YENİ-OSMANLICILIĞIN
DETAYLI KÜRESEL PLANI: YUMUŞAK GÜÇ – I. Bölüm
Andrew Korybko (Rus siyaset bilimci, gazeteci, yazar; Rusya Halkların Kardeşliği
Üniversitesi Stratejik Araştırmalar ve Öngörüler Enstitüsü uzman konseyi üyesi)
Katehon, 1.3.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT: Rus Avrasyacıların internet sitesi Katehon'da yayınlanan aşağıda ilki yer
alan üç bölümlük yazı dizisi, ciddi problemler ve yanlış bilgiler içermekle
birlikte Rusya’da ve yurtdışında bir kesimin Türkiye’ye nasıl baktığını
yansıtması bakımından tercüme edilme ihtiyacı hissedilmiştir.
Kısmen ana
hatlarını eski Dışişleri Bakanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun çizdiği
stratejik hesaplarla şekillenen ve mevcut haline Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncü
karizmasıyla ulaşan Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasının dört bir yanında
Büyük Güç statüsünü yeniden kazanma çabası bir sır değil. Yıllardır Türkiye
dışındaki yorumcuların ifade edegeldiği “Yeni-Osmanlıcılık”, aslında 21.
yüzyılın en yıkıcı ideolojilerinden biri olduğunu ispatlamış durumda.
Destekçiler, Türkiye’nin –gerek fiilen dinden etkilenmiş yönetim biçimi gerekse
Büyük Güç statüsü bağlamında– bu iddialı Osmanlı köklerine geri dönme vizyonunu
yere göğe sığdıramazken; aleyhte olanlar ise Suriye’de doğrudan yol açtığı
ölümü ve tahribatı kanıt göstererek Yeni-Osmanlıcılığın faydadan ziyade
zararlarla neticelendiğine işaret ediyorlar.
(…)
Yeni-Osmanlıcılık, günümüz Türkiye’sinin iç ve dış politikasının ardındaki
muharrik ideoloji olup, iyi veya kötü, Ortadoğu’nun geleceğini şekillendirecek
en etkili güçlerden biri. İşte bu yüzden bu büyük stratejinin doğasını anlamak,
önümüzdeki yıllarda kaydedeceği gelişimi isabetli bir şekilde öngörebilmek için
kesinlikle önem arz ediyor (…)
Üç bölümlük yazı
dizimizin birincisinde iddiamız şu: Yeni-Osmanlıcılık, Osmanlı geçmişinin
yumuşak güç nostaljisine dayanıyor ve –her ne kadar günümüz
postmodern/post-Batılı gerçeğine adapte edilerek siyasi-idari açıdan birtakım
değişikliklere uğrasa da– önünde sonunda dünyanın en büyük hilafetine dönüşecek
yapıyı inşa etmede Türkiye’nin merkezi rolüne vurgu yapıyor. Osmanlı Hilafetini fiilen yeniden kurma arayışı
içinde Türkiye, günün sonunda dış nüfuzunu genişletip sürdürmeye daha uygun
hale getirmek için kendi iç idari yapısını değiştiriyor. Bununla bağlantılı olarak,
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da toplumların her seviyesine el altından sirayet
etmiş durumdaki ulusötesi Müslüman Kardeşler ağı, Yeni-Osmanlıcılığın öncü
“devrimci” gücü olarak hareket ediyor. Ancak Müslüman Kardeşler’in son
senelerde kaydettiği gerilemeler dikkate alındığında sözkonusu ağ, Türkiye’nin
bu geniş coğrafyadaki nüfuzunu sürdürmesinde yetersiz kalıyor.
Bu yüzden Türkiye,
eşzamanlı olarak, Rus enerji kaynaklarına mevcut bağımlılığının yol açtığı
yapısal engelleri aşarak kendisini daha bağımsız bir oyuncu haline getirmek
amacıyla olabildiğince çok güvenilir enerji kaynağını kendisine çekmeye yönelik
geniş tabanlı bir strateji izliyor. Yazı dizimizin ikinci bölümünde işte bunu
ele alacağız. Yeni-Osmanlıcılığın yumuşak güç, enerji jeopolitiği ve askeri
bileşeni mükemmelen örtüşüyor. Okuyucuların bu Büyük Proje’yi daha kapsamlı bir
şekilde anlaması için ikinci bölüm bu bağlantıya ışık tutacak. Üçüncü bölüm de
Türkiye’nin Yeni-Osmanlıcı Hilafeti inşa sürecinde karşı karşıya olduğu
fırsatları ve meydan okumaları kısaca ele alacak.
Yumuşak Gücün
Payandaları
Tarihi hafıza: Yeni-Osmanlıcılık, Osmanlı Hilafeti tarihi hafızasına dayanıyor ki bu
döneme dair hatıralar, Türk toplumunda son derece popüler hale geldiği gibi,
Ortadoğu ve Kuzey Afrika çapında bazı daha dindar Araplar arasında da hiç
azımsanmayacak kadar fazla revaç buluyor. Suriyeliler gibi bazı kesimler,
özellikle de laik olanlar (tıpkı Sırbistan’daki muadilleri gibi) Osmanlı
asırlarını neredeyse 500 yıllık bir işgal olarak görürlerken, niceleri de bu
dönemi bambaşka şekilde, tarihlerinin en güzel günleri olarak yorumluyor. Bu
oldukça dindar bireyler, kendi ülkelerinin vatandaşlığındansa ümmet kavramına,
özellikle de Türklerin öncülüğünde eski Osmanlı Hilafetinin siyasi-idari
tecessümüne çok daha bağlılar ve Erdoğan uluslararası destekçilerini işte bu
geniş kitleden toplamaya çalışıyor.
Müslüman Kardeşler
İttifakı: Ancak genel olarak, yüzyılların Türk
yönetiminin niteliğine dair güçlü çekincelere sahip olan ve Ankara’nın
ihtiraslarını baltalayacak şekilde kolayca karışıklıklar çıkarabilecek birçok
popülist var. İşte bu yüzden Türkiye’nin Türklere “mahsus” bir ülke olarak
etnik milliyetçi kimliği ile dünyadaki bütün Müslümanların sevgili “kardeş”i
olarak kapsayıcı dini kimliğini birbirinden ayrıştırması son derece önemli. Bu
açıdan bakıldığında, Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler’e açıkça sempati duyup
destekleme kararı farklı bir anlam kazanır; zira bu, onun Ortadoğu ve Kuzey
Afrika’ya dini açılımının kurucu öğesi ve Türk olmayan Müslümanlarla ortak bir yakınlaşma
noktası olarak anlaşılabilir. Bu grup, Müslüman çoğunluğun temsilcisi değil,
ama yine de hesaba katılması gereken güçlü bir hükümet karşıtı unsur; dahası,
dindar muhafazakârlar arasında Erdoğan ile Türkiye’ye daha da fazla “güven”
sağlıyor.
Müslüman
Kardeşler’i anlamada önemli bir nokta da kendi İslami yönetim modelini
filizlendirmek için gerek seküler gerekse Vehhabi yönetimleri devirmek
istemesi. Bu da onu teknik olarak “devrimci” bir örgüt haline getiriyor ve
birçok açıdan (ülkelerindeki mevcut siyasi düzeni ideolojik temelde yeni bir
transnasyonel düzenle değiştirmeyi istemek anlamında) Komünist Partinin 21.
yüzyıl versiyonu gibi bir yapısal işlev görüyor. Bu nedenle “Arap Baharı”
Renkli Devrimleri, Müslüman Kardeşler üzerinde en büyük nüfuz sahibi güçle
yönetilecek bir uydu devletler ağının siyasi-ideolojik temelini atmak amacıyla
tasarlanan hızlı bir darbeler dizisi olarak analiz edilebilir. Bu rol, aslen
Katar tarafından oynanmakla birlikte bu küçücük monarşinin liderlik kapasitesi
sınırlı ve üstelik bölgeyi yönetme gibi bir geçmişi de yok. Müslüman
Kardeşler’le müttefik bir Türkiye ise Osmanlı Hilafeti’ni idare etme babından
yüzyılların tecrübesine sahip.
Jeopolitik
perspektiften ABD, Şii İran’a karşı kısmi bir pan-Arap Sünni ittifak kurmak ve
Suudi Arabistan ile Körfez krallıklarına baskı uygulamak için Osmanlı
Hilafeti’ni yeniden ihya ederek Ortadoğu’daki mevcut düzeni Türkiye’nin
kontrolünde Müslüman Kardeşler’in yönettiği bir devletler ağıyla değiştirme
arayışındaydı.
Bu tür bir düşünce,
dünyanın diğer yerlerinde görülen AB, Avrasya Birliği, Şanghay İşbirliği Örgütü
veya ASEAN gibi entegrasyon eğilimleriyle de bağlantılı; tek farkı, çok daha
yıkıcı, şiddetli ve ani bir şekilde ilerlemesinin sağlanması.
Bunun
önşartı, bölgenin kontrolünde Türkiye’nin Washington’a vekâlet eden güç olarak
ABD’nin “arkadan yönetme” modelinin bir ortağı gibi hareket etmesiydi.
(Amerikan Başkanına kıyasla daha “otantik” olan Müslüman kimliğine bel bağlanan
Erdoğan’ın, bu ideolojinin en etkili resmi hamisi olarak, biçilen transnasyonel
liderlik rolünü meşrulaştırmak amacıyla yerli halklar nezdinde ilave
“meşruiyet” kazanması gerekiyordu) Kâğıt üzerinde bu strateji ideal görünse de,
az sonra belirteceğimiz nedenlerle, pratikte bekleneni vermedi. Bununla
birlikte Türkiye, hala daha Müslüman Kardeşler’e bağlı ve –(…)şansı hiçbir
zaman olmasa da– Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın her yerinde Ankara’nın nüfuzunu
artırmak için Müslüman Kardeşler’i bir Yeni-Osmanlı aracı olarak kullanıyor.
Suudilerden uzak
durmak: Tarihi mirasının etkileyiciliği ve İhvan’ın
[Türkiye’nin] birer neferi olmasının görece etkinliğine rağmen, Ankara’nın
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ve ümmetin kalanı üzerindeki hâkimiyeti/nüfuzu hala
Suudi Arabistan’ınki kadar değil. Suudi Kralı, Haremeyn-i Şerifeyn’in muhafızı
unvanıyla tanınıyor ve sadece bu bile Müslüman dünyanın dört bir yanında ona
muazzam bir saygı kazandırıyor. Kraliyetin Vahhabiliğe desteği, her ne kadar
İslam’ın bu çeşidi birçok Müslüman tarafından aşırı muhafazakâr ve hatta
radikal olarak görülse de, ümmet içinde ona çokça güçlü bağlılar kazandırıyor.
Türkiye’yi
Suudi Arabistan’dan ayrıştıran katma değer, ümmetin büyük bir kesimi üzerinde
idari-siyasi liderlik kurduğu tarihi mirası ve İhvan tarafından da savunulan
nispeten daha ılımlı bir İslami yönetimi benimsemesi. Pratikte ikisi arasında
çok az fark bulunsa da genel algılama, İhvan’ın Vehhabilere kıyasla daha az
radikal olduğu yönünde ki bu da Türkiye’ye teorik bakımdan Suudiler karşısında
bir yumuşak güç desteği sunuyor.
Ayrıca Suudi
Arabistan’ın İhvan’ı terör örgütü listesine koyma nedeni, –hedeflerine ulaşmak
için terörü kullanmasının nesnel olarak tespiti dışında– İhvan’ın Haremeyn-i
Şerifeyn’in muhafızı Suudi Kralını yerinden etmek istemesi. Bundan çıkan anlam
ve senaryonun daha ileri bir aşamaya taşınması bize gösteriyor ki, İhvan’ın en
güçlü dış hamisi bu dini mekânların asıl muhafızı haline gelecektir ve eğer ki
bu, Erdoğan ve Türk devleti olmaya devam ederse, onları dramatik bir şekilde
ümmet Müslümanlarının çoğunun sembolik lideri konumuna yükseltecektir.
Türkiye’nin Suudi
Arabistan aleyhine bir komplo kurduğuna ve Kralı devirmek için İhvan’la
doğrudan iş tuttuğuna dair ortada bir kanıt yok. Ama eğer ki İhvan “devrimci”
hedeflerini gerçekten başarırsa, Afro-Avrasya’nın kavşağında postmodern/post-Batılı
Yeni-Osmanlıcı İmparatorluğu yöneten Erdoğan’ı hemen 21. yüzyıl Halifesi olması
için ileriye sürecek ve böylelikle ona, küresel meselelerde daha evvel
görülmemiş jeopolitik bir nüfuz kazandıracaktır. Bunun gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği son derece şüpheli olsa da bahsi geçen fikrin, Türkiye’nin
daha fazla Ortadoğulu ve Kuzey Afrikalı Arap Müslüman’ı kendi Yeni-Osmanlıcı
davası için devşirmede bir ilham kaynağı olarak hizmet gördüğü söylenebilir.
Kuvvetle muhtemel ki bu senaryo, ille de Türkiye’nin kurnazlığı/becerisinden
değil, İhvan’ın kaotik durumları kendine özgü istismar etme becerisinden
kaynaklanabilir, (…).
İdari-siyasi ince
ayar
Yeni-Osmanlıcılığın
yumuşak güç payandaları, Ortadoğu ve Kuzey Afrika Müslümanlarının genişçe bir
kesimine cazip gelebilir ve bu da doğal olarak Türkiye’ye muazzam bir
jeopolitik hâkimiyet kazandırabilir. Ancak bunlar Erdoğan’ın beklediği şekilde
Ankara’nın nüfuzunu kalıcı ve sürekli kılmakta kendi başlarına yetersiz. Günün
birinde Türkiye’nin, daha evvel bahsettiğim “arkadan yönetme” stratejisi
çerçevesinde, İhvan’ın yönettiği ülkeleri etkileyebilmesi mümkün; ancak bu da
Türk devletinin hem içeride kendi istikrarına hem de komşularındaki istikrara
doğrudan bağımlı. Erdoğan’ın ön cephede ABD’nin Suriye savaşına dahil olması
yüzünden hem Türkiye hem de onun iki güney komşusu iyice istikrarsızlaştı – bu
da “İsrail”in, çevresindeki bütün Müslümanları bölmeye odaklı 1982 Yinon
Planı’nın 21. yüzyıl versiyonu olduğunu kendi kendine ele verdi. Bu ortaya
çıksa da o dönemde Erdoğan, sınırlarının hemen yanı başında kendisine bağlı –ve
Arap Dünyasında daha fazla ideolojik nüfuz kurabilmesi için kendisini başat bir
konuma taşıyacak– İhvan devletleri kurmayı mükemmel bir fırsat olarak gördü.
Tabii ki bu, Cumhurbaşkanı Esed’in daha evvel reddettiği Katar-Türkiye boru
hattının inşasını da sağlayacaktı.
Suriye Savaşı,
bütün failleri ve özellikle de Türkiye için başarısız bir girişim olduğunu
ispatlarken, aynı zamanda Yeni-Osmanlıcılığın nihai idari-siyasi ince ayarı da
görüldü. Türk akademisyen Dr. Can Erimtan 2013 yılı sonlarında şöyle bir
uyarıda bulunmuştu: “Hükümetin uzun vadeli hedefi, (iddiaya göre AKP’nin Hedef
2023’ünde belirtildiği gibi) Türkiye ulus-devletini Müslüman
etnisitelerin bir Anadolu federasyonuna dönüştürmek, muhtemelen Hilafeti de
ihya ederek. Böylelikle Türkiye’nin (bir
ulus-devlet olarak) geleceği, muhtemelen farklı etnik arka planlardan gelen
Müslümanların bir evi olan Anadolu’nun geçmişine tâbi olacak.” Bunun temelde
anlamı şu: Üniter Türk devletinin bir federasyona dönüşmesi, Ankara’ya
postmodern/post-Batılı Yeni-Osmanlıcı İmparatorluğu kurmak için farklı bir
etnik-milli kimlikten insanların [yani Arapların] yaşadığı toprakları
kendisine katma/ilhak etme esnekliği kazandıracaktır. Pratikte bu, Suriye’nin tamamen
veya kısmen, yeniden şekillenen Türkiye’nin bir parçası olmasını sağlayabilir
ve tabii Suriye ve Irak “Kürdistan”ı ile coğrafi açıdan büyük bir alanı
kaplayan Irak’ın Sünni bölgelerini de. Aslında Suriye ve Irak’ın
“federalleşmesi”, her iki örnekte de iç bölünmeye ve nihayetinde –Dr.
Erimtan’ın analizinin çağrıştırdığı gibi– Ankara’nın kontrolü altına
girebilecek transnasyonel bir devlet-altı “Sünnistan”ın oluşumuna yol
açacaktır.
Türkiye hala üniter
bir cumhuriyet; ancak eğer ki nisan ayındaki referandumda Anayasa
değişiklikleri halk tarafından onaylanırsa merkezi bir devlete doğru dönüşmenin
eşiğinde. Bu durumda Erdoğan, Anayasadan laikliği çıkararak veyahut en azından
fiilen çiğneyerek Atatürk’ün mirasını geri döndürme gücüne kavuşacaktır. Federal
bir cumhuriyete geçiş, vatandaşlara Kürtlerle bir uzlaşmanın ürünü gibi
pazarlanabilir; her ne kadar gerçekte, günün birinde Suriye-Irak “Kürdistan”ını
ve “Sünnistan”ı Yeni-Osmanlıcı Hilafete katmaya resmiyet kazandırmanın sinsi
bir manevrası olsa da. Eğer ki genişlemiş bir Türkiye (veya o dönemki adı her
ne olursa), Ürdün’e ve Suudi Arabistan’a doğrudan bağlanırsa, güney
komşularıyla hem işbirliği yapabilen hem de rekabet edebilen büyük bir küresel
güç haline gelecektir. Her iki durumda da ümmet içindeki, bilhassa bir zamanlar
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan coğrafyalardaki destekçileri
arasında çokça “saygı” görecektir. Bunun gerçekleşebilmesi için, daha evvel de
belirttiğim gibi, Türkiye’nin –cumhuriyetçi kimliğini ister sürdürsün ister sürdürmesin–
üniter bir devletten federal bir devlete geçmesi gerekir. Zira bu model, İhvan
kontrolündeki daha fazla toprağı ve daha fazla sempatizanı daha kolay bir
şekilde içine çekmesini sağlayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder