2015’TE
KÜRESEL EĞİLİMLER VE RUS SİYASETİ
Sergey
KARAGANOV (2001-2013 yılları arasında Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in
dış politika danışmanı. Tarih doktoru, Milli Araştırma Üniversitesi Dünya
Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler dekanı ve aynı zamanda Dış ve Savunma
Politikası Konseyinin onursal başkanı)
Russia
in Global Affairs, 13.2.2016
Tercüme:
Zahide Tuba Kor
2015 yılı
tarihe bir dönüm noktası olarak geçecek. Birincisi, yıldönümleri itibarıyla
dolu doluydu. İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası ilişkiler sisteminin
temellerini atan bir örgüt olan BM’nin kuruluşunun 70. yıldönümüydü. Yine iki
Japon şehrinin bombalanmasıyla nükleer çağın da trajik bir başlangıcı oldu.
Nükleer silahların ortaya çıkışı belki de dünya tarihinde savaş sonrası dönemin
en önemli olayıydı. Geçen yıl, hem Helsinki Nihai Anlaşması’nın 40. yıldönümü,
hem de Berlin Duvarı’nın yıkılışının ve ayrıca –adil ve istikrarlı bir Avrupa
güvenlik sistemi vaat eden bir belge olan– Yeni Avrupa İçin Paris Şartı’nın
kabul edilmesinin 25. yıldönümüydü. Ancak sonunda 2015 yılı, bu ideali tükenen
bir rüyaya dönüştürdü. İkincisi ve en önemlisi, 2015 yılı hem İkinci Dünya
Savaşı sonrası çağın hem de Soğuk Savaş sonrası dönemin sonunu getirdi. Şu anda
biz, yaklaşan yeni büyük uluslararası eğilimlerin şekillendireceği bir döneme
giriyoruz. Üçüncüsü, geçen yıl belki de son çeyrek yüzyılda Rus dış
politikasının en başarılı yılıydı. Ancak bu, Rusya’nın temel problemini, yani
iktisadi durgunluğun giderek derinleşmesini çözmedi.
Eski
kurallar gitti, ama henüz yenileri gelmedi
Küresel
eğilimleri değerlendirerek başlayayım. İkinci Dünya Savaşı sonunda başlayan çağ
artık sona eriyor. Bu dönemin özelliği, görece düzenli ve istikrarlı bir
karşılıklı cepheleşme sistemi olmasıydı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi yeni bir
düzenin ortaya çıkması anlamına gelmedi. Ana güç merkezlerinin büyük ölçüde
işbirliğine dayalı ilişkiler tesis edeceği ümidi vardı. Bunun yerine, tahmin
edildiği üzere başarısızlıkla sonuçlanan, tek kutuplu bir dünya inşa edilmeye
kalkışıldı. Öyle görünüyor ki dünyayı şu anda bir çalkantılar ve vahşi rekabet
dalgası vuruyor – her ne kadar herkesin herkese karşı bir mücadelesi şeklinde
olmasa da. Gücün hızlı bir şekilde yeniden dağılımına şahit oluyoruz. 20.
yüzyılın ikinci yarısının kuralları artık işlemiyor: egemenliğe ve toprak
bütünlüğüne mutlak saygı, başka devletlerin içişlerine –en azından alenen–
müdahale etmeme ve en azından büyük güçlerin menfaatlerine ve güvenliğine
saygı. “Tek-kutuplu an”ın ideologları bütün bu prensipleri rafa kaldırma
arayışına girdiler. Ama yerlerine başka hiçbir prensip de icat etmediler; yeni
gerçekliğe eski prensipleri uyarlama girişimleri de başarısız oldu.
Böyle bir
kaostan geçerken yeni dünyanın kabaca dış hatlarını şekillendirebilecek yeni
makro eğilimler de devreye giriyor.
Bu eğilimlerden
ilki, yeni bir tür çift-kutupluluğun ortaya çıkışı. Doğrusunu söylemek
gerekirse, –yaygın kanaatin aksine– çift-kutupluluk daha evvel hiçbir zaman var
olmamıştı. Veya şöyle söyleyelim, sadece 1940’ların sonları ve 1950’lerde var
olmuştu, ta ki nesnel şartlar ve Sovyet liderliğinin hataları Çin’le bir
karşılıklı cepheleşmeyle sonuçlanana kadar. 1970’lerin başlarında Henry
Kissinger ve Richard Nixon’ın kurnaz diplomasisi sağ olsun, fiili bir üç-kutuplu
ilişkiler sistemi ortaya çıktı. Pahalı ve güvenilmez bir grup müttefikle
birlikte SSCB, ABD’yle ve Batı’yla dünyanın her yerinde ve Çin’le de doğuda
kapışmak zorunda kaldı. SSCB nahoş bir jeostratejik pozisyondaydı.
Şu anda dünya
ekonomisi ve siyasetinde iki merkez şekilleniyor. Tek kutuplu bir dünya kurma
ümidinin ne denli nafile olduğunu fark eden ABD, büyük ölçüde iktisadi ve
siyasi araçları kullanmak suretiyle, Çin’i çevreleme ve kendi çevresinde yeni
bir Amerikan merkezli yapı inşa etme politikasını benimsedi. Bunun ilk adımı,
bir grup Asya-Pasifik ülkesiyle Trans-Pasifik Ortaklığı’nı (TPP) başlatması
oldu. TPP üyeleri ASEAN ülkelerini veya hatta jeoekonomik yönelimiyle ilgili
henüz nihai bir tercihte bulunmayan Güney Kore’yi içermiyor. Ve tabii ki Çin,
büyük ölçüde Pekin’in nüfuzunu sınırlandırmayı hedefleyen stratejinin doğal bir
sonucu olarak, dışarıda kalıyor. Eşzamanlı olarak ABD, kendi zayıflığından
korkan Avrupalı elitlerin bir kısmını da yanına alarak Trans-Atlantik Ticaret
ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) üzerinde çalışıyor. Kıta Avrupa’sının Rusya’ya ve
Çin’e yaklaşmasını engellemek için Avrupa’daki yenişememe halini kaldığı yerden
sürdürmek ve hatta alt-kıtada [Avrupa’yı kastediyor] sistemik
askeri-siyasi cepheleşmeyi canlandırmak için çokça şeyler yapılıyor.
TPP ve TTIP’nin
geleceği henüz net değil. Kısmen başarılı olabileceği gibi başarısızlığa da
uğrayabilir. Ama gidişat ortada: 1990’larda görünüşteki göz alıcı zaferlerin
ardından 2000’li yıllarda dramatik bir şekilde alan kaybeden “yaşlı” Batı, şu
anda gücünü yeniden konsolide etmeye çalışıyor.
Bu arada Çin
birinci lig bir süper güce dönüşüyor ve belki de gelecek on yılda kitlesel güç
bağlamında dünyada bir numara olabilir. Öngörülebilir gelecekte gerek kişi
başına milli gelir gerekse askeri güç bakımından ABD’yi geçemeyecek, ama
aralarındaki büyük farkı azaltacaktır. Otoriter siyasi sistemi sayesinde Çin,
dış politika hedeflerini başarmak için çok daha fazla kaynağı seferber
edecektir. Çin’in yumuşak gücü, rakiplerini bile cezbeden devasa mali
kapasitesinde ve piyasasındadır. İdeolojik yayılmasına ilişkin zihinlerdeki
şüpheleri aşama aşama gidermek için Pekin, dünyanın geri kalanına, bilhassa
gelişmekte olan ülkelere takip edebilecekleri bir örnek olarak kendi modelini
sunmaya başladı: “Çin yöntemi”. Eşzamanlı olarak Çin’in ekonomisi giderek
yavaşlıyor ve bu yüzden küresel iktisadi gelişmeden ciddi şekilde çekiliyor.
Pasifik’te
ABD’den, yani doğusundan giderek daha fazla direnişle karşılaşan Çin batıya
doğru yöneliyor. Pekin yönetimi, Çin’in güneybatısındaki ve batısındaki
bölgelerin (uzun vadede Avrupa’yı da katarak) iktisadi ve lojistik kalkınması
için İpek Yolu İktisadi Kuşağı projesini de içeren “Tek Kuşak, Tek Yol”
stratejisini ortaya attı. Bu strateji, Çin’in çevresinde bir istikrar ve
iktisadi kalkınma kuşağı oluşturma ve onu yeni piyasalarla ve dostane güçlerle
çevreleme amacı taşıyor. Rusya uzunca bir süredir geciken doğuya doğru iktisadi
ve siyasi açılımına sonunda başladı. Uzmanların çoğu Orta Asya’da Rusya’yla
Çin’in çatışmasının er ya da geç kaçınılmaz olduğunu tahmin ediyor. Ancak
Moskova ile Pekin, potansiyel farklılıklarını potansiyel bir işbirliğine
dönüştürerek böyle bir karşılıklı cepheleşmeyi engelleyecek bilgeliğe sahip.
İki ülke 2015’te İpek Yolu İktisadi Kuşağı projesi ile Avrasya İktisadi
Birliğini entegre etme veya eşleştirme konusunda anlaşmaya vardılar. Gelecekte
Orta Asya’da Çin’in yatırım ve kaynak sağlayacağı, Rusya’nın ise güvenliğe ve
jeopolitik istikrara katkıda bulunacağı –herkesin avantajına olacak– bir eşbaşkanlık
[modeli] ortaya çıkabilir.
2015’te Şanghay
İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Hindistan’ı ve Pakistan’ı tam üyeliğe kabul etmeye karar
verdi ve şu anda İran’ı ve başka bazı ülkeleri de kabul edip etmemeyi
düşünüyorlar. Henüz ŞİÖ pek aktif olmasa da, filizlenmekte olan Büyük Avrasya
veya hatta Büyük Avrasya Topluluğunun çekirdeği olmaya doğru bir adım daha
attı. Çin ve Rusya arasındaki işbirliği bunda merkezi bir rol oynayabilir.
ABD’nin öne çıkardığı modelin aksine, Avrasya topluluğunda bir hegemon olmayacak.
Çin iktisadi lider olacak; ama diğer güçlü oyuncular –Rusya, Hindistan ve İran–
Çin’in nüfuzunu dengeleyebilecekler. Yeni merkez, gücünü konsolide etmeye
çalışan Batı’ya karşı bir karşı-denge işlevi görecek; ama bu otomatik olarak
çift-kutuplu bir yüzleşme anlamına gelmez. İşbirliği ve rekabet diyalektik
olarak birbirine bağlı olacak.
Avrupa’daki
kriz ve yansımaları
2015’te
kendisini açıkça gösteren diğer bir mega eğilim, AB’nin çok katmanlı krizinde
geldiği yeni aşamaydı. Suriyeli mülteci kriziyle tetiklenen bu yeni aşama,
sadece –toplumsal problemler, milliyetçiliğin ve terörizmin artması gibi– kısa
vadeli sonuçlar üretmekle kalmadı, yeni şartlar altında AB dış politika
modelinin ne denli etkisiz olduğunu da gösterdi. Birleşik Avrupa, yapısal
olarak basiretten yoksun, proaktif bir şekilde çalışmaktan aciz ve sadece kendi
icat ettiği çerçevede işleyen ama dış dünyaya hiç de uygun olmayan bir yapı.
Mülteci krizi, Avrupa’nın daimi krizlerinden bir çıkış olarak görülen
Almanya’nın tartışmasız liderliğini sorgulattı. AB içinde sadece küçük bir
azınlık Almanya’nın mültecilere kapıları açmasını destekliyor. Ayrıca Alman
toplumu da bu kitlesel akına karşı hükümetin istediği ölçüde vefalı görünmüyor.
Bir şiddet ve terörizm kaynağı olarak mülteci dalgaları, Avrupa projesinin en
önemli başarılarından biri olan Şengen Anlaşması’na büyük bir darbe vurdu.
Eski Dünya’nın [Avrupa’nın]
çektiği bu sıkıntılara sevinmemek gerekir. Üç asırdan beri Avrupa kalkınma
modeli Rus modernleşmesinin itici gücüydü, ama artık cazibesini kaybediyor.
Avrupa –her daim dostane olmasa da– bir kez daha zengin ve istikrarlı bir komşu
ve ortak olmaktan bir problemler (ama istikrarsızlık değil) kaynağına
dönüşebilir. Zayıflık ve gelecek korkusu Avrupalı eliti, Rus karşıtı bir
cephede ABD’yle birleşme yönünde gereksiz çabalara itiyor. AB’nin artan iç
problemleri, tek bir yapı olarak, hatta salt bürokratik anlamda dahi, onunla
yakınlaşmayı çok daha zorlaştırıyor. Avrupa için yeni bir mücadele başlıyor.
Herkesin
herkese karşı savaşı
Ortadoğu’da başlayan
herkesin herkese karşı savaşı, daha onlarca sene küresel siyasetin mega eğilimi
olacak. Savaşın ardındaki sebepler, büyük ölçüde iç kaynaklı olmakla birlikte,
Batı’nın geçen on yılda bölge meselelerine –kötü niyetli olmasa da– pervasızca
müdahalesiyle daha da ağırlaştı. 2015’te
Rusya bölgedeki yerel çatışmalardan birine, yani Suriye’ye, hem terörist
tehdidini Rusya’dan olabildiğinde uzak tutmak hem de bölgedeki ve dünyadaki
pozisyonunu güçlendirmek için doğrudan müdahil oldu. Rusya’nın bu hareketi statüko
gücü olma ruhuyla oldukça uyumlu ve Rusların-Sovyetlerin kanunlara riayet geleneğiyle
de uyumlu; nitekim bu müdahale Suriye’nin meşru hükümetinin daveti üzerine
gerçekleşti. Ancak işin ucunda Ortadoğu çatışmaları bataklığına saplanma
tehlikesi de var.
Türkiye’nin
bizi “sırtımızdan hançerlemesi” ilk tehlike çanıydı. Maalesef ki böyle şeyler
bölgenin siyasi kültürü ve kalkınma dinamikleri nedeniyle tekrar tekrar
yaşanacak. Bu yüzden askeri ve diplomatik başarılara dikkatlice yaklaşılmalı ve
Ortadoğu’nun problemlerinin öngörülebilir gelecekte çözülemeyeceği anlaşılmalı.
2015’te ortaya
çıkan en rahatsız edici mega eğilim terörizmin yükselişi oldu. [Mısır’dan
kalkan] bir Rus uçağının havada infilak etmesi, Paris’teki terör
saldırıları, başka yerlerdeki onlarca saldırı ve Avrupa’ya mültecilerin akışı
bir kez daha bu problemi dünya siyasetinin ana gündemine taşıdı. Daha evvel dar
görüşlü siyasetçiler bunu görmemeye çalıştı ama artık bu mümkün değil. Yaklaşan
terörizm dalgası –ki aslında bu, haksızlık ve adaletsizlikten ve süregelen
demografik problemlerden kaynaklanan, İslam’ın nev-i şahsına münhasır
özellikleriyle çarpan etkisi yapan, fakirin zengine karşı bir isyanıdır– önümüzdeki
onlarca yılın en önemli özelliği olmaya devam edecek. Ülkeler arasındaki ve
içindeki artan eşitsizliğin göçle birlikte ağırlaşması dikkate alındığında,
gelişmiş dünyada sağ ve sol radikalizminin bir karşı-dalgası beklenebilir.
Avrupa’dakiler de dâhil toplumlar ve devletler, yeni meydan okumalara uyum
sağlayabilmek için –daha evvel hiç olmadığı kadar sert polisiye tedbirler almak
ve özgürlükleri sınırlandırmak da dahil– sancılı dönüşümlerden geçmek zorunda
kalacaklardır. Diğer bir muhtemel cevap ortak uluslararası hareket
olacaktır.
İlki zaten
yaşanmaya başladı, diğeri ise şimdiye kadar yetersiz kaldı. Bunun önündeki
engeller arasında, eski ve yeni kuşkular ve –bilhassa Batı kanadında– dış
müdahaleyle demokrasiyi ve içeride çok-kültürlülüğü teşvik stratejisinin
başarısızlığını kabullenme ve bundan ders almadaki isteksizlik yer alıyor. Şu
an için işbirliği filizleri, olumsuz propagandayla ve “senin teröristin benim
özgürlük savaşçım” prensibinin tetiklediği adımlarla bastırıldı. Buna rağmen
özellikle Suriye’de sınırlı uzlaşma mümkün görünüyor.
Küreselleşmeye
meydan okunuyor
Geçen yıl
gündeme oturan diğer bir mega eğilim, Batı tarafından dayatılan küreselleşmenin
önceki biçiminin yeni ve farklı bir türde küreselleşmeyle değişmesi ve hatta
küreselleşmenin geriye çevrilmesiydi (de-globalization). Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ) mutlak bir çıkmazda ve yavaş yavaş çürümeye mahkum. Şu anda birçok
bölgesel ticari ve iktisadi anlaşma ve yapı onun yerine geçiyor; TPP ve TTIP
bunun en açık örnekleri. BM onayı olmaksızın ve DTÖ kuralları hilafına
dayatılan uluslararası ekonomik yaptırımlar, artık istisnai bir durum değil, bu
derginin baş editörü Fyodor Lukyanov’un iddia ettiği üzere “yeni bir norm”.
Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımların süresi 2015’te uzatıldı. Ve hatta
Rusya’da dahi hemen herkes yaptırımların gayrimeşru olduğunu unutup gitti. Bu
kötü örneği takip ederek Rusya da Türkiye’ye karşı yaptırımları yürürlüğe
koydu. Belki çok daha sert bir misilleme takip edilmeliydi. Ancak yaptırımlar
gri alandadır. Ve genellikle etkisizdir, hatta ters de teper. IMF çok çeşitli
hilelere başvurdu ve borçlarını ödemekte başarısız olan hükümetlere para
vermeme “altın kural”ını ihlal etti. Ukrayna’ya borç verilmesine tamamen siyasi
sebeplerle, Rus karşıtı rejimin ömrünü uzatmak için müsaade edildi.
Mevcut gidişat
gerçek ticaret savaşlarına zorlayabilir, özellikle de bunun bir alt türü olan
gayrimeşru yaptırımlar dikkate alındığında. Tabii ki birileri çıkıp da ticaret
savaşlarının, bırakın küresel bir çatışmayı, geçmişte yaşandığı gibi gerçek
savaşlara da yol açmayacağı teminatını verebilir. (Gücün inanılmaz hızlı bir
şekilde yeniden dağılımı başta olmak üzere) bütün ön koşulların var olmasına
rağmen, küresel bir çatışmanın henüz hala patlak vermemesi, insanlardan değil,
nükleer mühimmattan ve nükleer faktörden kaynaklanıyor. Nükleer meselenin dünya
siyasetinin ana gündemine dönüşü kuşkusuz 2015’in diğer bir önemli eğilimiydi.
Bunun birçok
nedeni var. En önemlisi, belirsizlikten ve istikrarsızlıktan duyulan dünya
çapındaki endişe ve hatta korku. Bu belirsizlik ve istikrarsızlık başlı başına
günümüz dünyasının başlıca mega eğilimlerinden biri. Nesnel olarak dünya, 7-8
senedir savaş öncesi hali yaşıyor, tıpkı 1914 öncesindeki gibi. 1980’lerin
sonunda neredeyse hiç sarsılmazmış gibi görünen ve Soğuk Savaş’ın resmen sona
etmesinden sonraki ilk 20 yılda çok da önemsenmeyen stratejik istikrarın
aşınmış ve altının oyulmuş olabileceğine dair endişeler, profesyonel
askeri-siyasi topluluk arasında giderek büyüyor (ki stratejik istikrar, nükleer
savaş riski düzeyinin de bir göstergesidir). Yeni bir savaş ihtimaline dair söylentiler
artıyor. Onlarca yıldır nükleer yüzleşmeye dayanan Rusya ile Batı arasındaki
çatışmanın bir anda tırmanması da nükleer meseleyi gündeme taşıyor. İşte bu
arka plan çerçevesinde Rusya, son dönemde uluslararası kamuoyunun dikkatini bu
faktöre çekmiş bulunuyor. Propaganda düzeyinde bu söylem belki zaman zaman
aşırıya kaçmış olabilir, ama resmi düzeyde son derece doğruydu.
Suriye’deki
IŞİD hedeflerine karşı uzun menzilli güdümlü füzelerin havadan ve denizden
fırlatılması dünya çapında dikkat çekti. Teorik olarak bu füzeler nükleer savaş
başlığı taşıma kapasitesine sahip ve Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler
Antlaşması’nın kapsamında yer almıyor. Antlaşma müzakere edilirken bu tür
füzeler üzerinde bir tekele sahip olan ABD, SSCB’nin zayıflığından istifade
ederek, bunların antlaşmanın sınırladığı konular arasına girmemesinde ısrarcı
olmuştu. Gelinen noktada ABD bundan pişmanlık duyuyor olmalı. Ancak nükleer
meselenin çokça gündeme taşınmasında, Devlet Başkanı Vladimir Putin’i ve
Rusya’yı nükleer şantaj yapmakla ve uluslararası antlaşmaları ihlal etmekle
suçlayarak şeytanlaştırmaya çalışan Batı propagandasının rolü var.
ABD yeniden
nükleer silahlanma planını ilan etti. Mevcut histeri görüntüsü endişeleri daha
da artırabilir; ama aynı zamanda –tıpkı Yugoslavya ve Irak’ta olduğu gibi– büyük çaplı müdahaleleri veya – Ukrayna ve
Suriye’deki gibi– çatışmaların
tırmanması tarzı pervasızca kararları caydırabilir. Çığırından çıkan uluslararası
propagandaya rağmen, “tek kutuplu dönem”de neredeyse yok olan rasyonaliste ve
dikkat artık siyasete geri dönüyor.
Ülkelerin
kullandığı kilit siyasal araçlardan biri olarak askeri kuvvetin geri dönüşü ve
nükleer silahların rolünün kısmen yeniden gündeme gelmesi, ana makro eğilimi
tersine çevirmedi ama tali bir hale getirdi. Devletlerin ve toplumların
ağırlığı ve menfaatlerini artırma ve koruma kabiliyeti, hala büyük ölçüde insan
sermayesinin kalitesine bağlı olan iktisadi ve teknolojik güç tarafından
belirleniyor.
Alarm verici
eğilimlere rağmen 2015’te bazı olumlu gelişmeler de söz konusuydu. Büyük bir
savaş gerçekleşmedi ve, endişelere rağmen, henüz hala bir savaşın çıkacağına
dair somut bir işaret yok. Yerkürenin demokratikleşmesi devam ediyor:
Toplumların kendi içinde dikey demokratikleşme yaşanırken uluslararası toplumda
ise yatay demokratikleşme daha da gelişiyor. Eski hegemonlar zayıflarken
yerlerine yenileri ortaya çıkmıyor. Ülkeler ve halklar kendilerini daha özgür
hissediyor. İnsan kitleleri hükümetlerinin siyasetleri üzerinde daha evvel
görülmemiş ve giderek artan bir şekilde etkide bulunuyor. Temel talepleri
refaha ulaşmak. Artan karşılıklı bağımlılıkla birlikte bu faktör, savaş
taraftarlarını dizginlerken barış taraftarlarını güçlendiriyor; her ne kadar,
ne daha fazla refah talebi ne de karşılıklı bağımlılık barışın bir garantisi
olsa da. Bu noktada nükleer faktör oyuna dahil oluyor ve böylelikle bir yandan
birçok problemin çözümü için zaman kazandırırken, diğer yandan yeni problemler
yaratıyor ve kısaca tarihin akışını sürdürüyor.
Diğer bir
cesaret verici eğilim ise Paris’teki İklim Değişikliği Konferansı sayesinde
insanlığın “daha yeşil” ifadelerle düşünmeye başlaması. Şu anda neredeyse hiç
kimse, sera gazı emisyonunu ve gezegenin kirliliğini sınırlandırma konusunda
etkin bir şekilde ortak hareket ihtiyacını sorgulamıyor. Bu alandaki
ahlaki-siyasi liderlerin arasına artık ABD’nin de katılması memnuniyet verici;
zira daha evvel ABD, kendi ülkesi içinde güçlü bir çevre hareketi olmasına
rağmen, uluslararası iklim anlaşmalarını engellemişti.
Son olarak,
Ortadoğu’da terörizmin ve savaşların yayılmasına rağmen dünyadaki genel şiddet
düzeyi azalmaya devam ediyor (sadece silahlı çatışmalardaki can kayıpları
değil, aile iç şiddet ve cebirle ölümlerin sayısı hesaba katıldığında da).
İnsanlık, düşük düzeyli şiddetin ana özelliklerinden biri olduğu medeni
devletin daha ileri bir formuna doğru gidişatı henüz durdurmuş değil. Ancak
ülkelerin istikrarsızlığı ve kitlesel terörizm bu rahatlatıcı eğilimi tersyüz
edebilir.
Rus
siyaseti: Şanssızlıkları BAŞARIya Dönüştürmek
2015 senesi,
Rus dış politika tarihindeki en başarılı senelerden biriydi.
2014 başında
Rusya, Batı’yla –bir önceki yıl görünür hale gelen– üstü örtülü yüzleşmesine
artık bir son verme kararı aldı ve ilk vuran taraf olarak sözkonusu yüzleşmeyi
aleni çatışmaya dönüştürdü. Olaylardaki beklenmedik değişim Rus-Batı
ilişkilerini bir anda gerdi. Batı ittifakı içinde merkeze doğru çeken eğilimler
artarken, Rusya nahoş yaptırımlarla ve Batı’nın Moskova’ya karşı uluslararası
tecridi örgütleme çabasıyla karşı karşıya kaldı.
Ancak Batı’nın
–yaptırımlarla hedef alınan oligarkların rahatsızlıkları kışkırtılarak veya
halkın memnuniyetsizlikleri abartılarak– bir saray darbesiyle Rusya’da rejimi
değiştirme ümidi, tahmin edileceği üzere başarısız oldu. Güçlü bir dış baskıyla
karşı karşıya kalan Rus toplumu ve eliti, çok küçük bir kısım dışında,
Kremlin’in etrafında kenetlendi. Daha da önemlisi, Kırım’ın Rusya’ya katılması
ve Ukrayna’nın güneydoğusunda isyancılara destek, Moskova’ya kendi güvenliği
için hayati addettiği topraklara Batı ittifakının yayılmasını önleyecek asgari
koşulları yaratma imkanı verdi. Artık yayılma konusu konuşulmuyor. Rusya’nın
kendi hayati menfaatlerini kararlı bir şekilde savunmaya hazır olduğunu
göstermesi, Batı’nın onu daha çok sevmesini sağlamadı ama Moskova’dan duyduğu
korkuyu ve böylece Rus menfaatlerine saygı duyma istekliliğini artırdı. Batı
ittifakının yayılması maalesef ki karşılıklı anlaşmayla değil, sert bir
politikayla durdurulmak zorunda kalındı. Ortaya çıktı ki Rusya’nın ortakları
farklı bir dilden anlamak istemedi. Şimdi ise yeni gerçekliğe ve başkalarının
menfaatlerine saygı duymaya dayalı oyunun kurallarına alışıyorlar. Kırım’a
neredeyse hiç değinilmiyor. Sadece ABD’nin ve ona en itaatkar olan Avrupalı
müttefiklerinin söylemlerinde (düşük tonda) yer alıyor. Ukrayna Krizi’ni daha
da körükleyecek yeni girişimler mümkün. Ancak Rusya karşılıklı yüzleşmesinin ve
baskının ilk raundunda direndi ve Ukrayna üzerinden yürüyen çatışmada siyasi
bir zafer kazandı. Batılı ortaklarla –birbirinin menfaatlerine saygı duymaya
dayalı– daha sağlıklı ilişkilerin koşulları oluşturuldu. Ancak bu sadece
potansiyel bir ihtimal. Karşılıklı güvensizliğin, geçmişteki hataların ve
yanılsamaların yükü çok büyük ve her iki taraf da hala kendi toplumlarını
konsolide etmek için dış düşman imgesini kullanma hevesindeler.
2015’te en
sonunda ortaya çıktı ki, en azından bana göre, Soğuk Savaş’ın ardından kurulan
Avrupa güvenlik sistemi tamamen ve belki de geri döndürülemez şekilde çöktü.
Sistem Batı’nın fiili hakimiyetine, siyasi örgütlenmelerine ve görüşlerine
dayanıyordu. Rus elitinin ekseriyeti için kabul edilemez olan bu hakimiyet, alt
kıtaya [Z.T.K. Avrupa’yı kastediyor] barış ve istikrar getirmedi.
Her ne kadar AGİT faaliyetlerini artırsa da, eski sistemin ihya edilemeyeceğine
hiç şüphem yok. Vardığım bu sonuç, Avrupa güvenlik sistemine ilişkin bir reform
teklifi hazırlaması beklenen AGİT Akiller Heyeti’ndeki 12 aylık tecrübeme
dayanıyor. Kesintisiz çabalara rağmen neredeyse hiçbir ilerleme kaydedilemedi.
AGİT Soğuk
Savaş’ın genetik hafızasını taşıyan bir örgüt. Bloklaşma sonrası [Z.T.K
yani Soğuk Savaş’ın ardından Doğu ve Batı bloklarının dağılması sonrası]
yeni bir güvenlik sistemi inşası için etkili bir araca dönüşmesine izin
verilmedi. Sonuç olarak yirmi yıldır örgüt, –ülkelerin Avrupa’da sanki her şey
yolundaymış gibi davranmalarına ve sürekli birbirini farklı bir çağa ait
prensipleri ihlal etmekle suçlayarak Soğuk Savaş ruhunu sürdürmelerine müsaade
etmek suretiyle– büyük ölçüde olumsuz bir rol oynadı. AGİT’in sadece ve sadece
geçmiş savaşın külleri Ukrayna’da aniden parladığında faydalı olduğunu
ispatlaması bir tesadüf değil; zira bu savaşın ateşi tamamen söndürülmemişti ve
AGİT bu toprakları korumaktaydı. Burada AGİT, barışı koruma misyonunun
koordinatörü olarak faydalı bir işlev gördü. Belki örgüt bir müddet daha ayakta
kalacaktır, ama sadece bir diyalog forumu ve kriz karşıtı bir merkez olarak…
Ancak Batılı ortakların, örgütü revize ederek veya alternatif kurumlar
oluşturarak Avrupa’daki güvenlik boşluğunu doldurma konusunda gerçekten istekli
olduğuna dair işaretler ortada yok. Bu arada sözkonusu boşluk gerçekten
tehlikeli.
2015’te Rusya,
iktisadi alanda Doğu’ya doğru önemli bazı gerçekçi adımlar attı. Rus ve yabancı
yatırımcıları çekmesi beklenen öncelikli kalkınma bölgeleri kurdu. İktisadi
altüst oluştan, düşen petrol fiyatlarından ve rublenin değer kaybetmesinden
dolayı Rusya’nın dış ticareti azalırken Asya piyasalarının dış ticaretteki
oranı arttı. Bu temayül, Rusya’nın dış ticaretini daha dengeli ve avantajlı bir
hale getirerek önümüzdeki dönemde de devam edecek. Rusya ile Çin arasında İpek
Yolu İktisadi Kuşağını ve Avrasya İktisadi Birliğini birbirine entegre etme
konusundaki anlaşma, Sibirya’nın komşu bölgeleri ve Çin’in batı bölgeleri ile
birlikte Geniş Orta Asya’da yeni bir iktisadi büyüme merkezi kurulması için çok
büyük fırsatlara kapı açıyor. Ancak bu sadece bir potansiyel. Bu vizyonu
gerçekliğe dönüştürmek, anlaşmanın imzalanmasından bu yana neredeyse hiç var
olmayan sistemik bürokratik çabaları gerektiriyor. Yine bu konuda somut
projelere de ihtiyaç var.
2015’teki hiç
şüphe götürmeyen başarılardan bir diğeri, İran nükleer meselesinin çözümü oldu.
Rus diplomatların aktif ve yaratıcı katılımı olmasaydı bir çözüme ulaşmak
imkansızlaşırdı. İran anlaşması, sadece dünyanın en istikrarsız bölgesinde
zincirleme bir nükleer yayılmayı değil, aynı zamanda iki-üç sene evvel oldukça
muhtemel görünen İran’a karşı bir savaşı da önlemiş oldu. Böyle bir savaş
sadece Ortadoğu’yu havaya uçurmakla kalmayacak, bunun küresel sonuçları da
olacaktı. Şimdi ise potansiyel bakımından bölgenin en güçlü ülkesiyle yapıcı
ilişkiler kurmayı ümit edebiliriz.
Geçen sene
Suriye’nin kimyasal silahları sonunda imha edildi. Bu da Rus diplomasisinin bir
diğer başarısıydı. Bu başarı, Rus sınırlarından uzakta İslami terörizmle
savaşmak, meşru hükümetin düşmesini engellemek, IŞİD kontrolündeki alanların
genişlemesini önlemek, uluslararası konumunu güçlendirmek, silahlı
kuvvetlerinin yeni gücünü [dünyaya] göstermek ve Ortadoğu’daki
gelişmeleri aktif bir şekilde etkileme kabiliyetini artırmak için Suriye’ye
hava kuvvetlerini yolladığında daha da perçinlendi. Şimdiye kadar Rusya bunu
harikulade bir şekilde başardı. Ama ısrarla söylüyorum ki Ortadoğu krizi
önümüzdeki daha onlarca yıl çözümsüz kalacak. Birçoklarının arzu ettiği şekilde
bu bataklığa saplanmamamız için aşırı derecede dikkatli davranmamız lazım.
Eğer ki böyle
bir tehlike ortaya çıkarsa hızlıca geri çekilme cesaretine de sahip olmalıyız
ve toplumu bu ihtimale karşı [şimdiden] hazırlamalıyız.
Suriye[de
siyasi çözüm] konusunda karşılıklı etkileşim, –uzun vadede bir dezavantaja
dönüşebilecek– Batı’yla gerilimin düşmesine ve işbirliği unsurlarının
geliştirilmesine yardımcı oldu. Ancak gerilim, henüz sona ermiş değil ve yakın
gelecekte de sonlanmayacaktır. Bunun, Batı’nın kendi iç faktörleri de dahil
çeşitli nedenleri var: Özellikle Avrupa’da bazı elitler iç konsolidasyon için
dış düşman arayışındalar. Diğer bir kısım geçen on yılda yaşanan gerilemelerden
intikam almak istiyorlar. Diğerleri ise –kuralları büyük ölçüde Batı tarafından
kendi menfaatleri doğrultusunda dayatılan– çökmekte olan mevcut dünya düzenini
kurtarmaya çalışıyorlar.
2015’te hemen
tüm Rus eliti, Batı’yla karşı karşıya gelme halinin geçici olmadığını, daha
uzun yıllar bunun böylece devam edeceğini fark etti. Rusya, bağımsızlığını ve
egemenliğini korurken, geçmişteki Batı’yla entegrasyon hayallerini bırakıp yeni
bir gerçeklikle yaşamak zorunda kalacak. Bu tozpembe hayaller neredeyse 2000’li
yılların sonuna kadar Rus siyasi sınıfında yaygındı. Ancak bu farkındalık,
iktisadi ve toplumsal kalkınmanın rotasında gerekli temel değişimlere veya
iktisadi kalkınma ve büyüme için devlet, burjuvazi ve toplum nezdinde kararlı
bir mutabakata henüz yol açmış değil.
2014’te Rus dış
politikasında geri dönüşü destekleyenlerin çoğu böyle bir değişimin olacağı
ümidindeydi. Ancak Rus yönetici eliti henüz gerçekliği görmek veya bundan
dersler çıkarmak istemiyor. Ancak bu gerçeklik oldukça basit: Dış baskının
ardındaki temel saiklerden biri, iktisadi durgunluğun devam etmesinin er ya da
geç Rusya’yı –teslim olma veya çökme olmasa da en azından– boyun eğmeye
zorlayacağı ümidi. Bu endişeler hem müttefikleri hem de dostları frenliyor;
mesela Çin Rusya’nın 1990’ların politikalarına dönebileceğinden korkuyor.
Kısaca Rus dış
politikası birçok alanda başarılıydı. Tüm dalgalanmalarına rağmen stratejik
bakımdan doğruydu ve tutarlıydı. Rusya uluslararası pozisyonlar için rekabeti,
daha güçlü olduğu alanlara –yani askeri-siyasi alana ve beyin gücü ve irade
yarışına– taşımayı başardı. Rus diplomatları, orduyu, siyasi liderliği ve
temsil ettikleri ülkeyi tebrik etmek istiyorum.
Ama kutlama
için henüz oldukça erken. Nihayetinde bir ülkenin kapasitesi ve nüfuzu, hemen
her zaman –hele de günümüz dünyasında– iktisadi gücüyle, teknolojik
gelişmesiyle ve insan sermayesinin kalitesiyle ölçülüyor.
Bununla
birlikte tekrarlıyorum: Bir ülkenin liderliğinin kalitesi de bunda önemli bir
rol oynar. İşte size bir örnek. 2000’lerin başlarında ABD tartışmasız iktisadi
ve teknolojik liderdi. Savunma harcamaları, geri kalan tüm dünya ülkelerinin
toplamınınkinden fazlaydı. Ayrıca ABD birçok bakımdan ahlaki bir otoriteydi.
Ancak kötü yönetişimi ve başarının yol açtığı baş dönmesi yüzünden bu
avantajlarını boşa tüketti ki bu başarı, galibiyeti olmayan savaşlara
girmesine, hayati iktisadi reformları geciktirmesine ve borçlarının büyümesine
yol açtı.
Rus eliti ve
liderliği, cepheleşmeyi ve vatanperverliğin yükselmesini liberal veya
anti-liberal bir temelde veya ikisinin bir karışımı şeklinde bir iç –her şeyden
önemlisi de iktisadi– canlanma için henüz kullanmadı. Bu olmaksızın mevcut
muhteşem dış politika başarılarını sürdürmek zorlaşacak. Soğuk Savaş’ın sona
ermesinin ardından Rusya kaybetti. Son yıllarda bu eğilimi tersine çevirdi.
Ancak gelecekte kazanabilmesi için Rusya’nın ileriye dönük yeni bir stratejiye
ve siyasete, her şeyden öte yerli bir ekonomiye acilen ihtiyacı var.
Yoksa Rusya
büyük bir ihtimalle bir kez daha kaybedecek, hem de tartışmasız bir şekilde…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder