kaçma girişimi değil. Irak Savaşı’nın, yaklaşık 4500 Amerikalının hayatını kaybetmesine ve on binlercesinin de ciddi bir şekilde yaralanmasına –ölenlerin ABD’deki yüz binlerce sevdiklerinin hayatlarının mahvolmasına– değecek bir şey olmadığı aşikâr; bundan çok çok daha fazla Iraklının hayatını kaybetmesi de cabası. Benim bu savaşa destek vermem, 1980’lerde Saddam’ın Irak’ında yaşanan baskıyı bizzat canlı canlı tecrübe edişimden kaynaklanıyordu, ki bunu ancak –1980’ler boyunca görev yaptığım ve yine rejimi sosyalizmle nasyonel faşizmin zehirli bir karışımı olan– Nikolay Çavuşesku’nun Romanya’sıyla karşılaştırabilirdim. Ben de öyle yaptım ve o dönemde eğer ki Romanya Çavuşesku’nun ardından toparlanabildiyse Irak da bir şekilde bunu başarabilir diye düşündüm. Ama 11 Eylül’den sonra Huri’nin bana söylediklerini daha iyi aklımda tutabilmeliymişim.
Huri, “Baas yönetimi o denli totaliter ki kendisine alternatif geriye hiçbir şey bırakmadı; işte bu yüzden Saddam devrildikten sonra Irak’ı yönetmek için Baasçılara en azından alt düzeylerde ihtiyaç var” diye vurgulamıştı. Bu, işgalci yönetimlerin farkına varması gereken bir şeydi; tıpkı Batılı ve Sovyet işgalcilerin Hitler devrildikten sonra Almanya’yı idare edebilmek için alt düzeydeki Nazileri affetmek gerektiğini idrak etmeleri gibi… Ama Almanya’dan alınan bu ders Irak’a gelinceye kadar unutulup gitmişti.
Ama yine de bu Suriye’de uygulanabilir; genç Esed uzak bir ihtimal de olsa cumhurbaşkanlığından alınsa dahi, Beşşar Esed rejiminde yerleştirilmiş görevliler işlerine devam etmeliler. Eğer ki Esed devrilirse, hala daha bir şekilde sükûnet içindeki Şam –tıpkı daha evvel Baas yönetiminin çöktüğü Halep, Musul ve Bağdat şehirleri gibi– sancılı ve kanlı bir cesetler diyarına dönüşebilir. Batı, Suriye’de her ne yaparsa yapsın ardından ne geleceğine dair ayrıntılı bir planımız önceden mutlaka var olmalı. Şunu unutmayın ki Romanya, Çavuşesku’nun devrilmesinin ardından sadece birkaç gün süren anarşinin ardından toparlanabildiyse bunun nedeni, gerçek demokrasi burada neşvünema bulmadan evvel yıllar süren geçiş sürecinde Komünist Parti içindeki daha ılımlı bir kanadın fiilen iktidarı ele almasıydı.
ABD’nin Irak’taki ve belki de Suriye’deki hataları sayısız; ama şunu da bilmeliyiz ki ABD –ister en iyi durumunda isterse de Irak’taki gibi en kötü konumunda olsun– kadir-i mutlak değil. Mesela, bölgenin hegemonu olan İran’ın içinde öyle hemen fark edilmeyen küçük bir siyasi dönüşümün dahi Ortadoğu üzerinde –ABD’nin yaptıkları veya yapacaklarına kıyasla– çok daha büyük bir etkisi olacaktır.
Aynı şekilde Irak’taki ve Suriye’deki anarşinin siyasi ve toplumsal zeminin sağlayan da her şeyden evvel Baasçılıktı, yoksa bizim hareketlerimiz veya hareketsizliğimiz değil. Saddam’ın tiranlığının aldatıcı görüntüsü altında Baasçılığın depderin bir boşluk/girdap bırakmasının sonuçları, tabii ki biz Irak’ı işgal etmeden evvel Amerikalıların öncelikle düşünmesi gereken bir konu olmalıydı.
2003’te Irak’taki kibrin/güç zehirlenmesinin kökeninde yatan şey, 20. yüzyılın diğer totaliter ideolojilerine karşı –yani 1945’te Nazizme ve 1989’da komünizme karşı– kazanılan Amerikan zaferleriydi. Amerikan müdahaleleri, eğer ki 1945’ten sonra Nazi Almanya’sını iyileştirebildiyse ve 1990’larda eski komünist Yugoslavya’nın durumunu çarpıcı bir şekilde düzeltebildiyse, başaramayacağı hiçbir şey yoktu veya en azından öyle görülüyordu. Dolayısıyla Irak’ın dağılması, hem Baas ideolojisinin bomboş olduğunu hem de ABD’nin başkaları üzerinde emperyalvari, tek kutuplu hâkimiyetinin sonuna gelindiğini ifşa etmiş oldu. Ve Irak Amerikan işgalinden sonra kanlı bir kargaşaya sürüklenirken 20. yüzyıl da gerçek tarihsel anlamıyla nihayet sona ermiş oldu.

NOT: Robert Kaplan'ın Suriye ve Baasçılık üzerine yazdığı daha eski makalelerinin tercümesini de okuyabilirsiniz:

SURİYE: KİMLİK KRİZİ (The Atlantic, Şubat 1993)
ABD’NİN ESED ÇIKMAZI (The National Interest, 17.10.2016)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder