ABD, SURİYE VE RUSYA
George
Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un kurucusu
ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve yöneticisi)
Geopolitical Futures, 12.4.2017
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Geçen hafta bir Suriye hava üssüne yönelik Amerikan
saldırısı üç önemli soruyu gündeme getirdi: Birincisi, Ortadoğu’da Amerikan
stratejisi nedir? İkincisi, ABD’nin Rusya stratejisi nedir? Üçüncüsü, genel
olarak Rus stratejisi nedir? Bu üç strateji birbiriyle kesişmekle birlikte bu
aşamada hiçbirisinin içeriği net değil. Bu yüzden öncelikle bunların her birini
tek tek anlamaya çalışmak, ardından nasıl birbirleriyle iç içe geçtiği üzerinde
kafa yormak faydalı olacaktır.
Net olan siyasi bir hususla başlamak isterim.
Başkanlık için yarışanlar seçim kampanyalarında çeşitli vaatlerde bulunurlar;
ancak seçildiklerinde vaatlerinden farklı davranışlar sergilerler. Biz bu oyuna
defalarca şahit olduk. Thomas
Jefferson, [1803’te] Louisiana Topraklarını satın almak için [Fransızlarla]
anlaşmaya/pazarlığa daha Kongre’den yetki almadan evvel başlamış ve
böylelikle diktatör Napolyon’u desteklemişti. Yine Franklin D. Roosevelt, bir
yandan gizlice İkinci Dünya Savaşı’na katılma planları yaparken, öte yandan
1940’taki seçim kampanyası sırasında savaşın dışında kalma vaadinde bulunmuştu.
Amerikan başkanlarının seçim vaatlerini tutmama gibi uzun bir gelenekleri
sözkonusu. Bu kısmen siniklikten, kısmense taçlanan başın akıllanması
gerçeğinden (yani başkanlığın davranışlarda
değişimi zorlamasından) kaynaklanır. Başkan Donald Trump’ın icraatlarının seçim
kampanyası vaatlerinden farklılaşması karşısında şaşırıp kalanlar zaten
şaşırmaya meyyal olanlardır. [Z.T.K.
Oğul Bush da 2000 yılındaki seçim kampanyasında Clinton’ın “liberal
müdahaleciliği”ni kıyasıya eleştirmiş, dış maceralara atılmayıp ülke içine
odaklanma vaadinde bulunmuştu. Göreve geldikten 9 ay sonra 11 Eylül saldırıları
oldu ve sonrası malum…]
Trump’ın
Ortadoğu politikası, geçmişteki yönetimlerin radikal Sünni ve Şii güçlere karşı
eşit derecede düşmanlık içeren politikalarının bir devamı gibi görünüyor.
Yönetim, Sünni İslam Devleti (İD)’nin yıkılmasına kendisini adamış durumda.
Aynı zamanda Şii İran ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in Alevi tabana
dayalı ve Şii İslam’la bağlantılı rejimine de düşman. Bu gruplar arasındaki varoluşsal
düşmanlıktan istifade etmek yerine, Trump yönetiminin hepsiyle birden
çarpışmayı planladığı gerçeğiyle kıyaslandığında, burada teolojik farklılıklar
daha az önem arz ediyor. Suriye’de bu, hem İD’i hem de Esed rejimini içeriyor.
ABD,
[2003’te] Irak’a Şiilerin kendisini hoş karşılayacağı zannıyla girdi.
Ardından ABD, Saddam Hüseyin’in Sünni rejimi kontrolündeki Irak ordusuna odaklandı
[Z.T.K. Yazar, Baassızlaştırma politikasıyla ordu
mensuplarının görevden alınmasını kastediyor olmalı].
Bundaki mantık, Iraklı Şii çoğunluğa hükümet kurma izni vermekti. Problem ise
Iraklı Şiilerin İranlıların yoğun etkisi altında olmaları ve bu durumun
Tahran’a yaramasıydı. Bu yüzden ülkeyi idare etme beklentisinde olan Iraklı Şiiler
ABD’yi destekleme eğilimindeyken, ABD de Irak’ta İran nüfuzunu sınırlamak için
bir Şii rejimi kurulmasını engelledi.
Sonuçta ABD çapraz ateş arasında kaldı. Birbirine düşman olan her iki
grup da ABD’yi kendilerine hasım olarak görmeye başladı. ABD hiçbir zaman
Irak’ı kontrol altına almayı başaramadı. Iraklı her iki cemaati pasifize etmeye
çalışsa da yetersiz sayıda askeri birlikle ülkeye girmişti. Gerilim sırasında
ABD Sünnilerle mali anlaşmalara dayalı bir ittifak kurdu. Ancak İD’in ortaya
çıkmasıyla birlikte gördük ki bu, hiçbir zaman kalıcılaşamayan geçici bir
çözümmüş.
Bir önceki Barack Obama yönetimi de bu genel politikayı takip etti ve
görünen o ki Trump da özellikle Suriye’de aynısını benimseyecek. 2003’e geri
gidildiğinde sözkonusu politika, belli başlı bütün Müslüman güçlerle hasmane
ilişkileri sürdürmek, daha sınırlı operasyonları başarmaya yetecek kadar bir
varlık göstermek ve laik, demokratik grupların yükselişinin hayalini kurmaktı.
Böyle bir grup ortaya çıkabilirdi, ama diğerlerinin ezici gücü karşısında
yardıma ihtiyacı olacaktı. Sırf Amerikalılar tarafından bir kukla rejim gibi
dayatılması ona bir meşruiyet vermeyecekti.
Trump’ı bu politikaya iten ise taktik gerçeklik. Obama yönetiminin takip
ettiği politika, –İD’in Musul’u işgali gibi– sınırlı gerçekliklerle aşırı
teyakkuz içinde baş etmekti. Bir güç olarak İD’in yok edilmesi uzak bir
hedefti. İD sonrası Sünni hareketlerle başa çıkmak, ABD’nin kontrol
edebileceğinin ötesindeydi. Ancak İD’le mücadeleyi reddetmek de imkânsızdı. Dolayısıyla
ABD, uzun vadeli meseleleri görmezden gelerek acil halledilmesi gereken
sorunlara odaklandı. Taktik durum sıklıkla stratejinin yerine geçer, özellikle
de stratejik bir çözüm tasavvur edilemediğinde. İşte bu nokta ABD’nin geçen
haftaki adımını açıklıyor. Trump Suriye’ye bir saldırı düzenleme kararı aldı ve
Dışişleri Bakanı Rex Tillerson da Esed’in günlerinin sayılı olduğunu ilan etti,
niçin sorusunu açıklamadan…
ABD’nin bu rotayı takip etmesi, George W. Bush’un, Obama’nın veya
Trump’ın aptal olmasından veyahut vaat ettiklerini mevcut kuvvetlerle başarabileceklerine
inandıklarından dolayı değildi. Probleme çözüm üretmekte çaresiz kaldıklarından
ve fakat stratejik ve siyasi nedenlerle geri de çekilemediklerinden bu yolu
tercih ettiler. Bu yüzden taktik durumlara kısmi çözümler bulmaya odaklandılar.
Örgütün adı her ne olursa olsun, Sünni isyanı ortadan kaldırmak imkânsızdı.
Bölgeyi terk ederek Hilafet kurulmasına geçit vermek de tehlikeli olacaktı.
Diğer belli başlı İslamcı gruplardan biriyle güç birliği yapmak ABD’nin kendi
içinde derin siyasi problemler yaratacaktı. Bu yüzden geriye kalan tek seçenek,
başarılması mümkün olmayan ilan edilmiş niyetlere eşlik eden taktik
inisiyatiflerdi. Ancak Vietnam’dan aldığı dersle ABD, bir çatışmaya girdiğinde
öyle kolay kolay kurtulup da geri çıkamayacağını öğrendi. Trump da bu Amerikan
geleneğini takip ediyor.
Rusya’nın Suriye’deki varlığı ve başka bazı yerlerdeki müdahilliği göz
önüne alındığında bu, Rusya’ya yönelik Amerikan politikasıyla kesişiyor. Seçim
kampanyası boyunca Trump’ın görüşü, önemli konularda Amerikan-Rus anlaşmasının
ve İD’e karşı ortak harekâtın mümkün olduğu yönündeydi. Bu, Trump’ı
eleştirenlerin iddia ettiği gibi öyle saçma sapan bir fikir değildi. Eğer ki
Müslüman gruplarla ittifak kuramıyorsan ve onların tamamı sana düşmansa
Müslüman olmayan bir güçle iş tutmak uygulanabilir bir stratejidir.
Ancak bölgedeki Rus politikası, şu an için İD’i yenilgiye uğratmak
değil, ABD’yi Rusya’dan yardım istemeye zorlayacak şekilde başına yeterince
belalar açmak. Ruslar, uzun süre gayet iyi işlemiş eski Sovyet modelini
kullanıyorlar. Bu politika, Amerikan temel çıkarları için hayati olmayan,
kritik eşiğin altındaki problemlerle Washington’ı tuzağa düşürmeyi, Amerikan
gücünü boş yere dağıtmayı ve ardından Sovyet gücünü büyüten bir atmosfer
yaratmak için Amerikan bölgesel veya küresel zafiyetinden istifade etmeyi
içeriyordu. Şu anda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bu stratejiyi takip
ediyor; ancak uzun vadede bu atmosfer bir aldatmaca/yanılsama. Geçmişten bir örnek
vermek gerekirse ABD, Vietnam’da [aldığı yenilgide]n sonra hala daha
güçlüydü ve temel küresel denge değişmedi. Ruslar, küresel dengenin şu an için
değişeceğini düşünmüyorlar; ama sanki bir değişim varmış görüntüsünün ortaya
çıkması onlar için yeterli olacak.
Ruslar da Amerikalılar gibi stratejiden yoksun taktiklerle meşguller.
Suriye’ye yönelik Rus müdahalesi, net bir stratejik hedefi olmayan taktik bir
operasyondu. Gözlemciler, –tıpkı 1970’ler ve 1980’lerde Sovyetlerin İran
Körfezi’nin kontrolünü ele geçirdiğini zannettikleri gibi– bugün de Ruslara,
Kuzey Afrika petrollerinin kontrolünü ele geçirme gibi bir strateji yakıştırmış
durumdalar. Ruslar hiçbir zaman buna niyetlenmediler; çünkü bu, onların
kapasitesinin çok üzerindeydi. Bir strateji varmış görüntüsü yaratmak için
taktik adımlara girişmişlerdi.
ABD, Ortadoğu’yu sakinleştirmek için yeterli güce de böyle bir girişimi
terk etmek için siyasi temele de sahip değil. Bu yüzden ABD, bazı kazanımlar
elde etse dahi, asla problemleri çözmeye çalışmadığı taktiksel bir oyun oynuyor.
Zira çözüm, ya Sünnilerle ya da Şiilerle güç birliği yapmayı, ama asla her
ikisiyle birden aynı anda savaşmamayı gerektiriyor. Ancak bunu yapmak için
hiçbir siyasi temele sahip değil. Rusların stratejik hedefi, Amerikalıların
eşiti olmak ki Rus ekonomisinin ve ordusunun mevcut hali dikkate alındığında bu
imkânsız. Bu yüzden Moskova, eylemlerinin ardında sanki bir strateji varmış
yanılsaması doğuracak şekilde taktik faaliyetler yürütüyor.
Kimileri Esed rejiminin değil, İD’in kimyasal silah kullandığına
inanıyor. Bu az da olsa mümkün, ama azıcık… Suriye’de İD de diğer gruplar da
hiçbir zaman kimyasal silah kullanmadılar, hiçbir zaman böyle bir silah üretme
kapasitesi göstermediler ve sarin gazı yayma teknik kapasitesine de sahip
değiller. Suriye rejimi ise daha evvel kimyasal silahlar kullandı. Dahası,
kontrolüne girmekte ayak direyen bir ülkede muhaliflere gözdağı verme silahı
olarak kimyasalları kullanması için rejimin her türlü gerekçesi var. Ayrıca
Ruslar bunu önceden biliyor olmalılar ve en azından, kendi taktiklerine hizmet
ettiği için, itiraz etmediler.
Burada en önemli husus, şu anda Trump’ın 11 Eylül’den beri yürürlükte
olan temel Amerikan stratejisini takip ediyor olması. Trump yönetiminin
Ruslarla ilişkisi, Moskova’nın 2008’de Gürcistan’la savaşından bu yana Washington’ın
geliştirdiği ilişki biçimiyle özünde aynı. Trump, gerçekten değişik bir şeyler
istedi, tıpkı Obama gibi. Ama her ikisi de bunu başaramadı. Bush yönetiminden
bu yana yaşanan tek değişim, Trump ve Obama’nın bütüncül bir strateji inşasında
başarısızlığa uğrarken çok daha az askeri birlik kullanması.
ABD bütüncül bir strateji inşa edemez; çünkü Amerikan askeri gücünün
tamamını kullansa dahi, –rakip gruplarla ve siyasi-dini ihtiraslarla dolu ve
üstelik can almaya istekli– Müslüman dünyada Amerikan arzularını dayatmakta
yetersiz kalacaktır. Öte yandan geri çekilmek, Sünni bir hilafetin ortaya
çıkmasına ve Şii devletle karşı karşıya gelmesine izin vermek anlamına
gelecektir. Böyle bir yüzleşme ve çatışma, ABD için en kötü senaryo
olmayabilir. Ama eğer ki taraflardan biri galip çıkarsa bu, gelecek on yıllarda
çok daha büyük bir meydan okumaya yol açacaktır. Bu yüzden ABD’nin yapabileceği
en iyi şey, yerel düzeyde altını oymaya dönük taktik hareketlerdir.
“Amerika öncelik” fikri oldukça çekici. İD’i ve böylelikle cihatçı
hareketi yok etme fikri de öyle. Savaşmaya hazır diğer güçlerle –bu aşamada
Rusya’yla– ittifaklar kurma fikri de cezbedici. Ancak başkanlar hızla şunu keşfediyorlar:
cezbedilmek yıkıma uğramanın bir yoludur. Ve dolayısıyla ancak ellerinden
gelebileni hayata geçiriyorlar. Son derece sınırlı bir askeri kuvvete dayanarak
cesurca bir niyet ilan ediyorlar ve sonra da görev süreleri boyunca teneke
tekmeleyerek işi savsaklıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder