Darbeleri mazur
gören veya gösteren herkesi kınıyor, darbecileri lanetliyoruz
TÜRKİYE'NİN TAM BİR ZAFER KAZANMASININ YOLU
Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli
düşünürlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını
yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 23.7.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT: Bu tercüme, el-Cezire
Türk internet sitesinde 2.8.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/turkiyenin-tam-bir-zafer-kazanmasinin-yolu
NOT: Tunus eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki'nin 17.7.2016 tarihinde yine El-Cezire Arapça'da yayınlanan "Başarılı ve Başarısız Darbeler Arasında" başlıklı önemli yazısının Türkçe tercümesini "15 Temmuz'la Ortadoğu'daki Karşı-Devrimci Güçler İçin Geri Sayım Başladı" başlığı altında okumak için TIKLAYINIZ.
15 Temmuz'daki başarısız
darbe teşebbüsünün ardından Batı medyası genelinde yazılıp çizilenleri ve
söylenenleri takip eden herkes, genel olarak Türkiye, özel olarak da
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında ne denli olumsuz bir imaj
çizildiğini biliyordur. Sanki Türkiye, demokratik devletler listesinden nihai
olarak çıkmış; Erdoğan, birinci sınıf doğulu bir diktatör olmaya
hazırlanıyormuş gibi…
Öyle ki, Erdoğan’ın
şimdiye kadar nüfuzu dışında kalmış bütün makamları kendisine bağlayıp iktidar
dizginlerini ele geçirme sürecini tamamlar tamamlamaz kendisini süresiz
cumhurbaşkanı ilan edeceği kehanetinde bulunan birini dahi duydum.
Geçen yıl 24 Kasım’da
olağanüstü hal kanunları gereği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bazı
maddelerini askıya alacağını ilan eden Fransa, geçtiğimiz günlerde olağanüstü
hali altı ay daha uzattı. Hiç kimse bunu kritik bir gelişme olarak görmedi. Hiç
kimse Fransa’yı diktatörlüğe hazırlık yapmakla itham etmedi. Aksine, ben de
dâhil herkes bunu bir zaruret addederek anlayışla karşıladı.
Ancak Türkiye, devlet
erkânını ve toplumu sarsan kanlı bir darbe teşebbüsü sonrası 21 Temmuz’da
–tıpkı Fransa gibi – olağanüstü hal ilan ettiğinde suçlamalar hemen hazırdı.
Âdet olduğu üzere, hükümetin niyetlerinden yine şüphe duyuldu. Tabii ki
Türkiye’nin uzunca diktatörlük geçmişi insanları ister istemez tetikte olmaya
sevk ediyor. Ancak demokrasiye darbe vuranların daima darbecilerin bağlı olduğu
çevrelerden çıktığını ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin demokratikliğine
kimsenin itiraz etmediği bir meşruiyetle başa gelip şimdiye kadar da demokratik
meşruiyetle ülkeyi yönettiğini tartışan, sorgulayan herhangi bir kimse var mı?
“İmaj krizi”
Batı medyasında yürütülen
bu kampanyanın ilk tehlikesi, “imaj krizi” olarak adlandırılabilecek bir krizi
derinleştirmesi. Terör örgütlerinin veya son örneğini Fransa’nın Nice
şehrindeki saldırıda gördüğümüz bazı kaçıkların ahmakça saldırılarından dolayı
Arap ve Müslüman halkların imajı gün geçtikçe kötüleşiyor. Buna mukabil, yüz
yıldır Ortadoğu’da hiç değişmeyen hatalı politikaları ve bugün de insan hakları
alanındaki çifte standartları ve ikiyüzlü söylemleri nedeniyle Batı’nın da
imajı artık hızla bozuluyor.
Mısır’da meşru yollarla
seçilmiş cumhurbaşkanına karşı yapılan askeri darbeyi kınamakta gösterilen
acziyete hepimiz şahit olduk. Ve yine Rabia Meydanı katilinin Batı
başkentlerinde nasıl ağırlandığını izledik. Batı medyasının ekseriyetinin,
bölgemizde daha evvel bir benzeri görülmemiş ölçekteki toplu idam cezalarına,
girişilen bastırma harekâtına ve işlenen geniş çaplı insan hakları ihlallerine
karşı nasıl da isyan etmeyip suspus olduğunu gördük.
Daha da önemlisi, Batı
medyasının çoğunda gördüklerimiz ve duyduklarımız, gelecekteki saldırıların
çeşidi ve kaynağı konusunda bir ön uyarıcı niteliğinde.
Karşı-devrimci güçler,
terörü harekete geçirmekle veya kendisinden bağımsız olarak meydana gelen terör
saldırılarını istismar etmekle yetinmeyecekler. Dahası, Türkiye’nin ve bilhassa
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imajına darbe vurmak için, insan haklarıyla ilgili her
şeyi belgeleyen insan hakları örgütlerini de kullanacaklar. Tabii ki insan
hakları örgütlerini komployla ve işbirlikçilikle suçlamak mümkün değil. Yoksa biz
de bölgemizdeki diktatörlerin çiğ söylemlerinin tuzağına/argümanına düşeriz.
Demek istediğim şu: Bu örgütlerin meşru ve doğal çalışmaları neticesinde
yayınlayacakları rapor ve haberler, aynı örgütlerin mesela Mısır ve İsrail
konusunda yayınladıklarını geçiştiren veya önemini azaltmaya çalışan medya
organları ve hükümetler tarafından bizzat siyaseten Türkiye’ye karşı
kullanılacak.
Peki, bu plan hangi
yöntemle bozulabilir? Tabii ki bu, başarısız darbe teşebbüsünden geriye kalan
artıklarla nasıl baş edileceğiyle alakalı… Diğer bir deyişle, halklarımızın
özgürleşmesini engellemek için bugün Arap ve İslam dünyasında cirit atan ve her
türlü pis yönteme başvuran karşı-devrimci güçlerle onurlu ve etkin bir şekilde
nasıl mücadele edebiliriz?
Karşı-devrimci güçlerin iki
temel özelliği
Hem Arap hem de Türk
tecrübesinden hareketle bu güçlerin iki temel özellikleri olduğunu hep birlikte
öğrendik: Saldırganlık/vahşet ve alçaklık.
Askeri darbe teşebbüsü
yüzlerce masum cana mâl oldu. Hiç şüphesiz darbeciler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı
katletmekte ve Türkiye’yi baştanbaşa kana boğmakta kararlıydı. Tıpkı Mısır’da
Sisi’nin yaptığı gibi... Barışsever Tunus’ta bile birinin çıkıp da “Ülkeyi
İslamcılardan temizlemek için gerekirse 20 bin kişiyi öldürmekten
çekinmeyeceğim” dediğini hatırlıyorum. Onlar, halklara gözdağı vermek için
işkence, muhalifleri derdest ve toplu infaz sisteminin birer öğrencisi aslında.
Onlar, insanoğlunun en berbat özelliklerinin birer yansıması.
İkinci özellikleri olan
alçaklığa gelince, bu güçler zorba istihbarat birimlerinin kokuşmuş
koridorlarında pişirilip servis edilen, terör saldırıları, siyasi suikastlar,
dedikodular/gerçek dışı söylentiler, düzenbazlıklar, parayla yaptırılan
propagandalar, siber saldırılar, seçimler öncesinde ve esnasında vicdanları satın
alma gibi en rezil yöntemleri kullanmaktan zerrece çekinmiyorlar.
Bütün bunlara maruz kalan,
halk iradesiyle başa geçmiş haysiyetli herhangi bir siyasi rejimin tehlikenin
büyüklüğüne göre tepki göstermesi gayet normal. Zira hayatta kalma içgüdüsü
doğal bir şey ve kazanımlarını korumaya çalışmak her yönetimin asli görevi.
Düşmanına benzemekten kaçınarak
mücadele
Buradaki asıl mesele,
Freud'un hem kişisel hem de toplumsal bazda doğru bir kurala işaret eden şu
tespitinde gizli: Düşmanına karşı uzun bir süre savaş verirsen ona benzersin.
Önümüzdeki asıl büyük soru
ve meydan okuma şu: Onlara benzeme tuzağına düşmeden, yani onların yöntemlerini
kullanmadan düşmanımızla nasıl mücadele etmeliyiz?
Çözüm, kanser
doktorlarının stratejisinde olabilir. İster cerrah olsunlar isterse radyoterapi
uzmanı, bu doktorlar, kanserli dokuya bitişik sağlıklı dokulara zarar vermemek
için neşteri sadece ve sadece tümöre vurup tamamen temizlemeye ve ışını da
sadece hastalıklı dokuya vermeye son derece dikkat eder.
Rastgele bombardımanlarla
katledilen binlerce masum kurbandan bahsederken işledikleri suçları
meşrulaştırmak için “tali zayiat" (collateral damage) kavramını türeten
askerler işte bu prensibi görmezden geliyorlar.
Bu tali zayiatlar, yerle
bir edilen şehirlerde veya çatışan toplumlarda kin ve nefreti, tepki ve karşı
tepkiyi üreten şeyin ta kendisi. İşler iyice sarpa sararken zalim mazluma,
mazlum da zalime dönüşür ve bu hengâmede meşruiyet ve inandırıcılık yitirilir.
Türkiye örneğinde önemli
bir husus var. AB'nin Dışişleri ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek
Temsilcisi Federica Mogherini’den “İdam cezasının geri gelmesi Türkiye’nin
AB’ye katılım sürecinin tamamen sonu anlamına gelir; zira bu cezayı uygulayan
herhangi bir devlet AB üyelerince Birliğe kabul edilmez” sözünü açıkça duyduk.
Türkiye 2002’de yaptığı
hukuki düzenlemeyle Müslüman ülkeler arasında idam cezasını kaldıran ilk ülke
olma şerefine nail oldu. Tıpkı daha 1934’te yani Fransa’dan tam on yıl önce
kadınlara seçme hakkını tanıma şerefine erdiği gibi…
Batılı aşırı sağcılara “altın
fırsat”
Batı’nın aşırı sağcılarına
Türkiye’nin AB’ye girişini reddetmeleri için altın bir fırsat sunulması
gerçekten çok üzücü olur. Her ne kadar, Türkiye örneğinde idam cezasının
masumları değil suçluları hedef alacağı tartışmasız bir gerçeklik olsa da, bu
durumun Mısır’daki Sisi’nin seviyesine düşülmesine yol açacak olması da cabası.
“Bunun ne önemi var ki?
Avrupalılar bütün kötü niyetleriyle on yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi
oyalıyor. Çünkü katılım için gerekli tüm yükümlülükleri yerine getirmiş
demokratik bir devlet dahi olsa, aralarına Müslüman bir devletin girmesini
kabul etmezler” diyenler olabilir.
Onlara şunu söylemek
istiyorum: Bu, yersiz bir tepki. Zira siyaset, ekonomi ve güvenlik bakımından
Türkiye’nin çıkarı, 500 milyon nüfuslu AB’ye katılmakta. AB, eşsiz bir tarihi
tecrübenin ürünü olup barışçıl bir şekilde bir arada yaşayabilmenin çerçevesini
bulabilen ve geçmişte yıkıcı savaşlarda birbiriyle çarpışmış 27 devlete
karşılıklı faydalar sağlayan bir oluşum.
Aynı şekilde, İslam
dünyasıyla köprü kurmak, kültürel ve ekonomik açıdan yayılmak, böylece halen
daha acı faturasını ödediğimiz ama artık sürdürebilme imkanının da kalmadığı
eski sömürgeci politikaya geri dönmemek de AB’nin de çıkarına. Açıkça ortada
ki, İslam dünyasıyla Avrupa arasında Türkiye köprüsü üzerinden kurulacak bir
birliktelik, milletler arasında barışın güçlendirilmesinin ve medeniyetler
birlikteliğinin önemli bir unsuru olabilir.
Bütün bu yukarıda
sıraladığımız sebeplerin yanı sıra, hem dost doğruyu söyleyendir düsturu gereği
hakiki dostluk babından, hem de Ankara’nın Arap vatanındaki tüm onurlu güçlerin
müttefiki olması ve yüce Türk milletinin de mevcut kazanımlarını korumak ve
meşru lideri etrafında tek yürek olmak için harekete geçmesinden duyulan
iftiharla, Türkiye’ye gösterilen büyük ihtimamdan hareketle bir temennimizi
burada zikretmek istiyoruz: Umarız ki Türk hükümeti, bütün baskılara ve onlarca
masumun kanının akmasından duyulan onca acıya rağmen idam cezasını geri
getirmez. Zira orta ve uzun vadedeki kazanımlar, her halükarda artık akıllarda
ve kalplerde tamamen ölü hale gelen bir adamın idamından elde edilecek kazancın
çok çok ötesindedir.
Türk halkının dostu olan
herkes gibi dileğimiz, Türkiye’nin bu tümörü, ama sadece ve sadece tümörün
kendisini kökünden temizleyip atması ve bu esnada da içeride ve dışarıda Türk
hükümeti aleyhine en sinsi şekilde kullanılabilecek tali zayiatlara hiç mahal
vermemek için son derece dikkatli ve uyanık olması.
Darbenin başarısızlığa
uğradığından herkesin emin olmasından çok kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı
Erdoğan, intikam almaya çalışmayacaklarını, çünkü işi Allah’a havale
ettiklerini açıkladı. İşte bu, krizi aşması için Türkiye’yi doğru yola sokan
cesur ve asil bir duruş. Allah’ın izniyle Türkiye bu krizden daha büyük bir
gururla ve daha güçlü bir bağışıklık kazanarak çıkacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder