9 Nisan 2017 Pazar

R.KAGAN: ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞINA DÖNÜŞ



ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞINA DÖNÜŞ

Robert Kagan (Brookings Enstitüsü kıdemli araştırmacısı, “The World America Made” kitabının yazarı)
Foreign Policy, 6.2.2017

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Bugün dünyada iki önemli temayül sözkonusu. Birincisi, iki büyük revizyonist güç olan Rusya ile Çin’in artan hırsları ve etkinliği. İkincisi, demokratik dünyanın, bilhassa ABD’nin 1945’ten bu yana uluslararası sistemdeki hâkim gücünü sürdürme noktasında azalan güven duygusu, kapasitesi ve iradesi. Bu iki temayül birbirine yaklaşırken, yani ABD ve müttefiklerinin mevcut dünya düzenini sürdürme irade ve kapasitesi azalıp revizyonist güçlerin bu düzeni değiştirme arzu ve kapasitesi giderek artarken, mevcut düzenin çöküp dünyanın kanlı bir anarşi evresine geçeceği bir noktaya ulaşacağız. Tıpkı geçtiğimiz iki yüzyılda tam üç defa yaşadığımız gibi. Bu çöküşün hayatlar ve servetler, kaybedilen özgürlükler ve yitirilen ümitler üzerindeki maliyeti sarsıcı olacak.
Amerikalılar, ABD’nin istikrarı korumak için omuzladığı yükten yakınsalar da uluslararası düzenin istikrarını çantada keklik görme eğilimindeler. Tarih bize gösteriyor ki dünya düzenleri çökerler; ancak bunun gerçekleşmesi çoğunlukla beklenmedik, hızlı ve kanlı olur. 18. yüzyıl, Avrupa’da Aydınlanma’nın zirve noktasıydı, ta ki kıta bir anda Napolyon Savaşları cehennemine düşene kadar. 20. yüzyılın ilk on yılında dünyanın en zeki kafaları, iletişim ve ulaşım devrimlerinin ekonomileri ve insanları birbirine bağlaması sayesinde büyük güç çatışmalarının artık sona erdiği tahminini yürütmekteydiler. Ama tarihin en yıkıcı dünya savaşı dört yıl sonra geldi. Savaş sonrası 1920’ler görünüşte bir sükûnet dönemiyken krizlerle dolu 1930’lar ve ardından da yeni bir dünya savaşı kapıyı çaldı. Bugün bu klasik senaryonun tam olarak neresinde olduğumuzu, yukarıda vurguladığım iki temayülün kesişme noktasına ne ölçüde yakınlaştığını bilebilmek her zamanki gibi imkânsız. Acaba küresel bir krize daha 3 yıl mı var, yoksa 15 yıl mı? Bu bilinmez, ama böyle bir gidişatın bir yerlerinde olduğumuz kesin.
Donald Trump’ın başkanlığa oturmasının bu temayüller üzerindeki etkisini bilmek için henüz çok erken olmakla birlikte ilk işaretler, yeni yönetimin bir krize doğru gidişatı yavaşlatmak veya geri döndürmek yerine, hızlandırdığı yönünde. [Z.T.K. Trump’ın tercihi olan] Rusya’yla daha fazla uzlaşma, sadece ve sadece Putin’i daha da cesaretlendirecek; Çin’le sert atışmalar ise muhtemelen Pekin’in yeni yönetimin kararlılığını askeri olarak test etmesine yol açacaktır. Başkan Trump’ın böyle bir yüzleşmeye hazır olup olmadığı tamamen belirsiz. Şu an için Trump, attığı adımların ve tutturduğu söylemin gelecekteki sonuçları üzerinde düşünmüşe pek de benzemiyor.
Çin ve Rusya klasik revizyonist güçler. Her ikisi de daha evvel, dış güçler (yani Rusya, batıdaki geleneksel düşmanları ve Çin, doğudaki düşmanları) karşısında hiç bu denli büyük bir emniyet içinde olmasalar da mevcut küresel güç dağılımından memnun değiller. Her ikisi de kendi bölgelerinde bir zamanlar sahip oldukları hegemonik hâkimiyeti yeniden ihya etme arayışındalar. Çin için bu, –Japonya, Güney Kore ve Güneydoğu Asya’nın diğer ülkelerinin hem Pekin’in iradesine ses çıkarmayıp kabullenmeleriyle hem de Çin’in stratejik, ekonomik ve siyasi tercihlerine uygun hareket etmeleriyle– Doğu Asya’da tahakküm kurma anlamına geliyor. Bu, aynı zamanda Amerikan nüfuzunun Hawaii Adalarının ötesindeki doğu Pasifik bölgesinden geri çekilmesini de içeriyor. Rusya içinse bu, Moskova’nın geleneksel olarak imparatorluğunun bir parçası veyahut nüfuz alanı saydığı Orta ve Doğu Avrupa ile Orta Asya’da hegemonik nüfuz kurması anlamına geliyor. Gerek Pekin gerekse Moskova, Amerikan öncülüğündeki savaş sonrası küresel düzende –kendilerince– haksız güç, nüfuz ve itibar dağılımını düzeltme arayışındalar. Birer baskıcı rejim olarak her ikisi de uluslararası düzende hâkim demokratik güçler ve hemen yanı başlarındaki demokrasiler tarafından tehdit edildikleri hissini paylaşıyorlar. Her ikisi de ABD’yi ihtirasları önündeki ana engel olarak görüyorlar ve bu yüzden her ikisi de meşru yazgılarını hayata geçirme önünde bir engel saydıkları Amerikan öncülüğündeki uluslararası güvenlik düzenini zayıflatmaya çalışıyorlar.

Sistem işlediği sürece işler tıkırındaydı
Kısa süre evveline kadar Rusya ve Çin, hedeflerini gerçekleştirmede çokça ve neredeyse aşılması imkânsız engellerle karşılaştılar. Önlerindeki en önemli engel, gerek bizzat uluslararası düzenin kendisinin gerekse bu düzenin baş destekçisi ve savunucusunun gücü ve iç insicamıydı. Özellikle iki kritik bölge olan Avrupa’da ve Doğu Asya’da Amerikan öncülüğündeki siyasi ve askeri ittifaklar, Çin ile Rusya’yı, ihtiraslarının peşinden ihtiyatla koşmalarını ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren de uluslararası sistemi altüst etmeye dönük ciddi çabalarını ertelemelerini gerektiren, Dean Acheson’ın vakti zamanındaki deyimiyle, “kuvvet dayanakları” sundu.
Sistem onların ihtiraslarını hem olumlu hem de olumsuz yönde kontrol altında tutuyordu. Amerikan üstünlüğü çağında Çin ve Rusya, ABD’nin inşa edip ayakta tuttuğu serbest uluslararası iktisadi sisteme dâhil olup bundan istifade ettiler; bu sistem işlediği sürece, oyunu sistem içinde oynamakla elde ettikleri kazançlar ona meydan okuyup devirmekten çok daha fazlaydı. Ancak düzenin siyasi ve stratejik yönleri aleyhlerine işledi. Sovyet komünizminin çöküşünün akabindeki yirmi yılda demokratik yönetimin canlanıp büyümesi, Pekin ve Moskova’daki yöneticilerin kontrolü sürdürme gücüne yönelik daimi bir tehditti; dolayısıyla Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana demokratik kurumların her türlü gelişimini –özellikle de sınırlarına yakın olan liberal demokrasilerin coğrafi ilerleyişini– varoluşsal bir tehdit olarak gördüler. (…) Sınır komşularında demokrasilerin salt varlığı, kontrol edemedikleri küresel serbest bilgi akışı ve serbest piyasa kapitalizmiyle siyasi özgürlükler arasındaki tehlikeli ilişki; iktidarlarını sürdürmeleri, içerideki huzursuz güçlerin kontrol altında tutulmasına bağlı olan yöneticiler için birer tehditti. İktidarlarının meşruiyetine Amerikan destekli demokratik düzenin sürekli meydan okuması, onları hem mevcut düzene hem de ABD’ye düşman hale getirdi. Ancak şimdiye kadar iç ve uluslararası güçlerin üstünlüğü, mevcut düzenle doğrudan yüzleşmekten onları alıkoydu. Çinli yöneticiler, ABD’yle başarısız bir yüzleşmenin içeride meşruiyetlerini nasıl etkileyeceği konusunda endişeliydi. Hatta Putin, şimdiye kadar sadece ve sadece zaten açık olan kapıları zorladı, tıpkı ABD’nin Moskova’nın bu tür yoklamalarına pasif bir şekilde mukabele ettiği Suriye’de olduğu gibi. Ukrayna’daki gibi az bir Amerikan ve Avrupa muhalefetiyle karşı karşıya kaldığında ise çok daha ihtiyatlı davrandı.
Çin ve Rus ihtiraslarına karşı en büyük fren, Avrupa ve Asya’da ABD ve müttefiklerinin askeri ve iktisadi gücüydü. Giderek güçlense de Çin; dünyanın süper gücü ABD’nin ve ona ya ittifakla yahut ortak stratejik menfaatlerle bağlı olan Japonya, Hindistan ve Güney Kore gibi oldukça etkili bölgesel güçlerin, ayrıca Vietnam ve Avustralya gibi küçük ama etkili devletlerin ortak bir askeri ve iktisadi gücüyle yüzleşmeyi hesaba katmak zorundaydı. Rusya da ABD ve onun NATO müttefikleriyle yüzleşmek durumundaydı. Birlik ve bütünlüğünü koruduğu müddetçe Amerikan öncülüğündeki ittifaklar, yardıma çağırabileceği sadece bir avuç müttefike sahip revizyonist güce karşı ürkütücü bir meydan okumadır. Bir çatışmanın başında Çinliler, Tayvan’a askeri boyun eğdirme veyahut Güney veya Doğu Çin Denizi’nde bazı erken zaferler elde etse dahi, zamanla dünyanın en zengin ve teknolojik bakımdan en ileri devletlerinden bazılarının endüstriyel üretim kapasitesiyle ve kendi ekonomisinin bağımlı olduğu dış piyasalara erişiminin muhtemel bir kesintisiyle mücadele etmek zorunda kalacaktır. Nüfusu tükenmekte olan ve ekonomisi petrol ve doğalgaza bağımlı zayıf bir Rusya ise çok daha büyük meydan okumalarla karşı karşıya kalacaktır.
Onlarca yıldır ABD ve müttefiklerinin güçlü küresel konumu, sisteme yönelik herhangi bir ciddi meydan okumayı caydırıcı bir rol oynamıştı. ABD güvenilir bir müttefik olarak görüldüğü müddetçe Çin ve Rusya liderleri, saldırganca adımlarının geri tepebileceğinden ve bunun da rejimlerinin sonunu getirtebileceğinden korkmuştu. Bu, tam da siyaset bilimci William Wohlforth’un “tek-kutuplu düzene mündemiç istikrar” olarak tanımladığı şey: Memnuniyetsiz bölgesel güçler statükoya meydan okuma arayışına girdikçe onların teyakkuza geçen komşuları, bu ihtirasları kontrol altına alması için uzaktaki Amerikan süper gücüne yüzlerini döndüler. Ve bu, işe yaradı. ABD çıkış yaparken Rusya ile Çin ya büyük ölçüde geri adım attı yahut daha harekete bile geçmeden önleri alındı.
Bu engellerle yüz yüze olan iki revizyonist büyük gücün elindeki en iyi seçenek hep şuydu: Ya ABD’yi müttefiklerinden kopararak veyahut Amerikan taahhütleri konusunda şüpheler uyandırarak (ve böylelikle müttefikleri ve ortakları liberal dünya düzenin stratejik korunmasından vazgeçirip düzene meydan okuyanlarla bir uzlaşma arayışına girmeye teşvik ederek) Amerikan destekli dünya düzenini içeriden zayıflatmayı ümit etmek veya mümkünse bunun altyapısını hazırlamak.
Dolayısıyla mevcut sistem, sadece Amerikan gücüne değil, aynı zamanda demokratik dünyanın kalbindeki birliğe ve insicama da bağlıydı. ABD, düzenin baş garantörü olarak özellikle askeri ve stratejik alanda kendi rolünü oynamak zorundaydı; ama düzenin ideolojik ve iktisadi merkezi olan demokratik Avrupa, Doğu Asya ve Pasifik’in de nispeten sağlıklı ve kendinden emin olarak varlığını sürdürmesi gerekliydi.
Son yıllarda her iki sütun da sallanıyor. Demokratik düzen zayıflıyor ve tam merkezinden çatlıyor. Zorlu iktisadi şartlar, milliyetçiliğin ve kabileciliğin nüksetmesi, zayıf ve belirsiz siyasi liderlik ile ana-akım siyasi partilerin tepkisizliği, kabileciliği zayıflatmak yerine güçlendirmesi muhtemel yeni bir iletişim çağı –birer faktör olarak hep bir araya geldiğinde– sadece demokrasilerde değil, liberal aydınlanma projesinde de bir güven krizi doğurdu. Bu proje, bireysel hakları ve etnik, ırki, dini, milli veya kabilevi farklılıklara karşı insanlığın ortak evrensel değerlerini yüceltti. Sınırlar ötesinde ortak menfaatler üretmek için iktisadi bağımlılığı artırmaya ve farklılıkları törpüleyerek devletler arasında işbirliğini kolaylaştırmak maksadıyla uluslararası kurumlar tesis etmeye yöneldi. Ancak son on yılda kabileciliğin ve milliyetçiliğin yükselişi, tüm toplumlarda Ötekine gittikçe daha fazla odaklanılmasına ve yönetimde, kapitalist sistemde ve demokraside güven kaybına yol açtı. Biz Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinin tam aksine şahit oluyoruz. Tarih, intikamla ve –karmaşıklıklar ve tutarsızlıklar döneminde katı bir yönetim sergileyecek güçlü lider özlemi de dâhil– insanoğlunun bütün karanlık yüzleriyle geri dönüyor.

Karanlık Çağ 2.0
Aydınlanma projesinin krizi kaçınılmaz olabilir; zira bu, gerek kapitalizmin gerekse demokrasinin iç kusurlarının ürettiği tekerrür eden bir olgu.  1930’larda iktisadi kriz ve milliyetçiliğin yükselişi, nicelerinin demokrasi veya kapitalizmin faşizm ve komünizm gibi alternatiflerinden çok daha tercihe şayan olduğundan şüphe duymalarına yol açmıştı. Liberalizme duyulan güven krizine stratejik düzenin çöküşünün eşlik etmesi bir tesadüf değildi. O dönemdeki soru şuydu: Acaba dışarıdaki güç ABD, devreye girip de İngiltere ile Fransa’nın artık sürdüremediği veya sürdürmek istemediği düzeni kurtaracak veya yeniden yapılandıracak mı? Şimdi ise soru şu: Acaba ABD, kendi kurduğu ve varlığı tamamen Amerikan gücüne bağımlı olan mevcut düzeni sürdürmeye istekli mi, yoksa düzenin çökmesi ve bir kaos ve çatışma yaşanma riskini almaya hazır mı?
Böyle bir isteklilik bir süredir şüphe uyandırıyordu, daha Trump’ın ve hatta Obama’nın seçilmesinden de evvel. Soğuk Savaş’ın akabindeki çeyrek yüzyılda Amerikalılar, kendi menfaatlerine tam anlamıyla hizmet etmediği halde niçin küresel düzeni koruma gibi sıradışı ve çok büyük bir sorumluluğa katlandıklarını gittikçe daha fazla sorguladılar. 20. yüzyılın iki dünya savaşı felaketinden sonra ABD’nin bu anormal rolü niçin üstlendiğini artık çok az insan hatırlıyor.  Soğuk Savaş’tan sonra doğan milenyum neslinin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan siyasi, iktisadi ve güvenlik yapısının önemini idrak edebilmeleri pek de beklenemez. Keza Amerikan “emperyalizm”inin kötülüklerine ve saçmalıklarına vurgu yapmayı bir saplantı haline getirmiş lise ve üniversite ders kitaplarından da bu konuda pek bir şey öğrenmeleri mümkün değil. Gerek 20. yüzyılın ilk yarısının krizleri gerekse 1945’te bunlara üretilen çözümler çoktan unutulup gitti bile. Sonuç olarak Amerikan kamuoyunun bu küresel rolün beraberinde getirdiği zorluklara ve maliyetlere karşı sabrı artık taşmış durumda. Geçmişteki başarısız ve maliyetli Kore (1950’ler) ve Vietnam (1960’lar ve 1970’ler) savaşları, yine 1970’lerdeki petrol krizi ve felç edici stagflasyon [Z.T.K. durgunluk içinde enflasyon] gibi iktisadi altüst oluşlar, –2000’lerdeki başarısız Irak ve Afganistan savaşları ve 2008 Finansal Krizi’nin tetiklediği ölçüde– Amerikalıların küresel müdahilliğe karşı çıkarmasına yol açmamıştı.
Obama küresel müdahillik konusunda ikircikli bir yaklaşım sergiledi; ancak onun temel stratejisi, içeride ve dışarıda askeri harcamaları ve uluslararası taahhütleri azaltarak ülkesinin küresel varlığında kısıntıya gitmekti. Eylemlerinde ve söylemlerinde daha evvelki Amerikan stratejisini eleştirip reddetti; dünyada çok daha pasif bir rolü ve Amerikan menfaatlerinin çok daha dar bir tanımını destekleyen içerideki milli ruh halini güçlendirdi. Obama yönetimi, George W. Bush yönetiminin Irak ve Afganistan fiyaskolarına Amerikan gücü ve nüfuzunu yeniden tesis etmek yerine daha da azaltarak karşılık verdi. Her ne kadar yönetim Asya’da ve Pasifiklerde Amerikan dış politikasını “yeniden dengeleme” vaadinde bulunsa da fiiliyatta bu, küresel taahhütleri azaltmak ve müttefiklerin güvenliği pahasına revizyonist güçlerle uzlaşmak anlamına geliyordu.
Obama yönetimin göreve geldiğinde Rusya’yla ilişkileri “resetleme” girişimi, Amerika’nın güvenilir bir müttefik olduğu nâmına vurulan ilk darbeydi. Nitekim Rusya’nın 2008’de Gürcistan’ı işgalinin hemen ardından gelen bu adım, dışarıda Moskova’nın saldırganlığını ödüllendirme gibi görüldü. Bu resetleme, aynı zamanda ABD’nin Orta Avrupa’daki müttefikleri pahasına yapıldı; zira Kremlin’i yatıştırmak için Polonya ve Çek Cumhuriyeti’yle askeri işbirliği programları gözden çıkarıldı. Dahası bu uzlaşma girişimi, Rusya’nın Batı’ya karşı politikasının giderek sertleştiği bir dönemde geldi – bu sırada Putin’in kendi halkına karşı baskıcı politikalarından bahsetmeye ise gerek dahi yok. Bu resetleme, bırakın Rusya’yla daha iyi ilişkiler kurmayı, Putin’e [ihtiraslarını elde etmek için] daha da sert bastırma cesareti verdi. Ardından 2014’te Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline ve Kırım’ı ilhakına Batı’nın yetersiz mukabelesi geldi. Her ne kadar bu mukabele, Bush yönetiminin Rusya’nın Gürcistan’ı işgaline sönük mukabelesine kıyasla çok daha iyi olsa da (Ukrayna’da en azından Avrupa ve ABD ekonomik yaptırımları devreye soktu), yine de Amerikan yönetimi Rusya’yı daha evvel kendi ilan ettiği çıkar alanına geri dönmeye zorlamakta isteksizlik gösterdi. Aslında Obama, Rusya’nın Ukrayna’daki ayrıcalıklı konumunu açıkça kabul etmiş durumda; her ne kadar ABD ve Avrupa ülkeleri Ukrayna’nın egemenliğini koruma arayışında olsa da. Suriye’ye gelince, Beyaz Saray yönetimi pasif kalarak Rus müdahalesine fiilen davetiye çıkardı ve caydırmak için hiçbir şey de yapmadı; böylece zaten giderek artmakta olan ABD’nin Ortadoğu’dan geri çekildiği izlenimini daha da güçlendirdi. (İlk defa bu izlenim, 2011’de bütün Amerikan birliklerinin Irak’tan gereksiz yere ve akılsızca geri çekilmesiyle yaratıldı.) ABD, Suriye’den Avrupa’ya mülteci akınını artıran Rus adımlarına da herhangi bir mukabelede bulunmadı, hem de bu akış Avrupa’nın demokratik kurumlarını açıkça tahrip etmesine rağmen. Obama yönetiminin yolladığı mesaj, bunların hiçbirinin gerçek anlamda Amerika’yı ilgilendiren problemler olmadığıydı.
Obama yönetimi, Doğu Asya’da ABD’nin çıkarlarını ve nüfuzunu teyit edici nitelikteki aslında takdire şayan olan çabalarının fiilen altını oydu. [Kendisinin ortaya attığı] Sözde “Asya’ya Kayış” stratejisinin sadece bir söylemden ibaret olduğunu ispatladı. Genel savunma harcamalarının yetersizliği, ABD’nin -hayati olan- bölgesel askeri varlığını anlamlı bir şekilde artırmasını engelledi ve ayrıca Obama yönetimi, bu stratejinin kritik bir iktisadi bileşeni olan Transpasifik Ortaklığı Anlaşması’nın büyük ölçüde kendi partisinden yükselen muhalefetin bir kurbanı olup Kongre sürecinde ölümüne göz yumdu. Ayrıca Asya’ya Kayış stratejisi, özellikle Ortadoğu’ya ilişkin hem başkanın söylemleriyle hem de yönetimin politikalarıyla beslenen, ABD’nin geri çekildiği ve harcamalarıyla taahhütlerini azaltarak küresel varlığında kısıntıya gittiği genel algısından da muzdarip oldu. Nitekim Amerikan birliklerinin Irak’tan vakitsiz, gereksiz ve stratejik bakımından maliyetli geri çekilişi, ardından İran’la nükleer program konusunda varılan anlaşma ve daha sonra Suriye cumhurbaşkanına karşı kuvvet kullanma tehditlerine bağlı kalmama dünyanın da gözünden kaçmadı. Obama yönetiminin Amerikan stratejisinin Asya’ya yönelmesi gerektiğine dair ısrarına rağmen Amerikan müttefikleri, Çin’den gelen bir meydan okumayla karşılaştıklarında ABD’nin taahhütlerine ne denli güvenilebileceklerini merak ediyorlar. Obama yönetimi, bir yandan Asya’daki müttefiklerine ABD’nin güvenilir bir müttefik olarak kalacağı güvencesini verirken, diğer yandan küresel alanda harcamalarını ve taahhütlerini azaltabileceği hesabında hatalıydı.

Tabiat boşluk kaldırmaz
Bunun iki büyük revizyonist güç üzerindeki etkisi, daha fazla revizyon çabalarını cesaretlendirmesi oldu. Son yıllarda her iki güç de mevcut düzene meydan okumada çok daha aktif ve bunun nedenlerinden biri, ABD’nin düzeni sürdürme isteğini ve kapasitesini kaybettiğine dair giderek artan algı. Amerikan küresel angajmanına desteğin her yerde zayıflamasına yol açan Afganistan ve Irak savaşlarının ABD’deki psikolojik ve politik etkisi bir açılım sağladı. 
Liberal demokrasilerde yaygın bir efsane vardır: Revizyonist güçler taleplerine zımnen rıza gösterilmek suretiyle yatıştırılabilirler. Bu mantıktan hareketle, ABD’nin harcamalarında ve taahhütlerinde sınırlamaya gitmesinin gerginlikleri ve rekabeti azaltması gerekir. Ancak maalesef çoğunlukla gerçekleşen tam tersidir. Revizyonist güç, kendini daha güvende hissettikçe sistemi kendi lehine çevirmek için bir o kadar hırslanır; zira değişime karşı direncin azaldığı izlenimi doğar. Çin ile Rusya’ya bir bakın: Son iki yüzyıldır hiç bugünkü kadar dış saldırılardan kendilerini emin hissetmemişlerdi. Ancak her ikisi de hala tatmin değil ve ABD’nin eskisi kadar fazla direnç göstermediği bir sistemde kendi lehlerine gördükleri şeyler için daha saldırganca bastırıyorlar.
İki büyük güç şimdiye kadar metotlarında farklılaşmaktaydı. Çin, bugüne kadar büyüyen askeri gücünü bir caydırma ve bölgesel gözdağı aracı olarak kullanarak ve devasa iktisadi etkisi üzerinden nüfuz kurmaya çalışarak –Rusya’ya kıyasla– çok daha dikkatli, temkinli ve sabırlı olageldi. Şimdiye kadar açıkça askeri güç kullanmaya hiç tevessül etmedi; her ne kadar Güney Çin Denizi’ndeki adımları, stratejik hedefler içeren özünde askeri bir nitelik taşısa da. Her ne kadar Pekin, şimdiye kadar askeri güç kullanmaktan kaçınsa da gelecekte –ve muhtemelen yakın gelecekte– bunu aynen sürdürmesini beklemek bir hata olur. Askeri kapasiteleri giderek artan revizyonist büyük güçler, muhtemel kazanımlarının riskleri ve maliyetleri aştığına inandıkları anda bu kapasitelerini kullanmaktan çekinmezler. Eğer ki Çinliler, ABD’nin müttefiklerine olan taahhütlerinin ve bölgedeki konumunun zayıfladığına veyahut bu taahhütleri yerine getirme kapasitesinin azaldığına kani olursa, bu durumda hedeflerine ulaşmak için elde ettikleri gücü kullanma eğilimleri daha da artacaktır. Yazının başında ele aldığım iki temayül birbirine yakınlaştığı anda muhtemelen ilk kriz patlak verecektir. Rusya, Çin’e kıyasla çok daha saldırgan. 2008’de Gürcistan’ı, 2014’te de Ukrayna’yı işgal etti ve her iki olayda da komşusu olan bu iki ülkeye ait toprakların önemli bir kısmını kopardı. 40 yılı aşkın süren Soğuk Savaş boyunca ABD ve müttefiklerinin bu gibi adımlara karşı yoğun mukabelesi dikkate alındığında, Ukrayna ve Gürcistan işgallerine karşı görece mukabelesizlikleriyle aslında Kremlin’e ve dünyada benzer eğilimdeki diğer yönetimlere yeterince sinyal yollamış olmalılar. Nitekim bundan sonra Moskova Suriye’ye önemli miktarda askeri birlik yolladı; Avrupa enerji piyasasındaki hâkim rolünü bir silah olarak kullandı; komşu devletlere karşı siber savaş açtı; küresel çapta yoğun bir enformasyon savaşına girişti.
Kısa süre evvel Rus yönetimi, Çinlilerin ya sahip olmadığı ya da şimdiye kadar kullanmayı tercih etmediği bir silahı devreye soktu: Batı’daki seçim süreçlerine hem sonuçları etkilemek hem de genel anlamda demokratik sistemi gözden düşürmek için doğrudan müdahale kabiliyeti. Rusya Fransa da dahil Avrupa’daki sağcı popülist partileri fonluyor; kontrolündeki medya kuruluşlarını kendi lehine olan adayları desteklemek, diğerlerini ise karalamak maksadıyla kullanıyor; seçmenleri etkilemek için –en son İtalya’daki referandumda gördüğümüz üzere– yalan haberler yayıyor; alt etmek istediklerinin başına dert açmak için özel yazışmaları hekleyip ortaya döküyor. Geçtiğimiz sene Rusya, Amerikan başkanlık seçimleri sürecine yoğun bir şekilde müdahale ederek ilk kez bu güçlü silahı ABD’ye karşı da kullandı.
Her ne kadar Rusya, her bakımdan bu iki revizyonist büyük güçten daha zayıfı olsa da, Batı’yı bölüp karışıklığa sürükleme hedefinde Çin’e kıyasla çok daha büyük bir başarı kaydetti. Batılı demokratik siyasi sisteme müdahalesiyle, yürüttüğü enformasyon savaşıyla ve Suriye’den Avrupa’ya mülteci akınını hızlandırmadaki rolüyle Avrupalıların kendi siyasi sistemlerine olan güvenlerini sarsmaya katkıda bulundu. ABD’nin pasifliğine karşı Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesi, bölgedeki Amerikan gücüne ve varlığına yönelik şüpheleri daha da alevlendirdi. Pekin, yükselen Çin gücünden duyulan endişe karşısında, şimdiye kadar ekseriyetle bölgedeki Amerikan müttefiklerini ABD’nin daha da fazla kucağına itmiş oldu. Ancak bu durum, özellikle ABD mevcut gidişatını sürdürürse süratle değişebilir. Nitekim bölgesel güçlerin hesaplarını gözden geçirdiklerine dair birtakım işaretler var: Doğu Asya ülkeleri, [Z.T.K. Trump’ın göreve gelir gelmez Obama’nın imzaladığı Transpasifik Ortaklığı’ndan çekilmesi üzerine] ABD’yi içermeyebilecek bölgesel ticaret anlaşmaları üzerinde kafa yoruyorlar veya Filipinler örneğinde yönetim, Çin’in gözüne girmek için elinden geleni yapıyor. Bu arada bazı Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri hem stratejik hem de ideolojik olarak Rusya’ya yanaşıyor. Kısa süre sonra her iki revizyonist büyük gücün de bu iki bölgede Amerikan güvenliğine ve küresel güvenliğe karşı aşırı meydan okuyucu şekilde, askeri araçları da kullanarak saldırganca hareket etmesiyle karşı karşıya kalabiliriz.  

Gözden çıkarılabilir ülke
Bütün bunlar, Amerikalıların İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurdukları dünya düzenini ayakta tutmakta isteksizlik işaretleri verdiği bir dönemde yaşanıyor. Geçtiğimiz seçim sezonunda Amerikan menfaatlerini çok daha dar tanımlama ve Amerikan küresel liderliğinin yükünü hafifletme çağrısı yapan tek siyasetçi Donald Trump değildi. Daha evvel Başkan Obama ve [Z.T.K. son seçimlerde Hillary Clinton’la yarışan Demokratların aday adayı] Bernie Sanders da “Önce Amerika” sloganının farklı bir versiyonunu dillendirmişti. ABD’nin “vazgeçilmez” küresel rolünden sıklıkla bahseden aday Hillary Clinton, seçimleri kaybetti ve hatta kendisini Transpasifik Ortaklığı Anlaşması’na verdiği önceki desteği kesmek zorunda hissetti. Bütün bunlar gösteriyor ki en azından, uluslararası ittifak yapısına desteği, revizyonist güçleri istedikleri nüfuz alanlarından ve bölgesel hegemonya kurmaktan mahrum bırakmayı ve uluslararası sistemde demokratik ve serbest piyasa normlarını savunmayı sürdürme istekliliği konusunda Amerikan kamuoyunda birtakım şüpheler olmalı.
Küresel güç rekabetinin arttığı bir dönemde gelen bu dar kapsamlı Amerikan menfaatleri tanımı, muhtemelen geçmiş dönemlerin istikrarsızlığına ve çatışmalarına geri dönüşü hızlandıracaktır. Demokratik dünyanın merkezindeki zaafiyet ve ABD’nin küresel sorumluluklarından sıyrılması, memnuniyetsiz güçlerin çok daha saldırganca bir revizyonizmini zaten cesaretlendirmiş durumda. Bu da demokratik dünyanın kendine güvenini ve direnme istekliliğini daha da baltalamakta. Tarih bize gösteriyor ki bu, yeniden beli doğrultmanın zor olacağı, olsa olsa ABD’den gelebilecek dramatik bir değişimin de ufukta görünmediği, aşağı doğru sürekli bir düşüş hali.
Bu değişim çok geç gelebilir. Demokratik güçlerin en önemli ve sonuçta ölümcül kararları aldıkları dönem 1930’lar değil, 1920’lerdi. Amerikalıların Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki hayal kırıklığı Avrupa ve Asya’da barışın korunmasında stratejik bir rol oynamayı reddetmelerine yol açtı, ki ABD o dönemde bu rolü oynayabilecek güçteki tek devletti. ABD’nin içe kapanması, İngiltere ile Fransa’nın iradesini kırmaya katkı sağlarken, Avrupa’da Almanya’nın ve Asya’da Japonya’nın bölgesel tahakküm için giderek artan saldırganca adımlarını cesaretlendirdi. Amerikalıların çoğu, Avrupa’da veya Asya’da yaşanan herhangi bir gelişmenin kendi güvenliklerini etkilemeyeceğine kâniydiler. İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte bu kanaatin yanlışlığına ikna oldular. 1920 seçimlerinde “normale dönüş” o dönem için güvenli ve masum bir adım gibi görünüyordu; ancak müteakip on yılda dünyanın en güçlü aktörünün izlediği bencilce politikalar 1930’ların felaketlerine zemin hazırladı. Krizin patlamaya başladığı dönemde küresel çatışmanın yüksek maliyetini ödemekten kaçınmak için artık çok geçti.
Bu tür dönemlerde jeopolitik rekabetin işbirliği ve uzlaşmayla çözümlenebileceğine inanmak hep caziptir. Niall Ferguson’un kısa süre evvel teklif ettiği, dünyanın ABD, Rusya ve Çin tarafından beraberce yönetilmesi fikri yeni bir şey değil. Bu tür müşterek yönetim (kondominyum) teklifleri ve kalkışmaları, uluslararası sistemde hakim gücün veya güçlerin memnuniyetsiz revizyonist güçlerin meydan okumalarını savuşturma arayışına girdikleri her dönemde gündeme gelir. Ama nadiren işe yarar. Zira revizyonist büyük güçleri tam teslimiyetten daha azıyla tatmin edebilmek öyle kolay değildir. Onların nüfuz alanları, gururlarını veya giderek büyüyen güvenlik ihtiyaçlarını tatmin edecek kadar geniş de hiçbir zaman değildir. Aslında onların yayılması, komşularını korkutarak ve yükselen bu güce karşı bir araya gelmelerine yol açarak daha da güvensizlik yaratır. Otto von Bismarck’ın işaret ettiği “tatmin olan güç” nadirattandır. Nitekim Bismarck’ın ardından gelen Alman liderler, Avrupa’nın en güçlü aktörü haline gelmekle dahi tatmin olmamışlardı. Daha da güçlenme çabaları, hissettikleri “kuşatılma” korkusunu kendi kendini yaratan bir kehanete dönüştürmek suretiyle, kendilerine karşı koalisyonlar kurulmasına yol açtı.

Elini verirsen kolunu kaptırırsın
Bu, yükselen güçlerin ortak bir özelliğidir; yani attıkları adımlarla tam da düzeltmek istedikleri emniyetsizlik halini üretirler. Mevcut düzene karşı şikâyetleri beslerler (dönemin Almanya’sı da Japonya’sı da kendilerini “yoksul” ülkeler olarak görmekteydi); ancak onların şikâyetleri mevcut düzen yerinde kaldığı sürece tatmin edilemez. Asgari tavizler onlar için yeterli olmaz; ancak mevcut düzeni ayakta tutan güçler, daha büyük bir kuvvet zorlamadıkça, asgari tavizden başkasına yanaşmaz. 1930’ların mağdur “yoksul” ülkesi Japonya, 1931’de [Z.T.K. Çin’in kuzeydoğusundaki] Mançurya’yı işgal etmekle tatmin olmadı. Keza [Z.T.K. Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran barış anlaşmalarından] 1919 Versay Antlaşması’nın mağdur kurbanı olan Almanya da [Z.T.K. Çekoslavakya’ya ait] Sudetenland bölgesinin Almanlarını kendi topraklarına katmakla tatmin olmadı. Daha fazlasını istediler ve demokratik güçleri, savaşa başvurmadan istediklerini vermeye ikna edemediler.
Revizyonist güçlere nüfuz alanı bahşetmek, barış ve sükûnetin bir çaresi değil, kaçınılmaz bir çatışmaya davetiye çıkarmaktır. Rusya’nın tarihsel nüfuz alanı, Ukrayna’yla sınırlı değildir; tam aksine, Ukrayna bir başlangıç noktası olup bu alan Baltık devletlerine, Balkanlara ve Orta Avrupa’nın merkezine kadar uzanır. Rusya’nın geleneksel nüfuz alanındaki milletler özerkliğe veya egemenliğe sahip olamaz. Geçmişte Polonya, ne Rus Çarlığı ne de Sovyetler Birliği altında bağımsızdı. Çin için de Doğu Asya’da arzu ettiği nüfuz alanına kavuşmak, istediğinde bu bölgeyi sadece askeri değil, aynı zamanda siyasi ve iktisadi olarak da ABD’ye kapatmak anlamına gelecektir.
Tabii ki Çin, tıpkı Rusya gibi, kendi bölgesinde kaçınılmaz olarak büyük bir kontrol kuracaktır. ABD, Çin’in ekonominin dinamosu olmasını engelleyemez, engellememelidir de. Rusya’nın çöküşünü de arzu etmemeli. Hatta ABD belli bir tür rekabeti de hoş görmeli. Büyük güçler –iktisadi, ideolojik, siyasi ve hatta askeri– farklı alanlarda rekabet ederler. Birçok alanda rekabet elzemdir ve hatta sağlıklıdır. Liberal düzende Çin, ABD’yle iktisaden başarıyla yarışabilir; Rusya, kendisi demokratik olmadığı halde demokratik sistemi muhafaza ederek uluslararası iktisadi düzende gelişip başarılı olabilir.
Ancak askeri ve stratejik rekabet farklıdır. Güvenlik durumu diğer her şeyi alttan takviye eder. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana olduğu gibi bugün de sadece ve sadece ABD, küresel güvenliği ve istikrarı sağlama kapasitesine ve eşsiz jeopolitik avantajlara sahip. ABD olmadan Avrupa ve Asya’da istikrarlı bir güç dengesi tesis edilemez. “Yumuşak güç” ve “akıllı güç”ten bahsetsek dahi kaba askeri güçle yüzleşirken bunların değeri, geçmişte de sınırlıydı, gelecekte de hep sınırlı kalacaktır. ABD’nin düşüşüne dair bol keseden söylenen tüm sözlere rağmen Washington’ın en avantajlı olduğu alan askeri alandır. ABD, güçlü müttefikleriyle birlikte, diğer büyük güçlerin arka bahçelerinde dahi güvenlik düzenine yönelik meydan okumaları caydırma kapasitesine halen daha sahip. Ancak sistem, ABD’nin dünyanın en uzak bölgelerinde dengeyi sürdürme istekliliği olmadığı takdirde, bölgesel güçlerin kontrolsüz askeri rekabeti altında çökmeye başlayacaktır. Bu istekliliğin bir yönü, ABD’nin süregelen küresel rolüyle orantılı bir savunma harcamasını zorunlu olarak içermektedir.

ABD’nin nüfuz bölgelerine geri dönüşü kabullenmesi, uluslararası suları sükûnete kavuşturmayacak ve fakat dünyayı, rakip büyük güçlerin kesişen ve örtüşen nüfuz alanları üzerinde kaçınılmaz olarak birbiriyle çatıştıkları, 19. yüzyılın sonundaki şartlara geri döndürecektir. Bu istikrarsız ve düzensiz şartlar, 20. yüzyılın ilk yarısında iki yıkıcı dünya savaşının verimli zeminini üretti. Okyanuslarda İngiliz hâkimiyetinin çöküşü, güçlü bir birleşik Almanya’nın ortaya çıkmasıyla Avrupa kıtasında gergin güç dengesinin bozulması ve Doğu Asya’da Japonya’nın yükselişi hep bir araya geldiğinde, son derece rekabetçi bir uluslararası ortamın doğmasına ve -revizyonistleri kontrol altında tutacak bir gücün veya bir koalisyonun yokluğunda- sistemden rahatsız büyük güçlerin kendi ihtirasları peşinden koşma fırsatını yakalamalarına katkıda bulundu. Sonuç, eşi benzeri görülmemiş bir küresel felaket ve akıl almaz ölçüde ölümdü. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana geçen 70 yılda Amerikan öncülüğündeki dünya düzenin müthiş başarısı, bu tür bir rekabeti kontrol altında tutması ve büyük güç çatışmalarının önüne geçmesiydi. Eğer ki Amerikalılar kendi yarattıkları düzeni, –artık sürdürülebilir olmadığından değil, bunu denemeyi tercih etmedikleri için– yok ederlerse bu, bir utanç vesikasından çok daha fazlası olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder