ÇİN İLE
JAPONYA ARASINDA YAKLAŞAN ÇATIŞMA
Jacob L. Shapiro (Geopolitical Futures
Analiz Direktörü)
Geopolitical
Futures, 6.12.2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT:
Lütfen kaynak göstermeden tercümenin bir kısmını veya tamamını
kullanmayınız, alıntılamayınız, yayınlamayınız
Daha 19. yüzyılda Çin ile Japonya’nın kıyıda ihmal
edilmiş bölgeler olduğunu unutmak doğal. Doğu Asya’nın [bugünkü] büyük güçleri o denli kendi hallerinde ve teknolojik
açıdan ilkeldiler ki Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel şöyle demişti:
“Doğu Asya’nın o engin sahası, genel tarihî gelişme çizgisinden ayrışmış/sapmış
durumda.” Onun bu tasviri bugün gülünç görünüyor. Çin ve Japonya hâlihazırda
dünyanın en büyük ikinci ve üçüncü ekonomisi. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı
sırasında bölgesel hegemonya arzusu ve akabinde iktisaden yeniden inşası
dünyayı derinden etkiledi. Çin’in komünizm altında birleşmesi ve geçtiğimiz on
yılda bölgesel güç peşinde koşması da bundan daha az önemli değil.
Ancak Pekin ile Tokyo, 1800’lerden beri biriktirdikleri
bütün o güce ve servete/zenginliğe rağmen, bölgede hâkimiyet iddiasında
bulunacak kadar güçlü olamadı. (…) Çin ve Japon kalkınması dış güçlerin insafına
kalmış şekilde ilerledi. Japonya bunu kırmaya çalıştı ve İkinci Dünya Savaşı
sırasında neredeyse bu noktaya ulaştı; ancak sonunda ABD tarafından engellendi.
Niceleri tarafından dünyanın muazzam süper gücü olarak çoktandır kutsanıp
yağlanan Çin hala daha bölünmüş bir ülke. Sahil bölgelerinde var olan
hesapsızca zenginliği iç kesimlerde bulmak zor.
Bu durum değişmeye başladı – ve Pyongyang yönetiminin
fırlatılabilir nükleer silahlar üretme arayışı üzerinden ABD ile Kuzey Kore’nin
karşı karşıya gelmesi de bu değişimin boyutunu gösteriyor. ABD, –kötü beslenen
ve dünyadan tecrit edilmiş yaklaşık 25 milyon nüfuslu fakir, totaliter bir
devlet olan– Kuzey Kore’nin Amerikan ana karasını vurabilme kapasitesine sahip
nükleer silahlar edinmesini istemiyor. Washington yönetimi, eğer Pyongyang bu
silahların peşinde koşmayı sürdürürse Kuzey Kore’yi hak ettiği her türlü cezaya
çarptırmakla tehdit ediyor; ama Kuzey Kore’nin gözü hala korkmuş değil. Kuzey
Kore bunu, Devlet Başkanı Kim Jong Un deli olduğu için değil, başına her ne
gelirse gelsin ayakta kalacağını düşündüğü için yapıyor.
Bu oynanan öyle çok da kötü bir bahis olmayabilir.
Kim’in bakış açısından Kuzey Kore’nin nükleer füze geliştirmesini durdurmanın
sadece iki yolu var: ABD, rejimi ya yok eder ya da bu denemeleri sürdürmesinin
doğrudan bekasına meydan okuyacağına ikna eder. (Bunun işe yaraması için de rejimin,
yok edilebileceğine inanması lazım.)
Amerikan yönetimi, BM’de istediği herkese veryansın
edebilir; ama kulak asılmayacaktır. Kim Jong Un’a karşı suikasta teşebbüs
edebilir; bir başkası yerini alacaktır. Yine ABD, Çin’in Kuzey Kore’ye yakıt
satmasını yasaklayabilir; ama Kuzey Koreliler, zaten çok da fazla benzin
kullanmıyorlar ve dahası, ülkelerini savunmak için çokça şeyi feda edeceklerini
zaten gösterdiler.
Bir adım yaklaşmak
Fakat ABD, Kim
rejimini yerinden edebilir mi veya en azından Pyongyang, Washington’ın bunu
yapabileceğini düşünür mü? Bunu söylemek zor. Rejimi söküp atmanın sadece iki
yolu var: Birincisi, ABD’nin kendi muazzam nükleer [silah] deposunu kullanması ki bu durumda kitle imha silahlarının
kullanımında bir örneklik teşkil edeceğinden bunu tercih etmeyecektir.
İkincisi, Kuzey Kore’yi topyekûn istila ve işgal ki bu da ABD’nin kapasitesini
zorlayacak ve arzu edilen sonucu vermeyecektir. ABD, Kuzey Korelileri sahada
yenilgiye uğratabilir; ama Vietnam ve Irak savaşlarının da gösterdiği gibi düşmanı
savaşta yenmek zafer kazanmakla aynı anlama gelmez. Ve tabii bir de –ABD’nin en
son Kore Yarımadası’nda savaştığı 1950 yılında Pyongyang’ın yardımına koşmuş–
Çin meselesi var ve eğer ki ABD muazzam bir kuvvetle Kuzey Kore’ye ön-alıcı bir
saldırı gerçekleştirirse aynı senaryo tekrarlanabilir.
Sınırlı askerî
saldırılar diğer bir ihtimal. Siyaseten cazip olabilir belki ama bu yöntem
Kuzey Kore’nin nükleer programını yok etmeyip sadece geciktirecektir. Ve bu da
emin olun Pyongyang’ın itibarını/inandırıcılığını artıracaktır. Siyasi
liderliği saf dışı bırakmayı başaramayan her Amerikan saldırısı, Kuzey Kore
kırsalında çarpıtılarak “haydutvari Amerikan emperyalistlerine karşı bir zafer”
olarak propaganda malzemesine dönüşecektir.
Bu da Amerikan
gücünün boyutu ve sınırı. ABD dünyada doğrudan Amerikan müdahalesine dayanmayan
bir dış politika uygulama mücadelesi veriyor. Söylemesi kolay, yapması zor,
hele de mevzubahis olan nükleer savaşsa… Biz analistler, Kuzey Kore’nin asla ve
kat’a nükleer silahlarını kullanmayacağını, çünkü bunun kendi yok oluşuna
davetiye çıkarmak anlamına geleceğini istediğimiz kadar haykırıp duralım, karar
verici makamlarda değiliz. Nihayetinde haksız çıkmanın yükünü taşıyacak olan da
bir değiliz.
Kuzey Kore’nin
stratejisinin ardındaki deha işte bu. Hedef, ABD’yi tepki vermesi için
kışkırtmak ve ardından Amerikan tepkilerini destek kazanmak için kullanmak. Bu
strateji çalışıyor. ABD, Kuzey Kore’nin nükleer silaha sahip olmasına izin
vermeyeceğini defaatle söyledi. Eğer ki Kuzey Kore nükleer silah elde ederse
Amerikan güvenlik garantisinin ne faydası kalır? Eğer ki ABD, Kim rejimini yok
etmeden Kuzey Kore’ye saldırırsa –ki ben rejimi yok edebileceğine inanmıyorum–
bu durumda Pyongyang, mevcut politikasını sürdürürken emperyalistleri yenilgiye
uğrattığını söyleyebilir. Eğer ki ABD, Kuzey Kore’nin nükleer denemelerini
durdurması karşılığında Güney Kore’deki birliklerini geri çekmeyi kabul ederse,
bu durumda Pyongyang nihai hedefi olan, kendi yönetimi altında Kore
Yarımadası’nı birleştirmeye bir adım daha yaklaşmış olacaktır.
Konuşmuyor, Yapıyor
Her senaryonun
sonucu aynı: ABD tek başına Doğu Asya’da koşulları dayatamaz. Kuzey Kore’yi
dize getiremez. Çin’e istemediği bir şeyi zorla yaptıramaz. Hatta müttefiki
Güney Kore’yi sanki ön-alıcı bir askerî seçenek masadaymış gibi bir görüntü vermeye
ikna edemez. Japonya, ABD’nin yapamadığı tüm bu şeylere bakıyor ve 1945’ten
beri ilk kez karanlığa sürükleyecek bir soruyu kendisine sormak zorunda kalıyor:
Tokyo eğer ki Amerikan güvenlik garantilerine bel bağlayamazsa bu durumda Japon
politikası ne olmalı?
Kuzey Kore Krizi,
Washington’ın ikilemlerini/açmazlarını yaratan vaka olmayabilir ama –daha evvel
hiç görülmedik biçimde– Çin’e yarayacak şekilde bu zaafını açığa çıkardı. ABD,
bölgede herhangi bir aktörün kendi gücüne meydan okumasını önlemek için Doğu
Asya’da bir ittifak ağı kurmak amacıyla kan dökmüş ve hesapsızca para akıtmıştı.
Ve bu nedenle Amerikan stratejisini test eden Kuzey Kore değil, bölgenin büyük
gücü Çin. Zaten iktisadi bir dev yaratık olan Çin hızla askerî kapasitesini
geliştiriyor. Yeni ilan edilen diktatör-devlet başkanı Şi Cinping, Çin
ekonomisinin muazzam dönüşümüne öncülük etmeye niyetleniyor, ki eğer başarırsa
Çin’i, geçtiğimiz 400 yıla kıyasla çok daha kendine güvenen ve siyaseten
istikrarlı bir hale getirecek. Çin’in hala daha kat etmesi gereken uzunca bir
yol var, ama kısa vadede Çin’in gücü artıyor. Güney ve Doğu Çin Denizlerinde
Çin’in maceracılığı, Asya çevresindeki stratejik yatırımları ve donanmasının
süregelen gelişimi hep artan gücünü doğrar nitelikte.
Daha üstün hale
gelmesi Çin’i kaçınılmaz şekilde Japonya’yla savaşa sokacaktır. Bu türden bir
çatışma yeni bir şey de değil; bu medeniyetler savaşlardan nasiplerini hep
aldılar. 20. yüzyılda Japonya’nın Çin’i işgalinin vahşeti –ki bu işgal için
Kore bir hazırlık sahası olmuştu– hala daha Çinlilerin ve Korelilerin zihninde
tazeliğini koruyor. Ancak çatışmanın şartları bu defa farklı. Öyle ki Çin ve
Japonya’nın her ikisi de güçlü. 20. yüzyılın başlarında Japonya, Orta Krallığı
ele geçirmeye kalkıştığında Çin’in sözde fatihlerinin çoğunun karşılaştığı
zorlukları keşfetmiş oldu; ama Japonya o dönemde açık ara daha üstün bir güçtü.
Bugün ise hangisinin daha güçlü olduğunu söylemek zor. Çin çok daha büyük bir
nüfusa sahip; ama Japonya çok daha istikrarlı ve çok daha iyi askerî ve teknik
kapasiteye sahip. Bu da kendi içinde dengeli bir rekabet potansiyeli taşıyor.
Dahası Çin ve
Japonya boyun eğdirilmekten artık korkmuyorlar. Bu zaten malumun ilamı bir
gözlem gibi görülebilir; ama aslında Sanayi Devrimi’nden bu yana ilk kez her
iki devlet de kendi kararlarını kendileri alıp hedeflerini önceden açıklar hale
geldiler. Geçmişte birkaç kez hedeflerine ulaşmanın eşiğine gelmişlerdi hiç
şüphesiz. Japonya Pasifik’in hâkimi olmak üzereydi ki sonunda ABD tarafından [Z.T.K. atom bombalarıyla] boyun
eğdirildi. Çin tam anlamıyla bütünleşmek için Tayvan’ı fethetmek istedi; ancak
Tayvan Boğazı’na Amerikan 7. Filosu’nun gelişi Çin yönetiminin hayallerini suya
düşürdü.
Asya üzerinde eli
kulağındaki Çin-Japon rekabetinin ilk işaretleri şimdilerde su yüzüne çıkmaya
başladı. Japonya Başbakanı Şinzo Abe ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in kısa
süre evvel birbirlerine söylediklerini unutun gitsin; yaptıkları açıklamalar
hakikati ortaya çıkarmaya değil gizlemeye dönüktü. Söyleme değil eylemlerine
bakın. Çin, Manila yönetimini ayartıp ABD’den uzaklaştırmak için Filipinler’e
önemli finansal ve siyasal yatırımlar yapıyor; Japonya da orada askerî yardımı
ve desteğiyle, aynı zamanda kendi iktisadi teşvikleriyle bulunuyor. Çin,
Myanmar’la ilişkileri geliştirmenin stratejik potansiyelini görüyor; Japonya da
–Çin’in sıklıkla iliştirdiği türden koşullar olmaksızın– yardım ve yatırım
vaatleriyle sahnede yerini alıyor. Ana-akım medyada Çin’in –mükemmel halkla
ilişkiler kabiliyetinin bir göstergesi olan– Tek Kuşak Tek Yol İnisiyatifi
çokça işleniyor. Japonya’nın Trans-Pasifik Ortaklığını diriltmek, Afrika ve
Asya ülkelerine 200 milyar dolardan fazla yatırım sözü vermek ve Asya Kalkınma
Bankası, Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı ve Japonya Altyapı
İnisiyatifi’ni içeren çeşitli girişimleri ilan etmek suretiyle yaptığı
karşı-hamlelerini incelemek için harcanan vakitse çok daha sınırlı. Çin, diğer
güçleri Güney Çin Denizi’nden koparmak için gözdağı veriyor; ama Japonya, Doğu
Çin Denizi’nde sindirilemeyecek. Bu arada Japonya, Çin’in gücünü geleneksel
karasal alanıyla sınırlı tutmak için ABD-Japonya-Hindistan-Avustralya’dan
müteşekkil Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’nun savunucusu.
Çatışma yavaş yavaş
gelişecek. Bunun dış hatları şu an şekillenmekte. ABD Asya’da öyle tamamen
kayıplara karışacak değil; Washington’ın hala daha oynayacağı önemli bir rolü
var ve Kuzey Kore Krizi’ni nasıl yöneteceği, uzun vadede bölgesel güç
dengesinin belirlenmesine çok katkısı olacak. Ancak önümüzdeki birkaç yılda ABD
gücünün sınırlarına ulaşmaya başlayacak ve bu durumda kaba güç yerine
ilişkileri ustaca manipüle eden yeni bir strateji izleyecek. Çin ile
Japonya’nın artık dünya tarihinden koparılmayacakları, tarihi kendi
kavramlarıyla şekillendirecekleri bir döneme girildiğini görecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder