ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞINA DÖNÜŞ
Robert Kagan (Brookings Enstitüsü kıdemli araştırmacısı, “The World America Made”
kitabının yazarı)
Foreign Policy, 6.2.2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Bugün
dünyada iki önemli temayül sözkonusu. Birincisi, iki büyük revizyonist güç olan
Rusya ile Çin’in artan hırsları ve etkinliği. İkincisi, demokratik dünyanın,
bilhassa ABD’nin 1945’ten bu yana uluslararası sistemdeki hâkim gücünü sürdürme
noktasında azalan güven duygusu, kapasitesi ve iradesi. Bu iki temayül
birbirine yaklaşırken, yani ABD ve müttefiklerinin mevcut dünya düzenini
sürdürme irade ve kapasitesi azalıp revizyonist güçlerin bu düzeni değiştirme
arzu ve kapasitesi giderek artarken, mevcut düzenin çöküp dünyanın kanlı bir
anarşi evresine geçeceği bir noktaya ulaşacağız. Tıpkı geçtiğimiz iki yüzyılda
tam üç defa yaşadığımız gibi. Bu çöküşün hayatlar ve servetler, kaybedilen
özgürlükler ve yitirilen ümitler üzerindeki maliyeti sarsıcı olacak.
Amerikalılar,
ABD’nin istikrarı korumak için omuzladığı yükten yakınsalar da uluslararası
düzenin istikrarını çantada keklik görme eğilimindeler. Tarih bize gösteriyor
ki dünya düzenleri çökerler; ancak bunun gerçekleşmesi çoğunlukla beklenmedik,
hızlı ve kanlı olur. 18. yüzyıl, Avrupa’da Aydınlanma’nın zirve noktasıydı, ta
ki kıta bir anda Napolyon Savaşları cehennemine düşene kadar. 20. yüzyılın ilk on
yılında dünyanın en zeki kafaları, iletişim ve ulaşım devrimlerinin ekonomileri
ve insanları birbirine bağlaması sayesinde büyük güç çatışmalarının artık sona
erdiği tahminini yürütmekteydiler. Ama tarihin en yıkıcı dünya savaşı dört yıl
sonra geldi. Savaş sonrası 1920’ler görünüşte bir sükûnet dönemiyken krizlerle
dolu 1930’lar ve ardından da yeni bir dünya savaşı kapıyı çaldı. Bugün bu
klasik senaryonun tam olarak neresinde olduğumuzu, yukarıda vurguladığım iki temayülün
kesişme noktasına ne ölçüde yakınlaştığını bilebilmek her zamanki gibi
imkânsız. Acaba küresel bir krize daha 3 yıl mı var, yoksa 15 yıl mı? Bu
bilinmez, ama böyle bir gidişatın bir yerlerinde olduğumuz kesin.
Donald
Trump’ın başkanlığa oturmasının bu temayüller üzerindeki etkisini bilmek için
henüz çok erken olmakla birlikte ilk işaretler, yeni yönetimin bir krize doğru
gidişatı yavaşlatmak veya geri döndürmek yerine, hızlandırdığı yönünde. [Z.T.K. Trump’ın tercihi olan] Rusya’yla
daha fazla uzlaşma, sadece ve sadece Putin’i daha da cesaretlendirecek; Çin’le
sert atışmalar ise muhtemelen Pekin’in yeni yönetimin kararlılığını askeri
olarak test etmesine yol açacaktır. Başkan Trump’ın böyle bir yüzleşmeye hazır
olup olmadığı tamamen belirsiz. Şu an için Trump, attığı adımların ve
tutturduğu söylemin gelecekteki sonuçları üzerinde düşünmüşe pek de benzemiyor.
Çin ve Rusya
klasik revizyonist güçler. Her ikisi de daha evvel, dış güçler (yani Rusya,
batıdaki geleneksel düşmanları ve Çin, doğudaki düşmanları) karşısında hiç bu
denli büyük bir emniyet içinde olmasalar da mevcut küresel güç dağılımından
memnun değiller. Her ikisi de kendi bölgelerinde bir zamanlar sahip oldukları
hegemonik hâkimiyeti yeniden ihya etme arayışındalar. Çin için bu, –Japonya,
Güney Kore ve Güneydoğu Asya’nın diğer ülkelerinin hem Pekin’in iradesine ses
çıkarmayıp kabullenmeleriyle hem de Çin’in stratejik, ekonomik ve siyasi
tercihlerine uygun hareket etmeleriyle– Doğu Asya’da tahakküm kurma anlamına
geliyor. Bu, aynı zamanda Amerikan nüfuzunun Hawaii Adalarının ötesindeki doğu
Pasifik bölgesinden geri çekilmesini de içeriyor. Rusya içinse bu, Moskova’nın
geleneksel olarak imparatorluğunun bir parçası veyahut nüfuz alanı saydığı Orta
ve Doğu Avrupa ile Orta Asya’da hegemonik nüfuz kurması anlamına geliyor. Gerek
Pekin gerekse Moskova, Amerikan öncülüğündeki savaş sonrası küresel düzende
–kendilerince– haksız güç, nüfuz ve itibar dağılımını düzeltme arayışındalar.
Birer baskıcı rejim olarak her ikisi de uluslararası düzende hâkim demokratik
güçler ve hemen yanı başlarındaki demokrasiler tarafından tehdit edildikleri
hissini paylaşıyorlar. Her ikisi de ABD’yi ihtirasları önündeki ana engel
olarak görüyorlar ve bu yüzden her ikisi de meşru yazgılarını hayata geçirme
önünde bir engel saydıkları Amerikan öncülüğündeki uluslararası güvenlik
düzenini zayıflatmaya çalışıyorlar.
Sistem işlediği sürece işler tıkırındaydı
Kısa süre evveline
kadar Rusya ve Çin, hedeflerini gerçekleştirmede çokça ve neredeyse aşılması
imkânsız engellerle karşılaştılar. Önlerindeki en önemli engel, gerek bizzat
uluslararası düzenin kendisinin gerekse bu düzenin baş destekçisi ve
savunucusunun gücü ve iç insicamıydı. Özellikle iki kritik bölge olan Avrupa’da
ve Doğu Asya’da Amerikan öncülüğündeki siyasi ve askeri ittifaklar, Çin ile
Rusya’yı, ihtiraslarının peşinden ihtiyatla koşmalarını ve Soğuk Savaş’ın sona
ermesinden itibaren de uluslararası sistemi altüst etmeye dönük ciddi çabalarını
ertelemelerini gerektiren, Dean Acheson’ın vakti zamanındaki deyimiyle, “kuvvet
dayanakları” sundu.
Sistem
onların ihtiraslarını hem olumlu hem de olumsuz yönde kontrol altında
tutuyordu. Amerikan üstünlüğü çağında Çin ve Rusya, ABD’nin inşa edip ayakta
tuttuğu serbest uluslararası iktisadi sisteme dâhil olup bundan istifade ettiler;
bu sistem işlediği sürece, oyunu sistem içinde oynamakla elde ettikleri kazançlar
ona meydan okuyup devirmekten çok daha fazlaydı. Ancak düzenin siyasi ve
stratejik yönleri aleyhlerine işledi. Sovyet komünizminin çöküşünün akabindeki yirmi
yılda demokratik yönetimin canlanıp büyümesi, Pekin ve Moskova’daki
yöneticilerin kontrolü sürdürme gücüne yönelik daimi bir tehditti; dolayısıyla
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana demokratik kurumların her türlü
gelişimini –özellikle de sınırlarına yakın olan liberal demokrasilerin coğrafi
ilerleyişini– varoluşsal bir tehdit olarak gördüler. (…) Sınır komşularında
demokrasilerin salt varlığı, kontrol edemedikleri küresel serbest bilgi akışı
ve serbest piyasa kapitalizmiyle siyasi özgürlükler arasındaki tehlikeli
ilişki; iktidarlarını sürdürmeleri, içerideki huzursuz güçlerin kontrol altında
tutulmasına bağlı olan yöneticiler için birer tehditti. İktidarlarının
meşruiyetine Amerikan destekli demokratik düzenin sürekli meydan okuması, onları
hem mevcut düzene hem de ABD’ye düşman hale getirdi. Ancak şimdiye kadar iç ve
uluslararası güçlerin üstünlüğü, mevcut düzenle doğrudan yüzleşmekten onları alıkoydu.
Çinli yöneticiler, ABD’yle başarısız bir yüzleşmenin içeride meşruiyetlerini
nasıl etkileyeceği konusunda endişeliydi. Hatta Putin, şimdiye kadar sadece ve
sadece zaten açık olan kapıları zorladı, tıpkı ABD’nin Moskova’nın bu tür
yoklamalarına pasif bir şekilde mukabele ettiği Suriye’de olduğu gibi.
Ukrayna’daki gibi az bir Amerikan ve Avrupa muhalefetiyle karşı karşıya
kaldığında ise çok daha ihtiyatlı davrandı.
Çin ve Rus
ihtiraslarına karşı en büyük fren, Avrupa ve Asya’da ABD ve müttefiklerinin
askeri ve iktisadi gücüydü. Giderek güçlense de Çin; dünyanın süper gücü
ABD’nin ve ona ya ittifakla yahut ortak stratejik menfaatlerle bağlı olan
Japonya, Hindistan ve Güney Kore gibi oldukça etkili bölgesel güçlerin, ayrıca
Vietnam ve Avustralya gibi küçük ama etkili devletlerin ortak bir askeri ve
iktisadi gücüyle yüzleşmeyi hesaba katmak zorundaydı. Rusya da ABD ve onun NATO
müttefikleriyle yüzleşmek durumundaydı. Birlik ve bütünlüğünü koruduğu müddetçe
Amerikan öncülüğündeki ittifaklar, yardıma çağırabileceği sadece bir avuç
müttefike sahip revizyonist güce karşı ürkütücü bir meydan okumadır. Bir
çatışmanın başında Çinliler, Tayvan’a askeri boyun eğdirme veyahut Güney veya
Doğu Çin Denizi’nde bazı erken zaferler elde etse dahi, zamanla dünyanın en
zengin ve teknolojik bakımdan en ileri devletlerinden bazılarının endüstriyel
üretim kapasitesiyle ve kendi ekonomisinin bağımlı olduğu dış piyasalara
erişiminin muhtemel bir kesintisiyle mücadele etmek zorunda kalacaktır. Nüfusu
tükenmekte olan ve ekonomisi petrol ve doğalgaza bağımlı zayıf bir Rusya ise
çok daha büyük meydan okumalarla karşı karşıya kalacaktır.
Onlarca
yıldır ABD ve müttefiklerinin güçlü küresel konumu, sisteme yönelik herhangi
bir ciddi meydan okumayı caydırıcı bir rol oynamıştı. ABD güvenilir bir
müttefik olarak görüldüğü müddetçe Çin ve Rusya liderleri, saldırganca
adımlarının geri tepebileceğinden ve bunun da rejimlerinin sonunu
getirtebileceğinden korkmuştu. Bu, tam da siyaset bilimci William Wohlforth’un “tek-kutuplu
düzene mündemiç istikrar” olarak tanımladığı şey: Memnuniyetsiz bölgesel güçler
statükoya meydan okuma arayışına girdikçe onların teyakkuza geçen komşuları, bu
ihtirasları kontrol altına alması için uzaktaki Amerikan süper gücüne yüzlerini
döndüler. Ve bu, işe yaradı. ABD çıkış yaparken Rusya ile Çin ya büyük ölçüde
geri adım attı yahut daha harekete bile geçmeden önleri alındı.
Bu
engellerle yüz yüze olan iki revizyonist büyük gücün elindeki en iyi seçenek
hep şuydu: Ya ABD’yi müttefiklerinden kopararak veyahut Amerikan taahhütleri
konusunda şüpheler uyandırarak (ve böylelikle müttefikleri ve ortakları liberal
dünya düzenin stratejik korunmasından vazgeçirip düzene meydan okuyanlarla bir
uzlaşma arayışına girmeye teşvik ederek) Amerikan destekli dünya düzenini
içeriden zayıflatmayı ümit etmek veya mümkünse bunun altyapısını hazırlamak.
Dolayısıyla
mevcut sistem, sadece Amerikan gücüne değil, aynı zamanda demokratik dünyanın
kalbindeki birliğe ve insicama da bağlıydı. ABD, düzenin baş garantörü olarak
özellikle askeri ve stratejik alanda kendi rolünü oynamak zorundaydı; ama
düzenin ideolojik ve iktisadi merkezi olan demokratik Avrupa, Doğu Asya ve
Pasifik’in de nispeten sağlıklı ve kendinden emin olarak varlığını sürdürmesi
gerekliydi.
Son yıllarda
her iki sütun da sallanıyor. Demokratik düzen zayıflıyor ve tam merkezinden
çatlıyor. Zorlu iktisadi şartlar, milliyetçiliğin ve kabileciliğin nüksetmesi,
zayıf ve belirsiz siyasi liderlik ile ana-akım siyasi partilerin tepkisizliği,
kabileciliği zayıflatmak yerine güçlendirmesi muhtemel yeni bir iletişim çağı –birer
faktör olarak hep bir araya geldiğinde– sadece demokrasilerde değil, liberal
aydınlanma projesinde de bir güven krizi doğurdu. Bu proje, bireysel hakları ve
etnik, ırki, dini, milli veya kabilevi farklılıklara karşı insanlığın ortak
evrensel değerlerini yüceltti. Sınırlar ötesinde ortak menfaatler üretmek için
iktisadi bağımlılığı artırmaya ve farklılıkları törpüleyerek devletler arasında
işbirliğini kolaylaştırmak maksadıyla uluslararası kurumlar tesis etmeye
yöneldi. Ancak son on yılda kabileciliğin ve milliyetçiliğin yükselişi, tüm
toplumlarda Ötekine gittikçe daha fazla odaklanılmasına ve yönetimde,
kapitalist sistemde ve demokraside güven kaybına yol açtı. Biz Francis
Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinin tam aksine şahit oluyoruz. Tarih, intikamla
ve –karmaşıklıklar ve tutarsızlıklar döneminde katı bir yönetim sergileyecek
güçlü lider özlemi de dâhil– insanoğlunun bütün karanlık yüzleriyle geri
dönüyor.
Karanlık Çağ 2.0
Aydınlanma
projesinin krizi kaçınılmaz olabilir; zira
bu, gerek kapitalizmin gerekse demokrasinin iç kusurlarının ürettiği tekerrür
eden bir olgu. 1930’larda iktisadi kriz
ve milliyetçiliğin yükselişi, nicelerinin demokrasi veya kapitalizmin faşizm ve
komünizm gibi alternatiflerinden çok daha tercihe şayan olduğundan şüphe
duymalarına yol açmıştı. Liberalizme duyulan güven krizine stratejik düzenin
çöküşünün eşlik etmesi bir tesadüf değildi. O dönemdeki soru şuydu: Acaba
dışarıdaki güç ABD, devreye girip de İngiltere ile Fransa’nın artık
sürdüremediği veya sürdürmek istemediği düzeni kurtaracak veya yeniden
yapılandıracak mı? Şimdi ise soru şu: Acaba ABD, kendi kurduğu ve varlığı
tamamen Amerikan gücüne bağımlı olan mevcut düzeni sürdürmeye istekli mi, yoksa
düzenin çökmesi ve bir kaos ve çatışma yaşanma riskini almaya hazır mı?
Böyle bir
isteklilik bir süredir şüphe uyandırıyordu, daha Trump’ın ve hatta Obama’nın
seçilmesinden de evvel. Soğuk Savaş’ın akabindeki çeyrek yüzyılda Amerikalılar,
kendi menfaatlerine tam anlamıyla hizmet etmediği halde niçin küresel düzeni
koruma gibi sıradışı ve çok büyük bir sorumluluğa katlandıklarını gittikçe daha
fazla sorguladılar. 20. yüzyılın iki dünya savaşı felaketinden sonra ABD’nin bu
anormal rolü niçin üstlendiğini artık çok az insan hatırlıyor. Soğuk Savaş’tan sonra doğan milenyum neslinin
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan siyasi, iktisadi ve güvenlik yapısının
önemini idrak edebilmeleri pek de beklenemez. Keza Amerikan “emperyalizm”inin
kötülüklerine ve saçmalıklarına vurgu yapmayı bir saplantı haline getirmiş lise
ve üniversite ders kitaplarından da bu konuda pek bir şey öğrenmeleri mümkün
değil. Gerek 20. yüzyılın ilk yarısının krizleri gerekse 1945’te bunlara
üretilen çözümler çoktan unutulup gitti bile. Sonuç olarak Amerikan kamuoyunun
bu küresel rolün beraberinde getirdiği zorluklara ve maliyetlere karşı sabrı artık
taşmış durumda. Geçmişteki başarısız ve maliyetli Kore (1950’ler) ve Vietnam
(1960’lar ve 1970’ler) savaşları, yine 1970’lerdeki petrol krizi ve felç edici
stagflasyon [Z.T.K. durgunluk içinde enflasyon] gibi iktisadi
altüst oluşlar, –2000’lerdeki başarısız Irak ve Afganistan savaşları ve 2008
Finansal Krizi’nin tetiklediği ölçüde– Amerikalıların küresel müdahilliğe karşı
çıkarmasına yol açmamıştı.
Obama
küresel müdahillik konusunda ikircikli bir yaklaşım sergiledi; ancak onun temel
stratejisi, içeride ve dışarıda askeri harcamaları ve uluslararası taahhütleri
azaltarak ülkesinin küresel varlığında kısıntıya gitmekti. Eylemlerinde ve
söylemlerinde daha evvelki Amerikan stratejisini eleştirip reddetti; dünyada
çok daha pasif bir rolü ve Amerikan menfaatlerinin çok daha dar bir tanımını
destekleyen içerideki milli ruh halini güçlendirdi. Obama yönetimi, George W.
Bush yönetiminin Irak ve Afganistan fiyaskolarına Amerikan gücü ve nüfuzunu
yeniden tesis etmek yerine daha da azaltarak karşılık verdi. Her ne kadar yönetim Asya’da ve Pasifiklerde
Amerikan dış politikasını “yeniden dengeleme” vaadinde bulunsa da fiiliyatta
bu, küresel taahhütleri azaltmak ve müttefiklerin güvenliği pahasına
revizyonist güçlerle uzlaşmak anlamına geliyordu.
Obama yönetimin
göreve geldiğinde Rusya’yla ilişkileri “resetleme” girişimi, Amerika’nın
güvenilir bir müttefik olduğu nâmına vurulan ilk darbeydi. Nitekim Rusya’nın 2008’de
Gürcistan’ı işgalinin hemen ardından gelen bu adım, dışarıda Moskova’nın
saldırganlığını ödüllendirme gibi görüldü. Bu resetleme, aynı zamanda ABD’nin
Orta Avrupa’daki müttefikleri pahasına yapıldı; zira Kremlin’i yatıştırmak için
Polonya ve Çek Cumhuriyeti’yle askeri işbirliği programları gözden çıkarıldı.
Dahası bu uzlaşma girişimi, Rusya’nın Batı’ya karşı politikasının giderek sertleştiği
bir dönemde geldi – bu sırada Putin’in kendi halkına karşı baskıcı politikalarından
bahsetmeye ise gerek dahi yok. Bu resetleme, bırakın Rusya’yla daha iyi
ilişkiler kurmayı, Putin’e [ihtiraslarını elde etmek için] daha da sert
bastırma cesareti verdi. Ardından 2014’te Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline ve
Kırım’ı ilhakına Batı’nın yetersiz mukabelesi geldi. Her ne kadar bu mukabele,
Bush yönetiminin Rusya’nın Gürcistan’ı işgaline sönük mukabelesine kıyasla çok
daha iyi olsa da (Ukrayna’da en azından Avrupa ve ABD ekonomik yaptırımları
devreye soktu), yine de Amerikan yönetimi Rusya’yı daha evvel kendi ilan ettiği
çıkar alanına geri dönmeye zorlamakta isteksizlik gösterdi. Aslında Obama,
Rusya’nın Ukrayna’daki ayrıcalıklı konumunu açıkça kabul etmiş durumda; her ne
kadar ABD ve Avrupa ülkeleri Ukrayna’nın egemenliğini koruma arayışında olsa
da. Suriye’ye gelince, Beyaz Saray yönetimi pasif kalarak Rus müdahalesine
fiilen davetiye çıkardı ve caydırmak için hiçbir şey de yapmadı; böylece zaten
giderek artmakta olan ABD’nin Ortadoğu’dan geri çekildiği izlenimini daha da
güçlendirdi. (İlk defa bu izlenim, 2011’de bütün Amerikan birliklerinin
Irak’tan gereksiz yere ve akılsızca geri çekilmesiyle yaratıldı.) ABD, Suriye’den
Avrupa’ya mülteci akınını artıran Rus adımlarına da herhangi bir mukabelede
bulunmadı, hem de bu akış Avrupa’nın demokratik kurumlarını açıkça tahrip
etmesine rağmen. Obama yönetiminin yolladığı mesaj, bunların hiçbirinin gerçek
anlamda Amerika’yı ilgilendiren problemler olmadığıydı.
Obama
yönetimi, Doğu Asya’da ABD’nin çıkarlarını ve nüfuzunu teyit edici nitelikteki aslında
takdire şayan olan çabalarının fiilen altını oydu. [Kendisinin ortaya
attığı] Sözde “Asya’ya Kayış” stratejisinin sadece bir söylemden ibaret
olduğunu ispatladı. Genel savunma harcamalarının yetersizliği, ABD’nin -hayati
olan- bölgesel askeri varlığını anlamlı bir şekilde artırmasını engelledi ve ayrıca
Obama yönetimi, bu stratejinin kritik bir iktisadi bileşeni olan Transpasifik
Ortaklığı Anlaşması’nın büyük ölçüde kendi partisinden yükselen muhalefetin bir
kurbanı olup Kongre sürecinde ölümüne göz yumdu. Ayrıca Asya’ya Kayış
stratejisi, özellikle Ortadoğu’ya ilişkin hem başkanın söylemleriyle hem de
yönetimin politikalarıyla beslenen, ABD’nin geri çekildiği
ve harcamalarıyla taahhütlerini azaltarak küresel varlığında kısıntıya gittiği
genel algısından da muzdarip oldu. Nitekim Amerikan birliklerinin Irak’tan vakitsiz,
gereksiz ve stratejik bakımından maliyetli geri çekilişi, ardından İran’la
nükleer program konusunda varılan anlaşma ve daha sonra Suriye cumhurbaşkanına
karşı kuvvet kullanma tehditlerine bağlı kalmama dünyanın da gözünden kaçmadı.
Obama yönetiminin Amerikan stratejisinin Asya’ya yönelmesi gerektiğine dair
ısrarına rağmen Amerikan müttefikleri, Çin’den gelen bir meydan okumayla
karşılaştıklarında ABD’nin taahhütlerine ne denli güvenilebileceklerini merak
ediyorlar. Obama yönetimi, bir yandan Asya’daki müttefiklerine ABD’nin
güvenilir bir müttefik olarak kalacağı güvencesini verirken, diğer yandan
küresel alanda harcamalarını ve taahhütlerini azaltabileceği hesabında
hatalıydı.
Tabiat boşluk kaldırmaz
Bunun iki
büyük revizyonist güç üzerindeki etkisi, daha fazla revizyon çabalarını
cesaretlendirmesi oldu. Son yıllarda her iki güç de mevcut düzene meydan
okumada çok daha aktif ve bunun nedenlerinden biri, ABD’nin düzeni sürdürme
isteğini ve kapasitesini kaybettiğine dair giderek artan algı. Amerikan küresel
angajmanına desteğin her yerde zayıflamasına yol açan Afganistan ve Irak
savaşlarının ABD’deki psikolojik ve politik etkisi bir açılım sağladı.
Liberal
demokrasilerde yaygın bir efsane vardır: Revizyonist güçler taleplerine zımnen
rıza gösterilmek suretiyle yatıştırılabilirler. Bu mantıktan hareketle, ABD’nin
harcamalarında ve taahhütlerinde sınırlamaya gitmesinin gerginlikleri ve
rekabeti azaltması gerekir. Ancak maalesef çoğunlukla gerçekleşen tam tersidir.
Revizyonist güç, kendini daha güvende hissettikçe sistemi kendi lehine çevirmek
için bir o kadar hırslanır; zira değişime karşı direncin azaldığı izlenimi doğar.
Çin ile Rusya’ya bir bakın: Son iki yüzyıldır hiç bugünkü kadar dış saldırılardan
kendilerini emin hissetmemişlerdi. Ancak her ikisi de hala tatmin değil ve
ABD’nin eskisi kadar fazla direnç göstermediği bir sistemde kendi lehlerine gördükleri
şeyler için daha saldırganca bastırıyorlar.
İki büyük güç
şimdiye kadar metotlarında farklılaşmaktaydı. Çin, bugüne kadar büyüyen askeri
gücünü bir caydırma ve bölgesel gözdağı aracı olarak kullanarak ve devasa
iktisadi etkisi üzerinden nüfuz kurmaya çalışarak –Rusya’ya kıyasla– çok daha
dikkatli, temkinli ve sabırlı olageldi. Şimdiye kadar açıkça askeri güç
kullanmaya hiç tevessül etmedi; her ne kadar Güney Çin Denizi’ndeki adımları,
stratejik hedefler içeren özünde askeri bir nitelik taşısa da. Her ne kadar
Pekin, şimdiye kadar askeri güç kullanmaktan kaçınsa da gelecekte –ve muhtemelen
yakın gelecekte– bunu aynen sürdürmesini beklemek bir hata olur. Askeri
kapasiteleri giderek artan revizyonist büyük güçler, muhtemel kazanımlarının
riskleri ve maliyetleri aştığına inandıkları anda bu kapasitelerini
kullanmaktan çekinmezler. Eğer ki Çinliler, ABD’nin müttefiklerine olan
taahhütlerinin ve bölgedeki konumunun zayıfladığına veyahut bu taahhütleri
yerine getirme kapasitesinin azaldığına kani olursa, bu durumda hedeflerine
ulaşmak için elde ettikleri gücü kullanma eğilimleri daha da artacaktır. Yazının
başında ele aldığım iki temayül birbirine yakınlaştığı anda muhtemelen ilk kriz
patlak verecektir. Rusya, Çin’e
kıyasla çok daha saldırgan. 2008’de Gürcistan’ı, 2014’te de Ukrayna’yı işgal
etti ve her iki olayda da komşusu olan bu iki ülkeye ait toprakların önemli bir
kısmını kopardı. 40 yılı aşkın süren Soğuk Savaş boyunca ABD ve müttefiklerinin
bu gibi adımlara karşı yoğun mukabelesi dikkate alındığında, Ukrayna ve
Gürcistan işgallerine karşı görece mukabelesizlikleriyle aslında Kremlin’e ve
dünyada benzer eğilimdeki diğer yönetimlere yeterince sinyal yollamış
olmalılar. Nitekim bundan sonra Moskova Suriye’ye önemli miktarda askeri birlik
yolladı; Avrupa enerji piyasasındaki hâkim rolünü bir silah olarak kullandı;
komşu devletlere karşı siber savaş açtı; küresel çapta yoğun bir enformasyon
savaşına girişti.
Kısa süre evvel Rus
yönetimi, Çinlilerin ya sahip olmadığı ya da şimdiye kadar kullanmayı tercih
etmediği bir silahı devreye soktu: Batı’daki seçim süreçlerine hem sonuçları
etkilemek hem de genel anlamda demokratik sistemi gözden düşürmek için doğrudan
müdahale kabiliyeti. Rusya Fransa da dahil Avrupa’daki sağcı popülist partileri
fonluyor; kontrolündeki medya kuruluşlarını kendi lehine olan adayları
desteklemek, diğerlerini ise karalamak maksadıyla kullanıyor; seçmenleri
etkilemek için –en son İtalya’daki referandumda gördüğümüz üzere– yalan
haberler yayıyor; alt etmek istediklerinin başına dert açmak için özel
yazışmaları hekleyip ortaya döküyor. Geçtiğimiz sene Rusya, Amerikan başkanlık seçimleri
sürecine yoğun bir şekilde müdahale ederek ilk kez bu güçlü silahı ABD’ye karşı
da kullandı.
Her ne kadar Rusya,
her bakımdan bu iki revizyonist büyük güçten daha zayıfı olsa da, Batı’yı bölüp
karışıklığa sürükleme hedefinde Çin’e kıyasla çok daha büyük bir başarı
kaydetti. Batılı demokratik siyasi sisteme müdahalesiyle, yürüttüğü enformasyon
savaşıyla ve Suriye’den Avrupa’ya mülteci akınını hızlandırmadaki rolüyle
Avrupalıların kendi siyasi sistemlerine olan güvenlerini sarsmaya katkıda
bulundu. ABD’nin pasifliğine karşı Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesi,
bölgedeki Amerikan gücüne ve varlığına yönelik şüpheleri daha da alevlendirdi.
Pekin, yükselen Çin gücünden duyulan endişe karşısında, şimdiye kadar
ekseriyetle bölgedeki Amerikan müttefiklerini ABD’nin daha da fazla kucağına
itmiş oldu. Ancak bu durum, özellikle ABD mevcut gidişatını sürdürürse süratle
değişebilir. Nitekim bölgesel güçlerin hesaplarını gözden geçirdiklerine dair birtakım
işaretler var: Doğu Asya ülkeleri, [Z.T.K. Trump’ın
göreve gelir gelmez Obama’nın imzaladığı Transpasifik Ortaklığı’ndan çekilmesi
üzerine] ABD’yi içermeyebilecek bölgesel ticaret anlaşmaları üzerinde kafa
yoruyorlar veya Filipinler örneğinde yönetim, Çin’in gözüne girmek için elinden
geleni yapıyor. Bu arada bazı Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri hem stratejik hem de
ideolojik olarak Rusya’ya yanaşıyor. Kısa süre sonra her iki revizyonist büyük
gücün de bu iki bölgede Amerikan güvenliğine ve küresel güvenliğe karşı aşırı
meydan okuyucu şekilde, askeri araçları da kullanarak saldırganca hareket
etmesiyle karşı karşıya kalabiliriz.
Gözden çıkarılabilir
ülke
Bütün bunlar,
Amerikalıların İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurdukları dünya düzenini
ayakta tutmakta isteksizlik işaretleri verdiği bir dönemde yaşanıyor. Geçtiğimiz
seçim sezonunda Amerikan menfaatlerini çok daha dar tanımlama ve Amerikan
küresel liderliğinin yükünü hafifletme çağrısı yapan tek siyasetçi Donald Trump
değildi. Daha evvel Başkan Obama ve [Z.T.K. son
seçimlerde Hillary Clinton’la yarışan Demokratların aday adayı] Bernie
Sanders da “Önce Amerika” sloganının farklı bir versiyonunu dillendirmişti.
ABD’nin “vazgeçilmez” küresel rolünden sıklıkla bahseden aday Hillary Clinton,
seçimleri kaybetti ve hatta kendisini Transpasifik Ortaklığı Anlaşması’na verdiği
önceki desteği kesmek zorunda hissetti. Bütün bunlar gösteriyor ki en azından,
uluslararası ittifak yapısına desteği, revizyonist güçleri istedikleri nüfuz
alanlarından ve bölgesel hegemonya kurmaktan mahrum bırakmayı ve uluslararası
sistemde demokratik ve serbest piyasa normlarını savunmayı sürdürme istekliliği
konusunda Amerikan kamuoyunda birtakım şüpheler olmalı.
Küresel güç
rekabetinin arttığı bir dönemde gelen bu dar kapsamlı Amerikan menfaatleri
tanımı, muhtemelen geçmiş dönemlerin istikrarsızlığına ve çatışmalarına geri
dönüşü hızlandıracaktır. Demokratik dünyanın merkezindeki zaafiyet ve ABD’nin
küresel sorumluluklarından sıyrılması, memnuniyetsiz güçlerin çok daha
saldırganca bir revizyonizmini zaten cesaretlendirmiş durumda. Bu da demokratik
dünyanın kendine güvenini ve direnme istekliliğini daha da baltalamakta. Tarih
bize gösteriyor ki bu, yeniden beli doğrultmanın zor olacağı, olsa olsa ABD’den
gelebilecek dramatik bir değişimin de ufukta görünmediği, aşağı doğru sürekli
bir düşüş hali.
Bu değişim çok geç
gelebilir. Demokratik güçlerin en önemli ve sonuçta ölümcül kararları aldıkları
dönem 1930’lar değil, 1920’lerdi. Amerikalıların Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonraki hayal kırıklığı Avrupa ve Asya’da barışın korunmasında stratejik bir
rol oynamayı reddetmelerine yol açtı, ki ABD o dönemde bu rolü oynayabilecek
güçteki tek devletti. ABD’nin içe kapanması, İngiltere ile Fransa’nın iradesini
kırmaya katkı sağlarken, Avrupa’da Almanya’nın ve Asya’da Japonya’nın bölgesel
tahakküm için giderek artan saldırganca adımlarını cesaretlendirdi.
Amerikalıların çoğu, Avrupa’da veya Asya’da yaşanan herhangi bir gelişmenin
kendi güvenliklerini etkilemeyeceğine kâniydiler. İkinci Dünya Savaşı’yla
birlikte bu kanaatin yanlışlığına ikna oldular. 1920 seçimlerinde “normale
dönüş” o dönem için güvenli ve masum bir adım gibi görünüyordu; ancak müteakip
on yılda dünyanın en güçlü aktörünün izlediği bencilce politikalar 1930’ların
felaketlerine zemin hazırladı. Krizin patlamaya başladığı dönemde küresel
çatışmanın yüksek maliyetini ödemekten kaçınmak için artık çok geçti.
Bu tür dönemlerde jeopolitik
rekabetin işbirliği ve uzlaşmayla çözümlenebileceğine inanmak hep caziptir.
Niall Ferguson’un kısa süre evvel teklif ettiği, dünyanın ABD, Rusya ve Çin tarafından
beraberce yönetilmesi fikri yeni bir şey değil. Bu tür müşterek yönetim
(kondominyum) teklifleri ve kalkışmaları, uluslararası sistemde hakim gücün
veya güçlerin memnuniyetsiz revizyonist güçlerin meydan okumalarını savuşturma
arayışına girdikleri her dönemde gündeme gelir. Ama nadiren işe yarar. Zira revizyonist
büyük güçleri tam teslimiyetten daha azıyla tatmin edebilmek öyle kolay
değildir. Onların nüfuz alanları, gururlarını veya giderek büyüyen güvenlik
ihtiyaçlarını tatmin edecek kadar geniş de hiçbir zaman değildir. Aslında
onların yayılması, komşularını korkutarak ve yükselen bu güce karşı bir araya
gelmelerine yol açarak daha da güvensizlik yaratır. Otto von Bismarck’ın işaret
ettiği “tatmin olan güç” nadirattandır. Nitekim Bismarck’ın ardından gelen
Alman liderler, Avrupa’nın en güçlü aktörü haline gelmekle dahi tatmin
olmamışlardı. Daha da güçlenme çabaları, hissettikleri “kuşatılma” korkusunu
kendi kendini yaratan bir kehanete dönüştürmek suretiyle, kendilerine karşı
koalisyonlar kurulmasına yol açtı.
Elini verirsen
kolunu kaptırırsın
Bu, yükselen
güçlerin ortak bir özelliğidir; yani attıkları adımlarla tam da düzeltmek
istedikleri emniyetsizlik halini üretirler. Mevcut düzene karşı şikâyetleri
beslerler (dönemin Almanya’sı da Japonya’sı da kendilerini “yoksul” ülkeler
olarak görmekteydi); ancak onların şikâyetleri mevcut düzen yerinde kaldığı
sürece tatmin edilemez. Asgari tavizler onlar için yeterli olmaz; ancak mevcut
düzeni ayakta tutan güçler, daha büyük bir kuvvet zorlamadıkça, asgari tavizden
başkasına yanaşmaz. 1930’ların mağdur “yoksul” ülkesi Japonya, 1931’de [Z.T.K. Çin’in
kuzeydoğusundaki] Mançurya’yı işgal etmekle tatmin olmadı. Keza [Z.T.K. Birinci
Dünya Savaşı’nı sonlandıran barış anlaşmalarından] 1919 Versay
Antlaşması’nın mağdur kurbanı olan Almanya da [Z.T.K. Çekoslavakya’ya
ait] Sudetenland bölgesinin Almanlarını kendi topraklarına katmakla tatmin
olmadı. Daha fazlasını istediler ve demokratik güçleri, savaşa başvurmadan
istediklerini vermeye ikna edemediler.
Revizyonist güçlere
nüfuz alanı bahşetmek, barış ve sükûnetin bir çaresi değil, kaçınılmaz bir
çatışmaya davetiye çıkarmaktır. Rusya’nın tarihsel nüfuz alanı, Ukrayna’yla
sınırlı değildir; tam aksine, Ukrayna bir başlangıç noktası olup bu alan Baltık
devletlerine, Balkanlara ve Orta Avrupa’nın merkezine kadar uzanır. Rusya’nın
geleneksel nüfuz alanındaki milletler özerkliğe veya egemenliğe sahip olamaz. Geçmişte
Polonya, ne Rus Çarlığı ne de Sovyetler Birliği altında bağımsızdı. Çin için de
Doğu Asya’da arzu ettiği nüfuz alanına kavuşmak, istediğinde bu bölgeyi sadece
askeri değil, aynı zamanda siyasi ve iktisadi olarak da ABD’ye kapatmak
anlamına gelecektir.
Tabii ki Çin, tıpkı
Rusya gibi, kendi bölgesinde kaçınılmaz olarak büyük bir kontrol kuracaktır.
ABD, Çin’in ekonominin dinamosu olmasını engelleyemez, engellememelidir de.
Rusya’nın çöküşünü de arzu etmemeli. Hatta ABD belli bir tür rekabeti de hoş
görmeli. Büyük güçler –iktisadi, ideolojik, siyasi ve hatta askeri– farklı
alanlarda rekabet ederler. Birçok alanda rekabet elzemdir ve hatta sağlıklıdır.
Liberal düzende Çin, ABD’yle iktisaden başarıyla yarışabilir; Rusya, kendisi
demokratik olmadığı halde demokratik sistemi muhafaza ederek uluslararası
iktisadi düzende gelişip başarılı olabilir.
Ancak askeri ve
stratejik rekabet farklıdır. Güvenlik durumu diğer her şeyi alttan takviye
eder. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana olduğu gibi bugün de sadece ve sadece
ABD, küresel güvenliği ve istikrarı sağlama kapasitesine ve eşsiz jeopolitik
avantajlara sahip. ABD olmadan Avrupa ve Asya’da istikrarlı bir güç dengesi tesis
edilemez. “Yumuşak güç” ve “akıllı güç”ten bahsetsek dahi kaba askeri güçle
yüzleşirken bunların değeri, geçmişte de sınırlıydı, gelecekte de hep sınırlı
kalacaktır. ABD’nin düşüşüne dair bol keseden söylenen tüm sözlere rağmen Washington’ın
en avantajlı olduğu alan askeri alandır. ABD, güçlü müttefikleriyle birlikte, diğer
büyük güçlerin arka bahçelerinde dahi güvenlik düzenine yönelik meydan
okumaları caydırma kapasitesine halen daha sahip. Ancak sistem, ABD’nin
dünyanın en uzak bölgelerinde dengeyi sürdürme istekliliği olmadığı takdirde,
bölgesel güçlerin kontrolsüz askeri rekabeti altında çökmeye başlayacaktır. Bu
istekliliğin bir yönü, ABD’nin süregelen küresel rolüyle orantılı bir savunma
harcamasını zorunlu olarak içermektedir.
ABD’nin nüfuz
bölgelerine geri dönüşü kabullenmesi, uluslararası suları sükûnete
kavuşturmayacak ve fakat dünyayı, rakip büyük güçlerin kesişen ve örtüşen nüfuz
alanları üzerinde kaçınılmaz olarak birbiriyle çatıştıkları, 19. yüzyılın
sonundaki şartlara geri döndürecektir. Bu istikrarsız ve düzensiz şartlar, 20.
yüzyılın ilk yarısında iki yıkıcı dünya savaşının verimli zeminini üretti. Okyanuslarda
İngiliz hâkimiyetinin çöküşü, güçlü bir birleşik Almanya’nın ortaya çıkmasıyla
Avrupa kıtasında gergin güç dengesinin bozulması ve Doğu Asya’da Japonya’nın yükselişi
hep bir araya geldiğinde, son derece rekabetçi bir uluslararası ortamın
doğmasına ve -revizyonistleri kontrol altında tutacak bir gücün veya bir
koalisyonun yokluğunda- sistemden rahatsız büyük güçlerin kendi ihtirasları
peşinden koşma fırsatını yakalamalarına katkıda bulundu. Sonuç, eşi benzeri
görülmemiş bir küresel felaket ve akıl almaz ölçüde ölümdü. İkinci Dünya
Savaşı’nın sona ermesinden bu yana geçen 70 yılda Amerikan öncülüğündeki dünya düzenin
müthiş başarısı, bu tür bir rekabeti kontrol altında tutması ve büyük güç
çatışmalarının önüne geçmesiydi. Eğer ki Amerikalılar kendi yarattıkları
düzeni, –artık sürdürülebilir olmadığından değil, bunu denemeyi tercih
etmedikleri için– yok ederlerse bu, bir utanç vesikasından çok daha fazlası
olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder