Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 16, Eylül 2004, s.63-65.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
DÜNYANIN en kritik coğrafyasında, ticaret ve enerji yolları ile güvenlik eksenlerinin kesişim noktasında yer alan Türkiye ve İran, ideolojik zıtlaşma ve rekabete rağmen hiçbir zaman birbirini göz ardı edemedi. Dış politikanın iç politika ve ideolojik tercihlerle şekillendiği en gerilimli dönemlerde dahi ilişkiler kesintiye uğramadı. Zira her iki ülke de dış dünyaya açılmada ve bölge politikalarında etkinlik kazanmada komşusunu vazgeçilmez olarak gördü.
Köklü bir devlet geleneğine sahip olan ve İslam’ın Sünni ve Şii yorumlarının liderliğini temsil eden Osmanlılar ve Persler, 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile sıcak çatışmayı sona erdirerek çevreye nüfuz konusunda rekabete girdiler. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni devletlerle rekabete dayalı geleneksel ilişkiler değişti. Batılılaşma ve çağdaşlaşmayı hedef alarak benzer bir dizi reform çabasına giren Türkiye ve İran birbirine yakınlaştı. Hilafetin kaldırılması ve Musul meselesi sırasında kısa dönemli gerginlikler yaşansa da, 1929’da imzalanan Türk-İran Dostluk ve Güvenlik Anlaşması ile ilişkiler daha da pekişti. Orta Doğu’ya yönelik İtalyan tehdidine karşı iki ülke, 1937’de Sadabad Paktı ile bir araya geldi.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından gündeme gelen Sovyet talepleriyle kendilerini tehdit altında hisseden iki ülke Batı bloğunda yer aldı. Bu bağlamda Sovyetlerin Orta Doğu’ya yayılmasını önlemek üzere 1955’te kurulan Bağdat Paktı’na dahil oldular. Ancak İsrail’i kuruluşunun hemen ardından tanıyarak Arap ülkelerinden daha da izole olan Türkiye ve İran, bölge ülkelerini bölerek Arap Soğuk Savaşı’nın katalizörü oldular. 1958’de Irak’ta yaşanan darbe sonucu paktın tek Arap üyesini de kaybederek işlevsizleşmesinin ardından, bölge güvenliğini sağlamak üzere ABD öncülüğünde kurulan CENTO’ya katıldılar.
Türkiye ve İran, Batı’nın Orta Doğu’ya ilişkin politikalarında farklı dönemlerde ön plana çıkarıldılar. Soğuk Savaş’ın ilk döneminde Türkiye ABD’nin bölgedeki en önemli müttefikiyken, 1960’larda gerilmeye başlayan ve 70’lerde kopma noktasına gelen ilişkilere paralel olarak İran ön plana çıktı ve Nixon Doktrini ile ABD’nin en önemli müttefiki haline geldi. Ancak 1979 Devrimi ve Rehineler Krizi’nin ardından ABD’nin İran’la tüm diplomatik ilişkilerini kesmesiyle Türkiye yeniden başrole yükseldi. ABD’nin bu tercihleri iki ülke arasındaki ilişkilerin seyrinde etkili oldu.
1979 Devrimi beklenilenin aksine Türk-İran ilişkilerine ölümcül bir darbe vurmadı. Rejimlerin ideolojik farklılıkları bazı problemleri beraberinde getirse de, iki ülke ilişkileri şartların da zorlamasıyla pragmatik bir çerçevede seyretti. Türkiye, devrimi İran’ın iç meselesi olarak değerlendirip tarafsız kaldı ve yeni rejimi hemen tanıdı. Rehineler krizi sırasında ABD’nin ekonomik ve diplomatik boykot çağrısına uymadı ve müdahale için İncirlik Üssü’nü kullanmasına da izin vermedi. İran-Irak Savaşı’nda iktidarda olan askerî hükümet, aktif tarafsızlık politikasını benimseyerek her iki ülkeyle de ticarî ilişkilerini yoğunlaştırdı. İran’a petrol karşılığında silah ve diğer stratejik ürünleri sağladı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 1984-85 döneminde 2,3 milyar dolara yükseldi. Yoğun ticarî ilişkiler, 1985’te Türkiye-İran-Pakistan arasında Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO)’nın kurulmasıyla sonuçlandı. Bu teşkilat 1992’de Azerbaycan, Afganistan ve bazı Orta Asya Cumhuriyetleri’nin katılımıyla genişleyecekti. Ancak İran ile Türkiye’nin ticareti 1986’dan itibaren düşüşe geçti.
İran’daki rejim değişikliğinin ardından ilk on yılda pek çok konuda gerilimler yaşandı. İran’dan kaçan Şah taraftarı mülteciler için Türkiye’nin bir geçiş ülkesi olması, İran’ın Kuzey Irak’taki Kürtleri yönetime karşı aktif olarak kullanması ve Türkiye’nin Irak’ta PKK’ya yönelik sıcak takip operasyonları iki ülke arasında derin kaygılara sebep oldu. 1984’te toprakları üzerinde birbirlerini tehdit eden unsurlarla mücadele etmeye yönelik bir anlaşma imzalasalar da, rejim karşıtı grupları destekledikleri yönündeki suçlamalarına devam ettiler.
1990’larda Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından ortaya çıkan yeni durumda gerilim alanları daha da çeşitlendi. Orta Asya, Kafkaslar, Hazar ve Orta Doğu’ya ilişkin jeopolitik ve jeostratejik endişeler ilişkileri belirledi. Orta Asya’daki güç boşluğunu doldurma konusunda rekabete giren iki ülkenin ilişkilerinde en önemli gerilim noktası Azerbaycan oldu. “Kardeş ülke” Azerbaycan, ülkesinin kuzeyinde yaklaşık %40 oranında Azerî nüfus barındıran İran’ı oldukça tedirgin etmekteydi ve bu, İran’ın Azerbaycan aleyhine tüm girişimlere örtülü destek vermesini beraberinde getirdi. Etnik ve dinî meselelerin dışında Hazar’ın statüsü, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı, Dağlık Karabağ gibi hemen her alanda yaşadıkları ciddi problemler Azerbaycan’ı Türkiye, Gürcistan, ABD ve İsrail’e; İran’ı da Rusya ve Ermenistan’a yakınlaştırarak bölgede bir nevi kutuplaşmaya sebep oldu. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin ABD ve İsrail ile artan yakın ilişkileri İran’ı rahatsız ederken; İran’ın Rusya, Çin, Ermenistan, Yunanistan ve Suriye ile kurduğu eksen de Türkiye’yi kaygılandırmaktaydı. İdeolojik endişelerin ikili ilişkileri belirlediği bu dönemde iki ülke, rejim karşıtı ayrılıkçı ve terörist gruplara destek vermekle birbirlerini suçlamayı sürdürdü.
İdeolojik ve siyasî kutuplaşmanın hakim olduğu bu dönemde ekonomik alanda işbirliği devam etti. 1993’te ABD’nin “çifte kuşatma” politikası adı altında Irak’a uygulamakta olduğu ekonomik ve siyasî ambargoya İran’ı da dahil etme çabasını Türkiye benimsemedi. 1996’da ABD’nin İran ve Libya ile 20 milyon doların üzerinde anlaşma imzalayanlara çeşitli müeyyideler uygulama yönünde aldığı karara rağmen, Refah-Yol hükümeti İran ile 23 milyar dolarlık doğal gaz anlaşması imzaladı. Ayrıca İslam ülkeleri arasında ekonomik işbirliğini artırmak amacıyla Türkiye öncülüğünde kurulan D-8’e İran da dahil edildi.
1979 sonrası “sürdürülebilir gerginlik” siyaseti çerçevesinde yürüyen ilişkilerde, ortak güvenlik kaygılarının ön plana çıktığı Irak Savaşı bir dönüm noktası oldu. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasından yana olan ve ABD ile İsrail’in bölgedeki faaliyetlerinden rahatsız olan iki ülke, bölgesel istikrar için dayanışma sürecine girdi. Teröre destek vermek ve kitle imha silahları edinmeye çalışmakla suçlanan 11 Eylül’ün hedef ülkelerinden İran, “pasif düşman”dan “aktif düşman”a dönüştükçe Türkiye ile olan ilişkilerine daha çok önem vermeye başladı.
İran’a Kritik Ziyaret
ABD’nin Irak’ta çıkmaza düştüğü, İsrail ile birlikte İran’a yönelik tehditlerini artırdığı ve muhtemel bir saldırı için meşruiyet zemini oluşturma çabalarını yoğunlaştırdığı, Türk-İsrail ilişkilerinin sorgulandığı ve Iraklı üst düzey yöneticilerin başta İran olmak üzere bölge ülkelerini düşman ilan ettiği bir dönemde Başbakan Erdoğan İran’a bir ziyaret düzenledi. Daha önce üç kez ertelenen kritik ziyaret bazı çevreleri harekete geçirdi. Türkiye; Suriye ve İran ile ABD ve İsrail’e karşı eksen oluşturmakla suçlanarak hedef gösterildi.
Hükümete yönelik iç ve dış tehditlerin arttığı böyle kritik bir ortamda yapılan ziyarette bazı önemli adımlar atıldı. İran, PKK/Kongra-Gel’i terör örgütü olarak kabul ederken, Türkiye de İran rejimine karşı Irak üzerinden mücadele veren Halkın Mücahitleri Örgütü’nü yakın takibe alıp istihbarat bilgilerini paylaşmayı kabul etti ve terörle mücadelede işbirliği konusunda iki ülke arasında mutabakat zaptı imzalandı. Siyasî, askerî ve istihbarat ile ilgili işbirliğini koordine edecek üç ortak komitenin kurulması kararlaştırıldı. Ticaret hacminin iki katına çıkarılması ve Türkiye aleyhine olan açığın kapatılması yönünde temenniler dile getirildi. İran’da iş yapan bazı Türk şirketlerinin karşılaştıkları problemlerin çözüleceği belirtildi. Bir diğer önemli gündem maddesi olan doğal gaz fiyatlarında indirim ve doğal gazın Batı pazarlarına ulaştırılması konularında çetin pazarlıklar yapıldı; ancak İran tarafının konuyu sonuçlandırmaya henüz hazır olmaması nedeniyle bir uzlaşmaya varılamadı. Gerçi aynı konuda Rusya ile yapılan pazarlıkların 11 ayda sonuçlandığı göz önüne alınırsa, bu durum normal karşılanabilir. Ancak AKP hükümetinin ziyaretle aldığı riskin elde edilen somut kazanımlarla örtüşmesi gerekirdi.
Her şeye rağmen İran ziyareti, 2002 yılından bu yana Türkiye’nin geleneksel takıntılı ve savunmacı dış politika çizgisini bir kenara bırakarak benimsediği çok taraflı, dengeli, aktif ve “komşularıyla sıfır problem” esasına dayalı yeni dış politikasının bir yansıması olması bakımından oldukça önemli. Bu geziyle, ilişkilerde olumlu yönde bir mesafe kat edildiyse de henüz kalıcı bir işbirliğinden bahsetmek zor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder