ÂLİM VE HÜKÜMDAR: İSLAM DÜNYASINDA SİYASET
SANCISI
Mu’tez el-Hatip (Hamad bir
Halife Üniversitesi İslam Hukuku ve Ahlak Merkezi öğretim üyesi)
El-Cezire
Arapça, 3.7.2017
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: “Arap Baharı”yla
birlikte başlayan ve son dönemde Katar Krizi’yle birlikte iyice alevlenen, Arap
dünyasında ulemanın keskin dinî fetvalarıyla ve açıklamalarıyla siyasi
meselelerde taraf olup birbiriyle kavgaya tutuşması üzerine İslam dünyasında
din-devlet, âlim-hükümdar ilişkisi meselesi yeniden önemli bir gündem maddesine
dönüştü. Arap dünyasında hâlihazırda yaşanan bu tartışmayı tarihî, siyasi,
fıkhi ve ahlaki bir çerçevede ele alan önemli bir tercümeyle bilgilerinize
sunma gereği duydum.
Ortadoğu’da 6 yıldır devam eden devrim ve karşı-devrim süreci, özellikle
siyasi meseleler ve din-iktidar çatışması hakkında –resmî ve yarı resmî dinî
heyetlerin ve şahısların verdiği– fetvaların ve dinî beyanatın artışıyla
birlikte, âlim-hükümdar ilişkisi problematiğini bir kez daha gündeme taşıdı.
Bu gelişme birtakım soruları beraberinde getirdi: Âlimin mevcut devletteki
rolü nedir, devlet organlarıyla ilişkisinin doğası nasıldır? Farklı taraflara
nispetle icra ettiği rolün sınırları nelerdir? Söyleminin muhtevası ve aldığı
pozisyonların veya verdiği fetvalarının dayanak noktaları nelerdir?
Âlim-hükümdar ilişkisi, tarih boyunca çekişme/ihtilaf, işbirliği ve
soğukluk/ilişkisizlik arasında birçok dönemeçlerden geçmiştir. Bu yüzden
literatürde hükümdarlara yanaşmayı kötüleyip kınayan birçok deyiş ve yazı
bulmak mümkündür. Özellikle İmam Suyuti (öl. H. 911) ve diğerleri bu konudaki
tasnifleriyle öne çıkarken, krallara ve sultanlara yazılan nasihatnameleri
tasnif edenler de mevcuttur.
Âlimler, hükümdarlarla çatışmaya girmeyi görevleri arasında saymadılar ve
iktidara da talip olmadılar. Aksine, tebliğle, hakkı yüksek sesle dillendirerek
ve kötülüğe karşı koyarak insanları şeriatın gerektirdiği gibi yaşamaya sevk
etmeyi temel görevleri olarak gördüler. Yani iki görevi üstlendiler: (i) şeriat
hükümlerini açıklamaya dayalı ilmî görev, (ii) gereken konumu almaya dayalı
ahlaki görev.
Câfer-i Sâdık’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Fakihler, Peygamberlerin
eminleridir; sultanlara yöneldiklerini (yani iktidardakilere meylettiklerini,
onlarla sıkı-fıkı olduklarını) görürseniz onlardan şüphelenin ve böylelerini
suçlayın.” Fakihler, yargı makamından hükümdarla sürtüşme ihtimali yüzünden
kaçınıyorlardı; hadis âlimleri de hükümdara yaklaşanları veya onunla iş
tutanları veyahut onun üzerini örten/perdeleyenleri kınıyor, yeriyorlardı. Zira
bunu, hem inancını hem de kendisine duyulan güveni etkileyen bir kabahat, bir
suç olarak görüyorlardı.
Hükümdara
yanaşanlar ise, [hükümdarın] maiyetindeki kötü kişilerin etrafında
iyiliği emredip kötülükten nehyeden hiç kimse kalmayacak şekilde onu tamamen
tecrit etmesinden korkarak, salt ıslah ve nasihat amacıyla yaklaşıyorlardı.
Yani onlar bunu, hükümdarla ilişkilerinin sınırlarını çerçeveleyen ahlaki bir
gerekçeye dayandırıyorlardı, her ne kadar hükümdarla kurdukları temaslar
istisnai kalsa da… Bu yüzden bazı tarihçileri, Kadı Ebubekir bin el-Arabî’nin
(öl. H.543) biyografisinde şunu vurgularken buluyoruz: “İktidarın kuyruğuna
takıldı ve hükümdarlarla şürekâsını açık açık uyarma noktasında ulemanın
yolundan gitmedi.”
Tarih
boyunca ulemanın geneli, hem ilmî (okullar ve müfredat) hem de maddi (özel ve
genel vakıflar) bakımdan kendi bağımsızlığını [yani devletten
bağımsızlığını] korudu. Fakihler, yönetim meselelerinde hükümdarın
hükümlerine önem verir hale geldiklerinde ise onları harekete geçiren temel
saik, Müslüman cemaatin ve dâru’l-İslam’ın birliğini korumak olup âlim-hükümdar
dengesini bu esas üzerine kuruyorlardı.
[Âlimlerin diğer görevi olan] İlmî
düzeye gelince, mesela İmam Şafii, fıkıh usulü konusunda ilk kitabını kaleme
alırken, iktidarın nassla oynamasını [yani kendi menfaatine göre
değiştirmesini] engellemek için dinî nassın şerhini katı bir metodolojiyle
kontrol altına almaya özen gösterdi. Tıpkı [Z.T.K. Abbasiler
döneminde (833-852) Mihne Olayları olarak bilinen] Kur’ân-ı Kerim’in mahlûk
[yani yaratışmış] olup olmadığı tartışmasında [Z.T.K. Kur’ân’ın
mahlûk olduğu görüşünü reddettiği için] Ahmed bin Hanbel’in yaşadığı
işkence ve sıkıntının, ulemanın yetkisinde yürüyen ilmî bir mesele olarak ele
alınmayıp siyasi imamın/Halifenin otoritesinin sınırı konusundaki bir çatışma
olarak okunması gibi.
Ancak
[modern dönemde] iktidar değişiklikleri ve sözde “ulus-devlet” denen
yapının doğuşu, bir yandan ulema müessesesi ve teşkilatlarıyla temsil edilen
ilmî otoritenin, diğer yandan rollerin ve [âlim-hükümdar] ilişkilerin[in]
şekillenmesi üzerinde çok büyük etkiler bıraktı.
Ulus-devlet,
sömürgeciliği miras aldı ve modern ideolojiler, Avrupa’dan örmek alınan
müesseseler ve teşkilatlar üzerinden oluşup şekillendi. Bu da İslam
toplumlarının aşina olduğu geleneksel teşkilatları, en önemlisi ulema
müessesesini ve rollerini tehdit eden şeydi. Devlet, modern hukukçuların
rollerini öne çıkararak –tarihsel olarak yasama yetkisini hep elinde tutmuş–
fakihler topluluğunu ötekileştirdi; ayrıca eğitim kurumlarını ve onunla
bağlantılı görevleri kontrolü altına aldı; ulemanın bağımsızlığının önemli bir
kaynağı olan vakıfları da kendisi idare etmeye başladı.
Ulus-devlet
mantığı, iktidarı tekeline almak için kontrol ve tahakküm kurma temel hedefi
üzerine inşa edildi. Bu bağlamda dinî söylem, siyasi rejimlerin –kendisine
muhalif olan İslami söylemle mücadele etme, çoktan yitirdiği dinî meşruiyetini
kazanma ve insanları maddi iktidara zorla ve sembolik dinî otoriteye de gönüllü
olarak boyun eğdirme hedefiyle– kontrol etmeye, kendi eğilim ve siyasetlerine
uyumlu (“resmî İslam” denilen) bir söylem üretmeye çalışmasında merkezî bir
unsur oldu.
Böylelikle
her devlet resmî dinî müesseseler kurmaya çalıştı. Tıpkı resmî müftülük
“makam”ı gibi; oysaki bir zamanlar fetva, devlet başkanının kararıyla resmî
iktidarın icraatlarına değil ilmî geleneğe göre, ancak ehil olan kişilerin
verebildiği ilmî bir görevdi. Yine her devlet, bazıları yerel bazıları ise
bölgesel veya uluslararası başka dinî müesseseler de kurdular. Mesela Ezher’e
bağlı İslami Araştırmalar Kurumu (1961), İslam Konferansı Örgütü’ne bağlı
Uluslararası İslami Fıkıh Kurumu (1981), Suudi Arabistan’a bağlı İslam Dünyası
Birliği/Rabıta (1962) ve bunlardan türeyen birçok heyet bu türden
müesseselerdi.
El-Ezher,
yaşadığı nice tarihî gelişmelere rağmen çoğunlukla ilmî ve maddi bağımsızlığını
korumayı başarmış bir kurumdu. Ancak Cemal Abdünnasır [1954-1970] döneminde
bir Mısır kurumuna dönüştü ve Ezher Şeyhi de ulema tarafından seçildikten sonra
cumhurbaşkanının tercihine göre atanır oldu.
Öte
yandan bu “resmî söylem”, eleştiri veya protesto yönü ağır basan, iktidardan
bağımsız paralel ilmî oluşumların şekillenmesini de tetikledi. Buradan iki
eğilim doğdu: (i) bütün âlimleri iktidarın uleması olarak yaftalayıp ardından
kendine mahsus merciler/otoriteler geliştiren cihadi Selefi eğilim, (ii) Arap
Devrimlerini dinî olarak destekleyen Avrupa Fetva ve Araştırma Meclisi
(1997) ve Dünya Müslüman Âlimler Birliği (2004) gibi Müslüman Kardeşler
yönelimi ağır basan bağımsız eğilim.
Her
ne kadar bu oluşumlar, aralarındaki ihtilaflar yüzünden önünde sonunda dinî ve
siyasi olarak birbirinden ayrışacak olsalar da, –net farklılıkların ve vizyon
ile merci/otorite ihtilafının biçimlenmesini sağlayan– 2010 yılı sonunda Arap
Devrimlerinin patlak vermesine kadar sözkonusu ayrışma hiç bu denli aşikar hale
gelmemişti. Devrimler iki kampın belirginleşmesini sağladı: (i) resmî
kurumların temsilcileri ve (ii) devrim fakihleri.
Karşı-devrimci
ülkeler, Mısır’daki askerî darbe (2013) sonrası iktidara bağlı fakihlerin
saflarını yeniden düzenlemeye çalıştılar. Bu bağlamda [BAE’ye bağlı] Abu
Dabi Emirliği, daha evvel Dünya Müslüman Âlimler Birliği başkan
yardımcılığını yürüten ancak darbe sonrası görevinden istifa eden Şeyh Abdullah
bin Beyye’nin başkanlığında Müslüman Toplumlarda Barışı Güçlendirme Forumu’nu
kurdu (2014). Ardından rejimlerden bağımsız dinî söylemi ve devrimlere
desteği baltalama çabası çerçevesinde [Müslüman
Kardeşler’e yakın] Dünya Müslüman Âlimler Birliği’yle mücadele etmek
üzere Müslüman Âkiller Meclisi’ni kurdu (2015). [Z.T.K. Dünya
Müslüman Âlimler Birliği’nin kurucusu ve başkanı, Katar’ı abluka altına
alan dört ülkenin “terör listesi”ne aldığı, şu an Doha’da yaşayan 91 yaşındaki Mısırlı âlim
Yusuf el-Karadavi’dir.]
Çatışma
siyasi alandan dinî alana da taşındı. Bizim de her biri aynı dinî merciye
dayanan ve fakat siyasi alanda gerçek İslam’ı temsil edenin kendisi olduğunu
iddia eden bu iki söylemle de artık yüzleşmemiz lazım. Zira fetvalar ve dinî
beyanlar, muhaliflerine karşı koyma politikasına dinî meşruiyet kazandırmak
için birer vesileye ve araca dönüştü; [bunun faili] ister (gösteri
yapmanın haram kılınmasında olduğu gibi) âlimlerin çoğunluğu, isterse (Katar’ın
kuşatılmasını destekleyen açıklamalarda olduğu gibi) devletlerin bizzat kendisi
olsun.
Peki,
şeyhleri ve âlimleri bu siyasi oyunun peşinden gitmeye sevk eden şey nedir?
Fıkhî metodolojinin ve ilmî yolun zaman zaman zalimane siyasetleri ve suçları
meşrulaştırması nasıl mümkün olabilmektedir? Bunun cevabı şu üç şeyde aranmalı:
(i) (tarihî) İslam fıkhı ve modern devlet aygıtı, (ii) şeyhlerin ve âlimlerin
bizzat kendileri ve karakterleri, (iii) metodolojisizlik ve şeyhlerin içinde
yaşadıkları gerçekliğe ve oynadıkları rollere ilişkin bilinç eksikliği.
İslam
fıkhı, –ümmetin ve daru’l-İslam’ın birliği çerçevesinde ve şeriata referansla–
ulema ile hükümdar arasında rol paylaşımına gidildiği bir Hilafet/İmamet
sistemi gölgesinde doğdu. Kanun yapma fakihlerin göreviydi. Ancak ulus-devletin
ortaya çıkışıyla şeriat devletten ayrıldı ve siyasi yapılar ya dine karşı ya da
dini dışlayıp kenara iterek kuruldu. Ulema da kendi içinde (i) devlet aygıtının
bir parçası olanlar (devlet memurları) ve (ii) farklı araçlarla iktidarı
değiştirmeye çalışanlar olarak ikiye bölündü.
İşte
buradan, ulus-devletin gölgesinde miras alınan farklı fıkıh anlayışları türedi.
Bunları, (i) protesto söylemini benimseyen İslami hareket fakihleri, (ii) kamu
işlerine karışmayan geleneksel fakihler, (iii) iktidarın maslahatını ve
siyasetini onaylayan devlet fakihleri ve (iv) Hilafet’i geri getirmek isteyen
“cihatçı” ve şiddete başvuran cemaatler olarak sınıflandırabiliriz.
Bu
bölünmeler yüzünden fakihlerin, fıkhın yapısını kendi kafalarına göre seçmeci
bir şekilde kurgulamalarına şahit olduk. Kanlı ve intikamcı fetvalarla
karşılaştık; tıpkı [Mısır’daki] askerî
darbeye karşı çıkan göstericiler hakkında “Onları öldürenlere ve [bu uğurda]
ölenlere müjdeler olsun” meşhur sözünü kullanan [Mısır Müftüsü] Ali
Cuma’nın fetvası veyahut [Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi Fıkıh Bölümü
eski başkanı Prof. Dr.] Saadeddin el-Hellâlî’nin tek bir subayın
öldürülmesi davasında 500’ü aşkın kişi hakkında verilen idam cezasını
onaylaması gibi…
Gelinen
noktada fıkıh; kâh siyasi despotluğun ve öldürme, işkence, idam gibi zulmün
araçlarından birine dönüştürüldü, kâh devrimin bir aracı haline getirilerek her
türlü devrimsel eylem Allah yolunda cihad kapsamına sokuldu, kâh uygulanması
mümkün değilmiş gibi göstermek amacıyla örf ve âdetlerden ve toplumsal
ihtiyaçlardan yabancılaştırıldı ve yanlışlığı ispatlanmaya çalışıldı.
Şeyhlere
ve âlimlere gelince, unutulmamalı ki onlar da fetvalarında ve genel işlerde şu
üç faktörden etkilenen birer beşer: (i) ilmî yeterlilik ve formasyon, (ii)
siyasi duruşlar ve temayüller, (iii) şahsi eğilimler ve arzu ve istekler
(ihtiraslar). İlmî geleneğin çöküşü, ulus-devletin ve onun dayandığı sistemin
yozlaşması ve dinî sembollerin üretimi ve pazarlanmasında basının ve siyasi
sistemin suiistimali neticesinde dinî bilgi de sulandı.
Müftülerin
veya dinî onay makamındakilerin siyasi temayülleri, fetvaların ve beyanatların
yorumlanmasında merkezî bir rol oynamaktadır. Devlet aygıtının bir parçası
olanlar, devletin iradesi dışında kendi istekleriyle veya korku duymadan tek
bir kelam dahi edemezler. Dolayısıyla devrim karşıtı bütün fetvaların devlet
memurlarından ve Müslüman Kardeşler hareketi karşıtlarından geldiğini
görüyoruz. Bunlardan bazıları, tıpkı Ezher şeyhi gibi iktidar partisinin bir
parçasıydı.
Şahsi
ihtiraslara gelince bu, tek tek müftülerin içine düştüğü tezatlardan da net bir
şekilde görüldü; tıpkı [Suriyeli büyük İslam âlimlerinden] Muhammed Said
el-Bûtî, [Mısır Müftüsü] Ali Cuma, [Ezher fıkıhçısı Prof. Dr.] Sadeddin
el-Hellâlî ve Ezher Şeyhi [Ahmed et-Tayyib] ile olduğu gibi. Bu konuyu
daha evvelki makalelerimde ayrıntısıyla ele almıştım. Sözkonusu ihtiraslar,
makam-mevki veya terfi çatışması veya insanlar arasındaki bireysel
hazımsızlıklar şeklini alabilir. Ulema eskiden beri âlimler arasındaki rekabet
konusunda hep uyarmıştır.
Metodolojiye
gelince bu, ilmî yeterlilik ve formasyonla ve
ayrıca ne kadar uyanık olunduğu, mevcut gerçekliğin ne derece bilindiği ve
ihtirasların, baskı ve zorlamaların peşinden sürüklenmemekle alakalı bir
meseledir. Metodolojisizlik, bir fikrin veya sistemin desteklenmesi için fıkhın
bir bahane veya araç olarak suiistimali yoluyla ihtirasların galebe çalmasından
kaynaklanabilir ve böylelikle metotta tutarsızlık ve tereddüt/dalgalanma
meydana gelir.
Günümüzde
verilen resmî beyanatı ve fetvaları incelediğimizde, kadim fukahanın yolundan
giderek üretilmiş muteber fıkhî deliller bulamıyoruz; üstelik bunlarda fıkıh
dili kullanılmadığı gibi ilmî disiplin de yok. En fazla yaptıkları,
genellemelerle ve –“ehven-i şer olanı tercih etme”, “kötülüklerin giderilmesi,
menfaatlerin elde edilmesinden evladır” gibi– genel kurallarla delil çıkartmak;
ama bunu yaparken de menfaat ve kötülük derken ne kastedildiği ve bunların
arasında nasıl bir denge kurulması gerektiği konusunda net birer kriter
getirilmiyor. Dolayısıyla geliştirebildikleri tek metot, sadece bir çıkış yolu
veya iktidarın ihtiraslarına uyan bir dayanak arayışı, o kadar.
Günümüz
resmî âlimlerinin siyasi duruşlarının belirli özellikleri vardır: İktidarın
temposuna ve ihtiyaçlarına uyumludur. İktidarın siyasi duruşuyla arasına bir
mesafe koymadan resmî söylemi benimser.
Çoğu zaman “siyasi” tartışmaya karşı-fetvalarla girer. Her ne kadar
fıkhî ihtilafın tarihî bir geleneği olsa da ve daha önemlisi, prensip olarak
tüm içtihatların meşruluğu kabul edilse de “resmî fetvalar”da bundan hiçbir
eser bulamayız. Zira siyasi muhaliflik ilkesine düşman resmî müftüler olarak
varlık gayeleri, zaten siyasi görevlerini icra etmektir; söylemleri, sadece ve
sadece insanların geneline/itaatle mükellef olanlara yöneliktir ve fetvaları,
zaten sırat-ı müstakim [yani doğru yol] üzere
yürüyen (!) iktidarın veya devletin politikalarına ve davranışlarına yönelik
değildir.
Peki
ama Müslüman, bu karmaşıklıklar ve din ile ilmin siyasetin bir aracına dönüşmesi
karşısında ne yapabilir?
Âlimler
eskiden de dinî fetvalarda ihtilaf meselesiyle yüzleşmişler ve Müslüman bireyi [fetvaların
farklılıklarıyla] şaşırtmışlardı. Bunun üzerine kişinin en güvendiği âlimi
taklit etmesini daha doğru buldular. Ama ya âlimler birbirleriyle eşit
seviyedeyse ne olacaktı? Bu konuda ihtilaf ettiler: Daha
ihtiyatlı diye [fetvası] en sert olanı, yani azimet yolunu mu takip
etmeli? Ruhsatları takip etme kastı olmadan istediği fetvayı mı almalı? Yoksa
kolayına geleni mi almalı?
Ancak
bu ihtilaf, dinin ibadetle alakalı meseleleri üzerineydi, yoksa siyasi ve genel
işlerle alakalı değil. Burada hüküm, şer’an muteber sayılan ilim, sahibini heva
ve hevesine uymaktan men edici amele yönlendirendir ilkesi üzerinden
verilebilir. Burada heva ve hevesle kastedilen şey, hizipçilik veya bir rejime
ya da şahsa bağlı/onun tarafında olmak ve delilsizlik veya iç tutarsızlıktır.
Bunun
şu kriterlerle formüle edilmesi mümkündür: Tıpkı bidatçinin bidate daveti gibi,
rejimi meşrulaştırmaya davet eden resmî veya yarı-resmî kurumların bir parçası
veyahut bir memur olmaması için müftü ile siyasi rejim arasında bir mesafe
bulunmalı; bireysel fetvalar veya heyet fetvaları tamamen tek bir tarafı
desteklemeye matuf olmamalı; bu fetvalar, rejime hiçbir eleştiri yöneltmeksizin
veyahut yoldan saptığında ona bir istikamet vermeye çalışmaksızın sadece halkı
muhatap almaya odaklanmamalı.
Şer’i
söylemin özelliği, dar veya tarafgir siyasi ve milli meseleleri aşan, geniş
kapsamlı bir söylem olması ve zarar ziyan vermeden ahlaki bir muhteva
taşımasıdır. Zira din, insanların ve Müslüman cemaatin maslahatını ifade eder.
Fıkhı bağlamı dışında
kullanma ve heva ve heves peşinde koşma meselesinde temel metodolojik kural
şudur: Her kim şer’i yükümlülükleri amacı dışında kullanmak isterse şeriatı
bozup tahrip eder ve şer’i hükümlerde heva ve hevese uymak da, Şatıbî’nin
deyimiyle tıpkı “eşyaları çalmak için üretilmiş makine gibi”, [üretilen
hükümlerle] dini dolandırmanın/dinden çalmanın bir yoludur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder