AYDIN VE İKTİDAR: ŞEKİB ARSLAN’IN
TECRÜBESİ
Muhanna el-Habil (İstanbul merkezli Doğu İslam Araştırmaları Merkezi direktörü)
El-Cezire Arapça,
11.5.2016
Tercüme eden: Zahide Tuba
Kor
Not: Bu tercüme, el-Cezire
Türk internet sitesinde 18.5.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/aydin-ve-iktidar-sekib-arslanin-tecrubesi
Emir Şekib Arslan, kaleme
aldığı otobiyografisinin giriş bölümünde ıslahat ve demokrasiye dair görüşlerini
ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar. Emir Şekib’in kitabında ısrarla değindiği
bir konu vardır. Bu da, Şekib’in Osmanlı Devleti’ne karşı Paris ve Londra’yla
herhangi bir işbirliğini reddetmesi ve o dönemde biçare durumdaki saltanatı
Panislamizm ve İstanbul’daki Türk meşrutiyetçiler (anayasal reformcular)
üzerinden ıslah etme girişimlerine sıkı sıkıya bağlı kalması sebebiyle başta
Lübnan’daki Hristiyan milliyetçileri olmak üzere çeşitli kesimlerin karalama
kampanyalarına hedef olmasıydı.
Kitabın vefatından sonra
yayınlanmasını vasiyet ederek el-Kudsü’ş-Şerif Kütüphanesi’ne emanet eden Emir
Şekib, bu hareketiyle şahsi bir zafer peşinde koşmadığını, Arap kültürüne
hizmet davasına bağlı kaldığını da vurgular.
Emir, önemli bir yazar ve
şair olması hasebiyle "belâgat prensi" (emîrü’l-beyân) adıyla anılır.
Kitabında da Doğu İslam Birliği’ni korumak ve Osmanlı’nın yıkılmasıyla değil,
varlığıyla kamu ıslahatı fikrini geliştirmek suretiyle içeride ve dışarıda sarf
ettiği büyük çabalara ve o dönemde Libya ve Kafkaslardaki İslami direnişe
bizzat verdiği desteğe ilişkin birçok delil sunar.
Osmanlı saltanatı neden çöktü?
Bu önemli kitapta
okuyucunun ilk fark ettiği şey şudur: Osmanlı saltanatının çöküşü, aslında
sadece Doğu’nun parçalanıp kaynaklarının bölüşülmesi amacıyla tezgâhlanan
küresel komplolardan değil, saltanat kurumlarının düçar olduğu ve şeffaflığın
yokluğunda daha da müzminleşen hastalıklı halden kaynaklanıyordu.
İstanbul’daki idari
merkeziyetçilik, meşruti dönüşümü felce uğratmaya devam etti. Zira valiler,
gücü elinde bulunduranlar ve önemli kişiler İstanbul adına hareket ederken,
İstanbul’daki merkezi yönetim taşrada alınan kararların arka planındaki ortama
tam anlamıyla vâkıf değildi.
Bu eser, bir bakıma
Osmanlı Devleti’ne ve yabancıların saldırılarına karşı devletin birliği ve
bütünlüğüne sadık kalan en önde gelen şahıslardan birinin şahitliği
niteliğinde. Yolsuzluğa saplanıp kalan ve buna rağmen bazı padişahların ardı
ardına ıslahatı reddettiği ülkede, devletin durumu, önce çöküşü durdurup
ardından durumu iyileştireceğini zanneden Sultan Abdülhamid döneminde daha da
kötüleşti.
Bu arada İstanbul’a
bağlılığını sürdüren meşruti ıslahatçılar, şeriatın ruhuyla ve hedefleriyle
uyuşan meşruti ıslahat ve idari modernleşme sürecine erkenden başlaması için
padişahı ikna etmeye çalıştılar. Ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı.
Filistin’in hamisi ve milletine karşı samimi olan padişah görevinden azledildi.
Onu düşüren, ıslahatçıların şüpheleri ve geçmişten miras kalan padişahların
siyasi düşünce sistemindeki büyük bozukluktu.
Başkalarının da aynı
yöndeki tanıklıklarıyla doğruluğu ispatlanan bu anlatı, ilk İslamcı aydınların
niçin Osmanlı Devleti’nde ıslahatı destekleyip Sultan Abdülhamid’e sitem
ederken, aynı zamanda milliyetçi aydınları cezbeden İngiliz ve Fransız destekli
herhangi bir hareketten de uzak kaldıklarını da açıklar.
Asıl hedef, Arapların menfaati
değil, Osmanlı’nın paylaşımıydı
Milliyetçi aydınlar ve
Fransa ile İngiltere, Osmanlı Devleti’nin iyice zayıflaması neticesinde, Arap
beldelerindeki geri kalmışlığa isyan edenleri kullandı. Ancak İslamcılar,
Fransa’nın hareketinin, hürriyet illüzyonundan başka bir şey olmadığını,
Osmanlı’nın çöküşünün hemen akabinde – temel hedefi Arap halkının menfaati
değil, Osmanlı mirasının paylaşımı olan – Batı işgalinin yaşanacağını
görüyorlardı.
Bugün gelinen aşamada Arap
okuyucuların farkında olması gereken en önemli husus şu: Ümmetin merkezini
koruyan, toprakların ele geçirilmesini önleyen, Haçlılarla savaşan ve başka
önemli görevler üstlenen parlak Osmanlı tarihini hatırlarında canlı tutuyorlar,
ama Araplar gibi Türklerin de muzdarip olduğu ölümcül merkeziyetçilik, geri
bırakılma ve istibdat felaketini göz ardı ediyorlar. Türkiye’nin Avrupa
başkentlerine yakınlığı, bütün başbakan ve bakanlarını Batı’yla kısmen de olsa
rekabete teşvik eden modernist bir kapı açmış oldu. Arap topraklarında ise
böyle bir imkân yoktu.
Bugün İslami boyutlu Arap
kültürünü şekillendirmeye çalışırken, Osmanlı saltanatının nerelerde başarılı
olup nerelerde başarısız kaldığını değerlendirme konusunda çok hassas bir denge
tutturmak gerekiyor.
Aynı şey, anayasal
(meşruti) ve ıslahatçı aydınlanmanın nerelerde mutlak övgüden çıktığını
değerlendirirken de geçerli. Bu durum, geçmişte verilmiş taahhütler
kapsamındaki hakları boşa çıkarmaz ancak aynı zamanda onu mutlak bir şekilde
onaylamadığı gibi hakkını de yemez. Tıpkı kuşatma veya sivil hukukun
gelişiminde hiyerarşinin rolü ve tarihselliği gibi her şeyi içinde bulunduğu
zamanın ruhu çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Emir Şekib, tutumunu üç
ana boyutla açıklar. Bu gerekçeler hâlâ modern yaşam ve kültürel mücadele
bilinci açısından son derece etkili dersler niteliğindedir:
Emir'in değindiği ilk
boyut, Osmanlı Devleti adına işlenen zulümler ve uygulanan idam cezalarıydı.
Buna örnek olarak Şam’da Seffah (kan dökücü, kasap) lakabıyla anılan Cemal
Paşa’nın işlediği suçları sayıyor. Emir Şekib’e göre bunların görmezden
gelinmesi ve mazur gösterir nitelikte bir açıklama getirilmesi mümkün değil.
Nitekim kendisi bu suçlar hakkındaki tepkisini İstanbul’a yolladığı şahsi
mektuplarla da ortaya koymuştu. Bence bu, diğer ülkelerde yaşananların da bir
örneği.
Emir, İstanbul’daki
Harbiye Nazırı Enver Paşa gibi diğer şahıslara da kitabında yer veriyor ve
onları, Cemal Paşa gibi suçlulara mukabil, Arap meselelerinde ortalıkta
görünmeyen elitler olarak nitelendiriyor. Ancak İstanbul’un sorumluluğundan
onlara da pay düşüyordu.
Arslan’ın ortaya koyduğu
ikinci boyut, bazı Lübnanlı Hristiyanların ve milliyetçilerin tamamen
İngilizlerin ve Fransızların kontrolündeki örgütlere katılmasıydı. Emir, her ne
kadar Batılı kültürel çevrelerden ve kurumlardan faydalanan her aydını bunun
içine katacak şekilde suçu genellemekten kaçınsa da, açıkça bu aydınlardan bir
grubun tamamen Paris ve Londra’nın Osmanlı Devleti’ne karşı geliştirdiği
siyaset/güvenlik projesinin hizmetine girdiğinden bahsediyordu. Bu yüzden
devlet aygıtının onlarla karşı karşıya gelmesi, Şekib Arslan için tamamen
anlaşılabilir bir durumdu.
Üçüncü boyut ise, Sultan
Abdülhamid’i anayasal ıslahat yapmaya ikna için sarf edilen onca çabaya rağmen
başarısız olunmasından duyulan üzüntünün büyüklüğüne ilişkindi. Panislamizmi
aşırı savunması nedeniyle aydınlar tarafından İstanbul hesabına çalışmakla
suçlanmasına rağmen, Emir, İstanbul’un duruşundan duyduğu üzüntüyü otobiyografisinde
gizlemez.
Bugünün Arap aydınlarına
sorular
Islahat taleplerinin ve
bunu talep edenlerin yükseliş tarihine de değinen Emir Şekib, I. Dünya
Savaşı’nda saltanatın mağlubiyetinden sonra gelişmelerin nasıl kötüleştiğini
anlatır. Birçoklarına göre Osmanlı saltanatının sonunu getiren ve
Sykes-Picot’nun ilanına yol açan, bizzat bu savaşa katılmak olmuştur. Ancak
Emir, otobiyografisinde alternatif olarak neler yapılabileceğini ve esnek
federatif bölgelere dayalı meşruti sivil bir devletin geliştirilmesi için
verdiği birçok şahsi katkıyı da açıklar.
Emir Şekib'in bazı
haksızlıkların önlenmesinde bizzat rolü de oldu. Zira Lübnan Dürzilerinin Batı
projesine ortak hale gelmesi karşısındaki duruşunun yanı sıra son nefesine
kadar tüm Doğu halklarının Panislamizme bağlılığı için çaba gösterdi.
Böylelikle, hem devletine hem de kendi inandığı ilkelere bağlı bir aydın
profili ortaya koydu.
Bu ilkeler, Şekib
Arslan’ın misyonuna dair bir delil. Zira Emir Şekib, saltanatla köprüler
kurmanın sağlayacağı faydalar üzerinde bir tez kurar ancak aynı zamanda
saltanatın yol açtığı felaketleri önleme sorumluluğunu üstlenmez.
Şekib Arslan'ın kitabı,
Rönesans/kalkınma, ıslahat ve Panislamizm konularındaki çabalarıyla ilgili
olarak akıllardaki birçok soruyu dile getirir: Hayat yolculuğu boyunca
nerelerde başarılar elde etti? Nerelerde dini azınlıklarla Osmanlı devleti ya
da Arap milliyetçileriyle İstanbul arasındaki çekişmeleri sonlandırdı?
Zorluklarla da olsa Libya direnişiyle nasıl köprü kurabildi? Ardından da
Batı’nın projesinin Arap insanının özgürlüklerini ne hale getirdiğine ışık
tutar.
Emir Şekib'in biyografisi,
önemli bir belge niteliğinde. Kendisinin Arap aydınlara yönelttiği ve halen
geçerliliğini koruyan soruların tamamı, bugün bir kez daha, yabancıların
komplolarından veya iyi niyetli insanların iktidara gelince despotluk tuzağına
düşmelerinden kaynaklanan zorlu gerçekliklerle çatışan ilkelere işaret
eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder