SOĞUK SAVAŞ’IN ÖTESİNDE BİR
AMERİKAN STRATEJİSİ
George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu ve
2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 16.5.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
1991’de ABD
dünyanın tek küresel gücü haline geldi. 45 sene evvelinde SSCB’yle girdapvari
bir küresel üstünlük mücadelesine saplanıp kalmıştı ve bu sürecin birçok
aşamasında ABD hiç de SSCB karşısında galip gelecekmiş gibi görünmüyordu.
Bundan daha evvel 20. yüzyılın başlarında ise ABD, dünyadaki kanlı çatışmaların
ortasında yerini [yani dünyadaki konumunu] henüz bulmakta olan yeni
gelişen bir güçtü.
1991’de ABD
yeni bir rolü kabullenmek zorunda kaldı. SSCB’nin çöküşü ABD’yi beklemediği bir
şekilde sürpriz yakaladı. Soğuk Savaş sırasında Washington’ın stratejisi, gerek
askeri gerekse iktisadi konularda karmaşık bir ittifak yapısı oluşturmaktı.
Ordusu askeri ittifaklar içinde hareket etti ve diğer ülkeleri SSCB’den uzak
tutup Amerikan öncülüğündeki ticari sisteme yaklaşmaya ikna edecek şekilde
ticari yapılanmalar geliştirmeye odaklandı. ABD gelişmiş bir ittifaktan
iktisadi faydalar elde etmeye hazırdı. Ayrıca kendisinin kaynakların çok büyük
bir kısmını temin edeceği, müttefiklerinin ise yapabileceklerinden çok daha
azını sağlayacakları asimetrik askeri ittifaklara da hazırdı.
ABD kendisinin
stratejik ve ahlaki boyutlu bir küresel mücadeleye tutuştuğunu düşündüğünden bu
dengesizlik [yani asimetrik askeri ilişki] anlaşılabilirdi. Yine
Amerikan kuvvetlerinin sadece ittifakın güvenliğini temin için değil, aynı
zamanda müttefiklerinden asgari destekle doğrudan askeri operasyonlara
girişmesinin de anlaşılabilir bir tarafı vardı. Kore ve Vietnam savaşlarından
tutun 1958 Lübnan ve 1983 Grenada krizlerine ve ayrıca sayısız örtülü
operasyona kadar birçok alanda ABD hep farklı yoğunluklarda da olsa komünizme
karşı küresel bir savaş vermişti.
ABD’nin temel
saikleri kendi milli menfaati ve –Almanları yatıştırmak için Çekoslavakya’nın
bir kısmını ilhak etmesine izin veren– 1938 Münih Anlaşması’ndan çıkardığı
tarihi derslerdi. Münih’in İkinci Dünya Savaşı’nı önlemekteki başarısızlığı,
Washington tarafından, hem yatıştırma siyasetinin hem de ABD’nin
İngiliz-Fransız ittifakına daha çabuk katılmaktaki başarısızlığının bir sonucu
olarak okundu. Bu nedenle Soğuk Savaş boyunca Amerikan stratejisi,
müttefiklerin sayısını artırırken uzlaşmaya varmayı hep reddetmek oldu. İkinci Dünya
Savaşı’ndan çıkan dersler Soğuk Savaş’ın stratejisine dönüştü. Sonunda bu işe
de yaradı. Bir nükleer savaş patlak vermedi ki bu, zaten başarılı bir milli
stratejinin ölçüsüydü.
Gerçek
Asimetri
Soğuk Savaş’ın
sona ermesinden bu yana ABD milli stratejisini belirlemekte başarısız oldu. 11
Eylül saldırılarına, tıpkı Pearl Harbor’da yaptığı gibi, konvansiyonel
kuvvetlere dayanan çok cepheli askeri harekatlarla karşılık vermeye kalkıştı.
Çabalarına destek için bir ittifak yapısı kurmaya çalıştı. Stratejisinin
merkezine Münih’ten alınan dersi koymaya devam etti. Ama bu yaklaşım işe
yaramadı. İkinci Dünya Savaşı’nın ve Soğuk Savaş’ın derslerini İslamcı
radikalizmle savaşa transfer etmek başarılı olamadı. 7 Aralık 1941’den 31
Aralık 1991’e kadarki dönemde geliştirilen Amerikan stratejisini 11 Eylül 2001
saldırılarına bir cevap için kullanmak, geçtiğimiz 15 yılın gerçek
asimetrisiydi.
NATO’yu, IMF’yi
ve diğer çok-taraflı yapıları üreten dünya 25 sene evvel çöktü. ABD geçmişin
yapılarını bugünkü amaçlarına hizmet etmesi için kullanmaya çalıştı, hem
alışkanlıktan hem de bu kurumların ötesine geçerse mümkün olan en kötü strateji
olarak gördüğü izolasyonculuğa saplanıp kalmaktan korktuğu için. Ama şunu hiç
unutmayın ki ABD aslında hiçbir zaman izolasyoncu olmadı. Bu, ikinci bir Avrupa
çatışmasına dahil olmayı önlemek isteyenlere karşı kullanılan bir itham edici
bir kavramdı.
İzolasyonculuğun
tartışıldığı dönemde ABD iyice Asya’ya müdahil olmuş, Japonya’ya karşı Çin’i
destekliyordu. Dolayısıyla ABD’ye izolasyoncu demek çok zor. Birinci Dünya
Savaşı’nın ardından ABD’deki genel kanaat, Amerikan müdahalesinin Avrupa
problemini çözmekte hiçbir işe yaramadığı ve kemikleşmiş, kanlı bir Avrupa
savaşına bir daha girmenin Amerikan menfaatlerine hizmet etmeyeceği yönündeydi.
Avrupa güç dengesinin Almanya’yı durduracağı ve bir savaş çıkması halinde
Birinci Dünya Savaşı senaryosunun tekrarlanmasına ve Almanya’nın yenilgisine
yol açacağı farz ediliyordu. Eğer ki [İkinci Dünya Savaşı’nda] Fransa
altı hafta içinde düşmeyip de Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi savaşmaya devam
etseydi Amerikan stratejisi çok daha ihtiyatlı olurdu. Fransa’nın kısa sürede
çöküşü herkesin hazırlıksız yakalandığı bir sonuç yarattı. Aynı zamanda
stratejik denklemi de değiştirdi ve nihayetinde Amerikan stratejisinin
değişmesine yol açtı.
Amerikan
stratejisi, Asya’ya odaklanmak ve Avrupa dengesinin kendi içinde işlemesine
imkan vermek üzerine kuruluydu. Bu stratejinin bugün bize öğreteceği bir ders
var. Büyük bir Amerikan kuvvetinin [bir bölgeye] girişi ilk adım değil,
elzem hale geldiğinde atılması gereken son adımdır. İkinci Dünya Savaşı
sırasında Asya ve Avrupa’daki Amerikan stratejisi, bölgesel güçlerin
menfaatlerine ve onların birbirlerini dengeleyip sınırlandırma kabiliyetine
dayalıydı. ABD yardım sağladı, ama Japonya ve Almanya’ya karşı Asya ve
Avrupa’nın garantörü olmadı, ta ki mevcut güç dengesi çöküp de Washington’ın
müdahilliği elzem hale gelene kadar.
ABD son derece
güçlü, ama kadiri mutlak değil. Doğrudan kuvvet kullanımıyla dünyayı yönetme
kabiliyetine sahip değil. Ne İngilizler ne de Romalılar yönetmenin temel aracı
olarak kendi askeri kuvvetlerini kullandılar. Daha ziyade güçlerinin temeli
olarak kullandıkları şey, müstakbel imparatorlukları içinde cereyan eden
şiddetli çatışmalardı. İngilizler, Hindistan’ı 1 milyonluk bir askeri kuvvetle
işgal etmedi; İngiliz gücünü bölgede artırabilmek için bir yandan taraflardan
birini diğerine karşı desteklemek suretiyle içerideki rakip güçler arasındaki
çatışmalardan faydalandılar, diğer yandan iktisadi ilişkileri kullandılar ve
hedeflerine ulaşmak için İngiliz danışmanlar ve komutanlar yollayarak yerli
Hint orduları yetiştirdiler. Menfaatlerini gerçekleştirmede temel araç olarak
asli [askeri] kuvvetlerini kullanmadılar. Eğer ki böyle yapsalardı [yönettikleri
bölgelerde] çok daha evvel kendi kendilerini tüketirlerdi.
1991’den beri
ABD’nin yüz yüze olduğu soru kendi gücünü nasıl yöneteceği. İkinci Dünya Savaşı
ve Soğuk Savaş modeli Ortadoğu’da işe yaramadı; zira ABD, konvansiyonel
orduları tahrip ettikten sonra bu ülkeleri huzura kavuşturmak için yeterli
kuvvete sahip değil. Ayrıca Soğuk Savaş sırasında geliştirdiği ittifaklar yeni
küresel modelde bir anlam ifade etmiyor. Zira bu ittifaklar, yeni gerçeklik
çerçevesinde stratejik açıdan önemli bir güç oluşturmak için gerekli kuvvetten
ve motivasyondan mahrumlar. ABD sanki eski strateji, amaçlarına hala hizmet
edecekmiş gibi yoluna devam ediyor. Ama böyle olmayacak.
Tabii ki
ABD’nin Ortadoğu’da bir menfaati var; ama bu, –birbirine güvenmeyen ve bölgeyi [yani
bölgedeki nüfuz mücadelesini] de terk edemeyen– Türkiye, İran, Suudi
Arabistan ve İran’ın menfaatleri kadar büyük değil. Ortadoğu’yu şekillendirmek
için bölgenin büyük güçleri arasındaki bu dinamiği kullanmak, geleneksel
emperyal stratejiye uygun olup işe yaraması epeyce muhtemel. Benzer şekilde
Avrupalıların da bölgede giderek artan menfaatleri söz konusu. ABD Ortadoğu’da
başat kuvvet olmayacağını açıkça ortaya koymalı; ama kendi
takdiriyle/inisiyatifiyle Avrupalıların çabalarına destek verebilir. Ama eğer
ki Avrupalılar harekete geçebilecek bir kuvvet inşa etmekte başarısız olursa
bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaklardır.
Olgun
bir gücün stratejisi
Tek küresel güç
olarak ABD her yere müdahil durumda. Ama gücünün sınırları dikkate alındığında
her yerde başat aktör olamaz. İlginin/menfaatlerin derinliği kuvvet[lerin]
tasarrufunu ve dikkatli olmayı gerektirir. İki savaş arası dönemde Amerikan
politikası dönemin şartlarına uygundu. Keza Soğuk Savaş stratejisi de Soğuk
Savaş’ın şartlarına uygundu. Ama iki savaş arası dönemin stratejisi Soğuk Savaş
esnasında kullanılamadığı gibi bugün de Soğuk Savaş stratejisi uygulanamaz.
Bu yüzden Soğuk
Savaş kurumları ve kavramları yeniden gözden geçirilmeli. Bunların en başında
da gerek durağan bir ittifak yapısının gerekse Soğuk Savaş ürünü karmaşık,
çok-taraflı ticaret ve mali ilişkiler ağına bağlılığın ABD’nin faydasına
olacağı varsayımı geliyor. Bu, ittifakların ve ticari ve mali ilişkilerin
gerekli olmadığı anlamına gelmez. Ama bu tarz ilişkilerin gerekliliği de, genel
anlamda, Soğuk Savaş yıllarında işe yaradığı şekliyle bu ittifakların ve
ilişkilerin yapılandırılmasını gerektirmez.
ABD Soğuk
Savaş’tan şaşırarak çıktı. Soğuk Savaş sonrası dünyaya, özellikle de farklı bir
strateji ihtiyacına hiçbir zaman tam anlamıyla adapte olamadı. Hâlihazırda ABD,
hangi konuların ülkesi için büyük önem taşıdığını tanımlamakta ve ekseriyeti
olmasa da birçoğunun kendisini pek de ilgilendirmediğini kabullenmekte problem
yaşıyor. Bu süreçte Amerikan stratejisinin temel prensibi şu olmalı: ABD’nin
öncelikli birkaç menfaati sözkonusu; –bu menfaatleri diğer ülkelerle paylaştığı
ve bir menfaat birlikteliği oluştuğu takdirde– diğerlerinin bunların idaresinde
ana sorumluluğu ve riski üstlenmesi lazım.
Tek küresel güç
dünyanın istikrarı için sorumluluğu üstlenemez. Bunu denemeye kalkışmak
başarısızlığa uğramak anlamına gelir. ABD [müttefiklerine] destek
verebilir ve önemli meselelerde de kendisi bizzat devreye girip müdahil
olabilir. Ama dünyayı yönetme gücüne sahip değil, bundan bir menfaati de yok.
Bu yüzden Amerikan gücünün ve menfaatinin sınır(lılık)larına dayalı bir dış
politikaya ve bu menfaatlere meydan okunduğunda da harekete geçme irade ve
istekliliğine ihtiyacımız var. Bu, büyük bir kuvvet değil, incelik gerektiren
bir strateji. Bu, olgun bir gücün stratejisi; henüz bu olgunlukta değiliz ama
böyle bir olgunluğa erişmek zorundayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder