BREZİLYA SOLU KENDİ KENDİNİ NASIL BİTİRDİ?
Antonio Sampaio (Uluslararası Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü IISS Güvenlik ve Kalkınma birimi araştırma görevlisi)
Foreign Policy, 13.5.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Günler süren kaosun ardından Brezilya Senatosu, Devlet Başkanı Dilma
Rousseff’in azli yönünde oy kullandı. Bu, sadece devlet başkanının değil, aynı
zamanda 13 yıldır iktidardaki İşçi Partisi’nin de gözden düştüğü an idi.
Brezilyalıların
çoğunun Solu ülkenin kurtuluşu için en büyük ümit olarak görmesinin üzerinden
fazla bir vakit geçmedi. İşçi Partisi, dış dünyada cesur (ve başarılı) bir
fakirlikle mücadele programlarıyla çok daha ses getirmiş olabilir, ama temiz
bir yönetim kurma ve rüşvet ve yolsuzluğu ortadan kaldırma vaadi de Brezilyalı
seçmenler nezdinde en az fakirlikle mücadele kadar çekiciydi.
(…)
2011’de Rousseff
daha başa geçerken Brezilya, en üst düzey yöneticilerin yolsuzluğa bulaştığı
skandalların ilkiyle yüzleşiyordu. O sene, patronu ve selefi Luiz Inácio Lula
da Silva’nın hükümetinden üst düzey birçok siyasetçi, mensalão olarak
bilinen, yasama organında yaygın bir oy satın alma sistemi oluşturmakta
oynadıkları rolden dolayı yargılanmaya başladı. İktidarının ilk yılında
Rousseff kararlı bir şekilde hareket etti ve birçok yolsuzluk skandalına adı
karışan altı bakanı görevden aldı. İzlediği bu yaklaşım “ahlaki temizlik”
olarak nam saldı ve kamuoyunda olumlu yankılandı.
Aslında
Rousseff’in bu adımı, birkaç sene evveline kadar partisinin zaten temel mesajı
olan bir görevi ifa etmekten ibaretti. Zira 1990’larda İşçi Partisi
muhalefetteyken yolsuzlukla mücadeleye aşırı vurgu yapmaktaydı. “Siyasette
ahlak” talebi, partinin fakirlikle mücadele alâmetifarikasının hemen ardından
gelen temel tartışma konusu olarak öne çıktı.
2006’da Lula’nın
daha ilk başkanlık döneminde ortaya çıkan mensalão skandalı, en yakın
bazı yardımcılarının çok ciddi bir şekilde yolsuzluklara batmış olduğunun açığa
çıkmasından dehşete düşen Brezilyalı seçmenler için tam bir şok olmuştu. Daha
sonra Tarihçi Lincoln Secco, bu karmaşanın sonucunu partinin “en büyük krizi”
olarak nitelemişti – her ne kadar işçi sınıfı arasındaki derin destek tabanı ve
Lula’nın şahsi popülaritesi sayesinde parti ayakta kalsa da.
Bu nedenle
Rousseff devlet başkanlığı koltuğuna tam da Brezilya Solu masumiyet havasını
kaybetmeye başladığı bir dönemde geldi. İlk başkanlık döneminin ortasına
geldiği 2013’te mensalão skandalı çerçevesinde Lula’nın eski genelkurmay
başkanı ile eski bir İşçi Partisi liderinin de aralarında bulunduğu ülkenin en
güçlü adamlarından bazıları hapis cezaları aldı.
Her ne kadar
Rousseff herhangi bir suçla itham edilmese de namı işbirlikçiliğiyle lekelendi.
Nihayetinde o, Lula’nın himayesi altındaydı.
Devlet
başkanlığında ilk dönemi bitirir bitirmez bu defa mensalão’dan çok daha
büyük ve potansiyel olarak da çok daha yıkıcı yeni bir skandal daha
patladı. 2003-2010 yılları arasında Rousseff’in yönetim kurulu başkanlığını
yürüttüğü devlet petrol şirketi Petrobras, bu yeni skandalın tam merkezindeydi.
Geçtiğimiz on yılda bu şirket Brezilya’nın yükselişinin ana itici gücü olmuştu;
ama bu skandal, son yıllarda zaten [Z.T.K. petrol fiyatlarındaki
düşüş nedeniyle] zora giren Brezilya ekonomisine fiilen diz çöktürttü.
Petrobras ve büyük inşaat şirketleri, ülke çapında etkisi olacak şekilde çok
ciddi oranda yatırımlarını kesti - ki bu kesinti bir danışma şirketinin
tahminine göre 40 milyar dolara ulaştı.
Brezilyalılar
yolsuzlukları şımarık bireylere mahsus bir olgu olarak görmekteydi. Ama artık
kanıtlar gösteriyor ki bu, Brezilya’nın iktisadi gücünü siyasi elitin
zenginleşme mekanizmasına dönüştürmeye kendisine adamış karmaşık bir kriminal
girişimin işi. Petrobras skandalını ortaya çıkaranların iddiasına göre bu,
Brezilya tarihinin en büyük yolsuzlukla mücadele soruşturması. Hatta önümüzdeki
süreçte dünyanın en büyük ve en iddialı soruşturmalarından birine de
dönüşebilir. Federal polis müfettişleri, 12 milyar doların siyasetçilerin ve
partilerin hesabına aktarıldığını tahmin ediyor. (mensalão
skandalında ise rüşvet için harcanan para 28 milyar dolardı.)
Peki, “siyasette
ahlak” vaadinde yanlış giden ne oldu? Her iki İşçi Partisi lideri de
nüfuzlarının ve popülaritelerinin zirvesinde dahi Brezilya’nın bozuk ve
işlevsiz siyasi yapısını revizyondan geçirmeyi başaramadığından ülke
yolsuzluklara açık bir hale geldi. Belki de çözüm bulmakta başarısız oldukları
en büyük problem, karmaşık bir iktidar koalisyonunun doğmasına yol açan parçalı
parti sistemiydi. Bu sistem, koalisyon liderlerinin, müttefiklerini dize
getirmek/sıkıntı çıkarmalarını engellemek üzere girift bir patronaj ağı
kurmalarını cesaretlendirdi. Mensalão entrikasının sebebi tam da
buydu.
İşçi Partisi’ni
sistem karşıtı olması hasebiyle tabiatı gereği “temiz” addeden parti
destekçilerinin korktuğu başına geldi; Lula ve Rousseff yönetimleri,
seleflerinden çok daha fazla şeffaf olmayan yöntemlerle koalisyon inşasına
giriştiler. Partinin kilit isimleri bu oyunda öyle bir mahir hale geldiler ki
bir defasında 37 bakanlığın paylaşımı için 10 partiyi bir araya getiren bir koalisyon
dahi kurdular. 2012 senesine Anayasa Mahkemesi, mensalão skandalını
“İşçi Partisi’nin kendisini iktidarda tutma stratejisi” olarak niteleyecekti.
Bugün hükümet
destekçilerinin, Rousseff’in, makamını şahsi zenginleşme için kullanmakla
suçlanmayan az sayıda üst düzey siyasiden biri olduğunu vurgulamaları doğru.
(Ona yönelik suçlamalar kamu hesaplarındaki açığı gizleyerek manipülasyon
yapmaktan ibaret.) Ancak Rousseff’in çevresindeki kilit şahıslar
sorgulandığından veya gözaltına alındığından “ahlaki şampiyon” namı yerle bir
oldu. Petrobras’taki her rüşvet ifşaatı, yedi yıl boyunca şirketin yönetim
kurulu başkanlığı yaptığından, daha evvel kamuoyu nezdinde kazanmış olduğu
güvene bir bir darbe vurdu. Mali kötü yönetim iddialarına bir de kendi partisindeki
yolsuzluklara ilişkin net kanıtların eklenmesi yıkıcı bir etki yaptı.
Emin olun ki
güven krizi Brezilya’daki tüm tarafları etkiler halde. Muhalefet liderlerinden
çoğu hükümete karşı sokak gösterilerine katılarak yöneticileri yuhaladılar. Ama
Rousseff’e karşı azil kampanyasını yönlendiren kişi olan Kongre üyesi Eduardo
Cunha, Anayasa Mahkemesi tarafından daha yeni görevinden alındı. (…)
Rousseff’in
düşüşü Brezilya siyasi sistemini kasıp kavuran daha geniş bir güven krizinin
ayrılmaz bir parçası. Ama o, yönetim kurulu başkanlığı boyunca Petrobras’taki
yolsuzlukların en azından farkında olmalıydı diye düşünen Brezilyalıların
ekseriyetinin kendisine duyduğu güveni kaybetti. Nice fakir fukaranın hayat
şartlarını iyileştirdiği namı da ekonominin geçen sene %3,8 daralmasıyla
zayıfladı. Aynı süre içinde %10 oranında artan fakirler, hükümetin
beklentisinin çok üzerine çıkan enflasyondan en ağır darbeyi alan kesim oldu.
Rousseff’e yönelik azil süreci başlamadan çok evvel, daha Aralık ayında
popülaritesi tarihi dip olan %9’a kadar düşmüştü. 13 Mart’ta 3,5 milyon insan
devlet başkanının azli ve Petrobras soruşturmasına destek için sokaklara
dökülecekti.
Brezilya’nın
masumiyetini kaybetmesi, Rousseff’in düşüşünü de beraberinde getirdi.
Güvensizlik, yönetimini kirleterek yönetebilmeyi pratik olarak
imkansızlaştırdı; öyle ki iktidardaki son günlerinde valilere ve belediye
başkanlarına telefonla ulaşmakta bile zorlandı. Daha geniş bir çerçevede,
yolsuzluğun nerelere kadar sirayet ettiği görüldüğünden hem yasama hem de
yürütme erkinin güvenirliği ve itibarı darbe aldı. İşçi Partisi ülke siyasetine
bir ahlak kazandırma söylemini belki de sonsuza kadar kaybetti. Sonuç olarak
Brezilya’nın partileri ve siyasi kurumları, 1985’te askeri rejimin düşüşünden
bu yana en büyük krizi yaşıyor. Şimdilik halkın güveni başka kurumlara
aktarılmış gibi görünüyor. Federal polis, hâkimler ve Petrobras skandalını
araştıran savcılar birer kahramana dönüşmüş durumda. Görevlerini nasıl
yürütecekleri ve soruşturmayı tatmin edici bir şekilde sonlandırıp
sonlandıramayacakları, Brezilya’nın ağır bir darbe alarak zayıflayan
demokrasisinin kaderini de belirleyecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder