Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 18, Kasım 2004, sf. 51, 54-55.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
KİMLİK tanımlamaları bir gruba mensubiyete ve diğer grupların reddine dayanır. Ortak tarih, coğrafya, kültür, din, dil gibi unsurların bir kimliğin tanımlayıcı unsurları haline dönüşmesi, diğer grupların dışlanması, ‘öteki’leştirilmesiyle olur. Ortak tehdit algılamaları kimlik oluşumuna hız kazandırır. Tarih boyunca kimliklerin isimlendirilmeleri genellikle ya düşman toplumların karşılaşmaları esnasında ‘öteki’lerce yapılmıştır (mesela ‘Türk’ kelimesi aslen Çince’den gelmektedir ve ‘Türkiye’ kelimesini ilk kez kullanan Avrupalılar olmuştur) ya da toplumlar ‘öteki’ ile karşılaştıklarında kendilerini tanımlama ihtiyacı hissetmişlerdir (Avrupa kimliği gibi).
Kimlik oluşumu farklılıklara dayanmaktadır; dolayısıyla her kimlik ‘öteki’nin zıddıdır. Diğer bir deyişle her kimliğin kendi meşruiyetini sağlayan bir ‘öteki’si vardır. Kimlik tanımlamaları bir toplumun ne olduğunu vurgularken, aynı zamanda ne olmadığını da ortaya koymuş olur. Yine bir toplumu diğer toplumlardan ayıran ortak kimliği, o toplumun geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek algılamalarıyla ilgilidir. “Biz kimdik”, “nereden geliyorduk”, “şu anda kimiz”, “gelecekte kim olacağız” sorularının cevabı kimliği oluşturur.
Avrupa kimliği; Yunan ve Roma medeniyetleri, Hıristiyanlık dini, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Fransız ve Sanayi Devrimleri’nin ürettiği değerler sistemi üzerine kurulmuş olsa da, Avrupalıları bu değerler etrafında bir araya getiren en temel faktör, ontolojik olarak ‘aşağı’, tarihsel olarak ‘geri’ olan Doğulu ‘öteki’lerdi. Bu rolü sırasıyla Barbarlar, Müslümanlar ve Türkler, komünist ve faşist akımlar, ‘gelişmemiş’ Batı dışı diğer toplumlar oynadı. Bunlar arasında en uzun süreli ve en ciddi tehdit oluşturan, şüphesiz Müslümanlar ve özellikle de Osmanlılardı. Hatta Osmanlılar sadece Avrupa kimliğinin oluşumunda etkili olmakla kalmayıp, aynı zamanda Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, İtalyan vb. birçok Avrupalı ulusun ulusal kimliklerinin oluşumunda da etkili oldu.
‘Avrupa’nın bir değer ifade etmesi Ortaçağ Hıristiyanlığı ile başlar; öncesinde ise klasik medeniyetlerden uzakta kalmış Asya’ya bağlı büyük yarımadalardan birine işaret eden nötr coğrafî bir kavram olmaktan ibaretti. ‘Avrupa’ ve ‘Avrupalı’ tanımlamalarında -diğer kimlik tanımlamalarında olduğu gibi- dış tehdit etkili oldu ve bu dış tehdit hep Doğu sınırından geldi. Avrupa’ya yönelik ilk dış tehdit, Orta Asya’dan kitleler halinde göç eden ‘barbar’ kavimlerdi. Kısa sürede oldukça büyük bir göçmen kitlesiyle karşılaşan Avrupa’da büyük karmaşalar ve değişimler meydana getirmiş olsa da, zamanla asimile olarak Hıristiyanlığı benimseyen ve böylece Avrupa’nın aslî unsuru haline gelen bu kitle, kimliği tanımlayıcı bir unsur olmadı. Avrupa kimliğinin oluşumunda ‘öteki’ işlevini gören; hızla yayılması esnasında sadece askerî ve siyasî bir güç olarak değil, aynı zamanda alternatif bir dünya görüşü ve hayat tarzıyla dinî ve kültürel anlamda da Hıristiyanlığı tehdit eden İslam oldu. ‘Öteki’ olarak bir tehdit unsuru olan İslam, yüzyıllar boyunca birbirleriyle savaşan, kendi varlıklarını birbirlerini ötekileştirerek sağlamlaştıran ve ortak bir bilinç ve kimlik geliştiremeyen Avrupa’daki yönetimleri Hıristiyanlık çatısı altında bir araya getirerek Avrupalılıklarını keşfetmelerini sağladı. Yani Avrupa halklarını birleştirici temel unsur olan Hıristiyanlık, Avrupalı kimliğinin temel kurucu unsuru oldu. Zira inananlar topluluğu Hıristiyanlara karşı “tanrı tanımaz, puta tapıcı, kafirler topluluğu” Müslümanlar, Avrupa’nın bir araya gelerek karşı koymasını gerektiren bir düşmandı. “Despot, şiddet eğilimli, barbar” olan İslam dini mensupları, daha ilk yıllardan itibaren fetih hareketleriyle Batı’nın coğrafî, kültürel ve dinî sınırlarını dalgalandırmaktaydılar. “Aydınlanmış ve dinamik”(!) Batı’nın karşısında, “karanlık ve statik” Doğu’yu temsil ediyorlardı.
Rum-Ortodoks dünyanın temsilcisi Bizans’a yönelik seferlerle başlayan ve 636’da Kudüs’ün fethiyle Hıristiyan dünyayı sarsan İslam orduları, 711-32 yılları arasında İspanya’ya yayılarak Katolik dünyayı da tehdit eder hale geldi. 1453’te Ortodoks dünyanın kalbi İstanbul’un, ardından Balkanların fethi, Sicilya’ya yönelik seferler ve Viyana kapılarına dayanma Batı’da Müslümanlara ve özellikle de Türklere karşı kin ve nefreti artırdı. Önemli merkezlerin birer birer düşüşü Hıristiyan dünya üzerinde travma etkisi yaptı. Daha önce İslam fetihlerine karşı 1096 yılında Papa’nın öncülüğünde Kutsal toprakları ‘kafirler’in ellerinden kurtarma söylemiyle Haçlı Seferleri adı altında bir araya gelen Hıristiyan dünya kısa süreli bir başarı kazansa da, 1187’de Selahaddin-i Eyyubî liderliğindeki İslam ordularının Kudüs’ü geri almasıyla bu topraklar üzerindeki hayallerini terk etmek durumunda kaldı. Haçlı zihniyeti 1492’de İspanya’da kazandığı zaferle yüzyılların acısını çıkarırcasına bölgedeki Müslümanların ve İslam etkisinin kökünü kazıdı.
Selçuklular ile İslam Dünyası’nın siyasî liderliğini ele alan Türkler, Avrupa için tehdidin yeni adresi oldu. Zira Haçlı Seferleri sırasında Avrupalılar en büyük mücadeleyi Türklere karşı vermişlerdi. Özellikle Osmanlı dönemiyle birlikte Türkler tamamen İslam ile özdeşleştirilmeye başlandı. Avrupa’nın sahip olduğu tüm iyilerin zıddı olan Türkler, tüm kötülüklerin anasıydı; medeniyetsizdi, cahildi, adaletsizdi, putperestti, kana susamış zalimdi. Tanrı’nın günahkar Hıristiyanları Türklerin eliyle cezalandırdığı düşüncesi hâkim oldu. Birbirine düşman olan ve uzun yıllar din savaşlarıyla birbirlerini tüketen Avrupa’daki rejimler, ‘Şeytan’ olarak nitelendirdikleri Türklerle baş edebilmenin yolunun bir Avrupa koalisyonu kurmaktan geçtiğini gördüler ve 1683 yılında Viyana kapılarına dayanan Osmanlı’ya karşı Habsburglar öncülüğünde kurdukları Kutsal İttifak ile başarıya ulaştılar. Sonraki süreçte Osmanlı’nın gerilemesi ve artık Avrupa için askeri bir tehdit olmaktan çıkması dahi Avrupalı zihnindeki olumsuz Türk imajını değiştirmeye yetmedi. Türkler farklılığın ve “öteki”nin birinci adresi olmaya devam ettiler.
Tüm bu olumsuzlamalara ve düşmanlığa rağmen aslında Avrupalılar, kimliklerini oluşturan değerler sistemine yine Müslümanlar sayesinde ulaşmaktaydılar. Zira özellikle Abbasiler döneminde başlayan, başta Yunan eserleri olmak üzere farklı medeniyetlerin birikimlerini tercüme faaliyetleri, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Haldun gibi filozofların ve ilim adamlarının çalışmaları ve Endülüs medreseleri Avrupalılara Yunan mirasını hatırlatarak Aydınlanma’ya giden yolu açtı. Yani Müslümanlar Avrupalı kimliğinin oluşumunda sadece ‘öteki’ işlevi gören negatif bir unsur olmakla kalmadı, aynı zamanda Batı medeniyetinin kendini dayandırdığı kökleri keşfetmesini sağlayarak pozitif bir unsur da oldu.
İslam tarihine bakıldığında ise nefretin tek taraflı olduğu görülür; zira zaferden zafere koşan Müslümanların Avrupa’dan nefret etmesini gerektiren pek bir neden yoktu. Haçlı Seferleri, Granada’nın düşüşü gibi bazı şoklar yaşansa da, bunlar Müslümanların ilerleyişi önünde çok ciddi engeller teşkil etmemekteydi. Ancak Napoleon’un 1798’de Mısır’ı işgali ve Britanya’nın Hindistan üzerinde tahakküm kurmasıyla başlayan, adeta yüzyılların rövanşını alırcasına Avrupalı güçlerin İslam Dünyası’nın neredeyse tamamını sömürgeleştirmeleri ve Osmanlı’nın yıkılışıyla devam eden süreç Müslümanlar üzerinde travma etkisi yaptı. Zira İslam-Batı karşılaşmasında ilk kez İslam Dünyası tam anlamıyla hezimete uğruyor ve sömürgeleştiriliyordu. Zaferler tarihine alışmış İslam medeniyeti artık Batı’ya referansla tanımlanıyor, Batı çıkarlarına hizmet etmek üzere boyun eğdiriliyordu. Kurduğu sistemi meşrulaştırmak için ‘öteki’si olan yerel halkların “aşağı ve insanlıktan uzak” olduğunu vurgulayan ‘medenî’ Avrupa, Oryantalist faaliyetlerden de yararlanarak Doğu ile Batı arasına coğrafî, kültürel ve entelektüel bir çizgi çekti. Böylece ‘biz’ ve ‘ötekiler’ ayrımı derinleşirken, Batı dışı toplumlara ve özellikle de Müslümanlara yönelik nefret daha da körüklendi.
Gerek Avrupa’da, gerekse İslam Dünyası’nda yaşanan değişim ve dönüşümlere rağmen, Avrupalı zihninde “İslam tehdidi” değişmez bir faktör olageldi ve derin bir şekilde bilincine işledi. Rönesans’tan itibaren Avrupa birliği ve evrensel barış projeleri öneren düşünürler, bunları Müslüman ve Türk tehdidi ile temellendirdiler. Hatta Kilise otoritesinin yerini ulus-devletlerin aldığı sekülerleşme sürecinde Avrupa kimliği, Hıristiyanlığın dini vesayetinden kurtularak kültürel ve toplumsal bir anlam kazansa ve Avrupalılık medenîlik ile özdeşleşse dahi İslam ve Türk korkusu Avrupalı zihnindeki yerini korudu. Özellikle 11 Eylül’ün ardından Müslümanlara potansiyel terörist gözüyle bakılmaya başlanması, Avrupalı zihnindeki bu korkunun 21’nci yüzyılda hâlâ canlı olduğunu ortaya koymakta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder