Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı: 54, Kasım 2007, sf. 54-55.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
SON aylarda ardı ardına yaşanan terör saldırıları ve şehit cenazeleri nedeniyle PKK ve Kuzey Irak’a operasyon ana gündem maddesi haline geldi. Bugüne nasıl gelindiğini hatırlamak için PKK’ya ve Türkiye’nin PKK’yla mücadele politikalarına bir göz atmak faydalı olacaktır.
Dört senelik bir hazırlık safhasının ardından 1978’de Diyarbakır’ın Fis Köyü’nde kurulan PKK, üst düzey kadrolarının Suriye’ye iltica etmesi sayesinde 1980 askerî darbesiyle tasfiye edilmekten kurtuldu ve sonraki süreçte Türkiye’ye karşı mücadelenin baş aktörü olarak sivrildi. Amacını “bağımsız birleşik Kürdistan”ı kurmak olarak ilan eden PKK, “uzun süreli halk savaşı”nı strateji olarak benimsedi. Silahlı eylem aşamasına 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla geçti. Bu tarih, ASALA terörünün sona erdiği, Türkiye-Irak petrol anlaşmasının yürürlüğe girdiği ve GAP’ın inşasına başlandığı bir döneme ‘denk’ düşüyordu. Ardından “parti-cephe-ordu” (PKK-ERNK-ARGK) şeklinde örgütlenmesini tamamladı ve 1987’de “gerilla savaşı”nı başlattığını ilan ederek saldırılarını tırmandırdı. Tarihsel husumetlerden ideolojik rekabete, doğal kaynakların (özellikle su) paylaşımından boru hatlarının güzergahına, bölgesel rekabetten toprak iddialarına bir yığın hedefe ulaşmada ve ayrıca Türkiye’yi kendi iç meseleleriyle meşgul ederek potansiyel gücünü kontrol altında tutmada dış güçlerin en önemli kozu haline geldi. Tabii Türkiye’nin içeride uyguladığı politikalar da buna imkan sağladı.
PKK 1982’den itibaren iç savaşın yaşandığı Lübnan/Bekaa’ya ve İran’la savaş nedeniyle merkezî hükümetin otoritesinin sarsıldığı Kuzey Irak’a yerleşmeye başladı. Özellikle 1988 ve 1991’de Bağdat’ın saldırılarından kaçan Kürtlerin terk ettikleri bölgelere yerleşen PKK, Körfez Savaşı ile birlikte fiilen özerk bir bölge haline gelen Kuzey Irak’taki güç boşluğundan ve Kürt gruplar arasındaki iç mücadelelerden faydalandı. Bölge PKK için çok önemli bir askerî ve siyasi destek, bir kaçış alanı oldu. 90’ların ilk yarısı PKK’nın ateş gücünü ve lojistik desteğini artırdığı, örgüte katılımların kitleselleştiği bir dönemdi. PKK, devletin Doğu ve Güneydoğu’daki etkinliğini tamamen kırmak ve “kurtarılmış bölgeler oluşturmak” üzere saldırılarını yoğunlaştırdı; “halk ayaklanmaları” başlatmaya çalıştı; yurtdışında Türk diplomatik misyonlarına bombalı saldırılar düzenledi. Körfez Savaşı’nın ardından Kürt meselesinin uluslararası bir boyut kazanmasını da fırsat bilerek, 1995’ten itibaren uluslararasılaşma kararı alan PKK, siyasi kanadı ERNK’nın başarılı dış örgütlenmesiyle bir yandan kendi meşruiyetini artırmaya diğer yandan Türkiye’ye yönelik baskıları yoğunlaştırmaya başladı.
Türkiye’nin PKK ile Mücadele Politikası
Bu süreçte Türkiye’nin PKK ile mücadele politikası kabaca iki döneme ayrılabilir: 1980’li yıllarda PKK’ya karşı ‘ılımlı’ politikalar izlendi. Bunda tabii ki PKK’nın daha yeni örgütlenerek saldırılarına başlamış olmasının etkisi vardı. Ancak daha önemlisi, SSCB ve komünizm tehdidinin öne çıktığı Soğuk Savaş yıllarında Ortadoğu ve Kürt ayrılıkçılığı, Türkiye’nin güvenlik öncelikleri arasında yer almıyordu. Dönemin başbakanı Turgut Özal alternatif çözümlere odaklandı. Irak’taki Kürtler ve Türkmenler ile yakınlaşarak ve Suriye ile ekonomik ilişkileri iyileştirerek güven artırıcı politikalar yoluyla PKK’ya dış desteği kesmeye çalışırken; içeride de başta GAP olmak üzere Güneydoğu’nun ekonomik kalkınmasını sağlayacak projelere öncelik verdi. Kürt meselesine siyasi çözüm bağlamında 1991’de Halkın Emek Partisi kuruldu ve Kürtçe yasağı kalktı. Ancak bu adımlar, gerek uluslararası gerekse bölgesel gelişmelerle önü açılan PKK terörünü kontrol altına almada yetersiz kaldı. Zira 1991’de Kürt göçünden tedirgin olan Türkiye, Çekiç Güç’e kucak açarken ve müteakip yıllarda sınır ötesi operasyonlarını sürdürebilmek için görev süresini defalarca uzatırken, aslında bir yandan da PKK’ya hareket alanı açıyor ve bugün şikayet ettiği Kürt devletine kendi elleriyle zemin hazırlıyordu.
Soğuk Savaş’ın sona ererek SSCB’nin yıkıldığı ve Körfez Savaşı’nın yaşandığı 1990’larda alternatif stratejilere son verilerek ‘şahin’ politikalarda karar kılındı. 1992’de revize edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde temel güvenlik kaygıları komünizmden Kürt ayrılıkçılığı ve radikal İslam’a kaydırıldı; SSCB yerine Suriye, İran ve Irak yeni tehdit kaynakları olarak sıralandı. Kısa ömürlü ve zayıf koalisyon hükümetlerinin öne çıktığı 1990’larda askerî bürokrasi inisiyatifi ele alarak güvenlik ve dış politikada etkili oldu. Dolayısıyla bu dönemde PKK’ya karşı mücadele salt güvenlik perspektifiyle şekillendi.
1980’lerde “olay çıktığında müdahale” söz konusuyken, 1992’den itibaren “topyekun mukabele” ile mücadeleye geçildi. Örgütün yurtiçinde lojistik desteğini kesmek ve gece-gündüz bölgede kontrolü sağlamak hedefiyle benimsenen “alan hâkimiyeti” stratejisi neticesinde köy boşaltmalar başladı. TSK, “bataklığı kurutmak” üzere 1991’den 1999’a neredeyse her ilk ve sonbaharda, özellikle KDP’nin de desteğiyle, Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirdi. Oluşturulan geçici güvenlik bölgeleriyle ve maaşlarını Ankara’nın ödediği peşmergeler tarafından korunan sınır karakollarıyla yurtiçine sızmalar engellenmeye çalışıldı. Alınan önlemler ve yapılan operasyonlar PKK’nın destek ve ikmal hatlarına darbe vursa da örgüte destek ve teveccüh azalmadı. 1995’ten itibaren PKK “gerilla savaşını çevreye yayma” stratejisiyle Karadeniz, İç Anadolu, Toroslar ve Hatay’a yöneldi; şehir merkezlerinde eylemlerini artırdı. 1997 boyunca ardı ardına yapılan sınır ötesi operasyonlarla PKK, Kuzey Irak’ta askerî gücünü büyük ölçüde yitirse de, örgütün mücadele azmi kırılmadı; ta ki Ekim 1998’de Türkiye’nin baskısıyla Şam’dan çıkarılan Öcalan’ın, Şubat 1999’da ABD’nin yeşil ışık yakmasının ardından yakalanıp İmralı’ya konmasına kadar. Eylül 1999’da PKK, Öcalan’ın emriyle “tek taraflı ateşkes” ilan ederken, örgüt üyeleri de silahları bırakıp Türkiye dışına çıktılar.
1999-2004 dönemi Türkiye için gerek iç gerekse dış politikada geçmiş 15 yıllık kayıplarını telafi etmede önemli bir fırsattı. Zira beş senelik ateşkes sürecinde “terör örgütü” imajından sıyrılmak için adını değiştiren ve siyasallaşmaya hız veren örgüt, büyük ölçüde kan kaybetmiş ve hatta Osman Öcalan öncülüğünde bir grup, PKK’dan ayrılarak yeni bir örgütlenmeye gitmişti. AB’ye uyum çerçevesinde Ankara’nın attığı adımlar Kürt sorununa açılımlar sağlasa ve bu bağlamda halkın ümitlerini artırsa da, ABD’nin Irak’ı işgaliyle Kuzey Irak’ta artan güç boşluğunu ve Washington-Ankara arasında esen soğuk rüzgarları fırsat bilen PKK, askerî operasyonların ve Öcalan’ın üzerindeki baskıların devam ettiği gerekçesiyle Haziran 2004’te ateşkesi bozdu. Militan gücü azalsa da, ABD sayesinde son teknoloji silahlara kavuşan PKK, yeni dönemde Iraklı direnişçilerin metotlarını uygulamaya, intihar saldırılarının yanı sıra, uzaktan kumandalı patlayıcılar ve anti-personel mayınlar kullanarak daha sansasyonel eylemlere yöneldi.
Ardı ardına gelen şehit haberleriyle bugün Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyonlar yine gündemde. Ancak bunun istenilen sonucu getirmeyeceği aşikâr. Zira dış güçlerin de desteğiyle artık bölgesel bir terör örgütü halini alan PKK’yı eski metotlarla bertaraf etmeye çalışmak dün olduğu gibi bugün de bir sonuç getirmeyecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder