11 Temmuz 2016 Pazartesi

A.CROOKE: IŞID: BİLİŞSEL, SİSTEMİK BİR FİYASKO



IŞID: BİLİŞSEL, SİSTEMİK BİR FİYASKO

Alastair Crooke (İngiliz istihbarat servisi MI-6 ve AB diplomasisinde üst düzey görevlerde bulunmuş eski bir ajanı ve diplomat. Beyrut merkezli Conflicts Forum’un kurucusu ve başkanı. BM Medeniyetler İttifakı Küresel Uzmanlar komitesi üyesi)
Huffington Post, 13.12.2014

Tercüme: Zahide Tuba Kor

Ortadoğu’nun şiddet çılgınlığı içinde kendi kendini paramparça ettiğini izlerken birçok gözlemci gördüklerine inanamıyor: Bu nasıl olabilir? Nasıl böyle altüst olabilir? Beklenmedikliğiyle herkesi şok ettiği aşikar. Peki bu yeni bir istihbarat fiyaskosu mu, diye soruyorlar. Hayır, bu bir “istihbarat fiyaskosu” değil. Çok daha kötüsü. Sistemin kendi bilişsel ve zihinsel fiyaskosu bu. Aslında eli kulağındaki bu “cinnet”in işaretleri son 25 yıldır ortadaydı, açıkta “saklı”ydı. Nereye doğru gittiğimizi söylemek için “gizli istihbarat”a ihtiyaç yoktur; bunun için sadece bilişsel açıklık/berraklık yeterlidir. Yani olayların aktığı yönü “okuma” kabiliyeti gereklidir.

Batılı algılama hatası, Ortadoğu’yu tek bir bakış açısından anlamaya çalışmaktan kaynaklandı. Bu bakış açısı da çarpıktı. Öyle ki, şu anda gaza gelmiş Sünni radikaller yelpazesine giren güçleri destekleyecek denli çarpıktı. Besledikleri bu grupların bir gün kendilerine döneceklerini idrak edemeyecek denli onlara “yatırım” yapmışlardı. Uzunca bir süredir bu devlet [Z.T.K. Suudi Arabistan’ı kastediyor] Amerikan (ve İngiliz) müttefiki olageldi ve ABD’nin Sünni dünyanın liderliğine inancı o derece köklü idi ki bütün “sistem” de algısal olarak çarpık hale geldi.

Şu anda bile “sistem” kimle iş tuttuğunu algılamakta sıkıntı yaşıyor. Görünüşte Batı IŞİD’le savaşta. Bu basit bir iş gibi görünüyor, ama fiiliyatta ABD kendisini birçok “savaş”ın tepesine yerleştirdi. Vehhabi IŞİD’e karşı bir savaş var, ama aynı zamanda Vehhabi IŞİD ile Vehhabi Nusra Cephesi ve yine Vehhabi Suudi Arabistan ile Vehhabi Katar arasında da “savaş” var. Kısaca gerek Vahhabiliğin gerekse Sünni İslam’ın liderliği için bir “savaş” yürüyor.

Bunların dışında Sünni İslam’ın “Emir”i olmak için Türkiye de -Suriye’de ve IŞİD’in işgali altındaki Suriye ve Irak topraklarında- (Suudi Arabistan pahasına) bir “savaş” veriyor. Ve son olarak “tüm İslamcılar”a karşı Mısır, Suud ve BAE’nin ilan ettiği ve hâlihazırda Libya toprakları üzerinde yürütülen bir “savaş” var. Ve işte Amerika, İngiltere ve Fransa bütün bu Sünni-Sünni teolojik ve seküler-teolojik “savaşlar”ına dahil olmak istiyorlar.

Ama bu denli bir keşmekeş nasıl ortaya çıktı? Aslında bu kaçınılmaz değildi. (19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında) İslam’ı çağdaş modern dünyayla uyuşur hale getirmek için ortak bir İslami çaba söz konusuydu. Ancak bu Arap Rönesansı başarısız oldu ve olaylar henüz gelişmekte olan İslami hareketleri çok farklı bir yöne çevirdi.

Tam olarak anlayabilmek için şunu bilmeliyiz ki 19. yüzyıl ortalarından 1920’lere kadarki dönemde birçok Avrupa menşeli laiklik ve liberal piyasa kapitalizmi projesiyle İslam’a dil uzatıldı/saldırıldı. Açıkça söylemek gerekirse, bölgeye laikliğin davetsiz/zorla girişi hiçbir zaman iyi niyetli veya tarafsız olmadı. Türkiye’de Atatürk İslam’a karşı tavırlarında tam anlamıyla “Jakoben”di. İslam’ı aciz bırakmaya/güçten düşürmeye niyetlendi. İran ve Mısır da militan laikliği uyguladı.

İslam direndi ama zar zor. Ve ardından şahmerdan darbesi, yani Atatürk’ün İslam ümmetini dağıtan Hilafeti ilgası geldi. Bu laik, (Müslüman perspektiften) Türk ikonoklazm adımının ardından bölgeye İslamcılığın girişi başladı (1928-1929 Müslüman Kardeşler’in kuruluşu). Son derece önemli olan nokta, bu dönemde İslamcılığın “Arap Rönesansı”na –yani tam da Atatürk’ün temsil ettiği laik modele karşı– bir tepki olarak ortaya çıkışıydı. Duruş olarak son derece savunmacıydı ve doğrudan laiklikle ve sosyalizmle rekabet edip nihai noktada onları galebe çalmayı hedefliyordu.

Ama buradaki asıl önemli nokta şu oldu: Laik Batı modernitesinin çekiciliğiyle “yarışmak” için Sünni İslamcılık literal bir hale büründü. (Literal olmayan) tarihî söylemle ve entelektüel İslami gelenekle bağını kopardı ve dinselliği [yani Sünni İslamcılığın dinselliği] dışsallaşan, aşırı görünür, neredeyse sekülerleşmiş/dünyevileşmiş harici bir tasarıma dönüştü. Bir taraftan kamusal toplumsal hayır işleriyle, diğer taraftan metinlerin ve şeriatın harici ve literal yönüne vurguyla ve İslami “kimliğin” son derece görünür bir dışavurumuyla alakalı hale geldi.

Sosyoekonomik cazibesinden ve seküler iktidarı elde etmenin en iyi yolu olarak görülmesinden dolayı bu yapının peşinden gidildi. Müslüman Kardeşler bu yönelimin baş örneğiydi. Mesela 2012’deki Mısır seçimlerinde bu hareket, sadece sosyoekonomik başarılarıyla değerlendirilmeyi istedi.

Ancak bu inisiyatif iki yönlüydü. Tayyip Erdoğan, Türk “tarihi misyonu”nu ve Sünni dünyada Türk nüfuzunu yeniden canlandırmada bir araç olarak bu yönelime ağırlık verdi. Ama Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı Suud’un ve BAE’nin Mısır’daki darbeyi finanse etmeleri ve Müslüman Kardeşler’i (ve Türkiye’nin büyük hedefini) yok etmek için topyekun bir savaş başlatmaları, Sünni İslamcılığın tam anlamıyla literal olmayan ve halkın egemenliği anlayışına bağlı olan bir unsurunu tüketti.

Müslüman Kardeşler’in düşüşüyle birlikte “ayakta kalan” tek Sünni İslamcı akım, (yeni kolu kanadı kırılan İhvan modelinin aksine) İslam’ı tamamen unutup dinden çıkan toplumları “imana davet”in nasıl gerçekleştirileceği konusuna daha fazla odaklanan [yani davetçi] akımlardı.

(...) [Z.T.K. Yazar, Afganistan’da Vehhabilikle İslamcılığın nasıl birbiriyle bütünleştiğinden ve Suud destekli Vehhabi “Kültürel Devrim”den bahsettikten sonra şunları yazmış:]

Ama bunun [Afganistan’daki Vehhabilikle İslamcılığın kaynaşmasının] devasa önemi Batılılar gözünde hiç yer etmedi. Zira Afganistan, Amerikan Başkanı Reagan ve İngiliz Başbakanı Thatcher’ın dış politikasında “tacın mücevheri” mesabesindeydi. Kimse bu “başarı”nın sorgulanmasını istemiyordu. (O dönemdeki şahsi tecrübelerimden bunu yakinen biliyorum.) Bir an üzerinde düşünmeyi bırakın, Batı –kendi çıkarları için Sünni İslam’ın gaza gelmiş savaşçılarını kullanmak suretiyle– Suudi müttefikiyle büyük oynadı.

11 Eylül’ün akabinde bile çok az şey değişti. Suudi Arabistan’ın Şiilerden nefret gibi bazı en derin önyargıları Batı tarafından absorbe edilerek kendi amaçları için kullanıldı. Onların Şii karşıtı söylemi bizim “Şer Ekseni”miz oldu. “Şer Ekseni”ndeki Saddam Hüseyin, Kaddafi, Hizbullah, Esed ve İran’ın hiçbirisi aslında Batı’ya gerçek birer tehdit değildi; ama tamamı, –bizim tarafımızdan absorbe edilen– Körfez’in antipatisinin hedefleriydi.

Ve bu bugüne kadar devam etti. [Z.T.K. Suudi Arabistan Milli Güvenlik Konseyi genel sekreteri, Suud istihbarat başkanı ve Kral Abdullah’ın özel elçisi olan, daha evvel de 22 yıl Suud’un ABD büyükelçiliğini yürüten] Suudi Prensi Bender, Cumhurbaşkanı Esed’den kurtulma görevi kendisine tevdi edilirken Kral Abdullah’tan aldığı talimatı anlatırken dedi ki “bulabildiğim ‘her ... cihatçı’yı kiralamayı gerektirse dahi Kraliyetin talimatlarını yerine getireceğim.” Batı görmezden geldi (yine bir sistemik fiyasko) ve birkaç yıldır –cihatçılar da dahil– yabancı savaşçıların eğitimine ve Suriye’ye girişine bilfiil yardım etti. (...)

Öyle görünüyor ki Başkan Obama bu orantısızlığın olumsuz sonuçlarını anlamış durumda; zira Sünnilerle Şiiler arasında yeniden denge kurma ihtiyacından bahsetti, tek başına bunun bölgenin tüm problemlerini çözmeye hizmet etmeyecek olsa da bazı zehirleri kurutabileceğini de ekleyerek… Ancak alışılagelmiş davranış dinamiği öne çıkmışa benziyor. Zira Obama da –esasında Sünni Hilafet “fikri”ne karşı Sünni İslam’ın doğası etrafında dönen– çok-cepheli bir savaşın içine çekilmiş durumda.

Ortadoğu konusunda oldukça yetkin isimlerden Scott Ritter şöyle yazıyor:
"İslam Devletine karşı (herhangi bir Amerikan) zaferi elde edebilmek için kilit nokta ... ‘Hilafet’in sözde ‘teröristler’in suni bir inşasından ibaret değil, ondan çok daha fazlası olduğu hakikatini dikkate almayı gerektiriyor. (...) Arap Hilafeti fikri, İslam Devletinin radikal cihatçılarının hiç yoktan icat ettikleri yeni bir olgu değil. Aksine Yakın Doğu ve Mezopotamya’daki Sünni Arapların bilinçaltında yüz yılı aşkın bir süredir bu zaten mevcut.
Şimdiye kadar İslam Devletinin başarısının özü, radikal vizyonunun geniş kitlelerce sahiplenilmesinden değil, uzunca bir süredir Batılı güçler ve onların bölgesel otokratik müttefiklerince söndürülen bir rüyayı dillendirmesinden kaynaklanıyor. (...) Bombalar ve füzeler, binaları havaya uçurup şehitler yaratmada mahirdir, ama fikirleri yok etmeye sıra geldiğinde hiçbir zaman başarılı olamamıştır.
Rakip herhangi bir ideolojinin yokluğunda, İslam Devletine karşı bu yeni savaşın –bugün Suriye ve Irak’ta çok fazla sayıda Sünni Arap’ın gönüllerinde ve zihinlerindeki Sünni Arap Hilafeti rüyasını alt etmede– başarılı olmasını beklemek gerçekten zor. Aksine, bu askeri seferberliğin radikal Sünni çeperi güçlendirerek körüklemekten başka bir işe yaramaması muhtemel.”

Ve bu, hayati bir stratejik hatayı yansıtıyor: Sünni bir “terörist” grubun sadece ve sadece Sünnilerce alt edilebileceği faraziyesi, ki bu yanlış. ABD bir kez daha –aslında kendisine hiçbir yardımda bulunamayacak olan “vazgeçilmez müttefiki”ne [Z.T.K. Suudi Arabistan’ı kastediyor] yüzünü dönmüş durumda. ABD radikalleşmiş Sünni İslam’a çeşit çeşit yollarla aşırı derecede yatırım yapıyor. (...)


Bu kargaşada Amerikan politikasının dümenini ele almak için hakiki bir Amerikan “Bismark”ı gerekiyor. Bu çetrefilli Sünni teoloji ile Hilafet idealizmi arasındaki ümitsiz bağ ortadayken ABD herhangi bir şekilde aracı olmayı nasıl ümit edebilir? Gerçek şu ki Sünni İslam’ın temelleri yıkıldı ve kralın bütün atları da bütün adamları da bunu tekrar bir araya kolayca getiremeyecek. Sünni İslam’ın derin bir şekilde yarılan ve dağılan parçalarını bir araya getirmeye çalışmak acaba Amerikalılara ve Avrupalılara mı düşer?


1 yorum:

  1. bu dünyada savaşların asırlardı devam ettiği savaşılan ve daimi savaşılmaya devam edilecek olan Ortadoğu'ndan başka bir coğrafya kalmadı mı bu dünyada?

    YanıtlaSil