TARİHSEL
PERSPEKTİFTEN ARAP DEVRİMLERİ
Alain
Gresh (Orient XXI adlı online
derginin kurucusu ve yayın müdürü, Ortadoğu Uzmanı Fransız Gazeteciler Derneği
Başkanı) ve Jean-Pierre Sereni (L’Express dergisi sorumlu yazı işleri
müdürü)
Orient
XXI, 22.11.2019
Tercüme
ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu özet tercüme Fikir
Turu web sitesinde 12.12.2019 tarihinde
yayınlanmıştır.
İngilizcesi
“The Arab Revolutions in Historical Perspective” başlığıyla yayınlanan yazının
tamamını okumak için TIKLAYINIZ.
NOT:
Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki
yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.
Özet:
İktisadi neoliberal politikalar belki de en çok Arap ülkelerine zarar verdi. Bu
ülkelerde başlayan ikinci dalga Arap halk hareketleri yeni bir sosyoekonomik
model ortaya koyabilecek mi? Deneyimli Ortadoğu uzmanı iki gazeteci bu sorunun
yanıtını tarihsel perspektiften ele alıyor.
Anlık ve sığ okumalarla dünyaya ve
Ortadoğu’ya bakanlar, 2013’te Mısır’da Sisi darbesi ve Suriye iç savaşıyla Arap
dünyasındaki devrim dalgasının ilanihaye bastırıldığını ve karşı-devrimlerle
sözde “otoriter istikrar”ın yeniden tesis edileceğini zannetmişlerdi. Oysa
dünya tarihini bilenler ve sahaya odaklanarak Ortadoğu’nun iç siyasi, iktisadi
ve toplumsal yapısına vâkıf olanlar, ne kadar bastırılmaya çalışılırsa
çalışılsın, statükonun sürdürülemezliğinin ve sosyoekonomik krizlerle malul
bölgenin tekrar tekrar patlayacağının farkındaydılar. Nitekim 2019’a
gelindiğinde ilk dalgayı sağ salim atlatabilmiş Sudan, Cezayir, Irak ve Lübnan
ikinci isyan dalgasının merkez üssü oldular. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda
küresel ve bölgesel sistemsel krizlerin ağırlaşmasıyla bunlara yenilerinin
ekleneceği de aşikâr.
Arap halk hareketlerinin tekrar
yaşanacağını düşünen bölge uzmanları arasında iki Fransız gazeteci Alain Gresh
ve Jean-Pierre Sereni de vardı. Kasım ayı sonunda yayınladıkları “Tarihsel Perspektiften Arap Devrimleri” başlıklı
yazılarında konuyu ele alıp geleceğe yönelik tahminlerde bulundular.
Arap Devrimlerinin muhtelif nedenleri
olsa da deneyimli yazarlar, neoliberal iktisadi politikaların iflası ve yeni
bir iktisadi ve toplumsal düzen tahayyülsüzlüğü üzerinden meseleyi ele aldılar.
Geçmişte Le Monde Diplomatique gazetesinin
baş editörlüğünü yapmış, halihazırda dört dilde yayın yapan Orient XXI
adlı online derginin kurucusu ve yayın müdürü, ayrıca Ortadoğu Uzmanı Fransız
Gazeteciler Derneği Başkanı Alain Gresh ve Kuzey Afrika, Körfez ülkeleri,
enerji ve işletme alanlarında uzman gazeteci, L’Express dergisi Sorumlu
Yazı İşleri Müdürü Jean-Pierre Sereni makalelerinde, öncelikle Aralık 2010’da
başlayan ilk Arap halk ayaklanmaları dalgasının akabinde 2013’te gelen
karşı-devrimlerin nedenlerini şöyle açıklıyorlar:
“O dönemde hem baskı hem de (Körfez
ülkelerinden veya petrol gelirinden) sıcak para akışıyla ve az çok da şeklî
tavizlerle eski düzenin dirençliliği teyit edilirken, iç savaş tehdidi her kesimden
protestocu için bir caydırıcı unsur olmuştu.”
Protestocuların geçmişten aldığı ders
ne?
Yazarlar, 2019’a gelindiğinde bölgede
devrimin kıvılcımının yeniden alevlenmesiyle başta Batı olmak üzere
‘istikrar’ın geri geldiği yanılsamasını besleyenlerin ağız değiştirmek zorunda
kaldığına dikkat çekiyorlar.
Yazarlara göre, ikinci dalgayı
tetikleyen saikler ilkiyle aynı:
“Otoriter güç yapılanmalarının halk
üzerinde hâkimiyet kurması, böylelikle her an herkesin -illa siyasi nedenler
olması gerekmez- tutuklanabilmesi, hapse atılması, merhametsizce muamele ve
işkence görmesi; özellikle gençler arasında iyice artan işsizlikle ve gün
geçtikçe derinleşen muazzam eşitsizliklerle katlanılamayacak hale gelen
toplumsal şartlar.”
Öte yandan “Ortadoğu dünyadaki en
eşitsiz bölge! Toplumsal adaletsizlik, 2011’dekinden çok daha fazla bu dalganın
tam merkezinde,” diyerek durumun vahametine de dikkat çekiyor ve
protestocuların geçmişten ders aldığını da ekliyorlar:
“Irak ve Sudan’da, uygulanan baskının
gaddarlığına rağmen silahlı mücadele reddediliyor, protestocuları mezhepsel
temelde bölme girişimleri boşa çıkarılıyor ve ‘yabancı komplolar’ heyulasının
maskesi düşürülüyor. Yine protestocular hakiki cepheleşmenin sözde laik gruplar
ile sözüm ona İslamcılar arasında olmadığının da artık farkına varmış
durumdalar.”
Yeni bir iktisadi ve toplumsal düzen
mümkün mü?
Ancak yazarlara göre protestocular “Bir
büyük zorlukla, 2011-2012’de etrafından dolandıkları bir engelle yüzleşiyorlar:
Yeni bir iktisadi ve toplumsal düzen tahayyülü.” İşte Arap Devrimlerinin baştan
beri karşı karşıya olduğu, ancak gerek entelektüel gerekse siyasal çevrelerde
bir türlü hakkıyla gündeme gelmeyen ve tartışılmayan en kritik mesele de bu.
Gresh ve Sereni, yazının devamında bu
kritik meselenin geçmişine şöyle ışık tutuyor:
“Bu işin zorluğunu kavramak için İkinci
Dünya Savaşı sonuna, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşması ve -Batı’nın askeri
üslerinden kurtuluş ve Batı nüfuzunun sona ermesi talebinin eşlik ettiği- hakiki
siyasi bağımsızlık mücadelelerine geri gitmek lazım.
Eski sömürgeler veya ‘himaye
altındakiler’ kendi doğal kaynaklarını ellerine almaya, güçlü bir kamu sektörü
kurmaya ve tarım reformunu hayata geçirmeye kararlıydılar. Bu proje, Mısır’dan
Irak’a, Cezayir’den Suriye’ye kadar fiilen uygulandı. Okullaşma ve sağlık
sisteminin yayılması, nüfusun en fakir kesiminin hayat şartlarını ciddi şekilde
iyileştirdi. Bu seçenekler dönemin iki süper gücünden bağlantısızlığı
hedefleyen bağımsız bir dış politikayla da desteklendi. Sıklıkla -her yerde
hazır ve nazır olan polis aygıtı ve sivil hürriyetlerin sertçe kısıtlanması
şeklinde- ödenen ağır bedele rağmen, 1960’lar ve 1970’lerde -ister iktidar
isterse muhalefet olsun- epeyce bir siyasi aktör bu programı benimsedi.”
Yazarların sözünü ettiği bu dönemde,
yani 1950’lerden 1970’lere kadar -çoğunlukla askeri bürokratlar eliyle- Arap
milliyetçiliği ile sosyalizmin karışımı politikalar uygulanmış; bu politikalar,
bağımsızlığını yeni kazanan Arap ülkelerinde bir kısım meseleleri çözse de
hızla yaşanan iç göç ve kentleşme, siyasal temsil sorunu, baskı politikaları,
gelir eşitsizliği gibi yeni birtakım problemler doğurmuştu. Orta ve uzun vadeli
sonuçları düşünülmeden popülistçe uygulanan politikalarla sorunların katlanarak
büyümesi de sonunda sistemin tıkanmasına yol açmıştı. Bu tıkanıklığı aşma adına
1980’lerde uygulamaya konan ekonomik neoliberal reçetelerse sorunları iyice
içinden çıkılmaz bir hale getirmişti.
Yazarlar, bu tıkanma ve geçiş sürecinde
dönüm noktalarından biri olarak Haziran 1967’de Arap ülkelerinin İsrail’le
savaşta aldığı mağlubiyeti zikrediyorlar. Onlara göre, diğer dönüm noktaları,
Arap milliyetçiliğinin güçlü ismi Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın
1970’te ve ülkesini hızla kalkındıran ama kurduğu tek adam rejimiyle de siyasal
tıkanıklığa yol açan Cezayir Cumhurbaşkanı Huari Bumedyen’in 1978’de ölümü ve
SSCB’nin temsil ettiği ‘sosyalist sistem’in derinleşen krizi. 1973’te petrol
kriziyle Körfez monarşilerinin bölgede nüfuzlarının artmaya başlaması da önemli
bir köşe taşıydı.
Gresh ve Sereni, özellikle 1980’lerden
itibaren Batı’nın bütün dünyaya dayattığı neoliberal iktisadi düzene de
değiniyor:
“Uluslararası alanda iktisadi
küreselleşme ve neoliberalizmin zaferi, [ABD’nin desteğiyle IMF ve Dünya Bankası
arasında zımni bir anlaşma olan ve gelişmekte olan ülkelere ancak belirli
şartlarda mali yardım yapılmasını içeren] ‘Washington Uzlaşması’nı dünyanın
geri kalanına yutturdu ve böylelikle IMF’nin kavramları kalkınmanın tek yolu
haline geldi. Dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ‘Başka alternatif
yok’ diyordu. IMF’nin hazırladığı, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin
desteklediği planlar toplumsal sonuçları dikkate alınmaksızın uygulandı.”
Uygulanan ekonomik model ve felakete
dönen hayatlar
1970’li yıllardan itibaren Mısır başta
olmak üzere, Ortadoğu’ya da yavaş yavaş giren bu iktisadi liberalleşme dalgası,
1990’lı ve 2000’li yıllarda sosyoekonomik hayatı derinden sarstı.
Gresh ve Sereni, bu modelin sonuçlarını
ve sıradan insanlar için nasıl bir felakete dönüştüğünü şu şekilde
anlatıyorlar:
“İnfitah adı verilen iktisadi
açılım politikasıyla Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, ülkesini kısa süre sonra
diğerlerinin de takip edeceği bir yola soktu. Kamu sektörünün faaliyetleri
askıya alındı, bazen de özel çıkarlara satıldı. O andan itibaren seçkinler yüzlerini
Washington’a, sırtlarını ise Filistinlilere ve ‘eski’ milliyetçi taleplere
döndüler. Sivil hürriyetler bakımından bu dönüşümden hiçbir kazanım
sağlanamadı; zira muhtelif kolluk kuvvetleri her türlü siyasi faaliyeti
bastırıyordu.”
“Serbest ticarete dayalı bu neoliberal
model sıradan insanlar için bir felakete dönüştü. Özel sektör, kamunun
görevlerini üstlenmediği gibi yağmalarının tüm meyvelerini vergi cennetlerine
yatırdı. Milyonlarca iyi eğitimli genç ülkelerinde doğru düzgün işler bulamadı
ve birçoğu, hayatlarını riske atma pahasına yurtdışına göçtü. 2008’de piyasanın
çöküşü, -salt Arap dünyasıyla sınırlı olmayıp Yunanistan veya Şili’de de
görülen- krizin doğasını teyit etti. Dahası, bütün bu sürece küresel ısınmanın
kimi bölgeleri yaşanmaz kılma tehdidi eşlik etti.”
Ortaya çıkan yeni demokratik siyasi
kültür
Hâlihazırda sistemsel krizlerle boğuşan
Ortadoğu’da ve dünyada hem siyasal hem sosyoekonomik yeni bir düzene acilen
ihtiyaç olsa da ortada uygulanabilecek doğru düzgün bir model yok. Yazarlar da
makalelerinde şu noktaların altını çiziyor:
“Bugün yeni bir demokratik siyasi
kültür ortaya çıkmaya başladı; ama ‘borçlarını öde’ ve ‘piyasanı aç’ şeklinde
özetlenmeyecek iktisadi programlar gerekli. Ancak artık Çin tarzı devlet
kapitalizmi dışında elde mevcut başka bir model yok. Çin modeli de dış kaynak
kullanımı (outsourcing) ve yerel işgücünün acımasızca sömürülmesi gibi
gayriinsani taktikleri içerdiğinden, -piyasaların kapanması ve göçün her geçen
gün daha tehlikeli hale gelmesi nedeniyle dış kaynak kullanımının artık demode
olduğu- günümüz dünyasında öyle kolayca uygulamaya geçemez.”
Yazarlar, “Peki, ne yapılmalı?” sorusu
altında önemli tespitlerde bulunuyorlar:
“Birçok Batılı liderin düşündüğünün
aksine, istikrar, derinlemesine siyasi dönüşümler olmadan yeniden tesis
edilemez. Mevcut seçkinleri iktidarda tutmak, kaosun ağırlaşması anlamına gelir
ki bu da doğrudan el-Kaide, IŞİD ve henüz daha doğmamış benzer başka
hareketlerin ekmeğine yağ sürer. Dar, dik ve engellerle dolu diğer yol ise yeni
filizlenen çoğulcu kültürü ve insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya
dayalı milli ekonomilerin gelişmesini içeriyor. Ve bu da neoliberal mantıktan
ve dizginlenmeyen serbest ticaretten kopuşu zorunlu kılıyor.”
Bu tespitlerin ardında Gresh ve Sereni,
Fransa ve Avrupa Birliği için şu kritik soruyla yazıyı tamamlıyorlar: “Bu
seçeneklerin yanında olacak mıyız, yoksa -bizim de ağır bir bedel ödemek
zorunda kalacağımız bir istikrarsızlığı sadece ve sadece daha da
derinleştirecek- modası geçmiş dogmalara yapışıp kalacak mıyız?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder