15 Mart 2016 Salı

R.KAPLAN - SURİYE: KİMLİK KRİZİ



SURİYE: KİMLİK KRİZİ
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazar, Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli üyesi)
The Atlantic, Şubat 1993


Tercüme: Zahide Tuba Kor

[Z.T.K. Kaplan’ın bu yazısı önemli ve dikkat çekici. Zira daha 1993’te (ki bu tarih önemlidir; zira Hafız Esed’in Körfez Savaşı’nda Irak’a karşı Amerikan öncülüğündeki koalisyonu desteklediği ve İsrail’le barış masasına oturduğu için Batı’dan büyük övgüler aldığı, Lübnan’ın üç sene evvel kendisine “teslim edildiği”, bölgede giderek meşruiyetini artırdığı, dolayısıyla her şeyin yolunda gittiği bir dönemdir) Suriye’nin bugün yaşamakta olduğu krizi tarihi, siyasi, iktisadi, dini ve demografik arka planıyla anlatmış. Gelinen noktada öngörüleri aynen çıkmış gibi görünüyor. Tek fark krizin baba Esed’in ölümünün hemen ardından değil, bundan 11 yıl sonra “Arap Baharı” süreciyle başlaması…]

Suriye’ye ilk ziyaretimi gerçekleştirdiğim 1970’lerde Şam havalimanında bulunan turist danışmadaki bir görevlinin bana verdiği haritada, sadece İsrail’in elindeki Golan Tepeleri değil, antik Antakya şehrinin bulunduğu Hatay bölgesi de ülke sınırları içerisinde gösteriliyordu. Antakya’yı görmek için görevliye oraya giden turları sordum. Cevabı ve mahcup tonu beni şaşırttı: “Maalesef, beyefendi, şu an için bu mümkün değil, belki birkaç ay sonra.”
Akdeniz’in kuzeydoğu köşesinde bulunan Hatay, bir zamanlar Arapların ve Ermenilerin Türk nüfusu az da olsa geçtiği bir bölgeydi. 1938’de Türk ordusu bölgeye girerek Arap ve Ermenileri kaçmaya zorladı ve Türk hükümetinin bölgeyi ilhakının yolunu hazırladı. Manda yönetimini elinde tutan Fransa bu durumu protesto etmedi ve işgal edilen nüfus da sesini çıkaramadı. Turist rehberinin mahcupluğu bağlamında bu tarihi düşünmek beni şu soruya yöneltti: Suriyeliler daha eski kayıplarını dahi kabullenememişken –ki bu kayıp, Golan’ın aksine, uzunca bir süredir uluslararası toplum tarafından resmen tanınmakta– 1967’de Golan Tepeleri’nin kaybını nasıl kabullenebilirler?
Cevabı basit, kabullenemezler. Hatay örneğinin de ortaya koyduğu gibi Golan’ın kaybı, zikredilmeyen ama patlamaya hazır bir tarihi gerçeğin temelini teşkil eden birçok toprak kaybının sadece sonuncusuydu: Nüfusu tıpkı Lübnan’ınki gibi kan davası güden/ihtilaflı Ortadoğu azınlıklarının bir karmaşası olan Suriye, Osmanlı sonrası dönemin bir ulusu/ulus-devleti olmaktan ziyade her zaman Osmanlı İmparatorluğunun bir bölgesi olarak tanımlanageldi.
Suriye’nin iç politika psikolojisi, (…) Suriye’nin milli kimliği meselesiyle bağlantılıdır. Kimlik meselesi önemlidir. Zira Suriye içindeki olaylar Ortadoğu’nun her yerine yansıyabilir/yankılanabilir.
(…) 19. yüzyılın başlarından Osmanlı saltanatının çöktüğü Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar Avrupalı seyyahların Suriye [Bilad-i Şam] adını verdikleri bölge, kuzeyde Türkiye’deki Toroslardan başlayıp güneyde Mısır’a ve Arabistan çölüne, batıda Akdeniz’den doğuda Mezopotamya’ya kadar uzanıyordu. Bugünkü Lübnan’ı, İsrail’i, Ürdün’ü, Irak’ın batısı ve Türkiye’nin güneyini kapsıyordu. Suriye herhangi bir belirli milli duyguyla bağlı değildi.
Suriye’yi var eden duygu Arap birliğiydi. Gerçekten de 19. yüzyıl Suriye şehirleri olan Şam ve Beyrut, gizli kültürel ve siyasal cemiyetleriyle Türklere karşı Birinci Dünya Savaşı Arap isyanını tahrik etti. Ama isyan, [Suudi] Arabistan’ı dışarının kontrolünden kurtarsa da –bilhassa Avrupa’ya yakınlığıyla dışarının sömürüsüne açık hale gelen– Suriye’deki şartları, sadece ve sadece daha da karmaşıklaştırdı/içinden çıkılmaz bir hale getirdi.
İngiliz-Fransız rekabeti Suriye’nin [Bilad-i Şam’ın] 6 bölgeye bölünmesiyle sonuçlandı. Kuzey Suriye’nin küçük bir parçası [Hatay] (…) yeni Türk devletinin parçası oldu (…) Suriye’nin doğu çölleri yeni İngiliz mandası Irak’ın oldu. Kısa süre sonra yine İngiliz denetimine geçecek güney Suriye’de İngilizler iki yeni oluşum yarattı: Filistin mandası ve Mavera-i Ürdün krallığı – ki bu ikincisinin başına İngilizler, savaştaki müttefiki olan, aynı zamanda Mekke Şerifi’nin oğlu Abdullah’ı getirdi. Geri kalan kısmı ise Fransızlar alıp daha sonra Lübnan ve Suriye olarak iki parçaya ayırdı.
Lübnan’ın sınırları öyle bir çizildi ki ekseriyeti Müslüman olan büyük bir nüfusu [Suriye’den koparak] Fransızlarla müttefik olan, Fransızca konuşan ve tamamen Katolik olmasalar da Vatikan’la anlaşması bulunan Maruni Hristiyanların yönetimi altına soktu. Lübnan’ın komşusu Suriye, muhtemel/sözde bir ulusun kıvranan bir hayaletiydi. Bilad-i Şam toprakları dört bir tarafından kırpılsa da Suriye, yine de sadece çatışan mezhepler ve dinler ile yerel aşiret çıkarlarını barındırmakla kalmayacak, aynı zamanda Şam’da –Avrupalıların oluşturmuş olduğu tüm sınırları ortadan kaldırma hedefindeki– Arap birliği destekçisi hareketlerin de merkezi olacaktı. Bu yüzden Suriye denilen bölge, savaş öncesine göre daha derli toplu/yekpare olsa da yeni Fransız mandasında bütünleştirici çok az nokta vardı. Bir İngiliz diplomat olan Freya Stark, Fransız mandası [Suriye] hakkında şunu söyledi: “milli duyguları ifade eden tek bir belirtiyle dahi karşılaşmadım: her şey mezheplerden, nefretten ve dinlerden ibaretti.”
Suriye’de her mezhep ve din –büyük ölçüde halen olduğu gibi– belirli coğrafi bölgelerde toplanmıştı. Merkezdeki Şam, –Hama ve Humus’la birlikte– Sünni Arap çoğunluğun merkeziydi. Güneydeki Dürzi Dağında, Şam’ın yönetimine direnen ve sınır komşusu Mavera-i Ürdün’le yakın bağları bulunan, uzaktaki heteredoks Müslüman bir cemaat olan Dürziler yaşıyordu. Kuzeyde –tamamı kendini Şam’dan ziyade Musul ve Bağdat’a daha fazla bağlı/yakın hisseden– büyük sayılarda Kürt, Hristiyan Arap, Ermeni, Çerkez ve Yahudi’yi barındıran kozmopolit bir pazar ve ticaret merkezi olan Halep vardı. Ve batıda, Lübnan’a yakın [Lübnan’ın kuzeyi] dağlık Lazkiye bölgesinde –Fransız Suriye’sinin Arap azınlıkları içinde en çok zulüm gören ve itaatsiz/inatçı cemaat olan, ama postkolonyal Suriye’de dramatik bir etki bırakacak olan– Aleviler yoğunluktaydı.
Aleviler –Dürziler ve İslamililer ile birlikte– bin yıl evvel bölgeyi vuran/ezip geçen Şii dalganın kalıntılarıydı. (…)
Fransızlar Suriye’yi kontrolleri altına aldıklarında Cezayir ve Tunus’taki sömürgecilik tecrübeleri henüz zihinlerinde tazeydi [ve bu durum] Sünni Arap milliyetçiliğine karşı husumetlerini körükledi. Arap milliyetçilinin yükselişinin önüne geçmek için Fransızlar, Alevilerin yoğunlukta olduğu Lazkiye’ye ve Dürzi yoğunluklu Cebel-i Dürzi’ye özerklik vererek buradaki halkları Şam’daki Sünni Araplardan tamamen bağımsız ve sadece Fransızlara karşı yükümlü bir hale getirdiler. Ayrıca Aleviler, Dürziler ve diğer azınlıklar, Fransız hükümetinden daha fazla kalkınma sübvansiyonu alsalar da Sünni çoğunluktan daha az vergi verdiler. [Z.T.K. yazarın anlattıkları doğru olmakla birlikte eksik. 1925-27 tarihleri arasında yaşanan ve Fransızların zar zor bastırabildikleri Büyük Suriye İsyanı’nı başlatan Dürzilerdi ve bu isyan kısa sürede diğer yerlere de yayılacaktı. Yani Fransızların azınlıklarla ilişkileri de öyle güllük gülistanlık değildi] Dahası Fransızlar Alevileri, Dürzileri, Kürtleri ve Çerkezleri kendi işgal ordusuna asker olarak girmeye teşvik etti. (Bundan sonra ordu, Suriye toplumu içinde yükselme/terfi etme peşinde koşan kırsaldaki fakir Aleviler için gözde bir kariyer yeri haline geldi) Sünni Arap çoğunluk ise çok sert bir şekilde bastırıldı. Şam bölgesine bir işgal toprağı gibi muamele edildi ve Alevilerin, Dürzilerin ve Kürtlerin yardımıyla kabadayı/sert/saldırgan Senegalli birlikler devriye için görevlendirildi. Sünni Araplar, Osmanlı Türklerinin yönetimi altında hiçbir zaman yaşamadıkları kadar büyük bir kuşatılmışlık hissi içine girdi.
Sünni paramiliter gruplar buna, Şam caddelerinde Fransızlara karşı ayaklanarak karşılık verdiler. İddia o ki, Araplar ile Yahudiler arasında zaman zaman patlak veren cemaat çatışmalarına sahne olan İngiliz Filistin’i dahi Fransız Suriye’si kadar gerilimli ve istikrarsız değildi; zira ülkedeki iki çarpışan güç –azınlıkların self-determinasyonu ile Sünni pan-Arabizm– bırakın Fransız yönetimince kontrol altına alınmayı, bilhassa teşvik ediliyordu.
Kısmen kendisini demokratik olmakla diğer Araplardan ayrı tutan Yahudi devletinin desteklediği, kısmen de tarihî hafızası pek yok gibi görünen Amerikan medyasının kalıcı hale getirdiği Suriye’yle ilgili bir mit var: Suriye’nin Arap sakinlerinin ne demokrasi ne de hukuk devleti tecrübesi var. Oysa bu doğru değil: devasa anlaşmazlıklara rağmen Suriye demokrasiyi denedi.
İngiliz uzman Patrick Seale, The Struggle for Syria başlıklı kitabında savaş sonrası dönemin tarihini yazmış. Tam bağımsızlığı [1946] elde ettikten kısa bir müddet sonra, ama henüz Fransızların bölücü etkisinin halen güçlü olduğu Temmuz 1947’de Suriye’de seçimler gerçekleştirildi. Birçok rakip siyasi cemaatin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bir ülke için sonuçlar tahmin edildiği gibiydi. Şükrü Kuvvetli’nin yönetimindeki Milli Parti diğer herhangi bir gruptan çok daha fazla oy aldı, ama sadece bir azınlık hükümeti kurabildi. Oyların çoğu mezhep çıkarlarını temsil eden bağımsızlara gitti. Görünenin altındaki gerçeklik ise daha kötüydü. Bir Milletvekilinin Hatıraları / Memoirs of a Deputy başlıklı kitabında Habib Kahaleh diyor ki “Çevreme baktığımda sadece çelişkiler, tezatlar yığını gördüm.” İsrail’in 1948 İstiklal Savaşı’nda Arap ordularına yaşattığı aşağılanma, demokratik yollardan seçilen hükümeti daha da zayıflattı. Suriye Genelkurmay Başkanı General Hüsnü Zaim 30 Mart 1949’da askeri bir darbe yaptığında –ki bu bağımsızlık sonrası Arap dünyasının ilk askeri darbesiydi [Z.T.K. Aslında ilk darbe, kağıt üzerinde 1932’de bağımsızlığını kazanan Irak’ta 1936’da başlıyor]- Şam sokaklarında kalabalıklar sevinç içinde bunu kutluyordu.
Kendisinin ardından gelecek birçok Suriyeli lider gibi Zaim de gösterişçi ve müsrifti ve Fransız Suriye’si olarak anılan ülkede yerel milliyetçilikleri uzlaştıracak bütüncül bir stratejisi yoktu. Kısa süre sonra devrilecek ve idam edilecekti. Bir sonraki askeri rejim yeni seçimleri gerçekleştirdi ama oylar tıpkı 1947’deki gibi yine bölünmüştü ve bu demokratik tecrübe de anarşiye dönüştü. Anarşi Aralık 1949’de Albay Edib Çiçekli’nin yönetimi ele geçirmesiyle sona erdi. Bu, 1949 yılı içindeki üçüncü askeri darbeydi. 
Çiçekli’nin düzeni tesis becerisi, yabancı gözlemcilerin, Türkiye modeli gibi Suriye’yi bir ulus-devlete dönüştürecek Arap dünyasının Atatürk’ü olarak methiyeler düzmelerini sağladı. Ama bu gerçekleşmeyecekti. Çiçekli 1953’te açık açık Suriye’nin sadece “emperyalizm tarafından suni sınırlarla çizilen bir ülkenin resmi adı” olduğundan yakınacaktı.” Maalesef haklıydı. 1954’te Çiçekli [bir darbeyle] devrildi. Bir kez daha sürükleyici güç, ordu içindeki ve dışındaki çeşitli mezhepsel unsurlar olacaktı.
Bu sırada Suriye’nin çelişkilerine ideolojik bir çözüm ortaya çıkmaya başladı: Baasçılık. Bu ideolojiyi başlatan biri Hristiyan, diğeri Müslüman iki Suriyeli Arap’tı. Bu hareket, radikal ve seküler olan bir çeşit vatanperverlik çağrısıydı ve dinin yerine sosyalizmi geçirme arayışındaydı. Baasçılığın mezhepsel bölünmeyi yumuşatma kapasitesi olup olmadığı Çiçekli’nin devrilmesinden birkaç ay sonra 1954 sonbaharında yapılan serbest seçimlerle test edildi. Sonuçlar Batı tarzı demokrasinin Arap toplumlarının sorunlarına/illetlerine her zaman çözüm olmadığının erken bir kanıtı gibiydi. Meclisteki sandalyelerin büyük kısmı yine mezhebi ve aşireti öne çıkaran bağımsızlara gitse de -1949 seçimlerine kıyasla- en büyük başarıyı kaydeden aslında, komünist tarzı bir ekonomik programı ve Sovyet yanlısı bir dış politikayı savunan Baas Partisi’ydi.
Suriye sarsılmaya/sendelemeye devam etti; Mısır, Irak, SSCB ve ABD hepsi ülkenin içişlerine müdahale ediyordu. Ocak 1958’te Suriyeliler pes ettiler. Kahire’ye bir heyet uçtu. Mısır lideri Cemal Abdünnasır’a Suriye’yi ilhak etmesi için yalvardılar ve böylece Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruldu [1958-1961]. Suriye Cumhurbaşkanı Şükrü el-Kuvvetli’nin Nasır’a kendi halkını şikayet ettiği söylenir: “Yarısı liderlik iddiasındadır, çeyreği peygamber olduğuna inanır ve en az %10’u kendini tanrı sanır”
Birleşik Arap Cumhuriyeti, kısmen Sünni olmayan Suriyelilerin giderek Mısır’ın Sünni Arap yönetimine duyduğu kızgınlık yüzünden 1961’de çöktü. 1963’te Baas Partisi sonunda askeri bir darbeyle Şam’da iktidara geldi. Ama artık ideolojisinden daha önemlisi, yönetimdeki subayların etnik yapısıydı: Fransızların gayretli/çalışkan azınlıkları –bilhassa da Alevileri- askere almaları nedeniyle Aleviler, sessiz sedasız ordunun içinde kontrolü yavaş yavaş ele geçirmişti. Aleviler ülke nüfusunun sadece %12’sini oluştursa da genç subaylar arasında hakim konumdaydılar.
1966’da yeni bir darbe oldu. Ama bağımsızlığından itibaren ülkeyi kasıp kavuran istikrarsızlıklara son noktayı koyacak darbe, 1970’te Alevi hava kuvvetleri komutanı Hafız Esed’in başa geçmesi olacaktı. [Z.T.K. 1963-1970 arasında birçok darbe içinde darbe yaşanıyor; ülke darbecilerin kendi iç tasfiyelerine sahne oluyor]
Esed şu an itibarıyla 22 yıldır ülkenin başında. Onun darbesinden evvelki 24 yıl içinde Şam’da 21 ayrı hükümet değişikliği yaşandığı dikkate alındığında Esed’in devamlılığı etkileyicidir. Ama daha etkileyici olan, onun ülkenin en nefret edilen etnik grubuna mensup olmasıdır, öyle ki tarihsel olarak diğer Suriyeliler tarafından Alevilere -Fransızlara, Hristiyanlara ve hatta Yahudilere duydukları sempatiden dolayı- hep şüpheyle yaklaşılır/güvenilmez. Ortadoğu tarihçisi Daniel Pipes Bilad-i Şam/Greater Syria başlıklı kitabında şöyle bir ifade kullanır: “Alevilerin yönetimindeki bir Suriye, bir dokunulamazın [yani Hint kast sistemine dahi giremeyen en aşağı konumdaki Dalitler] Hindistan’da mihrace veya bir Yahudi’nin Rusya’da çar olması gibidir – yüzyıllarca yönetimi elinde tutan çoğunluk nüfus için şok edici görülmemiş bir gelişmedir.”
Esed’in uzun süre iktidarda kalmasına ilişkin nadiren zikredilen bir neden de –ki bu, Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam gibi aynı dönemlerde yükselen diğer Arap diktatörleri için de geçerlidir– son model elektronik gizli kontrol/gözetleme tekniklerini ve Sovyet bloğunun güvenlik danışmanlarını kullanmasıdır. Bunlar eski diktatörlerin elinde olmayan güçlü, bazen de ölümcül araçlardır. (1950’lerde Suriye’ye aşina olan Amerikalı diplomatlar, hükümetin kontrol/gözetleme çabalarının amatörce, güldürücü opera kalitesinde yürütüldüğü, albenili/cezbedici bir muz cumhuriyeti olarak bu ülkeyi resmederler.) Tabii Esed’in bir lider olarak olağanüstü becerisi de ayakta kalmasının bir diğer sebebi. Mesela geçtiğimiz 17 yıl boyunca Esed, sabırlı deneme-yanılmalarla Lübnan’ın fiilî askerî derebeyi/amiri rolünü elde etti ve böylece Fransızların Lübnan’ı anavatan Suriye’den koparma suçunu etkin bir şekilde telafi etmiş oldu.
Bununla birlikte, -Esed’in liderlik becerisine rağmen- tarihî bulgular, Esed döneminin –tıpkı Doğu Avrupa’daki komünist yönetimler gibi- kalıcı bir milli birliğin göstergesinden ziyade tarihsel bir mola/ara olduğunu ortaya koyuyor.
Sünni Arap gücün geleneksel kalesi olan Hama şehri bu anlamda bir örnektir. 1964’te Hama’da patlak veren bir isyan, ağır topları Alevi olan mevcut Baas rejimini neredeyse devirmek üzereydi. En sonunda 1982 Şubat’ında Sünni Arap Müslüman Kardeşler şehrin kontrolünü ele geçirdiler ve Alevilerin tayin ettiği yetkililer öldürüldü. Sünni hainler/dönekler daha evvel Halep’te Alevi askerleri katletmişti. Bu şiddetin kökü asırlık etnik güvensizliğe dayanmakla birlikte, 1970’lerin sonlarında [Z.T.K. doğrusu 1976’dan itibaren] Lübnan’da [iç savaşta Müslüman gruplara karşı] Maruni Hristiyanlara Esed’in destek vermesiyle daha da arttı – [zira] bu adımı Suriye’deki Sünniler kendilerine yönelik bir Alevi-Hristiyan komplosu olarak gördüler. [Z.T.K. Ardından bir de 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı’nda Sünni devletlerin çoğu Irak’a destek verirken Esed’in Şii İran’a her türlü desteği vermesi de ülke içindeki Sünni-Alevi gerilimini ve şiddeti tırmandırdı]  Esed Hama’ya 12.000 Alevi asker göndererek karşılık verdi. 30.000 kadar Sünni Arap sivili katletti ve şehrin çoğunu yerle bir etti. 1982 Hama’sı, Esed’in görünürdeki istikrarlı yönetiminin altında aslında kaynayan bir bölge yattığının kanıtıdır -bugün Suriye uluslaşmaya, tıpkı Türklerin veya Fransızların terk etmesinin ardından olduğu kadar uzaktır.
Esed altmışlı yaşlarının başında olsa da hasta olduğuna dair sık sık dedikodular ortalıkta dolanıyor. Uzunca bir süredir iktidarda olsa da ülke üzerindeki kontrolü zayıfladığında Suriye bir hesaplaşmayla/hesap günüyle yüz yüze kalacaktır.  Amerikan medyası şu anda Esed’in ılımlılığa doğru kayışını (İsrail’le barış masasına oturma, Suriye Yahudilerine daha medeni bir şekilde yaklaşma, Batı karşıtı terörizmden kaçınmaya başlaması) yazıp çiziyor olsa da asıl soru şu? Suriye’nin bugüne kadarki tarihini dikkate aldığımızda bu politika değişikliklerinin herhangi biri gerçekten bir anlam ifade eder mi? Unutulmamalıdır ki Suriye, Yugoslavya’yla aynı dünyanın parçası: Osmanlı sonrası çizilen sınırlar problemiyle şimdi yüz yüze kalan eski Osmanlı toprağı…
Suriye’nin geleceğiyle ilgili senaryolar Soğuk Savaş yıllarında Yugoslavya için öngörülene benziyor. Bugünden baktığımızda söz konusu senaryolar hep mantıksız gibi görünse de tarihsel perspektiften baktığımızda bunlar kaçınılmaz gibi duruyor.
Suriye böyle kalmayacak. Büyüyebilir veya küçülebilir, ama teritoryal bir çözümün gerçekten işe yarama şansı düşük. Bazı Ortadoğu uzmanları gelecekte bir Alevi devletinin Suriye’den kopma ihtimalinden dem vuruyorlar. Esed’in sahneden çekilmesinin ve Müslüman radikallerin –yani Sünnilerin- hükümeti ele geçirmesinin ardından dağlık Lazkiye bölgesi Aleviler için bir sığınak olacaktır. Bu devlet sadece Lübnan Marunilerinin değil, aynı zamanda –Şam’da Sünni bir Arap devletine karşı Esed rejiminin eski üyelerine yardım etmekte herhangi bir beis görmeyecek- İsrail gizli servisinin de desteğini alacaktır. Müslüman Kardeşler mensupları gibi bazı Suriyeliler, hem İsrail hem de Ürdün devletinin çöküşünü ve bunların Suriye’ye entegrasyonunu sabırsızlıkla bekliyor, tıpkı 1940’larda özerk Lazkiye ve Cebel-i Dürzi bölgelerinin Suriye’ye katılımını bekledikleri gibi. Eğer [Hafız] Esed’in ölümü Şam’da bir kaosa yol açarsa Cebel-i Dürzi bölgesinin Suriye’den kopup Ürdün’e bağlanma ihtimali söz konusu. Lübnan’ın mevcut istikrarı Suriye’nin oradaki askeri tahakkümüne bağlı olduğundan Suriye’de idari kurumların zayıflaması Lübnan iç savaşının tekrar patlak vermesine yol açabilir.
Suriye’nin yüreğinin derinliklerinde hasretle beklediği şey –[bir diğer deyişle] çözümsüz çelişkilerini azaltacak şey- hâlihazırda Balkanlarda yaşanmakta olan sürecin bir benzerinin bu bölgede de yaşanması. Yani 20. yüzyılın siyasi sonuçlarını –Suriye bağlamında Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngilizlerin ve Fransızların yaptığı sınır düzenlemelerini– ortadan kaldırmak istiyor. Balkanlarda “ortadan kaldırmak” demek, büyük yapının kurucu parçalara ayrılması anlamına geliyor ve parçalanma hızla devam ediyor. Ama Suriye’de bu tam aksi bir anlam taşıyor: bütünün kurucu bileşenlerinden yeniden kurulması. Gerçekten de Suriye, Daniel Pipes’ın dediği gibi, çok daha büyük bir bütünü ihtiva edebileceği ve “politik oyunların dışında bir bölge” olabileceği bir dünyaya yeniden dönmek istiyor. Bu da nihayetinde [Suriye’nin] “Arap birliği” çağrılarının ardındaki saiktir. Ama bu tarz bir şey gerçekleşmeyecektir.
O halde şimdilik Esed geleceği geciktiriyor/geçici de olsa baştan savıyor. Şu anda Ortadoğu’nun yaşadığı dönemi tanımlayan/sınırlarını belirleyen Saddam Hüseyin veya bir başka lider değil, Hafız Esed’dir. Ve Esed’in vefatı, bu kaotik bölgenin onlarca yıldır şahit olduğu kaosun çok daha fazlasının bir habercisi olabilir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder