ÇÖL FIRTINASI, SON
KLASİK SAVAŞTIR
Richard N. Haass (Amerikalı diplomat ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı)
Wall Street
Journal, 31.7.2015
Tercüme: Zahide Tuba Kor
1990 Temmuz’unun
ortalarıydı ve günlerdir Amerikan istihbaratı Saddam Hüseyin’in askeri
birliklerini Irak’ın Kuveyt sınırına konuşlandırdığını izlemekteydi. Başkan
George Bush’un yönetiminden pek çoğumuz –o dönemde ben Milli Güvenlik
Konseyinde en üst Ortadoğu uzmanıydım- zannettik ki bu, gambot [devletlerin
birbirlerini güç kullanmakla tehdit ederek yürüttükleri] diplomasisinin 20.
yüzyıl sonu versiyonundan pek de farklı değil. Saddam’ın güneydeki zengin ama
güçsüz komşusuna petrol üretimini azaltma konusunda baskı yapmak için blöf
yaptığını düşündük.
(…) Saddam’ın
yoldaşı Arap liderler, Bush yönetimine sessiz kalması ve barışçıl sonuca
ulaşılmasına bir fırsat tanıması telkininde bulundular. Temmuz ayı sonunda
Saddam ilk defa ABD’nin Irak Büyükelçisi April Glaspie ile bir araya geldi ve
onun Washington’a çektiği telgraf, bunun özenle hazırlanmış jeopolitik bir
tiyatrodan ibaret olduğu fikrini güçlendirdi.
Ancak 1 Ağustos’a
gelindiğinde anlaşıldı ki Saddam, Kuveyt’e gözdağı vermek için yeterli olan
miktardan kat be kat fazla askeri birlik yığmaktaydı. Dışişleri ve savunma
bakanlıkları ile istihbarattan üst düzey isimler hemen Beyaz Saray’da toplandı.
(…) Irak’ın askeri müdahalesini engellemenin bir yolunun Başkan Bush’un
Saddam’ı telefonla araması olduğuna karar verdik. (…)
Seçenekler üzerinde
düşünürken telefon çaldı. Dışişleri Bakanı bakanlığının az evvel Kuveyt’teki Amerikan
Büyükelçisinden Irak işgalinin başladığı haberini aldığını belirtti. Başkan
sertçe/ümitsizce “Saddam’ı aramanın bir anlamı kalmadı” dedi.
O sırada Soğuk
Savaş sonrası dönemin ilk büyük krizinin başladığının farkında bile değildik.
(…) Körfez Savaşı hala hatırlanmaya değer; sadece sonuçları itibarıyla Soğuk
Savaş sonrası dönem için iyi bir başlangıç olması hasebiyle değil, hala
anlamını/değerini koruyan birtakım dersler çıkarıldığı için.
Saddam’ın Kuveyt’i
işgali bizi sürpriz bir şekilde yakaladı ve yönetimin kafa karışıklığını
atlatması birkaç gün aldı. Başkan Bush’un başkanlığında 2 Ağustos’taki ilk
Milli Güvenlik Konseyi toplantısı, ne yapılacağı konusunda karar
verilemediğinden moral bozucuydu. Daha da kötüsü başkan askeri müdahalenin
düşünülmediğini açıkça söyledi. Aslında kastetmek istediği, yola bununla [askeri
müdahaleyle] başlamak için henüz erken olduğuydu; ama basın bunu askeri
mukabele seçeneğinin masadan indirildiği şeklinde yorumladı.
(…)
4 Ağustos’taki MGK
toplantısında, durumun daha da kötüleşmesini önlemek –ve Saddam’ı diğer bir
petrol zengini komşusuna saldırmaktan caydırmak- için Suudi Arabistan’a
Amerikan birliklerinin gönderilmesinin teklif edilmesi üzerinde uzlaşıldı. (…)
ABD çoktan ekonomik
yaptırımları yürürlüğe koymuş ve Irak ve Kuveyt’in hesaplarını dondurmuştu. (…)
(…) Saddam geri
adım atma emaresi göstermiyordu ve başkan, Arap liderlerin kendilerine bir şans
verilirse meselenin diplomatik çözümü için çalışacaklarına dair
güvencelerinden/vaatlerinden giderek yorulmaktaydı. Başkan ayrıca basında çıkan
Amerikan yönetiminin yeterince çaba sarf etmediğine dair eleştirilerden de
rahatsızdı. (…)
Diplomasi ve
ekonomik yaptırımlar Saddam’a geri adım attırmakta başarısız kaldı. Suudi
Arabistan’ı korumak ve Irak birliklerini Kuveyt’ten çıkarmak üzere Ocak ayı
ortasında 500 bin kişilik askeri birlik ile ekipmanın sevkiyatı tamamlanarak
Çöl Fırtınası Operasyonuna geçildi. Yönetim sadece BM’nin onayını almakla
kalmadı, Avustralya’dan Suriye’ye kadar küresel bir koalisyon da toparladı. 6 haftalık
hava gücü ve 4 günlük kara operasyonu sonucunda Kuveyt özgürleştirildi ve
statüko yeniden tesis edildi.
O günler, bugün
Ortadoğu’da karşı karşıya kaldığımız durumdan –yani bölgenin birçok yerini
saran anarşiden ve geniş toprakları elinde tutan cihatçı radikallerden- daha
farklı gibi duruyor. Ama Körfez Savaşı’ndan alınan temel dersler hala dikkate
alınmaya değer.
Ekonomik
yaptırımlardan fazla bir şey beklememek lazım. Dünyanın çoğunun desteklediği
geniş kapsamlı/sert yaptırımlar dahi Saddam’ı Kuveyt’ten çekilmeye ikna edemedi
– tıpkı son yıllarda Rusya’yı, İran’ı veya Kuzey Kore’yi temel siyasetlerini
değiştirmeye ikna edemediği gibi. Ayrıca Irak ve Küba örnekleri gösterdi ki
yaptırımlar, ekonomide hükümetin tahakkümünün daha fazla artması gibi beklenmedik
bir sonuca yol açabilir.
Tahminler/varsayımlar
tehlikelidir. (Benim de içinde olduğum) Bush yönetimi, Saddam’ın gerçekten de
Kuveyt’i işgal edeceğini fark etmekte gecikti – ve Kuveyt’teki yenilgisinin
ardından ayakta kalamayacağı yönündeki tahmini de aslında fazlaca iyimserdi.
Sadece 10 yıl sonra ikinci Bush yönetimi tarafından yapılan tahminlerin birçoğu
Irak’ta feci maliyetlere yol açtı. Keza halefi Obama yönetiminin Irak’tan
askeri birlikleri çekerken, Libya’ya sınırlı bir müdahale başlatırken, Mısır’ın
Hüsnü Mübarek’ini çekilmeye teşvik ederken ve Suriye’de rejimin değişmesi
çağrıları yaparkenki güllük gülistanlık tahminleri de…
Çoktaraflılık
ABD’yi sınırlandırmakla birlikte büyük kazançlar da sağlayabilir. Geniş katılım
bir ölçüde yükün paylaşılmasını sağlar. Körfez ülkeleri ve Japonya’nın maddi
katkısı sayesinde Körfez Savaşı’nın ABD’ye maliyeti neredeyse olmadı. Çok
taraflılık –yani BM Güvenlik Konseyinin desteği- ABD içinde ve dünyada kamuoyu
desteğini ve meşruiyeti de sağlayabilir.
Başarılı politikaların
dahi öngörülemeyen olumsuz sonuçları olabilir. Körfez Savaşı’ndaki tek taraflı
zaferimiz, diğerlerini [ABD’ye hasım güçleri kastediyor] ABD’yle
geleneksel savaş meydanında muharebeye girmekten kaçınmaya ikna etmiş olabilir.
Ortadoğu’da birçoklarının tercihi bundan sonra şehir terörü olurken, Kuzey Kore
gibi diğer düşmanlarımız da iktidarda kalmak için nükleer caydırıcılığı tercih
ettiler.
Sınırlı hedefler
çoğunlukla daha akıllıcadır. Durumun değişmesini sağlamayabilir; ama makbul,
mümkün ve maliyeti düşük olma avantajı söz konusudur. Hırslı/iddialı hedefler
daha fazla şey vaat edebilir, ama sözünde durmak imkansız olabilir. 1950’de [Kore’de]
güneyi kurtarmakla yetinmeyip pahalı ve başarısız bir hamleyle yarımadayı
kuvvet kullanarak birleştirmek üzere 38. paralelin kuzeyine doğru ilerlediğinde
ABD’nin başı belaya girmişti.
Körfez Savaşı’nda
Başkan Bush, Amerikan hedeflerini BM Güvenlik Konseyi ve Kongre’nin onay
verdiğiyle –yani Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarmakla- sınırlı tuttuğu için sık sık
eleştirilere maruz kaldı. Birçokları “Bağdat’a ilerlemeliydik” dedi. 10 yıl
sonra ABD’nin Irak ve Afganistan’da bizzat tecrübeyle öğrendiği üzere, kötü bir
rejimden kurtulmak, daha iyi ve kalıcı bir alternatif [rejim] inşa
etmekten daha kolaydır. [Kağıt üzerinde] mütevazı [saydığımız]
hedefler yabancı topraklarda [fiiliyatta] yeterince iddialı/hırslı
olabilir. Yerel gerçeklikler hemen her zaman Amerikan yönetiminin soyut
çıkarımlarına baskın çıkar/gölgede bırakır.
Amerikan
liderliğinin bir alternatifi yok. Dünya kendi kendine işlemiyor; jeopolitik
pazarda düzeni tesis eden herhangi bir görünmez el yoktur [Z.T.K. Adam
Smith’in piyasa ekonomisinde görünmez el kuramından hareketle yazar böyle bir
teşbih yapmış]. Körfez Savaşı gösterdi ki dünyayı harekete geçiren ABD’nin
görünen elidir.
Benzer şekilde, Amerikan
başkanlığının yerine ikame edilebilecek bir alternatif de yoktur. 25 yıl önce Amerikan
Senatosu, BM kararının uygulanması çerçevesinde olsa dahi, Irak’la savaşa
girmeye neredeyse karşı çıkmıştı. Eğer [düzgün bir şekilde] yönetmek
isteniyorsa ülkede 535 dışişleri veya savunma bakanı olamaz [Z.T.K. Dışişleri
veya savunma bakanı gibi rol oynamaya kalkışan Senatodaki toplam 535 senatörü
kastediyor].
İhtiyari
savaşlardan sakının. 1991
Körfez Savaşı –tıpkı 2003 Irak Savaşı gibi- bir zaruret savaşıydı. ABD’nin
hayati çıkarları tehlikedeydi ve çoktaraflı yaptırımlar ve yoğun diplomasi
yetersiz hale gelince geriye bir tek askeri seçenek kalmıştı. Ama gelecekteki
Amerikan savaşlarının ekseriyeti ihtiyari savaşlar olacak gibi görünüyor:
tehlike altındaki çıkarlar hayati değil, sadece önemli olacak veya karar
alıcıların askeri güç dışında [başka] seçenekleri olacak. Böyle
ihtiyari/keyfi kuvvet kullanımı kararlarını almak çok daha zordur -ve
savunulması da çok daha zordur-; hele de çoğu zaman olduğu gibi, savaş ve
neticesi, mimarlarının tahminlerinden çok daha maliyetli ve çok daha az
başarılı olursa.
Körfez Savaşı’nın
tarihî etkisi, o dönemde –Sovyet İmparatorluğunun yıkılmasının ardından bu
savaşın yeni bir küresel işbirliği çağını başlatacağı beklentisindeki Başkan
Bush da dahil- birçoklarının tahmininin aksine daha az oldu. ABD fazla uzun
sürmeyecek bir üstünlük elde etti. Çin’in yükselişi, Sovyet sonrası Rusya’nın
yabancılaşması, teknolojik yenilikler, Amerika’nın siyasi fonksiyon bozukluğu,
11 Eylül’ün akabinde iki tüketici/bezdirici savaş… Bunların tamamı, gücün daha da yayıldığı/yaygınlaştığı ve karar
almanın daha ademimerkeziyetçi hale geldiği bir dünyanın doğmasına yol açtı.
Körfez Savaşı bugün
bir anomali gibi görülüyor:
ulus inşasına değil de dış saldırganlığı engellemeye odaklanan, şehirlerde özel
birlikler ve düzensiz birliklerle değil de savaş alanında müşterek birliklerle
verilen, net bir başlangıcı ve sonu olan kısa ve keskin/şiddetli bir savaştı.
Müteakip savaşlardan en büyük farkı, çok taraflı, ucuz ve başarılı olmasıydı.
Körfez Savaşı’nın uğruna verildiği “askeri yollardan toprak elde etmenin kabul
edilemezliği” prensibi dahi, son dönemde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırganlığı karşısında uluslararası toplumun
pasifliği nedeniyle artık sorgulanır hale geldi.
1990-91’deki
olayları bugünün Ortadoğu’sunu [ifade eden mevcut] kargaşaya bağlamak
zorlama olur. Bölgenin hastalıkları –ve ayrıca 2003 Irak Savaşı ve akabindeki
kötü yönetim, ardından Amerikan birliklerinin Irak’tan çekilmesi, 2011 Libya
müdahalesi ve ABD’nin Suriye’de harekete geçmekte süregiden başarısızlığı- her
biri mevcut karışıklığı/altüst oluşu çok daha fazla açıklayıcıdır.
Körfez Savaşı
Amerikan dış politikasının dikkat çekici/büyük bir başarısıydı. Saddam’ın
küstahça bir hareket olan toprak kazanımını cezalandırmayarak yanına kâr
kalmasını sağlayacak ve belki de Ortadoğu’nun çoğunu hakimiyeti altına almaya
kalkıştıracak muhtemel bir dehşet verici sonucu engelledi. Ama bu, kısa süreli
bir zafer oldu ve ne Bush’un ümit ettiği üzere “yeni dünya düzeni”ni
filizlendirebildi ne de Ortadoğu’yu kurtarabildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder