Darbeleri
mazur gören veya gösteren herkesi kınıyor, darbecileri lanetliyoruz
ERDOĞAN’IN
TÜRKİYE’Sİ BİR YOL AYRIMINDA
Yaakov Amidror (İsrail ordusunda emekli tümgeneral; şu anda Begin-Sedat (BESA)
Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde kıdemli araştırmacı ve JINSA’nın Gemunder
Merkezi’nde araştırmacı; daha evvel ise İsrail başbakanlık milli güvenlik
müsteşarı, savunma bakanlığı askeri müsteşarı ve askeri istihbaratta
araştırmalar birimi başkanıydı)
BESA Merkezi
Perspectives Papers, no.350, 29.7.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
ÖZET: Türkiye’deki başarısız darbe girişimi, çok büyük bir ihtimalle laiklerin
son çıkışı/performansı oldu. İç ve dış çatışmalara rağmen Erdoğan, iktidar
dizginlerini daha sıkıca ellerine almış durumda. İsrail bir taraf tutmaktan
kaçınmalı.
Daimi kargaşalara
ve jeopolitik altüst oluşa rağmen, geçen haftaya kadar Ortadoğu’da aralarında
İsrail, Körfez emirlikleri ve hatta Türkiye’nin de olduğu en azından bazı
istikrar limanları vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarını sağlamlaştırmak
için diktatörce taktiklerine rağmen geçen haftaki askeri darbe teşebbüsü hiç
ama hiç beklenmedik bir gelişmeydi.
Türk ordusunun
siyasi alandan çoktandır el etek çektirildiğine ve ülkenin laik ve Batılı
karakterini korumayı ahdettiğine inanılıyordu. Zannediyorduk ki ordu,
Türkiye’nin siyasi kurumlarının bir parçası değildi.
Ama bu
değerlendirmelerimizin yanlış olduğu ortaya çıktı. Geçen hafta dünya, Türk
ordusundaki bazı unsurların halen daha ümidini kesmediğini öğrendi. Ancak
genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının desteği olmaksızın bu unsurların
Erdoğan’ı alaşağı etmekte çok zayıf kaldıkları da ispat oldu. Kamuoyunun
cumhurbaşkanına desteğini küçümsediler ve darbe teşebbüsleri, geriye pek de bir
iz bırakmadan tarihin tozlu raflarında unutulup gidecek şekilde başarısızlığa
uğradı.
Bu duruma yol açan
şu önemli sorular çok büyük bir ihtimalle hiçbir zaman cevaplanamayacak:
Uzmanlar niçin gafil avlandılar? Türk istihbaratının başarısızlığı neyle
açıklanabilir? Bir lider olarak Erdoğan’ın önsezi yeteneği neredeydi;
uyguladığı politikaların kamuoyunda ve orduda birçokları arasında kabul
görmediğinin farkında olması gerekmez miydi?
Şüphesiz bu
sorular, Erdoğan’ın ordudaki muhaliflerini temizleme bahanesi sunması için
darbeyi tertiplettiği komplo teorisini besleyecek cinsten. Ama uzunca bir
zamandır öğrendiklerimden hareketle benim kanaatim şu:
komplo-ahmaklık-beceriksizlik üçlüsünden son ikisinin asıl açıklama olması çok
daha muhtemel; zira ahmaklık ve beceriksizlik çok daha yaygın. Konu Türkiye
olduğunda dahi komplo, her zaman için senaryolardan en az muhtemel olanıdır.
Darbenin
püskürtülmesiyle birlikte Erdoğan artık Türkiye’de iktidara çok daha sıkıca
tutunacak. Tarihsel bir perspektiften bu önemli; zira Türkiye’de İslam, bir
yüzyıldan daha kısa bir sürede laik devrimin altını oymuş ve belki de tamamen
kökünden temizlemiş gibi görünüyor. Yaygın kanaatin aksine, öyle görünüyor ki
Atatürk’ün Osmanlı’nın kalıntıları üzerinden modern Türkiye’yi kurarken attığı
laik temeller yeterince kökleşememiş.
Başarısız darbenin
sonuçları ve yansımaları ve Türkiye için bunların ne anlama geldiği hakkında
spekülasyon yapmak için henüz çok erken olsa da bu kalkışma büyük ihtimalle Atatürk’ün
laiklik çabalarının son çıkışı/performansı oldu; hele de ordunun genişçe bir
kesimi Erdoğan’ın Türkiye’yi sürüklediği yolu kabullenmeye istekli
görünürken... Giderek netleşiyor ki geçtiğimiz hafta olan biten, ordunun [Erdoğan’a/İslamcı
gidişata] son karşı çıkma şansıydı.
Başarısız darbeyle
Erdoğan’ın meşruiyeti arttı; onun üzerinde gerçek anlamda güç sahibi son
kurumlar olan yargı ve ordu ile siyasi alanda geriye kalan son muhalefeti de
bertaraf etmede hiç vakit kaybetmedi.
(…) Erdoğan’ın
politikalarına karşı çıkanlar dahi onu bir askeri diktatörlüğe tercih ettiler.
Acaba bundan böyle
Erdoğan, kendisine muhalif olan Türk halkının yarısını öylece görmezden mi
gelecek, yoksa geçen haftaki olaylardan bir ders alıp da adımlarını mı
yumuşatacak? Tarih gösteriyor ki Erdoğan’ın daha katı bir İslamcı temayülle “[halk
tarafından] seçilmiş bir diktatörlük” kurması ve Türkiye’nin de daha az
demokratik ve daha az hoşgörülü olması kuvvetle muhtemel.
Bu değişimlerin
bölgesel etkileri de olacaktır: Türkiye Sünni dünyada kilit bir ülke ve onun
Osmanlı hayalini dini bir diktatörlük üzerinden gerçekleştirmesi hiç şüphesiz
Ortadoğu’yu daha da radikalleştirecektir.
Türkiye, demokratik
seçimlerin ille de demokratik rejimi garanti etmediğinin ve açık toplumun ve
özgür basının varlığının da bir teminatı olmadığının ileri bir kanıtı.
Türkiye’nin gerçek
anlamda ne ölçüde bir demokrasi olduğu sorusu Batılı karar alıcıların
zihinlerini çok daha fazla rahatsız edecektir. Türkiye’nin bir demokrasi
olmadığını kabullenmek, Erdoğan’ın AKP’sinin radikal siyasi İslam’a karşı
demokratik bir alternatif olduğunu düşünen birçok ülke için oldukça zor
olacaktır. Vakti zamanında bu mesajı Müslüman dünyaya veren Beyaz Saray artık
bu duruşunu yeniden gözden geçirmek zorunda.
Erdoğan’ın başarısız
darbenin ardından –kitlesel tutuklamalar ve idamı geri getirmeye niyetlendiğine
dair açıklamaları da dahil- aldığı bütün tedbirler, Türkiye’nin AB’ye girme
ihtimalini tamamen ortadan kaldırmasa da geciktirecek olması iyi bir fırsat.
Türkiye’nin AB’ye girme şansının zaten hep düşük olduğu doğrudur; ama eğer ki
süreç resmen askıya alınırsa bu durum birçok eski-yeni meseleyi su yüzüne
çıkartacaktır.
Mesela Erdoğan’ın
Avrupa’ya geçmeye çalışan mülteci dalgasının kontrolünde AB’ye yardımcı olmaya
devam edip etmeyeceği net değil. Keza ABD’den sonra NATO’daki ikinci büyük
askeri güce sahip Türkiye’nin ittifakın kilit bir üyesi olarak kalıp
kalmayacağı da belirsiz. Yine Washington’ın sürgündeki din adamı Fethullah
Gülen’i iadeyi reddetmesi durumunda iki ülke ilişkilerinin nasıl etkileneceği
de belirsizliğini koruyor.
Bu bağlamda
Erdoğan’ın Rus lider Putin’le uzlaşması, bundan daha kötü bir dönemde
gelemezdi; zira Amerikan başkanlık seçimleri yaklaştıkça Türk lider, silah
tedarikçisi olarak ABD’ye bağımlılığı sürdürmeyi sorgulamaya başlayabilir.
Yeni Amerikan
yönetimi de hiç şüphesiz “yeni” Türkiye’ye karşı daha temkinli olacak ve bu
nedenle son model F-35 savaş uçaklarını satmak için Ankara’nın hala bir ideal
ortak olup olmadığını gözden geçirecektir. Türkiye’nin bir nevi İslami
diktatörlük haline gelmesinin ABD’yi olumsuz etkileyip etkilemeyeceği
görülecektir.
Ekonomi, ticaret ve
turizm bağlarının ötesinde Rusya’nın Türkiye için önemi, komşu Suriye’de
yaşanan iç savaşta Kürtlerin rolünde yatıyor. Ankara’nın Washington’la
ilişkileri soğudukça Erdoğan’ın Putin’i Kürtlerin bağımsızlığına yardım
etmemesi için iknası kolaylaşacaktır.
Rusya’nın Suriye’de
Moskova’ya dost bir çözümü Ankara’nın desteklemesi için bunu bir koz olarak
kullanması muhtemel. Nihai sonuç, Suriye’de isyancılara yardımın azaltılmasıyla
Cumhurbaşkanı Esed’in iktidarda kalma şansının artması olacaktır.
Diğer bir kilit
mesele, Türkiye’nin İslam Devleti örgütüne karşı savaştaki yükümlülüklerini
sürdürüp sürdürmeyeceği. Bu mesele, geçen cumartesi günü ordudaki kalkışmayı
bastırma çabaları çerçevesinde Ankara’nın –NATO ve ABD tarafından İslam
Devleti’ne karşı savaşta kullanılan- İncirlik Üssü’ne erişimi kesmesiyle
gündeme geldi. Üsse erişim daha sonra tekrar sağlandı; ancak gelecekte –geçici
veya kalıcı- sınırlamalar konması ihtimali hala ortada ve bu da Batı’nın
cihatçı terörist gruplara karşı savaşının geleceğini gölgeliyor.
Şunu unutmamak
gerekir ki Erdoğan, hâlihazırda sadece başarısız darbenin sonuçlarıyla
boğuşmuyor, aynı zamanda bir yandan rejimin Kürtlerle bozulan ilişkilerinden
diğer yandan İslam Devleti’nden kaynaklanan bir terör dalgasıyla uğraşıyor.
Geçen hafta sonu yaşananlar Türk ordusunu sersemletti ve darbe teşebbüsünün
ordunun sözkonusu tehditlere karşı koyabilme gücünü ne ölçüde etkilediğini
tahmin etmek bu aşamada zor.
İsrail’e gelince,
Türkiye’deki yeni durum ihtiyatlı olmayı gerektiriyor. İsrail, Türkiye’nin iç
çatışmasında bir tarafmış gibi görünmemeli ve haziran ayında iki ülke arasında
imzalanan mutabakatın hayata geçirilmesinin peşine düşmelidir. Bu sürece
politikaları yüzünden dünya çapında giderek popülaritesini kaybeden bir Türk
lider dahil olduğundan tam bir dikkat/ketumiyet içinde yürütülmelidir.
Türkiye’nin kendi
iç durumu Ankara’yla Kudüs arasında görüşülen konuları sürüncemede bırakmamalı;
ama öte yandan İsrail, ait olduğu özgür dünyayla paylaştığı ortak prensipleri [Türkiye’yle
uzlaşmaya] bir bedel olarak feda etmeye istekli bir devlet gibi algılanmayı
da kaldıramaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder