20 Nisan 2010 Salı

İŞGAL VE İÇ SAVAŞIN ADI BOP

Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 42, Kasım 2006, sf. 62-63.

NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

11 EYLÜL saldırılarının ardından ABD Başkanı George W. Bush, “teröre karşı savaş” ilanında hedeflerini şöyle sıralıyordu: Küresel terör ağını yok etmek için her türlü diplomasi, istihbarat ve hukuk yolunu, gerekirse savaş silahını kullanma; teröristleri birbirlerine düşürme, onların maddi fonlarını kesme ve sığınabilecekleri hiçbir yer bırakmama; teröre destek veren ve yataklık eden ülkelerin peşine düşme… Terörün temel sebebini baskıcı yönetimlerin mevcudiyetine ve “radikal İslam”a bağlayan Bush hükümeti, terörle mücadele stratejisinin merkezine, Ortadoğu’da demokrasiyi yaymayı ve “radikal İslam”a karşı “ılımlı İslam”ı desteklemeyi koydu.

Ancak ABD’nin “teröre karşı savaş” stratejisi de, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de “arzu edilen” sonuçları vermedi. Ne Afganistan ve Irak’ta kurulan yeni rejimler ülkelerinde güvenliği sağlayıp, diğer ülkelere birer ‘model’ olabildi, ne de Ortadoğu’da birbiri ardına yapılan seçimlerden ABD’nin desteklediği “ılımlı İslam”, “radikal İslam”a karşı zaferle çıkabildi. Aksine İngiliz tıp dergisi Lancet’in Irak’ta yaptığı son araştırmaya göre, ABD işgali ve ardından patlak veren iç savaşa bağlı şiddet ve hastalıklardan dolayı ölenlerin sayısı 600 bine ulaştı (bu rakam resmî verilerin 12 katı). Artık işgal ve iç savaş sebebiyle Irak’ın parçalanacağı senaryosu sıkça dile getiriliyor. Ayrıca 2007’de yapılacak Kerkük’ün geleceğine ilişkin referandum, bugüne kadar istikrarın hâkim olduğu Kuzey Irak’ı da çatışmaların içine çekecek gibi görünüyor. Yine otoritesi başkent Kabil’in ötesine geçmeyen Hamit Karzai’nin Afganistanı’nda da çatışmalar giderek artıyor. Bugüne kadar ölü sayısının 50 bini aştığı Afganistan’da güçlenen Tabiban karşısında kontrolün giderek kaybedilmesi üzerine ABD, daha fazla asker talep ederek bölgede NATO kuvvetleri kanalıyla hâkimiyet sağlamaya çalışıyor.

Bu sıkıntılarına rağmen ABD, Irak ve Afganistan işgallerinin ardından Ortadoğu’da Şiiler lehine bozulan stratejik dengenin yeniden kurulması ve nükleer güç olma yolunda ilerleyen İran’ın engellenmesi yolundaki çabalarını sürdürüyor. Zira ABD’nin yeni stratejisi Şii İslam’a karşı Sünni İslam’ın desteklenmesi. ABD’nin mezhep çatışmalarını kışkırtacak bu yeni stratejisi, İslam dünyası için ciddi bir tehdit olarak önümüzde duruyor. Yine Haziran’da Suriye ve İran’ın tehditlere karşı işbirliği anlaşması imzalamasının ardından ABD, bu iki müttefike karşı zaten Şii yükselişinden oldukça endişeli Sünni bölge ülkelerini bir araya getirme çabalarını yoğunlaştırdı. Bu bağlamda Arap ülkelerinin bölgeye yönelik İsrail operasyonları karşısında, birer tehdit olarak algıladığı Hamas ve Hizbullah’ı suçlayıcı beyanlarda bulunmaları ve İsrail’in uyguladığı vahşete sessiz kalmaları hiç de şaşırtıcı değildi.

Birbiri ardına uyguladığı politikalarla bölgeye kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen ABD, işgalleriyle iç savaş tohumlarını da ekmiş durumda. Bu haliyle Ortadoğu’nun yarını bugünden daha iyi olmayacak. Bu bağlamda ABD’nin bölgeye ilişkin politikalarında önemli bir yer tutan ve bölgenin geleceğini de yakından ilgilendiren Filistin ve Lübnan’da, İsrail saldırılarının ardından önümüzdeki süreçte yaşanması muhtemel gelişmeler ayrıntılı bir değerlendirmeyi zorunlu kılıyor.

Hamas’a Karşı “Büyük Filistin Projesi”!

İktidara gelmesinden bu yana dört koldan kuşatılan Hamas hükümeti, İsrail işgali ile neredeyse ülkeyi yönetemez hale getirildi. Ekonomik tecrit nedeniyle mali kriz içindeki Filistinlilerin hayatı, İsrail’in zaten hiç dinmek bilmeyen saldırılarının Haziran sonundan itibaren yeniden işgale dönüşmesi ve Gazze ‘hapishanesi’nde zaten yetersiz olan altyapının tamamen yerle bir edilmesiyle çekilmez bir hal aldı. Bu şartlar altında Hamas ile el-Fetih arasındaki rekabet ise giderek tehlikeli bir boyut kazanıyor.

Bu rekabete son vermek ve Filistin mücadelesinin hedef ve ilkelerini ortaya koymak üzere İsrail hapishanelerinde tutuklu bazı örgüt liderlerinin Mayıs ayında hazırladıkları Mahkumlar Planı üzerinde Hamas ile el-Fetih, İsrail işgalinin hemen öncesinde mutabakata varmıştı. Ancak bu plan uyarınca devam eden ve Filistin’i mevcut uluslararası tecritten kurtaracağı umulan milli birlik hükümeti kurma çalışmaları, geçtiğimiz ay başarısızlıkla sonuçlandı. İplerin tamamen kopmasının ardından Filistin lideri Mahmud Abbas, Hamas’ın karşısına bir kez daha referandum kartını çıkardı. Abbas, genel seçimleri erkene alarak 2007 başında yapılacak başkanlık seçimleri ile birleştirme ve seçimlere kadar ülkeyi yönetmek üzere bir teknokratlar hükümeti kurdurma niyetinde. Bunu kendisine yönelik bir darbe olarak gören Hamas’ın ise, bu adımlar karşısında sessiz kalmayacağı aşikâr.

Öte yandan ödenemeyen maaşları bahane ederek sık sık el-Fetih’e bağlı güvenlik güçleri öncülüğünde düzenlenen protestolar, Eylül başından itibaren süresiz genel greve dönüştü. Hamas’ın oluşturduğu güvenlik birimlerinin protestolara müdahil olmasıyla bir anda alevlenen çatışmalarda şimdiye kadar aralarında üst düzey yetkililerin de bulunduğu onlarca Filistinli öldü. Yıllardır farklı nedenlerle Filistinliler arasında patlak veren mücadeleler, iç savaş senaryolarını pek çok defa gündeme getirmiş; ancak tarafların sağduyuyu elden bırakmamalarıyla bu senaryolar boşa çıkmıştı. Ancak önümüzdeki süreçte, dış ve iç güçlerin el ele vererek yapacakları kışkırtmalar, bu kez kolayca aşılamayabilir.

Hamas’ı siyasi ve ekonomik tecrit ve askeri işgal ile ‘el-Fetihleştiremeyen’ ABD, geçen ay Hamas muhaliflerini güçlendirmek üzere 42 milyon dolarlık bir planı yürürlüğe koydu. Buna göre “otoriter veya radikal dinci siyasi seçeneklere karşı demokratik alternatifler oluşturma” çabasıyla ABD, başta el-Fetih olmak üzere “terör örgütleriyle bağlantısı bulunmayan(!)” muhalif partilere, sivil toplum örgütlerine, medyaya ve eğitim kuruluşlarına mali desteğin yanı sıra eğitim de vererek muhtemel bir erken seçim öncesinde Filistin’in siyasi yapısını “yeniden şekillendirecek” adımlar atmaya çalışıyor.

Bu olumsuz şartlara rağmen Filistin halkının Hamas’a desteği devam ediyor. Anketlerde hâlâ iki parti başa baş gidiyor. Ancak bakarsınız önümüzdeki aylarda bölgede yeni bir “renkli devrim dizisi” veya iç savaş sahnesi izleriz. Böylece el-Fetih demokratik(!) yoldan iktidara el koyarak, Hamas iktidarıyla kâbuslar yaşayan Batılı, İsrailli ve Arap dostlarını rahatlatıverir.

Lübnan’a İlişkin Son Senaryolar

ABD ile Fransa öncülüğünde 2 Eylül 2004’te BM Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen ve Suriye birliklerinin Lübnan’dan çekilmesini ve Hizbullah ile Lübnan mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerin silahsızlandırılmasını öngören 1559 sayılı kararla BOP’un en önemli ayaklarından biri olan Lübnan’a ilişkin düğmeye basılmıştı. Hariri suikastını müteakip artan uluslararası baskılar neticesinde Suriye askerî birliklerinin çekilmesi sağlandıktan ve yapılan seçimlerle Suriye yanlıları karar alma mercilerinden büyük ölçüde uzaklaştırdıktan sonra, Hizbullah’ın silahlı gücünü tasfiye etmek üzere İsrail operasyonuyla Lübnan üzerindeki son oyun sahneye kondu. Her ne kadar bu operasyonla başlangıçta ilan edilen hiçbir hedefe ulaşılamasa da, BM’nin İsrail’i kollayan muğlak ifadelerle dolu ateşkes kararı, yeni gerilimlere kapı aralıyor.

Lübnan’da halihazırda hiçbir güç, İsrail saldırıları karşısında başarıyla direnen Hizbullah’ı silahsızlandırabilecek güce sahip değil. Ancak iç ve dış baskıların artmasıyla örgütün manevra alanı da daralıyor. Üstelik saldırıların ekonomik ve sosyal maliyeti gün yüzüne çıktıkça bu durum, siyasi yapıyı da derinden etkileyecek. Şu anda Lübnan’ın geleceğine dair birbirinden tehlikeli üç senaryo gündemde: Uluslararası güç eliyle Hizbullah silahsızlandırılacak -ki örgüt bunu savaş nedeni sayacağını çoktan ilan etti; eğer bu gerçekleştirilemezse ya İsrail bir kez daha Lübnan’a saldıracak ya da iç savaş körüklenerek Lübnanlılar yeniden birbirlerine kırdırılacak. Bu noktada Suriye karşıtı Hıristiyan silahlı milislerin son iki yıldır hızla silahlandırıldığını da vurgulamak gerekir.

Suriye karşıtları ile yandaşları arasındaki bölünmüşlük, İsrail saldırıları ve BM’nin ateşkes kararıyla daha da derinleşti. Halka vaat ettiği iktisadi ve siyasi reformları gerçekleştiremeyen Suriye karşıtlarının oluşturduğu hükümet, İsrail saldırıları karşısında Lübnan’ı savunmadaki acziyetiyle ve savaş sonrası yeniden inşa hususunda derhal kolları sıvayan Hizbullah’ın gerisinde kalmasıyla güvenirliğini de yitirmiş durumda. Buna karşı Hizbullah öncülüğündeki Şii hareket ile Suriye yanlısı Müslüman ve Hıristiyan gruplardan oluşan Maruni Mişel Avn öncülüğündeki muhalefet cephesi giderek güçleniyor.

Önümüzdeki süreçte Lübnan’da tırmanması muhtemel güç mücadelesinde asıl kritik nokta ise cumhurbaşkanlığı seçimleri olacak. Zira halihazırda Lübnan siyasetinde etkili tek Suriye yanlısı isim olan Cumhurbaşkanı Emile Lahud’un görev süresi 2007 sonunda dolacak. Bundan sonra Lübnan’da “Suriye ve Hizbullah nüfuzu devam mı edecek, yoksa BOP’ta öngörüldüğü üzere ülke, Amerikan-Fransız eksenine kayarak İsrail’e yönelik bir tehdit olmaktan çıkacak mı?” sorusunun cevabı, mücadeleden kimin galip çıkarak cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacağında saklı. Eğer siyasi dengelerde büyük bir değişim olmazsa, yeni cumhurbaşkanını Suriye karşıtlarının çoğunlukta olduğu mevcut meclis seçecek. Şu an meclisteki en güçlü isim, iç savaş sırasında Suriye’ye karşı en büyük mücadeleyi vermiş, ardından Fransa’da sürgünde yaşadığı 14 yıl boyunca Suriye karşıtlığının öncülüğünü yapmış; ancak bugün Suriye yanlılarını yanına alarak kurduğu cepheyle ve Hizbullah’a karşı olumlu tavrıyla öne çıkan eski General Mişel Avn. Dolayısıyla bu kritik iç siyasi yapıda önümüzdeki günlerde asıl belirleyici unsur, yine dış güçlerin nüfuz mücadelesi ve tabii ki provokasyonları olacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder