IŞID: BİLİŞSEL, SİSTEMİK BİR
FİYASKO
Alastair Crooke (İngiliz istihbarat servisi MI-6 ve AB diplomasisinde üst düzey
görevlerde bulunmuş eski bir ajanı ve diplomat. Beyrut merkezli Conflicts
Forum’un kurucusu ve başkanı. BM Medeniyetler İttifakı Küresel Uzmanlar
komitesi üyesi)
Huffington Post, 13.12.2014
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Ortadoğu’nun şiddet çılgınlığı
içinde kendi kendini paramparça ettiğini izlerken birçok gözlemci gördüklerine
inanamıyor: Bu nasıl olabilir? Nasıl böyle altüst olabilir? Beklenmedikliğiyle
herkesi şok ettiği aşikar. Peki bu yeni bir istihbarat fiyaskosu mu, diye
soruyorlar. Hayır, bu bir “istihbarat fiyaskosu” değil. Çok daha kötüsü.
Sistemin kendi bilişsel ve zihinsel fiyaskosu bu. Aslında eli kulağındaki bu
“cinnet”in işaretleri son 25 yıldır ortadaydı, açıkta “saklı”ydı. Nereye doğru
gittiğimizi söylemek için “gizli istihbarat”a ihtiyaç yoktur; bunun için sadece
bilişsel açıklık/berraklık yeterlidir. Yani olayların aktığı yönü “okuma”
kabiliyeti gereklidir.
Batılı algılama hatası,
Ortadoğu’yu tek bir bakış açısından anlamaya çalışmaktan kaynaklandı. Bu bakış
açısı da çarpıktı. Öyle ki, şu anda gaza gelmiş Sünni radikaller yelpazesine
giren güçleri destekleyecek denli çarpıktı. Besledikleri bu grupların bir gün
kendilerine döneceklerini idrak edemeyecek denli onlara “yatırım” yapmışlardı.
Uzunca bir süredir bu devlet [Z.T.K. Suudi Arabistan’ı kastediyor] Amerikan
(ve İngiliz) müttefiki olageldi ve ABD’nin Sünni dünyanın liderliğine inancı o
derece köklü idi ki bütün “sistem” de algısal olarak çarpık hale geldi.
Şu anda bile “sistem” kimle iş
tuttuğunu algılamakta sıkıntı yaşıyor. Görünüşte Batı IŞİD’le savaşta. Bu basit
bir iş gibi görünüyor, ama fiiliyatta ABD kendisini birçok “savaş”ın tepesine
yerleştirdi. Vehhabi IŞİD’e karşı bir savaş var, ama aynı zamanda Vehhabi IŞİD
ile Vehhabi Nusra Cephesi ve yine Vehhabi Suudi Arabistan ile Vehhabi Katar
arasında da “savaş” var. Kısaca gerek Vahhabiliğin gerekse Sünni İslam’ın
liderliği için bir “savaş” yürüyor.
Bunların dışında Sünni
İslam’ın “Emir”i olmak için Türkiye de -Suriye’de ve IŞİD’in işgali altındaki
Suriye ve Irak topraklarında- (Suudi Arabistan pahasına) bir “savaş” veriyor.
Ve son olarak “tüm İslamcılar”a karşı Mısır, Suud ve BAE’nin ilan ettiği ve
hâlihazırda Libya toprakları üzerinde yürütülen bir “savaş” var. Ve işte
Amerika, İngiltere ve Fransa bütün bu Sünni-Sünni teolojik ve seküler-teolojik
“savaşlar”ına dahil olmak istiyorlar.
Ama bu denli bir keşmekeş
nasıl ortaya çıktı? Aslında bu kaçınılmaz değildi. (19. yüzyıl sonu ve 20.
yüzyıl başında) İslam’ı çağdaş modern dünyayla uyuşur hale getirmek için ortak
bir İslami çaba söz konusuydu. Ancak bu Arap Rönesansı başarısız oldu ve olaylar
henüz gelişmekte olan İslami hareketleri çok farklı bir yöne çevirdi.
Tam olarak anlayabilmek için şunu
bilmeliyiz ki 19. yüzyıl ortalarından 1920’lere kadarki dönemde birçok Avrupa
menşeli laiklik ve liberal piyasa kapitalizmi projesiyle İslam’a dil
uzatıldı/saldırıldı. Açıkça söylemek gerekirse, bölgeye laikliğin
davetsiz/zorla girişi hiçbir zaman iyi niyetli veya tarafsız olmadı. Türkiye’de
Atatürk İslam’a karşı tavırlarında tam anlamıyla “Jakoben”di. İslam’ı aciz
bırakmaya/güçten düşürmeye niyetlendi. İran ve Mısır da militan laikliği
uyguladı.
İslam direndi ama zar zor. Ve
ardından şahmerdan darbesi, yani Atatürk’ün İslam ümmetini dağıtan Hilafeti
ilgası geldi. Bu laik, (Müslüman perspektiften) Türk ikonoklazm adımının
ardından bölgeye İslamcılığın girişi başladı (1928-1929 Müslüman Kardeşler’in
kuruluşu). Son derece önemli olan nokta, bu dönemde İslamcılığın “Arap
Rönesansı”na –yani tam da Atatürk’ün temsil ettiği laik modele karşı– bir tepki
olarak ortaya çıkışıydı. Duruş olarak son derece savunmacıydı ve doğrudan
laiklikle ve sosyalizmle rekabet edip nihai noktada onları galebe çalmayı hedefliyordu.
Ama buradaki asıl önemli nokta
şu oldu: Laik Batı modernitesinin çekiciliğiyle “yarışmak” için Sünni
İslamcılık literal bir hale büründü. (Literal olmayan) tarihî söylemle ve
entelektüel İslami gelenekle bağını kopardı ve dinselliği [yani Sünni İslamcılığın
dinselliği] dışsallaşan, aşırı görünür, neredeyse
sekülerleşmiş/dünyevileşmiş harici bir tasarıma dönüştü. Bir taraftan kamusal
toplumsal hayır işleriyle, diğer taraftan metinlerin ve şeriatın harici ve
literal yönüne vurguyla ve İslami “kimliğin” son derece görünür bir
dışavurumuyla alakalı hale geldi.
Sosyoekonomik cazibesinden ve
seküler iktidarı elde etmenin en iyi yolu olarak görülmesinden dolayı bu
yapının peşinden gidildi. Müslüman Kardeşler bu yönelimin baş örneğiydi. Mesela
2012’deki Mısır seçimlerinde bu hareket, sadece sosyoekonomik başarılarıyla
değerlendirilmeyi istedi.
Ancak bu inisiyatif iki
yönlüydü. Tayyip Erdoğan, Türk “tarihi misyonu”nu ve Sünni dünyada Türk
nüfuzunu yeniden canlandırmada bir araç olarak bu yönelime ağırlık verdi. Ama
Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı Suud’un ve BAE’nin Mısır’daki darbeyi finanse
etmeleri ve Müslüman Kardeşler’i (ve Türkiye’nin büyük hedefini) yok etmek için
topyekun bir savaş başlatmaları, Sünni İslamcılığın tam anlamıyla literal
olmayan ve halkın egemenliği anlayışına bağlı olan bir unsurunu tüketti.
Müslüman Kardeşler’in
düşüşüyle birlikte “ayakta kalan” tek Sünni İslamcı akım, (yeni kolu kanadı
kırılan İhvan modelinin aksine) İslam’ı tamamen unutup dinden çıkan toplumları
“imana davet”in nasıl gerçekleştirileceği konusuna daha fazla odaklanan [yani
davetçi] akımlardı.
(...) [Z.T.K. Yazar,
Afganistan’da Vehhabilikle İslamcılığın nasıl birbiriyle bütünleştiğinden ve
Suud destekli Vehhabi “Kültürel Devrim”den bahsettikten sonra şunları yazmış:]
Ama bunun [Afganistan’daki
Vehhabilikle İslamcılığın kaynaşmasının] devasa önemi Batılılar gözünde hiç
yer etmedi. Zira Afganistan, Amerikan Başkanı Reagan ve İngiliz Başbakanı
Thatcher’ın dış politikasında “tacın mücevheri” mesabesindeydi. Kimse bu “başarı”nın
sorgulanmasını istemiyordu. (O dönemdeki şahsi tecrübelerimden bunu yakinen
biliyorum.) Bir an üzerinde düşünmeyi bırakın, Batı –kendi çıkarları için Sünni
İslam’ın gaza gelmiş savaşçılarını kullanmak suretiyle– Suudi müttefikiyle
büyük oynadı.
11 Eylül’ün akabinde bile çok
az şey değişti. Suudi Arabistan’ın Şiilerden nefret gibi bazı en derin
önyargıları Batı tarafından absorbe edilerek kendi amaçları için kullanıldı.
Onların Şii karşıtı söylemi bizim “Şer Ekseni”miz oldu. “Şer Ekseni”ndeki Saddam
Hüseyin, Kaddafi, Hizbullah, Esed ve İran’ın hiçbirisi aslında Batı’ya gerçek
birer tehdit değildi; ama tamamı, –bizim tarafımızdan absorbe edilen– Körfez’in
antipatisinin hedefleriydi.
Ve bu bugüne kadar devam etti.
[Z.T.K. Suudi Arabistan Milli Güvenlik Konseyi genel sekreteri, Suud
istihbarat başkanı ve Kral Abdullah’ın özel elçisi olan, daha evvel de 22 yıl
Suud’un ABD büyükelçiliğini yürüten] Suudi Prensi Bender, Cumhurbaşkanı
Esed’den kurtulma görevi kendisine tevdi edilirken Kral Abdullah’tan aldığı
talimatı anlatırken dedi ki “bulabildiğim ‘her ... cihatçı’yı kiralamayı
gerektirse dahi Kraliyetin talimatlarını yerine getireceğim.” Batı görmezden
geldi (yine bir sistemik fiyasko) ve birkaç yıldır –cihatçılar da dahil–
yabancı savaşçıların eğitimine ve Suriye’ye girişine bilfiil yardım etti. (...)
Öyle görünüyor ki Başkan Obama
bu orantısızlığın olumsuz sonuçlarını anlamış durumda; zira Sünnilerle Şiiler
arasında yeniden denge kurma ihtiyacından bahsetti, tek başına bunun bölgenin
tüm problemlerini çözmeye hizmet etmeyecek olsa da bazı zehirleri
kurutabileceğini de ekleyerek… Ancak alışılagelmiş davranış dinamiği öne
çıkmışa benziyor. Zira Obama da –esasında Sünni Hilafet “fikri”ne karşı Sünni
İslam’ın doğası etrafında dönen– çok-cepheli bir savaşın içine çekilmiş
durumda.
Ortadoğu konusunda oldukça
yetkin isimlerden Scott Ritter şöyle yazıyor:
"İslam Devletine karşı (herhangi bir Amerikan)
zaferi elde edebilmek için kilit nokta ... ‘Hilafet’in sözde ‘teröristler’in
suni bir inşasından ibaret değil, ondan çok daha fazlası olduğu hakikatini
dikkate almayı gerektiriyor. (...) Arap Hilafeti fikri, İslam Devletinin
radikal cihatçılarının hiç yoktan icat ettikleri yeni bir olgu değil. Aksine
Yakın Doğu ve Mezopotamya’daki Sünni Arapların bilinçaltında yüz yılı aşkın bir
süredir bu zaten mevcut.
Şimdiye kadar İslam Devletinin başarısının özü, radikal
vizyonunun geniş kitlelerce sahiplenilmesinden değil, uzunca bir süredir Batılı
güçler ve onların bölgesel otokratik müttefiklerince söndürülen bir rüyayı
dillendirmesinden kaynaklanıyor. (...) Bombalar ve füzeler, binaları havaya
uçurup şehitler yaratmada mahirdir, ama fikirleri yok etmeye sıra geldiğinde
hiçbir zaman başarılı olamamıştır.
Rakip herhangi bir ideolojinin yokluğunda, İslam
Devletine karşı bu yeni savaşın –bugün Suriye ve Irak’ta çok fazla sayıda Sünni
Arap’ın gönüllerinde ve zihinlerindeki Sünni Arap Hilafeti rüyasını alt etmede–
başarılı olmasını beklemek gerçekten zor. Aksine, bu askeri seferberliğin
radikal Sünni çeperi güçlendirerek körüklemekten başka bir işe yaramaması
muhtemel.”
Ve bu, hayati bir stratejik
hatayı yansıtıyor: Sünni bir “terörist” grubun sadece ve sadece Sünnilerce alt
edilebileceği faraziyesi, ki bu yanlış. ABD bir kez daha –aslında kendisine
hiçbir yardımda bulunamayacak olan– “vazgeçilmez
müttefiki”ne [Z.T.K. Suudi Arabistan’ı kastediyor] yüzünü dönmüş
durumda. ABD radikalleşmiş Sünni İslam’a çeşit çeşit yollarla aşırı derecede
yatırım yapıyor. (...)
Bu kargaşada Amerikan
politikasının dümenini ele almak için hakiki bir Amerikan “Bismark”ı gerekiyor.
Bu çetrefilli Sünni teoloji ile Hilafet idealizmi arasındaki ümitsiz bağ
ortadayken ABD herhangi bir şekilde aracı olmayı nasıl ümit edebilir? Gerçek şu
ki Sünni İslam’ın temelleri yıkıldı ve kralın bütün atları da bütün adamları da
bunu tekrar bir araya kolayca getiremeyecek. Sünni İslam’ın derin bir şekilde
yarılan ve dağılan parçalarını bir araya getirmeye çalışmak acaba Amerikalılara
ve Avrupalılara mı düşer?
bu dünyada savaşların asırlardı devam ettiği savaşılan ve daimi savaşılmaya devam edilecek olan Ortadoğu'ndan başka bir coğrafya kalmadı mı bu dünyada?
YanıtlaSil