5 Haziran 2016 Pazar

A.SAMPAIO - BREZİLYA SOLU KENDİNİ NASIL BİTİRDİ?


BREZİLYA SOLU KENDİ KENDİNİ NASIL BİTİRDİ?

Antonio Sampaio (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü IISS Güvenlik ve Kalkınma birimi araştırma görevlisi)
Foreign Policy, 13.5.2016

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Günler süren kaosun ardından Brezilya Senatosu, Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in azli yönünde oy kullandı. Bu, sadece devlet başkanının değil, aynı zamanda 13 yıldır iktidardaki İşçi Partisi’nin de gözden düştüğü an idi.

Brezilyalıların çoğunun Solu ülkenin kurtuluşu için en büyük ümit olarak görmesinin üzerinden fazla bir vakit geçmedi. İşçi Partisi, dış dünyada cesur (ve başarılı) bir fakirlikle mücadele programlarıyla çok daha ses getirmiş olabilir, ama temiz bir yönetim kurma ve rüşvet ve yolsuzluğu ortadan kaldırma vaadi de Brezilyalı seçmenler nezdinde en az fakirlikle mücadele kadar çekiciydi.
(…)
2011’de Rousseff daha başa geçerken Brezilya, en üst düzey yöneticilerin yolsuzluğa bulaştığı skandalların ilkiyle yüzleşiyordu. O sene, patronu ve selefi Luiz Inácio Lula da Silva’nın hükümetinden üst düzey birçok siyasetçi, mensalão olarak bilinen, yasama organında yaygın bir oy satın alma sistemi oluşturmakta oynadıkları rolden dolayı yargılanmaya başladı. İktidarının ilk yılında Rousseff kararlı bir şekilde hareket etti ve birçok yolsuzluk skandalına adı karışan altı bakanı görevden aldı. İzlediği bu yaklaşım “ahlaki temizlik” olarak nam saldı ve kamuoyunda olumlu yankılandı.

Aslında Rousseff’in bu adımı, birkaç sene evveline kadar partisinin zaten temel mesajı olan bir görevi ifa etmekten ibaretti. Zira 1990’larda İşçi Partisi muhalefetteyken yolsuzlukla mücadeleye aşırı vurgu yapmaktaydı. “Siyasette ahlak” talebi, partinin fakirlikle mücadele alâmetifarikasının hemen ardından gelen temel tartışma konusu olarak öne çıktı.

2006’da Lula’nın daha ilk başkanlık döneminde ortaya çıkan mensalão skandalı, en yakın bazı yardımcılarının çok ciddi bir şekilde yolsuzluklara batmış olduğunun açığa çıkmasından dehşete düşen Brezilyalı seçmenler için tam bir şok olmuştu. Daha sonra Tarihçi Lincoln Secco, bu karmaşanın sonucunu partinin “en büyük krizi” olarak nitelemişti – her ne kadar işçi sınıfı arasındaki derin destek tabanı ve Lula’nın şahsi popülaritesi sayesinde parti ayakta kalsa da.

Bu nedenle Rousseff devlet başkanlığı koltuğuna tam da Brezilya Solu masumiyet havasını kaybetmeye başladığı bir dönemde geldi. İlk başkanlık döneminin ortasına geldiği 2013’te mensalão skandalı çerçevesinde Lula’nın eski genelkurmay başkanı ile eski bir İşçi Partisi liderinin de aralarında bulunduğu ülkenin en güçlü adamlarından bazıları hapis cezaları aldı.

Her ne kadar Rousseff herhangi bir suçla itham edilmese de namı işbirlikçiliğiyle lekelendi. Nihayetinde o, Lula’nın himayesi altındaydı.

Devlet başkanlığında ilk dönemi bitirir bitirmez bu defa mensalão’dan çok daha büyük ve potansiyel olarak da çok daha yıkıcı yeni bir skandal daha patladı. 2003-2010 yılları arasında Rousseff’in yönetim kurulu başkanlığını yürüttüğü devlet petrol şirketi Petrobras, bu yeni skandalın tam merkezindeydi. Geçtiğimiz on yılda bu şirket Brezilya’nın yükselişinin ana itici gücü olmuştu; ama bu skandal, son yıllarda zaten [Z.T.K. petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle] zora giren Brezilya ekonomisine fiilen diz çöktürttü. Petrobras ve büyük inşaat şirketleri, ülke çapında etkisi olacak şekilde çok ciddi oranda yatırımlarını kesti - ki bu kesinti bir danışma şirketinin tahminine göre 40 milyar dolara ulaştı.

Brezilyalılar yolsuzlukları şımarık bireylere mahsus bir olgu olarak görmekteydi. Ama artık kanıtlar gösteriyor ki bu, Brezilya’nın iktisadi gücünü siyasi elitin zenginleşme mekanizmasına dönüştürmeye kendisine adamış karmaşık bir kriminal girişimin işi. Petrobras skandalını ortaya çıkaranların iddiasına göre bu, Brezilya tarihinin en büyük yolsuzlukla mücadele soruşturması. Hatta önümüzdeki süreçte dünyanın en büyük ve en iddialı soruşturmalarından birine de dönüşebilir. Federal polis müfettişleri, 12 milyar doların siyasetçilerin ve partilerin hesabına aktarıldığını tahmin ediyor. (mensalão skandalında ise rüşvet için harcanan para 28 milyar dolardı.)

Peki, “siyasette ahlak” vaadinde yanlış giden ne oldu? Her iki İşçi Partisi lideri de nüfuzlarının ve popülaritelerinin zirvesinde dahi Brezilya’nın bozuk ve işlevsiz siyasi yapısını revizyondan geçirmeyi başaramadığından ülke yolsuzluklara açık bir hale geldi. Belki de çözüm bulmakta başarısız oldukları en büyük problem, karmaşık bir iktidar koalisyonunun doğmasına yol açan parçalı parti sistemiydi. Bu sistem, koalisyon liderlerinin, müttefiklerini dize getirmek/sıkıntı çıkarmalarını engellemek üzere girift bir patronaj ağı kurmalarını cesaretlendirdi. Mensalão entrikasının sebebi tam da buydu.

İşçi Partisi’ni sistem karşıtı olması hasebiyle tabiatı gereği “temiz” addeden parti destekçilerinin korktuğu başına geldi; Lula ve Rousseff yönetimleri, seleflerinden çok daha fazla şeffaf olmayan yöntemlerle koalisyon inşasına giriştiler. Partinin kilit isimleri bu oyunda öyle bir mahir hale geldiler ki bir defasında 37 bakanlığın paylaşımı için 10 partiyi bir araya getiren bir koalisyon dahi kurdular. 2012 senesine Anayasa Mahkemesi, mensalão skandalını “İşçi Partisi’nin kendisini iktidarda tutma stratejisi” olarak niteleyecekti.

Bugün hükümet destekçilerinin, Rousseff’in, makamını şahsi zenginleşme için kullanmakla suçlanmayan az sayıda üst düzey siyasiden biri olduğunu vurgulamaları doğru. (Ona yönelik suçlamalar kamu hesaplarındaki açığı gizleyerek manipülasyon yapmaktan ibaret.) Ancak Rousseff’in çevresindeki kilit şahıslar sorgulandığından veya gözaltına alındığından “ahlaki şampiyon” namı yerle bir oldu. Petrobras’taki her rüşvet ifşaatı, yedi yıl boyunca şirketin yönetim kurulu başkanlığı yaptığından, daha evvel kamuoyu nezdinde kazanmış olduğu güvene bir bir darbe vurdu. Mali kötü yönetim iddialarına bir de kendi partisindeki yolsuzluklara ilişkin net kanıtların eklenmesi yıkıcı bir etki yaptı.

Emin olun ki güven krizi Brezilya’daki tüm tarafları etkiler halde. Muhalefet liderlerinden çoğu hükümete karşı sokak gösterilerine katılarak yöneticileri yuhaladılar. Ama Rousseff’e karşı azil kampanyasını yönlendiren kişi olan Kongre üyesi Eduardo Cunha, Anayasa Mahkemesi tarafından daha yeni görevinden alındı. (…)

Rousseff’in düşüşü Brezilya siyasi sistemini kasıp kavuran daha geniş bir güven krizinin ayrılmaz bir parçası. Ama o, yönetim kurulu başkanlığı boyunca Petrobras’taki yolsuzlukların en azından farkında olmalıydı diye düşünen Brezilyalıların ekseriyetinin kendisine duyduğu güveni kaybetti. Nice fakir fukaranın hayat şartlarını iyileştirdiği namı da ekonominin geçen sene %3,8 daralmasıyla zayıfladı. Aynı süre içinde %10 oranında artan fakirler, hükümetin beklentisinin çok üzerine çıkan enflasyondan en ağır darbeyi alan kesim oldu. Rousseff’e yönelik azil süreci başlamadan çok evvel, daha Aralık ayında popülaritesi tarihi dip olan %9’a kadar düşmüştü. 13 Mart’ta 3,5 milyon insan devlet başkanının azli ve Petrobras soruşturmasına destek için sokaklara dökülecekti.


Brezilya’nın masumiyetini kaybetmesi, Rousseff’in düşüşünü de beraberinde getirdi. Güvensizlik, yönetimini kirleterek yönetebilmeyi pratik olarak imkansızlaştırdı; öyle ki iktidardaki son günlerinde valilere ve belediye başkanlarına telefonla ulaşmakta bile zorlandı. Daha geniş bir çerçevede, yolsuzluğun nerelere kadar sirayet ettiği görüldüğünden hem yasama hem de yürütme erkinin güvenirliği ve itibarı darbe aldı. İşçi Partisi ülke siyasetine bir ahlak kazandırma söylemini belki de sonsuza kadar kaybetti. Sonuç olarak Brezilya’nın partileri ve siyasi kurumları, 1985’te askeri rejimin düşüşünden bu yana en büyük krizi yaşıyor. Şimdilik halkın güveni başka kurumlara aktarılmış gibi görünüyor. Federal polis, hâkimler ve Petrobras skandalını araştıran savcılar birer kahramana dönüşmüş durumda. Görevlerini nasıl yürütecekleri ve soruşturmayı tatmin edici bir şekilde sonlandırıp sonlandıramayacakları, Brezilya’nın ağır bir darbe alarak zayıflayan demokrasisinin kaderini de belirleyecek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder